Cep telefonu ile foto muhabirlik…

Cep telefonu ile fotomuhabirlik yapılabilir mi? Ara Güler’i çok severim. Sadece Türkiye’yi en iyi temsil eden fotoğrafçı olduğundan değil, zaman zaman fotoğrafa dair açtığı tartışmalarla bizleri fotoğrafı düşünmeye zorladığı için de onu severim. Bazen, “Ben gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim. Fotoğrafçı ile gazeteci arasındaki fark budur. Fotoğrafçı bomba patlar kaçar. Ama gazeteci peşinden gider olayı yakalamaya çalışır. […]

Baküs Daguerre ile karşılaşırsa…

images-30images-32

 

 

Üzümler olgunlaştı, yakında hasat mevsimi başlayacak. Gelin bir salkım üzüm keselim ve zaman makinesinin içine girelim. Girelim ve öyle bir zamandan çıkalım ki, fotoğrafı bulan Nicephore Neicepe ve Louis Daguerre’i, Roma’da bir barda Baküs’le veya Atina’da bir tavernada Dionisos’la muhabbet ederken bulalım. “Bunlar aynı tarihlerde yaşamadılar ki” dediğinizi duyuyorum, ama olsun, böyle bir buluşma zaten olsa olsa zaman makinesinin garip cilvesi ve müdahalesiyle olabilir. Ya da İrvin Yalom’un romanında olduğu gibi, edebiyat yardımıyla. Gerçek hayatta hiç karşılaşmamış Nietzsche ve Freud’un kurgu sohbetlerini kim unutabilir?. Biz de öyle yapalım ve Semele’nin Zeus’tan olma oğlu, Şarap tanrısı Baküs’ü, fotoğrafı bir zeminde sabitleyip, ilk kez görüntünün kalıcı olmasını sağlayan Daguerre ile aynı masaya oturtalım. Masadaki şarabı Baküs seçsin, facebook’a eklenecek fotoğrafları da Daguerre çeksin.

Muhabbetlerine de kulak misafiri olalım.

Daguerre:

– Baküs, şarap Tanrım, bu seneki hasat için ne düşünüyorsun? Kuru ve sıcak bir yaz geçirdik. Sangiovese’ler yüz güldürecek mi?

Baküs:

–   Vallahi, artık şaraba su katmamaya karar verdim. Kireç, toprak, ıvır zıvır da koydurmayacağım. Halkımız üzümden gelen gerçek tatları almaya başlasın. Sizinkilerin yaptığı şişeleme işi de faydalı oldu. Askerlerin şarap istihkaklarını da iki misline çıkartıyorum. Zeus babam izim verdi. Merkür amcam da buna razı. Biliyorsun, Merkür amcam beni babamın baldırına dikmeseydi, bugün burada bu güzel ‘vin santo’yu (kutsal şarap) içemiyor olacaktık. Annemle birlikte ölmüş olacaktım. Baldırdan doğup, nefler ve satirlerin yetiştirmesi olarak biraz çakır keyf ve çapkınım. Ne yaparsın, yaradılış işte. Neyse bu yılın veriminden çok ümitliyim, artık kalite şaraplarımızı daha ucuza içeceğiz. Elimizdeki fazla ürünü de Fransa’ya ihraç etmeye karar verdim. Frenkler de mahsun kalmasın. Geçen yıl onlara yeni asmalar göndermiştim, ama henüz olgunlaşmamıştırlar. Ha, elimde kadehle bir poz fotoğrafımı çeksene. Caravaggio’ya göndereyim de bir yağlı boya tablo yapsın.

 

 

images-33

Louis Daguerre tripodunu kurar, Daguerrotype makinesini üzerine koyar. Baküs’ün kafasının arkasına, tam da ensesini kavrayacak şekilde ahşap bir çatalı yerleştirir. Maksat kafasının hareket etmemesidir. Yoksa fotoğraf kötü çıkar. İlk çektiği fotoğrafta, sokaktan bir sürü insan ve araba geçmesine rağmen hiçbirini görüntüleyememişti. Sadece pozlama süresince ayakkabısını boyatan adamla ayakkabı boyacısı fotoğrafta çıkmıştı. Hareketli nesnelerin hiçbiri hassas tabakada iz bırakamamıştı. Bazen zaman da öyle uçar gider işte, hiç bir iz bırakmadan. Tempus fugit…

Oysa bazı özel anlar, örneğin güzel bir dostla veya sevgiliyle içilen güzel bir şarabın eşliğinde geçen zaman beynimize öyle bir kazınır ki, yıllarca unutulmaz. En ufak ayrıntı, olur olmaz zamanlarda çıkar karşımıza gelir oturur.

