Üzümler olgunlaştı, yakında hasat mevsimi başlayacak. Gelin bir salkım üzüm keselim ve zaman makinesinin içine girelim. Girelim ve öyle bir zamandan çıkalım ki, fotoğrafı bulan Nicephore Neicepe ve Louis Daguerre’i, Roma’da bir barda Baküs’le veya Atina’da bir tavernada Dionisos’la muhabbet ederken bulalım. “Bunlar aynı tarihlerde yaşamadılar ki” dediğinizi duyuyorum, ama olsun, böyle bir buluşma zaten olsa olsa zaman makinesinin garip cilvesi ve müdahalesiyle olabilir. Ya da İrvin Yalom’un romanında olduğu gibi, edebiyat yardımıyla. Gerçek hayatta hiç karşılaşmamış Nietzsche ve Freud’un kurgu sohbetlerini kim unutabilir?. Biz de öyle yapalım ve Semele’nin Zeus’tan olma oğlu, Şarap tanrısı Baküs’ü, fotoğrafı bir zeminde sabitleyip, ilk kez görüntünün kalıcı olmasını sağlayan Daguerre ile aynı masaya oturtalım. Masadaki şarabı Baküs seçsin, facebook’a eklenecek fotoğrafları da Daguerre çeksin.
Muhabbetlerine de kulak misafiri olalım.
Daguerre:
– Baküs, şarap Tanrım, bu seneki hasat için ne düşünüyorsun? Kuru ve sıcak bir yaz geçirdik. Sangiovese’ler yüz güldürecek mi?
Baküs:
– Vallahi, artık şaraba su katmamaya karar verdim. Kireç, toprak, ıvır zıvır da koydurmayacağım. Halkımız üzümden gelen gerçek tatları almaya başlasın. Sizinkilerin yaptığı şişeleme işi de faydalı oldu. Askerlerin şarap istihkaklarını da iki misline çıkartıyorum. Zeus babam izim verdi. Merkür amcam da buna razı. Biliyorsun, Merkür amcam beni babamın baldırına dikmeseydi, bugün burada bu güzel ‘vin santo’yu (kutsal şarap) içemiyor olacaktık. Annemle birlikte ölmüş olacaktım. Baldırdan doğup, nefler ve satirlerin yetiştirmesi olarak biraz çakır keyf ve çapkınım. Ne yaparsın, yaradılış işte. Neyse bu yılın veriminden çok ümitliyim, artık kalite şaraplarımızı daha ucuza içeceğiz. Elimizdeki fazla ürünü de Fransa’ya ihraç etmeye karar verdim. Frenkler de mahsun kalmasın. Geçen yıl onlara yeni asmalar göndermiştim, ama henüz olgunlaşmamıştırlar. Ha, elimde kadehle bir poz fotoğrafımı çeksene. Caravaggio’ya göndereyim de bir yağlı boya tablo yapsın.
Louis Daguerre tripodunu kurar, Daguerrotype makinesini üzerine koyar. Baküs’ün kafasının arkasına, tam da ensesini kavrayacak şekilde ahşap bir çatalı yerleştirir. Maksat kafasının hareket etmemesidir. Yoksa fotoğraf kötü çıkar. İlk çektiği fotoğrafta, sokaktan bir sürü insan ve araba geçmesine rağmen hiçbirini görüntüleyememişti. Sadece pozlama süresince ayakkabısını boyatan adamla ayakkabı boyacısı fotoğrafta çıkmıştı. Hareketli nesnelerin hiçbiri hassas tabakada iz bırakamamıştı. Bazen zaman da öyle uçar gider işte, hiç bir iz bırakmadan. Tempus fugit…
Oysa bazı özel anlar, örneğin güzel bir dostla veya sevgiliyle içilen güzel bir şarabın eşliğinde geçen zaman beynimize öyle bir kazınır ki, yıllarca unutulmaz. En ufak ayrıntı, olur olmaz zamanlarda çıkar karşımıza gelir oturur.
