Fransa’nın Nuri Ceylan Bilge’si…




Fransa’nın Nuri Ceylan Bilge’si…

Agnès Varda – Le Paris d’Agnès sergisi, Musée Carnavalet’de 9 Nisan – 24 Ağustos 2025 tarihleri arasında ziyaretçilerine kapılarını açıyor. Sergiye eşlik eden katalog, Varda’nın Rue Daguerre sokağındaki bir çıkmazın dibini babasının karşı çıkmasına karşına satın aldığı “cour‑atelier” diye tanımladığı alanını ve bu atölyede ortaya çıkarttığı fotoğraflarının özgür ve deneysel doğasını bize anlatmaya çalışıyor. Bir tane edinmekte yarar var.

Bence Agnès Varda’nın fotoğraf arşivi … ve Ciné-Tamaris arşivleri, sanki belgesel ile kurmacanın yarıştığı bir özgürlük ve deney alanı.

Katalogda yer alan 130 baskı—birçoğu bu sergide ilk kez izlenebiliyor—Varda’nın sinema ile fotoğraf arasındaki görsel anlatısının temelini oluşturuyor. Bu sergi, Varda’nın işlerini ürettiği mekanı. Fotoğraflarını ve sinema dilini anlamak için eşine az rastlanır bir fırsat.

Çoğu sinema severin bilip sevdiği Stanley Kubrick ve Wim Wenders de meslek yaşamlarına fotoğrafçı olarak başlamış ve sinema yönetmeni olarak tamamlamışlardır. Ama ben burada Agnes Varsa’yı ülkemizin gurur kaynağı Nuri Blige Ceylan’la karşılaştırmak istiyorum.

Agnès Varda ile Nuri Bilge Ceylan’ın Ortaklığı nerede başlar nerede biter?

“Her zaman fotoğrafa dönmek istedim. Çünkü sinema bana fazla akışkan, fazla kaygan geliyordu. Fotoğraf bir duraktır.”
— Agnès Varda

“Filmlerim, aslında birer fotoğraf albümüdür. İçlerinden bazı kareler, hikâyeye dönüşmek için sabırsızlanır.”
— Nuri Bilge Ceylan

Agnès Varda ile Nuri Bilge Ceylan… Biri, 20. yüzyılın ikinci yarısında Fransız Yeni Dalgası’nın içinde yer almış; diğeri, 21. yüzyılın başında Anadolu’dan yükselen sinema dilinin mimarılarından. İlk bakışta farklı kültürel coğrafyalardan gelen bu iki yönetmen, bence bir ortak zeminde buluşuyorlar: ikisi de fotoğraftan sinemaya doğru bir geçiş sergiliyorlar.

Varda, kariyerine Paris’te fotoğrafçı olarak başlamış, özellikle tiyatro ve sokak yaşamı üzerine çektiği karelerle dikkat çekmişti. 1955’te çektiği ilk filmi La Pointe Courte, biçimsel olarak o yıllarda henüz doğmakta olan Yeni Dalga’nın habercilerinden birisi olarak kabul edildi. Varda, sokağı ve gündeliği ön plana alan, belgesel ile kurmacayı iç içe geçiren bir dile sahip.

Nuri Bilge Ceylan ise Boğaziçi Üniversitesi’nde mühendislik eğitimi alırken fotoğrafla tanıştı. Doğanın dinginliğini, taşrada yavaşlatılmış gibi hissedilen zaman duygusunu işlerinde ön plana çıkarttı. Onun 1995’te başlayan sinema yolculuğu (Koza) da, tıpkı Varda’nınki gibi, sabit görüntüyü sabırla işleme arzusu var gibi. 1999 Cannes’da Mayıs Sıkıntısı ile başlayan, 2003’te Uzak ile ilerleyen, ve 2011 de Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle Büyük Jüri Ödülü’ne layık görüldükten sonra 2014’te Kış Uykusu ile Altın Palmiye’ye ulaşan yolculuğu da tıpkı Varda’nınkine benzer şekilde kendi imzasını taşıyordu.

1. Durağanlığın Anlatıya Dönüşümü

Her iki sanatçının da sineması, doğrudan bir olaylar zincirine değil, atmosferin ve karakterlerin iç dünyasına dayanır. Bu, aslında fotoğrafın doğasına çok yakın bir anlatı kurma biçimidir. Fotoğraf, tek bir anı ölümsüzleştirir; ama o anın içine baktığınızda, zamanın hem geçmişini hem geleceğini sezersiniz. İşte Varda ve Ceylan’ın sineması da budur: sizi bir fotoğrafın içine bakmak zorunda bırakır.

Varda’nın Cléo de 5 à 7 filmi, gerçek zamanın içinde bir kadının ölüm korkusunu, sokakların gündelikliğiyle iç içe işler. Kamerası hep “orada olanı” izler; tıpkı bir fotoğrafçı gibi sabırla. Ceylan ise Bir Zamanlar Anadolu’dada, gecenin içinde yavaş yavaş ilerleyen bir polis konvoyunun yavaşlığıyla zamanı esnetir; mekân, gece, suskunluk başlı başına birer görüntü ve hikaye ziyafetine dönüşür.

2. Sessizliğin ve Sıradanlığın birlikteliği

Varda, sıradan insanların hayatından hikayeler çıkarabilen bir gözlemciydi. Özellikle Sans toit ni loi (Çatısız, Kanunsuz) filminde, toplum dışına itilmiş bir kadının hikâyesini, belgesel estetiğiyle işler. Kamera, karakterin ardından yürür; ama aynı zamanda çevreyle de ilgilenir. Varda, görüntünün içindeki tüm ayrıntılara da anlam yükler.

Ceylan’nın sinemasında ise da sıradanlığın içindeki kırılmalar öne çıkar. Diyaloglardan çok yüzler konuşur. Örneğin Uzak filminde, iki adamın birlikte yaşadığı mekânlarda geçen sahneler, yalnızlığın ve iletişimsizliğin görsel bir anlatımıdır. Işık, kadraj, bakış — hepsi birer iç monolog gibi çalışır.

3. Kadın ve Zaman Algısı: Farklı Yönelimler

Bu iki yönetmenin sinemasal yaklaşımı arasındaki belki de en önemli fark, zaman ve toplumsal cinsiyet algısında ortaya çıkar. Varda, kadın karakterleri merkeze alır ve onları çevreleyen patriyarkal dünyayı eleştirel bir mercekle işler, gösterir. Feminist sinemanın öncülerindendir.

Ceylan ise daha varoluşsal bir dil kurar. Kadınlar çoğunlukla erkek karakterlerin iç dünyalarının yansıtıcısı konumundadır. Ancak bu, Ceylan’ın sinemasında bir eksiklik değil, bilinçli bir tercih olarak belirir; çünkü onun sineması, bireyin yalnızlığını ve yabancılaşmasını merkeze alır. Bu fark, aslında her iki yönetmenin yaşadığı toplumsal bağlamla yakından ilişkilidir.

4. Cannes ve Evrensel Duruş

Her iki yönetmen de Cannes Film Festivali’nin “gözbebeği” olmuş isimlerdir. Varda, hem Altın Palmiye Onur Ödülü’nü aldı hem de Les Glaneurs et la Glaneuse gibi belgesel-nitelikli işleriyle festival damgasını vurdu. Ceylan ise Altın Palmiye dahil olmak üzere birçok ödülle, Türkiye sinemasını dünya haritasına kalıcı olarak yerleştirmiştir.

5. Görüntüden Düşünceye Bir Dönüşüm

Her iki yönetmen için de sinema, bir dünya görüşünü duyurma biçimidir. Fotoğrafla başlayan bu yolculuk, sinemada daha geniş bir alan bulur ama asla görsel sadelikten vazgeçmez. Onların sineması, bir bakışın sinemasıdır; zamanla yarışmayan, onunla yürüyen bir sinema.

İki Bakış

Varda’nın “bakışları” kadınları görünür kılarken, Ceylan’ın “suskunlukları” erkeğin iç çatışmasını görünür kılar. Ama ikisinin de sineması, bir karede gizlenen öykünün peşindedir. Işığın, boşluğun, duraksamanın anlamını bilirler. Ve bu anlamda, Varda ile Ceylan, aynı yoldan yürüyen iki ayrı kişi gibidir: biri Seine kıyısında, diğeri Kapadokya vadilerinde; ama bence ikisi de bir görüntünün içinde kaybolmaya gönül vermiş fotoğrafçı/yönetmendirler.
Yolu Paris’e düşen fotoğraf ve sinema sevenlere Agnes Varda sergisini görmelerini öneririm. Hiç pişman olmayacaklarından eminim.