Fotoğraf benzer şeyler yapmaya çalışır. O anın görüntüsünü bazı kimyasallar aracılığı ile bir kağıt üzerine işler. İlerde bakıp da “Vay be “ diyebilelim diye anı dondurur. O an durur ve biz geçeriz. Ancak bu durdurulmuş ve kağıt üzerine sabitlenmiş anların da bir ömrü vardır. Kağıdın ömrü kadar yaşarlar. Veya hayırsız bir torun yırtıp atana kadar hayatta kalırlar. O görüntüyü gören beyin hücrelerimizin de bir ömrü olduğu gibi, fotoğrafların ve şarapların da ömürleri vardır. Yüzyıldan fazla yaşayan Chateau d’Yquem’ler olduğu gibi yüzyıllarca yaşayan kağıtlar da vardır.

Şarapla fotoğrafın ortak noktası çok. Saymakla bitmez. İkisi de tutkudur, aşktır. Kendinizi bir kaptırırsanız kurtaramazsınız. Virüs girer, sizi bir güzel hasta eder. Varsa mutluluk hastalığına tutulursunuz. İkisi de dipsiz kuyudur. Bolca ayrıntı vardır. Üzüm çeşitleri gibi, fotoğraf filmi, markası, lensi ve aksesuarı da çeşit çeşittir.

Değişik şarap tekniği kadar fotoğraf işleme tekniği vardır. Farklı şaraphaneler, farklı karanlık odalar, Lightroom ve benzerleri vardır. Her ikisi de yoğun sabır ister. Mükemmele ulaşabilmek için sürekli sabır, sabır, sabır ve çok çalışmak gerekir. Bir Petrus, bir Cote d’Avanos öyle üzümü sıkmakla olmaz. Steve Mc Curry’nin Afganistan’da çektiği National Geographic’e kapak olan ve dünyada en çok bakılan fotoğraf ‘genç kız portresi’ için de sadece deklanşöre basmak yetmez. Tecrübe, sabır, bilgi ve sevgi gerekir. İyi şarap üreticisi de iyi fotoğrafçı da çok iyi gözlemci olmalıdır. Yoksa yaptıkları işler sıradan olmaktan öteye gidemez.

Her ikisi de zamanı yakalar. Birisi bir yıl içinde topraktan aldıklarını şişeye hapsederken, diğeri bir saniyenin 8 binde biri süreden bir kaç saate kadar uzayabilen süreyi hassas zemin üzerine zapteder. “Carpe diem” diyenlere önderlik ederler.

images-31

İkisi de gerçekleri söyler, ama yalan da söylerler. İn vino veritas. Biz sadece söyledikleri gerçekleri duyalım yalanlarını ise duymazdan gelelim.

Artık her ikisi de sanat olarak kabul ediliyor, buna itiraz etmek de zor gibi görünüyor.

Bu konularda son zamanlarda yaratıcılık çok prim yapıyor. Genç bir Sicilyalı firma fotoğraf-şarap ilişkisini güçlendirmek için bir proje yaptı. Fotoğraf makinesini, bağları gören uygun bir yere yerleştirdi. Kareye biraz deniz biraz da dağ girmesini sağlayarak güzel bir kompozisyon oluşturdu. Biliyorsunuz fotoğrafta kompozisyon olmazsa olmazdır. Altın oran, simetri gibi kavramlar vardır. Şaraptaki iyi kupaja veya dengeli şaraba  eş değerdir kompozisyon. İyi bir denge ve  asit-alkol-tanen üçgeni, uzun bitiş, yuvarlaklık gibi kavramlar şarabı güzelleştirmeye, kalitesini artırmaya yardım eder. Neyi, ne zaman, ne kadar yapmak gerektiğini, yaşamda olduğu gibi şarap ve fotoğrafta da iyi bilmek gerekir. Bu her zaman o kadar kolay olmaz. İtalyada bağları gören bu fotoğraf makinesi üç saatte bir bir kare çekmek üzere programlandı ve böylece doğanın değişimi ve bağların gelişimi gözler önüne serilecek. Biz de bu sayede şarap masamıza gelmeden ve kadehimize akmadan önceki en önemli adımını, yani üzümün olgunlaşmasını görmüş olacağız. Şarabı bekleyişimizin tadına varacağız.

Şarapla ve fotoğrafla uğraşmak insanlara belirli bir olgunluk, dünya bakışı kazandırır. ‘Feylesof yapar’ dersek abartmış olmayız. Hayata nereden hangi açıyla bakacağımızı bize öğretir. Hepimizin bakış açısı farklıdır. Buna bağlı olarak seçtiğimiz, sevdiğimiz, içtiğimiz şaraplar farklıdır. Çektiğimiz fotoğrafların da konuları, renk ve ışık ayarları, açıları, kompozisyonları farklılıklar gösterir. Her iki konunun da kuralları vardır ve daha iyiyi ve farklıyı bulabilmek için insanlar bu kuralları kırıp, daha ilginç ve yaratıcı sonuçlara gitmeye uğraşır.