Fotoğraf benzer şeyler yapmaya çalışır. O anın görüntüsünü bazı kimyasallar aracılığı ile bir kağıt üzerine işler. İlerde bakıp da “Vay be “ diyebilelim diye anı dondurur. O an durur ve biz geçeriz. Ancak bu durdurulmuş ve kağıt üzerine sabitlenmiş anların da bir ömrü vardır. Kağıdın ömrü kadar yaşarlar. Veya hayırsız bir torun yırtıp atana kadar hayatta kalırlar. O görüntüyü gören beyin hücrelerimizin de bir ömrü olduğu gibi, fotoğrafların ve şarapların da ömürleri vardır. Yüzyıldan fazla yaşayan Chateau d’Yquem’ler olduğu gibi yüzyıllarca yaşayan kağıtlar da vardır.
Şarapla fotoğrafın ortak noktası çok. Saymakla bitmez. İkisi de tutkudur, aşktır. Kendinizi bir kaptırırsanız kurtaramazsınız. Virüs girer, sizi bir güzel hasta eder. Varsa mutluluk hastalığına tutulursunuz. İkisi de dipsiz kuyudur. Bolca ayrıntı vardır. Üzüm çeşitleri gibi, fotoğraf filmi, markası, lensi ve aksesuarı da çeşit çeşittir.
Değişik şarap tekniği kadar fotoğraf işleme tekniği vardır. Farklı şaraphaneler, farklı karanlık odalar, Lightroom ve benzerleri vardır. Her ikisi de yoğun sabır ister. Mükemmele ulaşabilmek için sürekli sabır, sabır, sabır ve çok çalışmak gerekir. Bir Petrus, bir Cote d’Avanos öyle üzümü sıkmakla olmaz. Steve Mc Curry’nin Afganistan’da çektiği National Geographic’e kapak olan ve dünyada en çok bakılan fotoğraf ‘genç kız portresi’ için de sadece deklanşöre basmak yetmez. Tecrübe, sabır, bilgi ve sevgi gerekir. İyi şarap üreticisi de iyi fotoğrafçı da çok iyi gözlemci olmalıdır. Yoksa yaptıkları işler sıradan olmaktan öteye gidemez.
Her ikisi de zamanı yakalar. Birisi bir yıl içinde topraktan aldıklarını şişeye hapsederken, diğeri bir saniyenin 8 binde biri süreden bir kaç saate kadar uzayabilen süreyi hassas zemin üzerine zapteder. “Carpe diem” diyenlere önderlik ederler.
İkisi de gerçekleri söyler, ama yalan da söylerler. İn vino veritas. Biz sadece söyledikleri gerçekleri duyalım yalanlarını ise duymazdan gelelim.
Artık her ikisi de sanat olarak kabul ediliyor, buna itiraz etmek de zor gibi görünüyor.
Bu konularda son zamanlarda yaratıcılık çok prim yapıyor. Genç bir Sicilyalı firma fotoğraf-şarap ilişkisini güçlendirmek için bir proje yaptı. Fotoğraf makinesini, bağları gören uygun bir yere yerleştirdi. Kareye biraz deniz biraz da dağ girmesini sağlayarak güzel bir kompozisyon oluşturdu. Biliyorsunuz fotoğrafta kompozisyon olmazsa olmazdır. Altın oran, simetri gibi kavramlar vardır. Şaraptaki iyi kupaja veya dengeli şaraba eş değerdir kompozisyon. İyi bir denge ve asit-alkol-tanen üçgeni, uzun bitiş, yuvarlaklık gibi kavramlar şarabı güzelleştirmeye, kalitesini artırmaya yardım eder. Neyi, ne zaman, ne kadar yapmak gerektiğini, yaşamda olduğu gibi şarap ve fotoğrafta da iyi bilmek gerekir. Bu her zaman o kadar kolay olmaz. İtalyada bağları gören bu fotoğraf makinesi üç saatte bir bir kare çekmek üzere programlandı ve böylece doğanın değişimi ve bağların gelişimi gözler önüne serilecek. Biz de bu sayede şarap masamıza gelmeden ve kadehimize akmadan önceki en önemli adımını, yani üzümün olgunlaşmasını görmüş olacağız. Şarabı bekleyişimizin tadına varacağız.