Tropik Bir Güzellik: Jonathas de Andrade’nin Dünyasına Yolculuk

Jeu de Paume Paris’in en önemli fotoğrafa adanmış müzesi.  Château de Tours ise Jeu de Paume tarafından yönetilen Tours kentindeki fotoğragf müzesi. Bu yaz sanatseverleri Brezilyalı sanatçı Jonathas de Andrade’nin duyusal ve politik açıdan çarpıcı işlerini sergiliyor. 20 Haziran – 9 Kasım 2025 tarihleri arasında açık kalacak sergi, “Gueule de bois tropicale et autres histoires” (Tropikal Sarhoşluk ve Diğer Hikâyeler) başlığı altında bir  kimlik manzarası diyebiliriz.

Bu sergi, sadece Brezilya’nın kuzeydoğusundan gelen bir ses değil, aynı zamanda evrensel olarak bastırılmış halkların, unutulmuş işçilerin ve dışlanan bedenleri de bize anımsatıyor. Andrade’nin işleri; antropoloji, eğitim, tiyatro ve etnografiyle harmanlanan bir estetik-politik okuma sunuyor.


“Ressaca Tropical” ile Başlayan Bir  Arkeolojik yaklaşım

“Ressaca Tropical (2009)”

Serginin isim işlerinden biri olan “Ressaca Tropical”, Andrade’nin eline geçen eski bir günlüğü ve Recife kentine ait kişisel fotoğrafları birleştirerek hem belgesel hem de kurmaca bir kent portresi sunuyor. Bu görsel anlatı, bedenin coşkusu ile şehir planlamasının yarım kalmış modernlik arayışı arasındaki çatışmayı görünür kılıyor. Tropikal bir baş dönmesi, hem bireyin hem toplumun geçmişine dair bir sersemlik hâlini temsil ediyor.


“Educação para Adultos”: Alfabenin Ötesinde Bir Bilinçlenme

[Buraya “Educação para adultos (2010)” işine ait görseli yerleştirin]

Brezilyalı pedagog Paulo Freire’nin devrimci eğitim anlayışından ilham alan bu yerleştirme, okuryazarlık kadar farkındalık yaratmayı da hedefliyor. Andrade, annesinin eğitimcilik anılarından yola çıkarak oluşturduğu bu çalışmada, sözcüklerle imgeleri bir araya getirerek politik, erotik ve çoğu zaman ironik çağrışımlarla izleyicinin katılımını tetikliyor.


Beden, Arzu ve Bellek: “Cartazes para o Museu do Homem do Nordeste”

“Cartazes…”

Bu hayalî etnografik müze kampanyasında Andrade, Recife sokaklarından derlediği portrelerle toplumsal cinsiyet ve arzu ile ilgili bir seri oluşturuyor. Homoerotik estetikle yoğrulmuş bu görsel dil, maskülenliğe gönderme yapıyor.


Doğa ve İnsan Arasında Bir Fantezi: “O Peixe”

 

“O Peixe (2016)”  Balık adlı video’dan alıntı.

Balıkla kurulan neredeyse mistik bir yakınlık ritüeli… Bu 37 dakikalık video işi, avlanan balıklara sarılan erkek bedenlerini gösterirken, arzu, ölüm, şiddet ve şefkat gibi kavramları iç içe geçiriyor. Tropik fantezilerle yüklü bu sahneler, çevre ile insan arasındaki karmaşık bağı sorguluyor. Görüntüler tutulan balığa veda töreni gibi algılanabilir.


Direnişin Sessiz Dili: “Jogos Dirigidos”

“Jogos Dirigidos (2019)”

Piauí bölgesindeki işitme engelli bireylerin kendi aralarında geliştirdikleri özgün işaret dili, Augusto Boal’ın  tiyatrosuyla harmanlanıyor. Sessiz bir dilin direnişe, kolektifliğe ve anlatıya dönüşümünü belgeleyen bu film, görünmeyeni görünür kılıyor.


Kadim Haritalar, Yeni Yorumlar: “Fome de Resistência”

 “Fome de Resistência (2020)” 

Kayapó kadınlarının, Brezilya ordusuna ait askeri haritalar üzerine yaptığı çizimlerle hazırlanan bu projede, harita sadece bir coğrafi veri değil, aynı zamanda bir kültürel direniş aracına dönüşüyor. Andrade burada, yerli bilgeliğin görünürlük ve süreklilik kazanmasını sağlıyor.


Kayıp Eşyalarla Örülen Bir Topluluk: “Achados e Perdidos”

 

 “Achados e Perdidos (2020)” 

Bir zamanlar kamusal havuzlarda unutulmuş erkek mayoları, geleneksel yontucuların ellerinde bedensiz torsolara dönüşüyor. Bu iş, queer beden politikalarıyla popüler sanat formlarını iç içe geçirerek mizahi ve kışkırtıcı bir ifade kullanmayı amaçlıyor.


Direnişin Mutfak Eşyaları: “A batalha do todo dia de Tejucupapo”

“Tejucupapo (2022)” 

Küçük bir köyde kadınların Hollandalı işgalcilere karşı verdiği tarihsel direnişi belgeleyen bu proje, gündelik ev eşyalarının nasıl sembollere dönüşebileceğini gösteriyor. Andrade’nin duyarlılığı, nesneleri çağdaş bir şiirsellikle anlatıyor.


Sokaktan Sahneye: “Olho da Rua”

“Olho da Rua (2022)”

Yüz evsiz bireyle hazırlanan bu altı perdelik film, yoksulluğun sadece bir gösteri öğesi olmadığını, örgütlenme ve kolektif bir  bilinci yaratabileceğini göstermeye çalışıyor. Bir yemek sofrası etrafında kurulan bu sahne, hem estetik hem de etik bir davet olarak algılanabilir.


Sergiyle ilgili Bilgiler

Yer: Château de Tours, 25 avenue André-Malraux, 37000 Tours
Tarih: 20 Haziran – 9 Kasım 2025
Saatler: Salı–Pazar 14:00–18:00 (Pazartesi ve 14 Temmuz kapalı)
Giriş: 5€ (İndirimli: 2,5€) – 27 yaş altı için ücretsiz
Küratör: Marta Ponsa
Organizasyon: Jeu de Paume & Saison Brésil France 2025


 Sanat bakışı ile Toplumsal Bellek

Jonathas de Andrade’nin işleri, sadece bir coğrafyaya ya da kimliğe değil, sanki hepimize ve tüm insanlığa ait. Her işi bir soru, her sergisi bir davet niteliğinde. Ve “Gueule de bois tropicale” ile bize sorduğu şey şu: Hangi belleği, hangi bakışla taşıyoruz?

Yapay Zekâ ve Görsel Yaratım: Tourcoing’de Görsel Kültür Tartışıldı..

Tourcoing ve Lille şehri tek vücut olmuş durumdadırlar. Birbirlerine yapışık yaşarlar. Lille’de yaşayan UPP (Union des Photographes Professionnels) yönetim kurulu arkadaşım Isabelle Vandromme geçenlerde gittiği Tourcoing’daki yapay zekanın görsel dünyaya etkileri ile ilgili 29 Nisan 2025 tarihinde yapılan konferanslar dizisinin bilgilerini benimle paylaştı. Ben de sizlerle paylaşıyorum. Bu nedenle Isabelle Vandromme’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Çünkü verdiği bilgiler hayli ilginç. Bu konuya sürekli eğilmeye devam edeceğim. Nitekim dün Paris’te Fotoğrafın bulunuşunun 200. cü yılı kutlamalarına hazırlık çerçevesinde Kültür Bakanlığının düzenlediği  yuvarlak masa toplantılarından biri yine aynı konuya ayrılmıştı. O toplantının notlarını da daha sonra  buraya alacağım.

Bir Ayna, Bir Algoritma, Bir Hafıza tazelemesi: Yapay Zekâ ile Görsel Yaratım Üzerine Notlar

Tourcoing’deki Plaine Images kampüsünde, Fotoğraf Enstitüsü’nün öncülüğünde düzenlenen “IA et création(s) visuelle(s)” başlıklı buluşma, yalnızca yapay zekâyı konuşmakla kalmadı; görsel kültürün belleğindeki soruları da yeniden gündeme getirdi. Bu buluşma, teknik raporların yanında, fotoğraf, arşiv, yüz, arzu ve hafıza gibi insanî kavramların yapay sistemlerle nasıl etkileşime girdiğini de tartıştı.

Görselin Algoritmayla İlk Teması

Basel Üniversitesi’nden Estelle Blaschke ve Paris’ten Christian Joschke, fotoğraf tarihinin algoritmik yapılarla olan gizli birlikteliğini anlattı. Algoritma, ilk dijital kameralardan beri vardı zaten; görünmezdi ama yön verici bir rolü vardı. Ve şimdi, generatif yapay zekâ ile bu birliktelik, birlikte oluşturdukları imgelerle yeni bir evreye geçti. Peki, bu imgeler neyinanlatıyor?