Şarap ve fotoğrafla ilgili konuşmaya başlayınca sözler tükenmek bilmez. Ne kadar konuşursanız konuşun daha söyleyecek bir şeyiniz kalmıştır. Dünyada her gün sayıları giderek artan şarap ve fotoğraf dergileri, fuarlar, sergiler, web sayfaları ve bloglar bunun kanıtı değil mi?

Her ikisi de uğraşırken aklınızı başınızdan alabilir, bazen sarhoş bile edebilir.

Ama her ikisi için de belirli bir gusto sahibi olmak gerekir, yoksa ya bas-çek bir makine kullanırsınız veya tatmak yerine merdiven altı üretimlerini başınıza dikersiniz.

Gerektiği gibi uğraşıldığında şarabın ve fotoğrafın iyileştirici etkilerinden yararlanırsınız. Şarap, antioksidanları aracılığı ile sağlığınıza sağlık, neşenize neşe katarken, kalp rahatsızlıklarından ve kanserden sizi uzak tutar. Fotoğraf da sizi dünyanın sıkıntılarından koparır, makineyi elinize aldığınızda başka alemlere dalarsınız. Fotoğraf da aynı şarap gibi konuşur. Bir fotoğrafı elinize aldığınızda “Bana ne anlatıyor?” dersiniz. Şarabı dudağınıza götürdüğünüzde de merak içindesinizdir. Size anlatacakları nedir, sizi alıp nerelere götürecektir? Eski bir anıyı mı canlandıracaktır, yoksa  gençliğinizde Bodrum’a inerken  rüzgarın burnunuza taşıdığı kokuları mı geri getirecektir. Belki de en sevdiğiniz baharatlar veya meyveleri, bazen de güzel düşleri anımsatacaktır. Siz ona kulak, hatta burun verin, sözünü dinleyin . Sizi götürmek istediği yere gidin, asla pişman olmazsınız. Burnumuz kadar bizi hatıralarımıza taşıyan başka bir organımız yoktur. Şarap da onun sağ koludur. İkisi birlikte beynimize ve beynimizle birlikte bize çeşitli oyunlar oynar, bize de mutlu olmak kalır.

Sonuç olarak şarapla fotoğrafın çok güzel bir dostluğu vardır. Bu yazımızda Baküs’le Daguerre de iyi bir dostluk kurdular. Güzel şaraplar içtiler. Baküs muhtemelen bir Nobile di Montepulciano açtırmıştır. Ne de olsa kanında asalet var. Niecepe ve Daguerre de buna “Hayır” dememiş, Tanrıların içeceğini büyük bir keyifle yudumlamışlardır.

Şarapla ve bağlarla ilgili güzel fotoğraflar yazımıza eşlik ediyorlar. Umarım beğenmişsinizdir. Bu ikilinin dostluğu o kadar ilerlemiş durumda ki, dünyanın en önemli sitesi Flicr’e girip de “Şarap bağ” dediğinizde karşınıza yarım milyar fotoğraf çıkıyor. Çünkü bağlar, şarap şişeleri ve kadehler çok fotojenik. Güzel poz veriyorlar. Sanıyorum her yıl şerefe ve sağlığa kalkan kadeh kadar, şaraba ve bağa bakan bir lens arkasından deklanşöre basılıyor.

Dileyelim ki fotoğrafçı şaraptan, şarap da fotoğrafçısından ayrılmasın. Fotoğraf da bağları ve şarabı ölümsüzleştirsin. Sadece şaraplarımızın fotoğraflarımızın üzerine damlamamasına dikkat edelim, yoksa lekesi çıkmaz.

Hepinize bol ışıklı günler, neşenize neşe katacak lezzetli şaraplar dilerim.

Not: Bu yazı Karaf Dergisinde yayınlanmıştır.

Mislav Tichy’nin kardeşine rastladık…. Gerard Petrus Fieret..

 

images-26

Mislav Tichy’nin kardeşine rastladık…. Gerard Petrus Fieret..

Çek fotoğrafçı Tichy’nin kardeşi Hollanda da bulundu. Ama 2 yıl önce hakkın rahmetine kavuştuğu için La Haye Fotoğraf müzesinde  2 Ekim 2010- 9 Ocak 2011 arasında açık tutulan bir sergisinde ona rastladık.