Şarapla ve fotoğrafla uğraşmak insanlara belirli bir olgunluk, dünya bakışı kazandırır. ‘Feylesof yapar’ dersek abartmış olmayız. Hayata nereden hangi açıyla bakacağımızı bize öğretir. Hepimizin bakış açısı farklıdır. Buna bağlı olarak seçtiğimiz, sevdiğimiz, içtiğimiz şaraplar farklıdır. Çektiğimiz fotoğrafların da konuları, renk ve ışık ayarları, açıları, kompozisyonları farklılıklar gösterir. Her iki konunun da kuralları vardır ve daha iyiyi ve farklıyı bulabilmek için insanlar bu kuralları kırıp, daha ilginç ve yaratıcı sonuçlara gitmeye uğraşır.
Şarap ve fotoğrafla ilgili konuşmaya başlayınca sözler tükenmek bilmez. Ne kadar konuşursanız konuşun daha söyleyecek bir şeyiniz kalmıştır. Dünyada her gün sayıları giderek artan şarap ve fotoğraf dergileri, fuarlar, sergiler, web sayfaları ve bloglar bunun kanıtı değil mi?
Her ikisi de uğraşırken aklınızı başınızdan alabilir, bazen sarhoş bile edebilir.
Ama her ikisi için de belirli bir gusto sahibi olmak gerekir, yoksa ya bas-çek bir makine kullanırsınız veya tatmak yerine merdiven altı üretimlerini başınıza dikersiniz.
Gerektiği gibi uğraşıldığında şarabın ve fotoğrafın iyileştirici etkilerinden yararlanırsınız. Şarap, antioksidanları aracılığı ile sağlığınıza sağlık, neşenize neşe katarken, kalp rahatsızlıklarından ve kanserden sizi uzak tutar. Fotoğraf da sizi dünyanın sıkıntılarından koparır, makineyi elinize aldığınızda başka alemlere dalarsınız. Fotoğraf da aynı şarap gibi konuşur. Bir fotoğrafı elinize aldığınızda “Bana ne anlatıyor?” dersiniz. Şarabı dudağınıza götürdüğünüzde de merak içindesinizdir. Size anlatacakları nedir, sizi alıp nerelere götürecektir? Eski bir anıyı mı canlandıracaktır, yoksa gençliğinizde Bodrum’a inerken rüzgarın burnunuza taşıdığı kokuları mı geri getirecektir. Belki de en sevdiğiniz baharatlar veya meyveleri, bazen de güzel düşleri anımsatacaktır. Siz ona kulak, hatta burun verin, sözünü dinleyin . Sizi götürmek istediği yere gidin, asla pişman olmazsınız. Burnumuz kadar bizi hatıralarımıza taşıyan başka bir organımız yoktur. Şarap da onun sağ koludur. İkisi birlikte beynimize ve beynimizle birlikte bize çeşitli oyunlar oynar, bize de mutlu olmak kalır.
Sonuç olarak şarapla fotoğrafın çok güzel bir dostluğu vardır. Bu yazımızda Baküs’le Daguerre de iyi bir dostluk kurdular. Güzel şaraplar içtiler. Baküs muhtemelen bir Nobile di Montepulciano açtırmıştır. Ne de olsa kanında asalet var. Niecepe ve Daguerre de buna “Hayır” dememiş, Tanrıların içeceğini büyük bir keyifle yudumlamışlardır.
Şarapla ve bağlarla ilgili güzel fotoğraflar yazımıza eşlik ediyorlar. Umarım beğenmişsinizdir. Bu ikilinin dostluğu o kadar ilerlemiş durumda ki, dünyanın en önemli sitesi Flicr’e girip de “Şarap bağ” dediğinizde karşınıza yarım milyar fotoğraf çıkıyor. Çünkü bağlar, şarap şişeleri ve kadehler çok fotojenik. Güzel poz veriyorlar. Sanıyorum her yıl şerefe ve sağlığa kalkan kadeh kadar, şaraba ve bağa bakan bir lens arkasından deklanşöre basılıyor.
Dileyelim ki fotoğrafçı şaraptan, şarap da fotoğrafçısından ayrılmasın. Fotoğraf da bağları ve şarabı ölümsüzleştirsin. Sadece şaraplarımızın fotoğraflarımızın üzerine damlamamasına dikkat edelim, yoksa lekesi çıkmaz.
Hepinize bol ışıklı günler, neşenize neşe katacak lezzetli şaraplar dilerim.
Not: Bu yazı Karaf Dergisinde yayınlanmıştır.