Thierry Sugitani’nin sunduğu veri  tarihi, bu göstergenin arka planında dolaşan bilinmezleri gün yüzüne çıkardı. Flickr’daki amatör yüklemelerden 5 milyar görsellik devasa LAION-5B veri havuzlarına uzanan bu arşivler, fotoğrafın kime ait olduğunu, kimin tarafından etiketlendiğini, ve hatta kimin unutulduğunu sorgulattı. Etiketlerin ardındaki görünmez emek (çoğunlukla kadınlar tarafından yürütülen düşük ücretli işler), yalnızca teknik bir detay değil, aynı zamanda kültürel bir eşitsizliğin debelirtisiydi.

Fotoğraf Gerçeklik midir, Yoksa Bir Hafıza Tazelemesi mi?

Antonio Somaini, bizim de Fotoğraf dergisinde yazdığımız Jeu de Paume’daki “Le Monde selon l’IA” sergisi bağlamında sunduğu analizle, yapay zekânın hem görsel hem kavramsal bir “çift yüzlülük” yarattığını gösterdi. Bir yandan milyonlarca fotoğraf AI sistemlerine görsel okuma becerisi kazandırırken, diğer yandan bu sistemler, hiçbir optik cihaz kullanılmadan “fotoğraf gibi görünen” imgeler üretebiliyorlar.

Yüz tanıma teknolojileri, “ortalama yüzler”, veri kümelerinin şeffaf olmayan içeriği… Somaini bu yeni görsellik rejimini “algoritmik hafıza” olarak nitelendiriyor. Fakat bu hafıza, hatırlamaktan çok, yeniden inşa etmeyi tercih ediyor. Hafıza artık sabit bir geçmiş değil, sürekli yeniden kodlanan bir şey artık

Dijital İlişki, Yapay Yalnızlık

Morgane Baffier, yapay zekâyla kurulan duygusal ilişkileri “A(m)i” yani “Arkadaş” adlı projesinde sorgularken, izleyiciyi rahatsız edici bir noktaya çekiyor: “Yapay zekâ bir sevgili veya bir köpekten daha mı iyi? Konuşabiliyor ama dokunamıyor.” Sartre’ın cehennemi olan “başkaları”nın yerine, şimdi başkalarının yapay kopyaları mı yerleşiyor?

Y ve Z kuşaklarının teknolojiyle kurduğu ilişkiden sonra gelen Alfa kuşağı ise, “ölümcül cool” tavrıyla dijitalden uzaklaşarak bir tür sessiz isyan başlatıyor. Belki de insanın kendi sesini yeniden duymaya ihtiyacı var.

Kodlanmış Arzular ve Görselliğin Krizi

Ella Altman’ın film-sanat projesi, arzunun yapay zekâ tarafından nasıl işlenip yeniden yorumlandığını sinema estetiği üzerinden sorguluyor. Bir kadının başka bir kadına söylediği “Seni yiyeceğim” repliği, yapay zekânın elinde bir kurt suratına dönüşüyor. Jestler, imgeler, bedenler… Hepsi kodlanıyor ama acaba hâlâ hissediliyor mu?

Altman, AI’nin gerçekçiliği taklitte ne kadar başarılı olursa olsun, bir noktadan sonra fantastik olanı, yani hayal gücünün kıpırtısını bastırdığını düşünüyor. Yüz ifadelerinin eksikliği, duygunun temsilini zedeliyor. Peki, duygusuz bir gerçeklik hâlâ sanatı mümkün kılar mı?

Kendi Hayaletimize Bakmak

Sanatçı Thomas Ferreira’nın, veri setlerinden insan figürlerini sildiği ve AI’nin “insan”ı bu yoklukta nasıl yeniden var etmeye çalıştığı deneysel çalışması, neredeyse Foucaultvari bir bedensizlik estetiğine ulaşıyor. Saydam, kaygan ve hayaletimsi beden imgeleri… Yapay zekânın tanımadığı ama taklit etmeye çalıştığı insanın parodisi.

Bu, yalnızca teknik bir deney değil; insanın kendi varlığına dair kurduğu simülasyon olarak kabul edilebilir.

Her şeyin Yapaylaştığı  Çağda Görselin Geleceği

Tourcoing’deki bu buluşma, fotoğrafın yapay zekâyla girdiği ilişkinin teknik bir mesele olmadığını, aksine ontolojik, etik ve estetik bir sorunlar yumağı olduğunu gösterdi. Artık sadece “fotoğraf gerçekliği temsil eder mi?” değil; “bu görsel kim tarafından, hangi emekle ve hangi hafıza ile üretildi?” sorusunu sormak gerekiyor. Yapay zekanın ürettiği görsellere yeni bir isim takılıp fotoğrafın ruhu özgür bırakılmalı sorusunu sorup duruyorum.

Bir yapay zekâ görüntüsü, bizim arzumuzu taklit ederken aslında bizim varoluşumuzu yansıtıyor olabilir mi? Belki de bu sorunun cevabı, artık “fotoğraf çekerken değil, görüntüye bakarken” verilecek.

Sekizinci Günah!

2001 yılında Daniel Schacter “Unutmanın Yeni günahı” adlı kitabını yayınlamıştı. Bu kitaptaki 7 günahı şöylece bir inceledikten sonra bugünkü 12 Haziran 2025 tarihli sayısındaki bir makaleyi dikkate alarak 8.ci günahı da tanımaya çalışalım.

UNUTMANIN 7 GÜNAHI

Daniel Schacter’ın “unutmanın yedi günahı” (The Seven Sins of Memory) kavramı, belleğin neden kusurlu çalıştığını sistematik olarak açıklayan, hem bilimsel hem de felsefi derinliği olan bir çerçevedir. Schacter, Harvard Üniversitesi’nde psikoloji profesörüdür ve bu modelini ilk olarak 2001 tarihli kitabı The Seven Sins of Memory: How the Mind Forgets and Remembers’da ayrıntılı şekilde ortaya koymuştur.

Bu yedi “günah”, hafızamızın hataya açık doğasını ve bu hataların aslında hayatta kalma ve verimlilik için evrimsel avantajlar taşıyabileceğini de gösterir.

İşte o yedi günah;

1. Geçicilik (Transience)

Zamanla bellekteki bilgilerin solması, detayların silinmesi.

Örneğin, yıllar önce izlediğiniz bir filmin adını ya da karakterini hatırlayamamanız. Bu, belleğin doğal bir yaşlanma süreciyle azalan yönüdür.

2. Dikkatsizlik (Absent-mindedness)

Dikkat eksikliğinden kaynaklı unutmalar.

Anahtarları nereye koyduğunuzu ya da bir randevunuz olduğunu unutmanız gibi. Bilgi kodlanmamışsa, hatırlanması da imkânsız hale gelir.

3. Engellenme (Blocking)

Bilginin “orada” olduğunu bilmenize rağmen zihne ulaşamaması.

Dilinizin ucunda olan bir ismi hatırlayamamak tipik bir örnektir. Anı bellekte mevcuttur ama erişim o anda engellenmiştir.

4. Atıf Hatası (Misattribution)

Bir bilginin kaynağını, bağlamını ya da sahibini yanlış hatırlamak.

Örneğin bir hikâyeyi arkadaşınızdan değil de televizyonda duyduğunuzu sanmak. Yalan anıların temeli buradan doğabilir.

5. Önerilebilirlik (Suggestibility)

Dış etkenlerle belleğin şekillendirilmesi veya bozulması.

Özellikle travma veya çocukluk anılarında, başkalarının yorumları ya da yönlendirmeleriyle yanlış hatıralar oluşabilir.

6. Çarpıtma (Bias)

Mevcut inançlar ve duygularla geçmişin yeniden yazılması.

Örneğin, şimdi kötü hissettiğiniz biriyle olan geçmiş anılarınızın da olumsuz olarak değişmesi. Bellek, sabit değil; güncellenebilir bir metindir.

7. Kalıcılık (Persistence)

İstenmeyen anıların silinememesi; zihne musallat olması.

Travmalar, pişmanlıklar, utanç verici anılar zihinde sürekli yeniden canlanabilir. Bu da depresyon ve anksiyeteyi besleyebilir.

Bu yedi “günah”, belleğin başarısızlıkları gibi görünse de aslında onun evrimsel işlevlerinin bir parçasıdır. Schacter’a göre, unutmak bir kusur değil, bir stratejidir: Daha önemli olana yer açmak için gereksizi elemek.

8.Cİ GÜNAH; UNUTMAYI DEVRETMEK

İşte haftalık Le Courrier International deki makaleden alıntıladıklarım.