Marjinal fotoğrafçı Mislav Tichy’nin New York’taki sergisini büyük bir şaşkınlıkla izledikten sonra fotopyamaga bir yazı hazırlamıştım.  Tichy yarı kaçık, yarı dahi, röntgenci, bu şahsına münhasır bu özel fotoğrafçı tamamen tesadüf eseri fotoğraf dünyasına hiç kendi haberi olmadan, belki de isteği bile olmadan arkadaşı komşusu psikiatr tarafından düşmüş, düşürülmüş ve bu dünyadaki, fotoğraf düyasındaki hak ettiğ yeri bulmuştur. Sanat ve fotoğraf kitapları yayınevi Tachen’in en son kitabı A dan Z ye fotoğrafçılar kitabında Tichy’ye yer vermiş. Hayatı boyunca keyfi için fotoğraf çekmiş bu  fotoğrafçı sanıyorum bir kez bile dünyanın en önemli fotoğrafçılarıyla birlikte yan yan gelip anılmayı rüyasında bile görmemiştir.

Bu arada kitabın Tichy’ye yer verip bizim çok önem verdiğimiz Ara Güler, Ahmet Ertuğ, Lütfi Özkök gibi uluslararası tanınırlıktaki fotoğrafçılarımıza yer vermemesi bizi şaşırttı ve üzdü. Neden yer vermemişler?  Bilemedim! Editörüne bir sormalı…

La Haye müzesinde Gerard Petrus Fieret’in Heyboer’le ortak sergisi çok dikkatimi çekti. Bu Tichy ayarı  iki Hollandalı marjinal  fotoğrafçının ikisini de sizlere tanıtmak istedim. Ama önce Fieret çünkü 4 eşi ile komün hayatı yaşayan Anton Heyboer’in illüstratör yönü fotoğrafçılığının önüne geçtiği için onu daha sonraya bırakmaya karar verdim. Önce Fieret çünkü bu fotoğrafçı sanki Tichy’nin ruh kardeşi. Aralarında küçük farklar var. Tichy daha röntgenci, Fieret daha paranoyak. Ama ikisi de kaymış durumda.

Nereye mi kaymışlar? Tabii ki fotoğrafa, yaratıcılığa ve sanata.

images-27

Fieret’in 2 yaşındayken babası ölür, annesi hasta olur ve  çocukluğu yetimler yurdunda geçer. 14 yaşında güzel sanatlar akademisine girer. 1954 te şiirlerini yayınlar. 60 yıllarda fotoğrafçı kimliği ön plana çıkar bu yıllarda fotoğrafları Hollandada çeşitli müzelerde sergilenir. 80 yıllardan itibaren baskılarını imzalamaya ve kaşe basmaya başlar. 90 lı yıllardan itibaren tek tutkusu şehirdeki güvercinleri beslemek olmuştur. Son yıllarını bir serseri gibi dostlarının verdiği küçük bir evde güvercinleriyle geçirir. Hergün La haye şehrinin 30 noktasını dolaşarak oralardaki güvercinleri besler.  1992 yılında görsel sanatlar alında verilen önemli bir ödülü alır. Ourburg ödülü…

60 la 80 arasında binlerce fotoğraf çeker, kullandığı makineler diğer meslektaşlarının ki gibi değerli makineler olmamaıştır. Bir Praktiflex ve bir Zenith E ile idare eder. Evi Tichy’ninki gibi darmadağınıktır. Etrafında olup biten ne varsa, arkadaşlarını, gelip geçenleri, çocukları daha çok da kadınları çeker aynı Tichy gibi. Kendi portesini çekmeye çok meraklıdır. Bu sıradışı herheangi bir sınıfa sokulamayacak fotoğrafçı otoportrelerinde kendini gözler, inceler. Çektiği fotoğraflarda arka plan önemsizdir. Bu yüzden dağınık odasına girip de soyunan kadınları aynen oldukları mekanda hiçbir düzenleme yapmadan çeker. Studioya girmez, onu ilgilendiren daha çok nüdür.

Fieret’nin bize dokunan ona ısınmamızı sağlayan yönüde belkide budur. Tekniğe kurallara önem vermeyen hatta umurunda bile olmaya şairane yönü…

Fieret yaşamı boyunca çektiği fotoğrafların çalınacağı korkusuyla yaşamış. Baskılarının üzerine hem de en görülen yerine isim ve adresini içeren kaşesini basmış. Ama çektiği kadın fotoğraflarını Tichy gibi sağdan soldan gizlice  çalmamış, 10-12 tane çok yakını veya daha az tanıdığı modellerinin rızasıyla çekmiş .