Hatırlamak mı, Aramak mı? Dijitalleşmenin Belleğimizle Girdiği Büyük Savaş

Adım attığımız her sokakta bir harita, okuduğumuz her satırda bir arama motoru, unuttuğumuz her detayda bir ekran var. Ve biz, farkında olmadan, hafızamızı değil, bağlantılarımızı eğitiyoruz.

Peki dijitalleşme gerçekten belleğimizi silikleştiriyor mu?

Britanya’nın saygın bilim dergisi Nature’de yayımlanan bulgulara göre, bu sorunun yanıtı evet… ama sadece yüzeyde. Austin’de kaybolan Adrian Ward örneğinde olduğu gibi, GPS kullanımı zamanla bireyin yön bulma yetisini törpüleyebiliyor. Eskiden sezgisel olarak bulduğumuz yolları artık ekranlarda arıyoruz. Haritalar elimizde, ama içsel pusulamız kararmakta.

Hafıza artık kendini içerikte değil, içeriğe ulaşma yollarında saklıyor. Bilginin kendisini ezberlemiyoruz; onu nerede bulacağımızı ezberliyoruz. Psikolog Betsy Sparrow’un adlandırdığı gibi, bu bir “Google etkisi.” Yani zihin, bilgi deposu olmaktan çıkıp bir tür dijital arayüzle yer değiştirmiş durumda. Hafıza, internete dış kaynaklı olarak “emanet” ediliyor.

Daha da ilginci, araştırmalar fotoğraf çekmenin de bu sürece katkı sağladığını gösteriyor. Bir anı kareye almak, onu zihinsel olarak daha az işlemenize yol açıyor. Hafızamız belgelenen anı devre dışı bırakıyor. “Nasıl olsa kaydettim,” düşüncesiyle hatırlama işlevini askıya alıyoruz.

Bununla birlikte, dijital dünyanın tüm yönleriyle düşman olduğu da söylenemez. Sohbet robotları –örneğin ChatGPT– doğru kullanıldığında yaratıcılığı tetikleyebilir. Yeni fikirlere açılan kapılar, sadece bilgiye ulaşmak için değil, bilgiyi dönüştürmek için de kullanılabilir. Yapay zekâ, belleği değilse de düşünce biçimimizi şekillendirme gücüne sahip.

Ancak burada da dikkatli olunmalı. Sıkça yinelenen bir uyarı var: Eğer insan sürekli cevapları dışarıdan alırsa, soru sorma yetisi körelir. Hafıza sadece bilgiyle değil, soruyla da beslenir.

Daniel Schacter’in “unutmanın yedi günahı”nı hatırlayacak olursak, dijital çağda biz sekizinci günahı yaşıyoruz: unutmayı devretmek. Zihin, yükünden kurtulmak için dijitale yaslanıyor; ama bu aynı zamanda, içsel dünyamızın boşalması riskini de beraberinde getiriyor.

Yine de tüm bu gelişmelerin tek yönlü, tek boyutlu olmadığını unutmamak gerek. Teknoloji bir tehdit değil, bir araç. Onu nasıl kullandığımız, neyi hatırlamak istediğimizle doğrudan ilişkili. Ve belki de en önemli soru şu: Hatırlamak mı istiyoruz, yoksa sadece erişmek mi?

Not: Bu yazı, Courrier International dergisinin 12-18 Haziran 2025 tarihli 1806. sayısında yayımlanan “Le numérique abîme-t-il vraiment notre mémoire ?” başlıklı makaleden esinlenmiştir.

 

Kudsi Erguner ve son kitabı hakkında..

 

Haftalık fransız dergisi “Dimanche” son sayısında dünya çapındaki tasavvuf müziği elçimiz Kudsi Erguner’le yeni kitabı üzerine yaptığı röportaja yer verdi.

 

 

 

 

Kudsi Erguner ile Söyleşi: Mevlânâ’nın Mesajına  Bir Bakış; İman bizden insan olmamızı ister.

Neyzen, besteci ve yazar Kudsi Erguner, Türkiye’nin ve tasavvuf müziğinin en tanınmış isimlerindendir. Sanatçının eşi Arzu Erguner ile birlikte kaleme aldığı Rûmî ve Mevleviler: Gerçek Hikâye adlı yeni kitap, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin felsefesini tarihsel bağlamı içerisinde ele alarak, son yıllarda popüler kültürle şekillenen yüzeysel yaklaşımlara eleştirel bir perspektifle yaklaşıyor.

Erguner’e göre Mevlânâ’nın mesajı, 800 yılı aşkın bir süredir deam eden evrensel bir mesajdır. Ancak bu mesaj, zamanla anlamını yitirmiş, eksiltilmiş ya da tahrif edilmiş bir şekile bürünmüştür. Kitap, hem bu dönüşümün nedenlerini irdelemeyi hem de Mevlânâ’nın özgün düşünsel ve manevi evrenini okuyucuya yeniden sunmayı amaçlıyor.

Tasavvufun Günümüzdeki Dönüşümü

Kudsi Erguner, söyleşide günümüzde tasavvufun büyük ölçüde folklorik, turistik ya da gösteriye dayalı bir forma büründüğünü ifade ediyor. Ona göre bu durum, tasavvufun asıl amacı olan içsel arınma ve insanın kendi varoluşuyla yüzleşmesini arka plana itiyor. Özellikle sema ayinlerinin popüler kültürün bir parçası haline gelmiş olması, meseleyi şekilsel bir düzleme indirgemiş durumda.

Sanatçıya göre Mevlânâ’nın öğretisinin temelinde, insanın kendi hakikatiyle buluşması, aşk ile yanması ve içsel bir dönüşüm geçirmesi vardır. Ancak günümüzde bu derin manevi yönün, tüketim kültürü içinde yüzeysel bir “mistik imgeye” dönüştüğü gözlemlenmektedir.

Tarihsel ve Sosyolojik Arka Plan

Kitap, Mevlânâ’nın yaşadığı dönemin tarihsel koşullarını ve toplumsal dinamiklerini de ele alıyor. 13. yüzyılın başlarında Anadolu’da yaşanan Moğol istilaları, mezhepler arası gerilimler ve siyasi istikrarsızlıklar, onun eserlerinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Bu bağlamda, Mevlânâ’nın mesajı yalnızca bireysel bir mistik yolculuk değil, aynı zamanda toplumsal bir dayanışma ve direniş çağrısıdır.

Erguner ayrıca, Osmanlı döneminde tarikatların devlet yapısıyla ilişkisine, Cumhuriyet döneminde tekkelerin kapatılmasıyla birlikte yaşanan kırılmalara ve modern dönemde tasavvufun yeniden gündeme geliş biçimlerine de değiniyor. Bu tarihsel çerçeve, Mevlânâ’nın mesajının ne şekilde dönüştüğünü anlamak açısından önemli bir zemin sunuyor.

Genç Kuşaklara Çağrı

Kudsi Erguner, kitabın özellikle genç okuyucular için yüzeysel spiritüalizm ve ticarileşmiş tasavvuf söylemleri karşısında bir alternatif oluşturmasını hedeflediklerini belirtiyor. Gerçek dönüşümün, içsel bir yolculuk ve disiplinle mümkün olabileceğini; aşk, bilgi ve hikmetin birlikte ele alınması gerektiğini vurguluyor.

Yayın Bilgisi:

Rûmî et les derviches tourneurs, la véritable histoire

Yazarlar: Kudsi Erguner & Arzu Erguner

Yayınevi: Éditions Albin Michel, Haziran 2025

Le Chateau Francis Poulenc et ses vignes…

Agnès Audebert propriétaire du Grand Coteau Demeure Francis Poulenc, nous fait visiter le Chateau et ses vignes un dimanche du mois mai 2025.

Agnès Audebert est également présidente Agnès Audebert de l’association Culture Poulenc, qui organise des événements culturels pour honorer l’héritage du compositeur. Parmi ces initiatives, des concerts ont été organisés dans le salon de musique du Grand Coteau, offrant au public une expérience immersive dans l’univers de Poulenc .

Le Grand Coteau : Francis Poulenc, une demeure, des vignes, une mémoire musicale

Un refuge pour créer en paix

C’est en 1927 que le compositeur Francis Poulenc acquiert la demeure du Grand Coteau, à Nazelles, en Touraine. Il cherchait à fuir le tumulte parisien pour travailler en paix. Loin de l’agitation de la capitale, il y compose le matin, à son bureau, dans une pièce restée quasiment intacte aujourd’hui.

Dans le salon, les portraits de famille s’alignent : sa grand-mère, figure fondatrice de l’entreprise Poulenc Frères, qui fusionna plus tard avec aspirine du Rhône, pour donner Rhône-Poulenc géant de la chimie française. Des photographies rappellent ses œuvres : ses ballets, Les Mamelles de Tirésias, Dialogues des Carmélites, mais aussi son attachement à des interprètes comme Denise Duval. Ses 2 pianos trônent toujours là, témoins des heures de création.