Fieret’in fotoğrafları 1960 ve 1970 li yılların gündelik hayatından kesitler sunuyor. Bu foyoğraflar, nü, nostalji, portre fotoğraflarında özgür ve sanatsal bir yaklaşımla bize o unutulmaz yılların ruhunu çarpıcı bir biçimde taşıyor. Bunu anlamak için yazıya eşlik eden fotğraflara bir göz atmanız yeter. Her fotoğraf yüksek enerji taşıyor. Fieret’in baskıları gerek fotoğraf makinesinin arkasındaki gerekse karanlık odadaki yakaladığı heyecanı yansıtıyor. Her adımda içgüdüsel bir yaklaşım olduğuna ben kesin olarak inanıyorum. Fotoğraf sanatında da böyle bir hayvani taraf yok mu sizce? Makinenizi kapıp zaman zaman sağa sola bilinçsizce ama içgüdüsel olarak saldırdığınız. Ve çektiğiniz bilmem kaç kareden birinde sizin olan ve sizi yansıtan hatta bir tek sizi yansıtan bir kare bulduğunuz??

images-28

Fieret’de Tichy gibi sanatsal eğitim almış, grafik tasarım eğitiminden sonra yaratıcılık ve eksperimental fotoğrafçılık adına mükemmelliyetçiliği bir kenara bırakmış, solarizasyon, negatifleri sandviçleme, fotoğraflerını başka koşullarda tekrar çekmek, değişik kadrajlar, kağıtları buruşturma gibi çeşitli teknikler uygulamış. Hatta karanlık odada başına gelen her türlü kazayı fotoğraflarına sanatsal güzellik olarak aktarmayı başarmış. Yolunu bugün artık tamemen unutmaya yüz tuttuğumuz karanlık odanın otoyolundan saatte 200 km hızla geçirmiş. Kısaca sanat için sanat yapmış.

Fotoğrafları 2004 de Eyemazing adlı dergi kendisiyle ilgili bir makale yayınladıktan sonra  5 yıldır Amesterdam ve New York da müzayedelerde alıcı bulmaktadır.

Tüm bu özellikleri Fieret’i de Tichy gibi dikkat çeken tek ve özel bir fotoğrafçı, sanatçı, fotoğraf sanatcısı yapıyor. Kaza ile eser arasındaki gizemli dengeyi gerek kompozisyonlarında gerekse ışık tonları ve baskılarında yakalayan 2 yıl önce kaybettiğimiz Hollandalı fotoğrafçı  Fieret’in önünde fotoğrafçı saygısıyla eğiliyoruz.

 

images-25

Tichy’yi Tanımak ve Peşine Düşmek…

images-24 images-23 images-22

 

Kendini emekli Tarzan olarak tanımlayan bir marjinal fotografçıyı tanımak ister misiniz?

Simber Atay Eskier’in sınav dönemi sorusu olarak sorduğu “Fotoğraf sona ererse ne olur?”    sorusunun cevapları arasında bulunan “Önce Miroslav Tichy yi tanımalısınız; Çünkü O’nun sizin tanışıklığınıza hiç ihtiyacı yok!” göndermesinden yola çıkmak istedim.

Tüm fotoğraflarını 70-80’li yıllarda çeken ve hedefine ulaştıktan sonra eline fotoğraf makinesi almayan halen 85 yaşındadaki bu Çek fotografçıyı tanımayı bence fazlasıyla hak ediyoruz. 2000’li yıllarda komşusu ve  arkadaşı sanatçı Psikiatr Roman Buxbaum tarafından ortaya çıkarılan Tichy’nin oldukça zor bir yaşamı olduğu anlaşılıyor.1950 yılında güzel sanatlar akademisi resim bölümünü bitirene kadar her şey yolunda gitmiş. 1968’de komünist rejimin Prag’ı işgal etmesiyle de her şey tersine dönmüş. Özgürlükler sınırlanmış oysa Tichy tam bir non – komformist. Askerlik dönemi hakkında hiç konuşmayan Tichy daha sonra rejime ters düşüp 8 yıl tecrit ediliyor . Bu arada atölyesi yıkılıyor. Daha sonra aklının bir kısmı ile birlikte resmi bir kenara bırakıp fotoğrafa yatay geçiş yapıyor. Fotoğraf makinelerini kendi üretiyor. Ayakkabı kutuları, bira kapakları, don lastikleri, makaralar, tuvalet kağıdının karton ruloları, pleksiglas ve gözlük camları kullanarak yaptığı fotoğraf makineleri halen New York ICP’de  (International Center of Photography) 100 kadar fotoğrafıyla birlikte sergileniyor.

tichy2images-21

Fotoğraf çekmekteki amacını ‘aylak aylak gezeceğime denklanşöre basarak gezmek daha keyifliydi’ diye açıklıyor.

Fotoğraflarının hemen hemen tamamı kadın fotoğraflarından oluşuyor. Komşuları, işçi kadınlar, sokakta yürüyen kadınlar, havuzda güneşlenen kadınlar… Kadınlarla ilişkisi olmamasını komünist rejime bağlıyor. Başım sürekli polisle dertteydi diyor.