Autour de la cheminée : une vie d’amitiés et de muses

La cheminée est entourée de portraits des figures clés de sa vie :
• Ricardo Viñes, son mentor
• Claude Debussy et Maurice Ravel, pairs admirés
• Guillaume Apollinaire, dont le livret inspira Les Mamelles de Tirésias entre autres
• Paul Éluard et Jean Cocteau, pourvoyeurs de textes mis en musique

C’est Cocteau qui lui inspira l’opéra La Voix Humaine, et son amitié profonde se lit dans le jardin qu’il dessina pour Poulenc : quatre carrés et une étoile, symbole fétiche du poète.

Une inspiration tourangelle

Poulenc perdit ses parents très jeune : sa mère, victime d’un accident à 14 ans, son père à 17. Une amie de la famille, Mme Linard, l’accueillit à Nazelles, où il trouva paix et consolation. C’est elle qui lui suggéra d’acheter la maison du Grand Coteau. Elle croyait en la Touraine comme en une terre d’inspiration, propice à la concentration. Elle avait raison : c’est là qu’il revint régulièrement, composant ses mélodies, ses cycles religieux (le Stabat Mater, Les litanies de la Vierge noire de Rocamadour, Les Sept Répons etc), et même des œuvres plus légères comme L’Histoire de Babar, née d’une remarque espiègle de sa nièce qui en avait assez d’entendre sa musique savante.

Un compositeur interprète

Contrairement à ce que l’on pourrait penser, Francis Poulenc a dû beaucoup travailler pour gagner sa vie, notamment après la crise de 1929. Bien que né dans une famille aisée, les revenus fondirent, et il dut multiplier les interprétations et les commandes. Parmi les plus prestigieuses : celle de la princesse de Polignac, pour le célèbre Concerto pour deux pianos.

Les vignes du Grand Coteau : une mémoire viticole

Le Grand Coteau n’est pas seulement une maison de musique, c’est aussi une maison de vignes. À l’origine, la propriété appartenait aux vignerons de la cathédrale de Tours. Lorsqu’elle fut rachetée, elle comprenait à peine un hectare de vignes. Aujourd’hui, ces parcelles entourent toujours la maison.

L’actuel exploitant, Pascal Perdrigeon, a fait renaître ces vignes avec soin. Coïncidence touchante : il est le petit-fils d’un des vignerons de Poulenc. La boucle est bouclée. Ensemble, ils ont relancé le vin sous le nom de Grand Coteau.

Pascal exploite aujourd’hui 17 hectares sur la commune de Vouvray. On y produit des vins tranquilles, secs, demi-secs et moelleux, selon les années. Sa production annuelle atteint environ 15 000 bouteilles, le reste étant commercialisé via un négoce. Seul sur l’exploitation, il fait appel à de la main-d’œuvre saisonnière, notamment pour faire face aux défis climatiques croissants : hivers très humides, gelées épargnées de justesse, et des printemps de plus en plus imprévisibles.

Un héritage inattendu : le pétillant de Vouvray

L’histoire du vin à Vouvray se double d’une anecdote singulière. L’arrière-grand-père d’Agnès, vétérinaire dans les années 1900, rachète un vignoble à la bougie lors d’une vente peu fréquentée. Ce vignoble devient alors la base d’une tradition familiale.

Dans les années 1920, un client champenois, ruiné par la grêle, échange la méthode champenoise contre du vin de Vouvray. C’est ainsi que le pétillant y prit son essor. Aujourd’hui encore, ce pétillant, plus subtil que le champagne selon certains, trouve sa place sur les tables.

Francis Poulenc, compositeur de l’intime, vigneron malgré lui, est resté enraciné dans cette terre qui l’a consolé et inspiré. À travers ses œuvres comme à travers ses vignes, il continue de chanter la Touraine

 

 

Duyularla Dolu Bir Yaşam Üzerine Deneme

Çoğunluk Bizde: Duyularla Dolu Bir Yaşam Üzerine Deneme
Yazan: Dr. Mehmet Ömür


Giriş: Duyular ve Demokrasi

Dünyayı duyularımızla tanırız. Her biri birer algı kapısıdır; görme, işitme, tat alma, koku duyusu ve dokunma… Ancak bu beşli sistemin içinde bazıları daha baskın, bazıları ise geri planda kalmış görünür.

KBB hekimi olarak söyleyebilirim ki; üçü —yani işitme, tat ve koku— doğrudan ilgi alanımıza giriyor.
Demek ki beş duyu içinde çoğunluk bizde!


Fizyolojik Bir Dans: Duyuların Evrimi ve Anlamı

İlk insan için duyu organları hayatta kalmanın anahtarıydı:

  • Kulak yaklaşan yırtıcıyı fark etti,

  • Burun zehri ayırt etti,

  • Dil tehlikeyi tükürdü.

Bugünse aynı organlar bizi sanata, estetiğe ve yaşam zevkine ulaştırıyor.
Kulak artık düşman değil, Chopin dinliyor.
Burun duman değil, amber notası arıyor.
Dil survival değil, fine dining peşinde.


Sonbahar: Beş Duyuyla Deneyimlenecek Bir Mevsim

Eylül ve Ekim… Doğanın sesini, kokusunu ve rengini en çok hissettiren zamanlar.

Yapılabilecekler:

  • Bir sofraya kurulun.

  • Bir yanağa öpücük kondurun.

  • Yağmura yakalanın.

  • Gökyüzünü izleyin.

  • Kendinize zaman ayırın.

Binlerce yıldızlı bir gökyüzünün altında kurulan düş, beş yıldızlı otellerden daha değerlidir.


Kitap Önerileri

  1. Koku: Bir Katilin Hikâyesi – Patrick Süskind

  2. Zamanın Kısa Tarihi – Stephen Hawking

  3. Görmenin Tarihi – John Berger

  4. Tat ve Hafıza – Nicola Perullo

  5. Duyuların Felsefesi – Michel Serres


Film Önerileri

  1. Her – Spike Jonze

  2. Amélie – Jean-Pierre Jeunet

  3. Babette’s Feast – Gabriel Axel

  4. The Fall – Tarsem Singh

  5. Perfume: The Story of a Murderer – Tom Tykwer


Son Söz: Beş Duyu ve İçsel Yolculuk

Duyular yalnızca dış dünyayı algılamanın değil, iç dünyamıza ulaşmanın da yollarıdır.
Onlarla düş kurarız, anı yaşarız, geleceği koklar, geçmişi duyarız.
Ve tüm bu süreç, insan olmanın özüdür.

“Mutluluğun cennet, mutsuzluğun cehennem olduğunu unutmayalım.”
Dr. Mehmet Ömür

Yapay Zekanın Gözünden Dünyamız…

Yapay Zekanın Sanatla Buluştuğu Büyük Sergi

Bu sergi, yapay zeka ile sanat arasındaki etkileşimleri ele alan en kapsamlı ortak çalışma ve  etkinliklerden biri. Fotoğraf, sinema, video enstalasyonları, heykel, edebiyat ve müzik gibi farklı sanat dallarını bir araya getirerek, yapay zekanın yaratıcı sürece nasıl dahil olduğunu gözler önüne seriyor. Ancak buradaki olay yalnızca yapay zeka tarafından üretilmiş eserleri sergilemek değil; aynı zamanda bu teknolojilerin sanatı, toplumu ve bireyi nasıl dönüştürdüğüne dair bir düşünce yakalamak.

Bu sergi, yapay zekanın etkilerini eleştirel bir bakış açısıyla değerlendiriyor. Görsel kültüre olan etkisinden, gözetim teknolojilerinin yarattığı etik sorunlara, üretim süreçlerindeki eşitsizliklerden, otomasyonun görünmez insan emeğine kadar pek çok soruyu gündeme getiriyor. Yapay zeka yalnızca bir araç mı, yoksa modern dünyanın algısını yeniden şekillendiren bir güç mü?

Ziyaretçiler, bu sergide yapay zekanın gözünden bakan bir dünyaya adım atıyor. Algılamak, hayal etmek, anlamak, dönüştürmek ve hatırlamak gibi temel insani deneyimler, yapay zekanın dokunuşuyla nasıl değişiyor? Eserler, bu sorular etrafında şekillenerek izleyiciyi kendi algısını sorgulamaya davet ediyor.

Sergide, Julian Charrière, Grégory Chatonsky, Agnieszka Kurant, Trevor Paglen, Hito Steyerl, Sasha Stiles, Kate Crawford ve Christian Marclay gibi uluslararası sanatçılar tarafından özel olarak üretilmiş ve daha önce hiç sergilenmemiş eserler yer alıyor. Her biri, yapay zekayı sanatsal bir araç olarak kullanmanın farklı yollarını keşfederek, çağdaş sanatın sınırlarını genişletiyor.