Fotoğraflarında ki kadın sırtları, kalçaları, dizleri, bacakları, ayakları görüntüleri tam bir röntgenci kişilik sergiliyor. Fotoğrafla kirli, grenli, buruşuk , bazıları lekeli. herşey ruh haliyle paralellik gösteriyor.

Bu ruh sağlığı açısından sınırdaki yaşlı adam kendine bir kural koyuyor. Günde 3 bobin film bitirme ve beş sene fotoğraf çekme kurallarını tam olarak uyguluyor. Filmlerinin banyolarını su kovalarının içinde yapıyor. Bazen filmleri günlerce su içinde kalıyor. Çöp  evinin her tarafı ezik büzük fotoğraflarla dolu. Bazı fotoğraflarım ısınmak için yakmış. Elinde fotoğraf makinesi ile dolaşırken görenler o makine ile fotoğraf çektiğine inanamıyor ve deliliğine veriyorlar.

Bazı net çıkmamış fotoğraflar kurşun kalemle hatları çıkartmak için çizmiş ve bazı beğendiklerine kartondan süslemeli çerçeveler yapmış.

Sanki hayatının bir dönemi fotoğrafla yatıp  fotoğrafla kalkmış.

Objektiflerini  kendisinin üretmesi de oldukça ilginç: plexsiglası bıçakla yuvarlak bir şekilde kesiyor. İyice incelip şeffaf hale gelene kadar zımpara kağıdı ile ovalıyor. Daha sonra da diş macununa sigara külü karıştırıp objektifini parlatıyor.

Hayatla ve fotoğrafla ilgili felsefesini de gayet güzel oluşturmuş durumda. gerçeği değil onun dünyadaki gölgesini görebildiğimizden dem vuruyor. Her şeyin dünyanın ritmi ile uyumlu olduğuna ve bir kader olduğuna inanalardan. haksızda sayılmaz 80 yaşında ünlü olup dünyanın önemli snat merkezlerinde sergilenme haketmek bir yazgı olsa gerek.

Buxbaum tarafından ilk kez 2004 Sevilla daki Bienal de sergilenen eserleri (eser demeli mi bilemiyorum) daha sonra Paris’te Pompidou  Modern Sanatlar Merkezinde  ardından da Zurich de Kunsthaus da sergileniyor.

Arkadaşları fotoğraflarını toplayıp adına bir vakıf kuruyorlar ve adını Tichy Ocaen koyuyorlar. Vakıfın web sayfasına internetten ulaşmak mümkündür. Fotoğraflarını burada izleyebilirsiniz.

ICP kendisiyle ilgili 2 kitap hazırlamış. Baxhaum da yaşamıyla ile ilgili 35 dakikalık bir film çekmiş.

Umarım bu sıra dışı röntgencinin fotoğrafları  ülkemizi de ziyaret eder, uzun uzun üzerinde düşünme fırsatı yakalarız.

Böyle bir sanatçıyı tanıtmak amacı ile yazdığım bu yazının ardından esas soruyu sorarak kapatmak istiyorum.

Bu çekilen fotoğraflarda bilinçli bir sanat var mıdır yoksa bunlar tesadüfe bırakılmış birer görsel leke olarak mı algılanmalıdır?

Hepinize ışıklı günler dilerim ☺

Sokağın şairi; Willy Ronis..

Sokağın şairi Willy Ronis   Her nedense, Paris sokaklarını İkinci Dünya Savaşı sonrası fotoğraflayan ve modern fotoğrafa yön veren fotoğrafçılar ilgimi çekiyor. Çok değişmeyen Paris sokaklarında onların izlerini sürmeye çalışıyorum her fırsatta. Kertesz, Brassai, Henri Cartier Bresson, İzis, Doisneau, Robert Capa, Latrigue, Atget gibi Paris fotoğrafçılarında bir gizem buluyorum.   Willy Ronis de onlardan biri. […]

Don McCullin ve savaş fotoğrafçılığına dair…

 

“Son yıllarda savaşların kol gezdiği dünyamızda gerçek anlamda savaş fotoğrafçılığının durumu nedir?” diye sorarak başlamıştık yazımıza…

Hayatında hiç savaşa katılmamış bir fotoğraf sever olarak bu soruya yanıt aramam belki garip kaçabilir, savaşın ruhu ile ilgili derin bir yazı çıkarmam zor olabilir. Bu yüzden sorunun cevabını, savaş fotoğrafçılığı denince akla ilk gelen isimlerden İngiliz Don McCullin üzerinden aramaya çalışacağım. McCullin’in bizim için en önemli özelliği Kıbrıs’ta Rumların yaptığı katliam sırasında çektiği ve orada yaşanan vahşeti dünyanın gözü önüne seren fotoğraflardır

1935 doğumlu McCullin şimdilerde İngiltere’de gözlerden uzak çiçek böcek fotoğrafı çekerek huzuru arıyor. “Manipüle edildim ve manipüle ettim. Bu fotoğrafları çekerken suçluluk duydum. Suçluluk duymaktan yoruldum. Suçluluk duydum çünkü ölmekte olan adamın veya açlık çeken çocuğun yanından yürüyüp gidebiliyordum. Sonra da sürekli kendime ‘O adamı ben öldürmedim, o çocuğu ben aç bırakmadım’ demeye başladığımı fark ettim” diyen McCullin savaş fotoğrafçılığını dolandırıcılığa benzetir.

Londra’da doğan McCullin askerliği sırasında, 1956 yılında patlak veren Süveş Kanalı krizi nedeniyle, fotoğrafçı asistanı göreviyle bölgeye gönderilir. Hava kuvvetlerinin fotoğrafçısı olmak için gerekli yazılı sınavı geçemediği için de karanlık odada çalışır. Askerlik sonrası, fotomuhabirlik kariyerine başlar ve işsizleri, fakirleri, toplumun en alt tabakasından insanları, onların çektikleri acıları görüntüleyerek kendine yol çizer. Fakir bir ortamdan gelmiş, iyi bir eğitim alamamıştır belki ama ülkenin en iyi yayın kuruluşlarına fotoröportaj yapacak kadar kendini geliştirir. Fotoğraf her zaman insanın kendisini geliştirmesine de  yol açmaz mı zaten. Çektikçe hem fotoğrafınız gelişir hem de kendiniz.

1959 yılında Londra çeteleri hakkında yaptığı bir foto haber The Observer’da yayınlanır. 1966-1984 yılları arasında İngiliz The Sunday Times dergisi için çalışıp doğal afetler, savaş ve AIDS gibi hastalık kurbanlarını belgeler. Kıbrıs, Vietnam, Kamboçya, Kongo, Biafra, İsrail, Kuzey İrlanda gibi dünyanın her yerinden savaş kareleri çeker ve defalarca ödül alır.

Fakir ortamdan gelmesi, o insanların onurunu anlamasını sağlar. Biafra’da çektiği anneyi de bu onurlu duruşa örnek gösterir. Nikon marka makinesi Kamboçya’da, Atatürk’ün saati misali, hayatını kurtarır. Kurşun fotoğraf makinesine saplanıp kalır. Bu makine Londra’daki Kraliyet savaş müzesinde sergilenmiştir.

Cullin Tanrı tanımazdır ama bazı durumlarda “Tanrım beni bu durumdan kurtar” dediğini de itiraf etmekten kaçınmaz. Uganda’da İdi Amin’in askerleri tekme tokat kendisini hapisaneye götürürken veya Kamboçya’da top atışlarının altında kaldığında Tanrıya dua edip bu durumdan kurtulmak istemiştir. Ve kurtulmuştur da. Birçok gazeteci arkadaşını savaş alanlarında genç yaşta bırakıp dönmüştür. Örneğin Robert Capa 41 yaşında Vietnam’da mayına basarak hayatını kaybetmiştir.

Tanrı ile ilişkisi fotoğraflarına dini bir hava katar. Bunlar 20’inci yüzyılın ikonları olarak kabul edilebilir. “Izdırap çeken insanlar gökyüzüne doğru bakarlar, ben de işte bu anlarda deklanşöre basarım” der Don McCullin.

Karakterinin birçok yönünü çocukluk çağında aldığı travmalara bağlar. Doğrudur da. Çocukluk çağı İngiltere’nin Viktoria usulü sert yönetiminin son dönemlerine denk gelir. Sabahları kilisede hep birlikte dini şarkılar söyledikten sonra ayakkabıları boyasız diye veya başka bir nedenle dayak yedikleri dönemdir bu dönem. Bu nedenle kiliseden kopar. Medyada çalıştığı dönemde manipüle edildiğini fark eder. Kendisi de basının acı, ızdırap ve sefalet karşısındaki zaafiyetini farkedip basını manipüle eder. Bir seferinde ölü askerin baş ucuna karısının fotograflarını ve mektuplarını yerleştirdikten sonra çeker fotoğrafı.

Lübnan’da Sabra ve Şatila’daki katliam bardağı taşıran son damla olur savaş fotoğrafçılığını bırakır.

 

DUYGU ÖN PLANDA

Fotoğrafları Henri Cartier Bresson’un geometrik kompozisyonlarından çok uzaktır. Daha çok duygusal özellikler ön plandadır. Tek plandan çok bir kaç üçgen veya dairenin üst üste bindiği bir geometri söz konusudur.