Sergi, yapay zekayı farklı açılardan ele alan tematik bir bakış sunuyor. Analitik yapay zeka, yapay görme ve yüz tanıma sistemleri, üretken yapay zekanın keşfettiği “gizli alanlar”, otomasyonun ardındaki insan emeği ve bu teknolojilerin ekolojik boyutları… Tüm bu temalar, geçmişle bugün arasında köprü kuran “zaman kapsülleri” aracılığıyla derinlemesine inceleniyor.

Jeu de Paume, sergiye paralel olarak kapsamlı bir etkinlik programı da sunuyor. Film gösterimleri, sanatçılar ve araştırmacılar tarafından yürütülen konferanslar, bilimsel sempozyumlar ve yapay zekanın bir mahkeme salonunda yargılandığı kurgusal bir tiyatro oyunu… Ayrıca, yapay zeka ile görsel kültür arasındaki ilişkiyi mercek altına alan Fransızca ve İngilizce bir katalog da izleyicilere sunuluyor.

Bu sergi, yapay zekanın yalnızca teknolojik bir gelişme olmadığını, aynı zamanda sanatı, algıyı ve toplumu yeniden şekillendiren bir dönüşüm dalgası olduğunu hatırlatıyor. Yapay zekayla yaratılan eserlerin ötesine geçerek, bu teknolojinin sanatın doğasını nasıl değiştirdiğini sorguluyor. Görmeye, düşünmeye ve hissetmeye hazır mısınız?

Le Jeu de Paume, 11 Nisan – 21 Eylül 2025 tarihleri arasında, yapay zeka ile çağdaş sanat arasındaki bağları keşfeden ve bu ölçekte dünyada  ilk olacak bir sergi sunuyor.

Toplumun her alanında hızla gelişen yapay zeka, bugün hayranlık, korku, heyecan ya da şüphe uyandırıyor. Le Monde selon l’IA (Yapay Zekaya Göre Dünya) başlıklı  bu sergi, son on yılda bu meseleleri sanat, fotoğraf, sinema, heykel ve edebiyat gibi disiplinlerde ele alan sanatçıların eserlerinden bir seçki sunuyor.

Sergi, yapay görme ve yüz tanıma sistemlerine dayanan “analitik yapay zeka” ile yeni görseller, sesler ve metinler üretebilen “üretken yapay zeka” kavramlarını ele alarak, bu teknolojilerin yaratıcı süreçleri nasıl altüst ettiğini, sanatın sınırlarını nasıl yeniden tanımladığını ve toplumsal, politik ve çevresel boyutlarını sorguluyor.

Teknolojiye hayranlıkla yaklaşan bir bakış açısıyla da, onu reddeden bir perspektifle de yetinmeyen Le Jeu de Paume, bu sergi aracılığıyla, yapay zekanın görsel ve duyusal dünyamızı nasıl dönüştürdüğüne ve toplumlar üzerindeki etkilerine dair derinlemesine bir düşünme alanı açıyor.

Yapay Zekâ: Sanat ve Toplum Üzerindeki Etkileri

1955 yılında ortaya atılan yapay zekâ kavramı, günümüzde otomatik öğrenme süreçleriyle toplumun her alanını dönüştüren bir olgu hâline gelmiştir. İnsan eylemlerini tespit, karar alma ve metin veya görsel içerik üretimi gibi alanlarda taklit eden uygulamalarla genişleyen bu teknoloji, etik, ekonomik, politik ve sosyal boyutlarda önemli meseleleri gündeme getirmektedir. Özellikle mahremiyet ve ayrımcılık gibi konular tartışılırken, yapay zekâ aynı zamanda metin ve görsel algımızı kökten değiştirmektedir.

Sanat dünyasında, yapay zekâ yaratıcılık, özgünlük ve telif hakları gibi kavramları sorgulatarak, üretim ve alımlama süreçlerini yeniden tanımlamaktadır. Bu sergide yer alan sanatçılar, yapay zekâ teknolojilerini yalnızca sanat ve toplum üzerindeki etkilerini sorgulamak için değil, aynı zamanda yeni ifade biçimlerini keşfetmek amacıyla kullanmaktadır.

Serginin tematik akışı, yapay zekânın genellikle göz ardı edilen maddi ve çevresel boyutuyla başlamaktadır. Bu giriş bölümü, yapay zekâ kavramının tarihî ve coğrafi bağlamda bir haritasını çıkarmayı ve bu zor tanımlanabilen olgunun karmaşık yapısını anlamayı hedeflemektedir.

Julian Charrière’in Buried Sunshines Burn adlı eseri, dijital endüstrilerin gerektirdiği fiziksel kaynakları ve bunların çevresel etkilerini ele alırken, Metamorphism, genellikle “maddesiz” olarak sunulan dijital teknolojilerin aslında jeolojik ve fiziksel süreçlere bağımlı olduğunu gözler önüne sermektedir.

Buna karşılık, Kate Crawford ve Vladan Joler’in devasa şeması Calculating Empires, beş yüzyıllık teknik, bilimsel ve kültürel deneyleri inceleyerek, günümüzde yapay zekânın gelişimine zemin hazırlayan tarihî süreci takip etmektedir.

Sergi, analitik yapay zeka temasıyla devam ediyor ve bilgisayarla görme ile yüz tanıma konularını ele alıyor. Bu bölümde, veri ve nesnelerin sınıflandırılması ve kategorize edilmesine odaklanılıyor. Çeşitli sanatçılar, bu süreçlerin dünyayı algılayışımıza etkilerini ve bunların ekonomik, politik ve sosyal sonuçlarını sorguluyor.

Bu bölümün öne çıkan eserlerinden biri olan Faces of ImageNet, Trevor Paglen tarafından yaratılmış olup yüz tanıma sistemlerinin insan yüzlerini tanımlamak için kullandığı basitleştirilmiş kategorileri gözler önüne seriyor. Bu çalışma, yapay zeka sistemlerinin, gerçek dünyanın karmaşıklığını ve çeşitliliğini nasıl göz ardı ettiğini vurguluyor. Ben bu kutunun önünde durdum ve yüzümü gösterdim. Üç deneme sonunda banin “Head of Department” olduğumu bildi. Bunu nasıl yaptığını ise ben bilemedim.

Sergi için özel olarak üretilen yeni bir Hito Steyerl eseri ise yapay zeka sistemlerinin görsel algıyı nasıl kontrol ve standartlaşma aracı hâline getirdiğini inceliyor. Aynı eleştirel bakış açısıyla, sergi rotası yapay zekanın gerektirdiği insan emeği konusuna da değiniyor. Agnieszka Kurant ve Meta Office gibi sanatçılar, çevrimiçi ortamlarda düşük ücretlerle ve görünmez şekilde çalışan “tıklama işçileri”nin katkılarını ortaya koyuyor. Kolektif portreler ve çalışma koşullarına dair belgeler aracılığıyla bu eserler, bulut bilişim teknolojisinin sunduğu “maddesizleşme” ideolojisi ile yapay zekanın işleyişi için gerekli olan gerçek kaynaklar arasındaki uçurumu gözler önüne seriyor.

Serginin ikinci büyük bölümü, yapay zekânın (YZ) yeni veriler, metinler veya görüntüler oluşturma yetisini keşfeden üretken YZ konusuna odaklanıyor. Bu bölüm, internetten toplanan büyük veri kümeleriyle eğitilen modellerin sağladığı çok yönlü olanakları gözler önüne seriyor; bunlar arasında görüntü üretimi, metin yaratımı ve ses kompozisyonu yer alıyor.

Birçok sanatçı, bu konuyu tarihsel boşlukları doldurmak (Egor Kraft, Theopisti Stylianou-Lambert ve Alexia Achilleos), yapay zekânın önyargılarını sorgulamak (Nora Al-Badri, Nouf Aljowaysir) veya alternatif hikâyeler yazmak (Grégory Chatonsky, Justine Emard ve Gwenola Wagon) amacıyla ele alıyor.

YZ çağında kelimeler ve görüntüler arasında kurulabilecek yeni bağlar, Estampa kolektifi ve Erik Bullot’nun çalışmalarıyla ön plana çıkıyor.

Başka bir  bölümde ise  sinema da YZ’nin algı ve görsel anlatım üzerindeki dönüşümlerin konusunda düşünmemizi sağlıyor; Inès Sieulle, Andrea Khôra ve Jacques Perconte’un eserleri bu değişimleri gözler önüne seriyor.

Ayrıca, algoritmalar aracılığıyla üretilen şiirler, romanlar ve hatta yeni alfabelerle, üretken edebiyata adanmış özel bir bölüm de var.

Sergi, müziğe ayrılan bir temayla sona eriyor. Bu bağlamda, Christian Marclay’in The Organ adlı eseri öne çıkıyor; bu yapıt, bir piyanonun yalnızca ses frekansları temelinde Snapchat üzerinden yayılan video kombinasyonlarını etkinleştirdiği  bir deneyimi olarak ortaya çıkıyor.

Sergi boyunca, “zamanda kapsüller” olarak adlandırılan ve merak dolaplarından ilham alan bölümler, çağdaş eserlerle tarihi bir karşıtlık sunuyor. Bu bölümler; hesaplama ve üretimin otomasyonu tarihini, günümüz yapay görme sistemleri ile geçmişte görsel algıyı otomatikleştirme girişimleri arasındaki ilişkileri, yüz tanıma ve duygu algılama sistemlerinin kökenlerini veya yapay zeka komutlarının (prompts) soybilimini ele alıyor. Bu vitrinler, günümüz fenomenlerini geniş bir kültürel, sanatsal ve bilimsel tarih içinde konumlandırmayı amaçlayan genealojik keşifler olarak tasarlanmıştır.

Sergiye eşlik eden etkinlik programı kapsamında, Jeu de Paume, yapay zeka üzerine zengin bir dizi etkinlik sunuyor. Programda sinema gösterimleri, sanatçılar ve uzmanlar tarafından yönetilen konferanslar, bilimsel sempozyumlar ve hatta yapay zekanın yargılandığı kurgusal bir “dava” sahnelemesi yer alıyor. Ayrıca, yapay zeka, görsel kültür ve çağdaş sanat arasındaki bağlantıları ele alan uzman katkılarıyla hazırlanan Fransızca ve İngilizce bir katalogu da bize sunuyor.

2020’de düzenlenen Supermarché des images sergisinin, çağımızda görsellerin aşırı bolluğunu sorgulamasının ardından, Le Monde selon l’IA bu düşünceyi bir adım öteye taşıyor. Yapay zekanın, görsel yaratım, dağıtım ve algıyı kökten dönüştürerek dünyaya bakışımızı altüst eden yeni bir paradigma sunduğunu vurguluyor.

Sergi

Sergi boyunca iki ana bölüm iç içe geçmektedir. İlk bölüm, 2010’ların ortalarından itibaren üretilmiş eserlerden oluşur; bunların büyük bir kısmı bu proje için özel olarak hazırlanmıştır. Bir araya getirildiklerinde, hızla gelişen ve geniş çapta yayılan analitik ve üretken yapay zeka sistemleriyle eleştirel ilişkileri gözler önüne sererler:

  • Bir yanda, analiz, kontrol ve tahmin amacıyla tespit, tanıma ve sınıflandırma işlevi gören sistemler,
  • Diğer yanda, büyük veri kümeleriyle eğitildikten sonra mevcut verileri değiştiren veya yenilerini üreten sistemler.

İkinci bölüm ise bir dizi “zaman kapsülü” var—merak kabinleri olarak tasarlanmış ve sunulmuş özel alanlar. Bu kapsüller, seçilmiş nesneler ve sanat eserleri aracılığıyla, çağdaş eserlerin karşısına tarihsel ve medya arkeolojisi perspektifinden bir bakış açısı ortaya koyuyor.

Bu zaman kapsülleri çeşitli konuları ele alıyor:

  • Hesaplama, üretim ve iletişimi otomatikleştirmeye yönelik cihazların tarihi,
  • Günümüz yapay görme sistemleri ile görsel algıyı otomatikleştirme girişimlerinin geçmişi arasındaki bağlantılar,
  • Yüz tanıma ve duygu analizi sistemlerinin fizyognomi tarihindeki kökenleri,
  • “Prompt” kavramının soykütüğü,
  • Algoritmalar tarafından üretilmiş metinlerin tarihçesi.

Bu unsurlar, temelde günümüz odaklı olan sergiye tarihsel bir derinlik kazandırmaktadır.

Yapay Zekâya Göre Dünya başlıklı sergi, 2010’ların ortalarından itibaren yapay zekâ (YZ) olarak adlandırılan olguyla ilgilenmeye başlayan sanatçılar tarafından üretilen eserlerden oluşan bir seçki sunuyor. Yapay zekâ, giderek artan bir şekilde kültürden topluma, ekonomiden politikaya, bilimden teknolojiye, endüstriyel üretimden askeri stratejilere kadar hayatın her alanına nüfuz etmiş durumda. Bu sergi, özellikle algoritmaların ve YZ modellerinin sabit ve hareketli görüntü deneyimimizi nasıl dönüştürdüğüne ve genel olarak kültürde nasıl bir rol oynadığına odaklanıyor.

“Yapay zekâ” terimi, ilk kez 1955 yılında John McCarthy tarafından, 1956’da düzenlenecek Dartmouth Yaz Araştırma Projesi’ne yönelik niyet mektubunda kullanılmıştır. Bu toplantı, yapay zekâyı bağımsız bir araştırma alanı olarak kabul ettirmiştir. Sonraki on yıllar boyunca, yapay zekâ kavramı, giderek daha karmaşık görevleri yerine getirebilen sistemler oluşturmak için tasarlanan çeşitli teknolojileri, yöntemleri ve uygulamaları ifade etmek üzere kullanılmıştır.

Başlangıçtan itibaren, “yapay zekâ” kavramı geniş bir inanç, ideoloji, metafor ve kurgu yelpazesiyle çevrelenmiştir ve bu unsurlar günümüzde de kamu söylemini şekillendirmeye devam etmektedir. Bugün bu terim, özellikle makine öğrenmesi (machine learning) ve derin öğrenme (deep learning) tekniklerini ifade etmektedir. Yapay zekânın temel operasyonları olan tespit, tanıma, sınıflandırma, tahmin, karar verme, veri analizi ve üretimi, geniş bir uygulama alanına sahiptir. Bütünsel olarak ele alındığında, bu süreçler insan etkinliğini yerinden eden veya tamamen ikame eden yeni “otomasyon” biçimlerini beraberinde getirmektedir.

Dijital medya üzerine düşündüğümüzde, onu var eden maddi bileşenlere nadiren dikkat ederiz. Algoritmalar soyut ve elle tutulamaz görünebilir, ancak yapay zekâ teknolojilerinin çalışabilmesi, sınırlı miktarda bulunan doğal unsurların varlığına bağlıdır: lityum, nadir toprak elementleri ve petrol gibi milyarlarca yıl boyunca yerin altında oluşmuş bu değerli malzemeler, yalnızca kısa bir ömre sahip cihazları beslemek için kullanılır ve nihayetinde çöpe gider.

Yapay Zekânın Haritaları – Maddeler

Sergi

Julien Charrière, Metamorphism adlı heykelleriyle bu maddeselliği sorguluyor. Anakartları, işlemcileri ve diğer elektronik bileşenleri toprakla birleştirip bir fırında eriterek, dijital atıkları ve kültürel hafızayı adeta yeni bir jeolojik oluşuma dönüştürüyor. Bu süreç, teknolojileri besleyen hammaddelerin bir gün tekrar atık olarak toprağa karışacağını hatırlatıyor.

Agnieszka Kurant, Nonorganic Life adlı eserinde dijital endüstri için gerekli organik ve mineral malzemeleri öne çıkarıyor. Kurant, bu kristal yapılarını bilim insanlarının Dünya’daki yaşamın kaynağı olarak gördüğü hidrotermal bacalara atıfta bulunarak “kimyasal bahçeler” olarak adlandırıyor.

Ancak bu imgeler, aynı zamanda bu değerli kaynakların çıkarılmasının yol açtığı çevresel tahribata da işaret ediyor. Teknolojik büyüme ile ekolojik bozulma arasındaki gerilim vurgulanırken, biyolojik, mineral ve sentetik olanın kaçınılmaz ve sürekli iç içe geçtiği bir keşif alanı sunuluyor.

Yapay Zekâ HaritalarıMekân ve Zaman

“Yapay zekâ” (YZ) terimi ne anlama gelir? Bu karmaşık “hiper-nesneyi” teoriler, teknolojiler, kaynaklar, emek, veriler, politikalar ve sermaye arasında nasıl haritalandırabiliriz? YZ’yi bilginin oluşumu, iletişim, emek ve iktidardaki merkezi rolünü göz önünde bulundurarak tarihte nasıl konumlandırabiliriz?

Alien Internet (2023) ve A.A.I (System’s Negative) (2016) eserlerinde Agnieszka Kurant, YZ ile hayvanlar ve diğer canlı varlıklar—balinalar, kuşlar, kaplumbağalar, süngerler ve termitler gibi—arasındaki kolektif zekâ biçimlerini aydınlatıyor.