McCullin ızdırap çeken kişinin duygularını hisseder. Bir nevi kendisini onun yerine koyar. Çenesi kırıldığı için konuşamayan askerin gözlerindeki “Bana yardım et” çağrısına, “Seni anlıyorum, sana yardım edebilmeyi isterdim” bakışıyla cevap verir. Bu askerin biraz sonra öleceğini bilir. Bu birazdan ölecek kişinin etrafındaki diğer fotoğrafçılara “Çekilin oradan, fotoğrafı bozuyorsunuz” diye de bağırabilecek bir ruh halidir bu. Diğer fotoğrafçılardan aldığı cevap da ilginçtir: “Kapak olursan şampanyayı birlikte içeriz.” Nasıl bir şeydir bu?

Fotoğraf bir insanın ruh halini bu kadar bozabilir mi? Ölmek üzere olan çocuğun başında bekleyen akbabanın fotoğrafını çeken Amerikalı Kevin Carter’i aklımıza geliyor. Somali’de bu fotoğrafı çekmiş Pulitzer ödülünü almış ama ruhu huzur bulamadığı için aynı yıl intihar etmiştir. Savaş fotoğrafçılığı, haçların üzerinde insanlar ölürken zar atan Romalı askerlerin durumuna benzemektedir.

McCullin bir gün Filistinli bir kadından bir tokat yer. İşte bu tokat kendisine getirir fotoğrafçıyı. Savaş fotoğrafı çekmeyi o anda bırakır. Daha önce gözlerinin önünde birçok infaz gerçekleştirilmiş olmasına rağmen fotoğrafı bırakmasına savaş alanında bir kadından yediği tokat neden olmuştur. Nasıl bir ruh halidir bu?

Savaş fotoğrafçılarının bazıları verdikleri röportajlarda fotoğraflarının kamuoyunu aydınlattığını, savaş karşıtlarını arttırdığını ve bu sayede yönetimlerin daha az savaş yapacaklarını umduklarını söylemektedirler. Ancak istatistikler her yüzyıl savaşlarda daha fazla insanın öldüğünü göstermektedir.

Gezi olayları sırasında çekilen o anlamlı fotoğraflar, olayları bastırma emri verenlerin

uykularını kaçırmaya yetti mi acaba yoksa “beter olsunlar oraya küçük bir alış veriş merkezi yapacaktık ona bile rahat vermediler” mi diye düşünüp huzur içinde derin bir uyku mu uyuduler bilemiyorm.

 

BU FİLMLERİ İZLEYİN

Savaş fotoğrafçılığı konusunu merak edenlere önereceğim üç önemli film var. Üçü de farklı tarzlarda ve farklı lezzetlerde. Birincisi Olivier Stone’un 1986 yılında çektiği ‘Salvador’. İki Oscar adaylığı var. Öykü El Salvador’daki devrim sırasında Amerikalı bir fotoğrafçının yaşadıkları üzerine kurulu. Diğeri ‘Under fire’ (Ateş Altında). Nick Nolte, Ed Harris ve Gene Hackman’ın üç gazeteciyi oynadığı, savaş sırasındaki başlarına gelenlerin anlatıldığı gerilim filmi. 1979’da Nicaragua’da diktatör Somoza’ya karşı direnenlerin mücadelesini ünlü fotoğrafçı Russel Price’ın gözünden izleriz. Üçüncü film bir Elie Chouraqui yapımı: Harrison Flowers. Pulitzer ödüllü Newsweek fotoğrafçısı Harrison Llyod, Yugoslavya savaşı sırasında kaybolur. Karısı öldüğüne bir türlü inanmaz, çılgın bir savaşın içinde fotoğrafçı olarak kocasını arar.

Telefon fotoğraf makineleri ile savaş alanlarından anında görüntülerin dünyaya aktarıldığı günümüzde cepheden fotoğraf çekerek hayatını riske atmaya ve savaş fotoğrafçısı olmaya gerek var mıdır? diye düşünmeden edemiyorum doğrusu. Ayrıca savaşlar olmasa savaş fotoğrafçıları da olmazdı sanırım. “Savaşa da son savaş fotoğrafçılığına da son” demek istiyorum.

Fotoğraf dünyasının da fotoğraf yelpazesinden savaş fotoğrafçılığının çıkmasına çok üzüleceğini sanmıyorum.

Suriye’de Humus’da savaş sırasında geçen yıl şubat ayında 28 yaşında ölen savaş fotoğrafçısı Remi Ochlik’e ve Marie Colvin’e ayrıca  tüm savaş kurbanı gazetecilere  de Tanrıdan rahmet diliyorum

 

 

René Burri’nin ardından…

iPhone fotoğrafı öldürecek….