Araştırmacı Kate Crawford ve tasarımcı Vladan Joler, YZ’yi mekân ve zaman bağlamında haritalandırmaya çalışıyor. Anatomy of an AI System (2018) adlı çalışmaları, Amazon’un 2016’da piyasaya sürdüğü sesli komut tabanlı yapay zekâ sistemi Alexa‘yı merkeze alarak, bu devasa küresel ağı haritalayan bir diyagram sunuyor.

Calculating Empires (2023) diyagramı, günümüz YZ’sine uzanan iç içe geçmiş çoklu soykütükleri görselleştiriyor. Bu eser, nasıl buraya geldiğimizi ve gelecekte hangi yönde ilerlediğimizi anlamayı amaçlıyor.

Algılama, Tanıma, Sınıflandırma: Analitik Yapay Zekâ

 

Sanatçılar, yapay görme, yüz tanıma ve duygu analizini içeren teknolojilere yıllardır ilgi duyuyorlar. Bu bağlamda, ilk gözetim kameralarının zaman kapsülleri aracılığıyla tanıtılmasının ardından, Trevor Paglen’in Behold These Glorious Times! adlı video yerleştirmesi üzerinden makine görüsü (yapay görme) konusu ele alınıyor. Bu eser, yapay zekâ sistemlerini nesne, yüz, jest ve duygu tanıma süreçlerinde eğitmek için kullanılan görüntülerle, yapay zekânın bu verileri analiz ederken “gördüğü” şeyleri yan yana getirerek bir karşılaştırma sunuyor. Ziyaretçiler daha sonra, yüz tanıma ve duygu analiz sistemlerinin köklerini, fizyognomoninin (sanatsal, kriminolojik ve ırksal) tarihsel bağlamında inceleyen zaman kapsülleriyle karşılaşıyorlar.

Son olarak, Fanon ve De Beauvoir (Even the Dead Are Not Safe), Eigenface (colorized) adlı çalışmasında Paglen, yüz tanıma tekniği olan “Eigenface” yöntemini kullanarak bir yüzün karakteristik özelliklerinden “yüz izi” oluşturuyor. Bu tekniği Frantz Fanon ve Simone de Beauvoir’in portrelerine uygulayarak, yapay görmenin geçmişteki imgelerle olan ilişkimizi nasıl dönüştürdüğünü ve hatta ölüleri bile tanımlayabildiğini gözler önüne seriyor.

Latent alanlar, kültürel belleğe ait devasa veri yığınlarının işlenmesinde de temel bir rol oynar. Erik Bullot, Justine Emard, Egor Kraft, Jacques Perconte, Julien Prévieux, Inès Sieulle ve Gwenola Wagon gibi birçok sanatçı, bu alanları keşfederek geçmişin alternatif versiyonlarını üretir. Onları bir tür “meta-arşiv” olarak ele alarak, olası görüntüler oluşturabilir, alternatif geçmişlere, karşıt-tarihsel anlatılara, kurgusal anılara ve spekülatif otobiyografilere kapı aralayabilirler.

Trevor Paglen gibi bazı sanatçılar, latent alanları görselleştirerek belirli yapay zekâ modellerinin, özellikle de GAN’ların (Üretici Çekişmeli Ağlar) epistemolojisini daha iyi anlamaya çalışırken; Jeff Guess ve Estampa gibi diğerleri, görüntüler ile kelimeler arasındaki algoritmik bağlantıları araştırmaktadır. John Menick ve Andrea Khôra ise, latent alanlardan yola çıkarak, Silikon Vadisi ideolojisinin büyük ölçüde temelini oluşturan transhümanizm ile psikedelik unsurların birleşimini kavramaya yönelik imgeler üretir.

Grégory Chatonsky, yapay zekâ ile ilgili felsefi ve teknolojik meseleler üzerine düşünmeye, Le Quatrième Mémoire (Dördüncü Bellek) adlı yeni enstalasyonu aracılığıyla devam etmektedir. Enstalasyonun adı, filozof Bernard Stiegler’in tanımladığı üç tür “retansiyona” (bellekte tutulma) göndermede bulunur. Sanatçı, yapay zekânın bellekte depolanan verilerden nasıl anlatılar ürettiğini ve bunun sonucunda geçmişin alternatif imgelerini nasıl oluşturduğunu araştırmaktadır. Dördüncü Bellek, sanatçının kendi kurgusal otobiyografilerini ele alır.

Sergi boyunca, sanatçıya ayrılan özel bir salonda sunulan enstalasyon; yapay zekâ tarafından üretilmiş metin ve görsellerden, klonlanmış seslerden ve 3D baskı nesnelerden oluşmaktadır. Eser, sanatçının mümkün olan yaşamlarının parçalı ve dönüşüme uğramış izlerini sunarken, olağanüstü geniş bir mekân-zaman ekseninde, hayali bir boyut kazanır. Chatonsky, bu çalışmasını “hayattayken gerçekleştirilmiş bir posthüm eser” olarak tanımlamaktadır. Kendi ifadesiyle: “Daha önce yaptıklarıma adanmış bir anıt değil, yapabileceklerimi sürdüren bir makine olarak” kurgulamaktadır.

Ecritures génératives, büyük dil modellerinin ortaya çıkışı ile bilgisayar tarafından edebi metinlerin üretilmesinde yeni bir dönem başlamıştır ve bu durum, yapı ve anlatımı özenle işlenmiş eserlere yol açmıştır. Bazıları, şair Sasha Stiles’ın yapay zeka alter egosu Technelegy ile yaptığı gibi, bunu tam teşekküllü bir edebi iş birlikçi olarak kullanmaktadır. Technelegy, Stiles’a kendiymiş gibi görünen ancak başka bir kaynaktan gelen ifadeler ve fikirler önermektedir. Stiles, bu iş birliği sonucunda Horace’ın ünlü eseri Ars Poetica’ya atıfta bulunan dört dörtlükten oluşan Ars Autopoetica adlı bir şiir yazmış ve bunu daha sonra kendi icat ettiği, transhüman bir okuyucu kitlesi için tasarlanmış Cursive Binary alfabesine çevirmiştir. Ardından, bu metni Artmatr şirketi tarafından geliştirilen bir robotik yazıcı ile eski zamanlardaki gibi kaligrafi yaparak yazdırmıştır.

Ekphrasis adlı eserde ise, buluntu görüntüler üzerinde algoritmik tanım işlemleri yapılarak daha karmaşık ve katmanlı bir anlatıma ulaşılmıştır. Bu kurulumda Estampa kolektifi sadece nesne tespit sistemlerini değil, aynı zamanda duygu tanıma araçlarını ve geniş dil modelleri ile birleştirilerek canlı olarak daha uzun ve detaylı tanımlar üretebilen görüntüden metne dönüştürme modellerini kullanmıştır. Bu eser, görüntülerin kelimelerle çevrilmesinin radikal bir şekilde imkansız olmasından kaynaklanan tüm uyumsuzlukları, sapmaları ve aynı zamanda ortaya çıkan şairane potansiyeli vurgulamaktadır. Estampa, bu eserle sadece algoritmik ekphrasis’in yeni biçimleri üzerine değil, aynı zamanda yapay zeka çağında montaj operasyonlarının geleceği üzerine de düşündürmektedir.

Serginin sonu, Christian Marclay’in interaktif enstalasyonu The Organ ile bitiyor. Sanatçı, müziğe ve sese büyük bir önem atfeder ve bunları sürekli olarak yeniden düzenleyerek görselleştirmeler sunar. 2017 yılında, İsviçreli sanatçı, günlük olarak 3,5 milyardan fazla fotoğraf ve video mesajının (snap) paylaşıldığı Snapchat uygulamasını yaratan Amerikan şirketi Snap Inc. ile işbirliği yapmaya başladı. Sosyal medya platformlarından uzak bir isim olan Marclay, bulunan görsel ve işitsel materyalleri yeniden montajlama konusunda her zaman ilgi duymuştu ve bu büyük veri hacminde, snapslerin geçici doğası nedeniyle umut vaadeden bir malzeme gördü. Snapsler on saniyeyi aşmıyor ve izlendikten sonra kayboluyor. Marclay, bu durumdan yola çıkarak The Organ adını verdiği interaktif bir enstalasyon oluşturdu. Bu enstalasyonda, elektronik bir klavye bir ekrana bağlanmış ve izleyicilerin piyano çalmasına olanak tanıyan bir düzenek kurulmuş. Her tuşa basıldığında, aynı ses frekansını paylaşan birkaç snap’ten oluşan bir dikey şerit ekranda belirir. Sanatçı, bu snapleri Snapchat üzerinden ses tanıma algoritması kullanarak önceden seçmiştir. Bu sayede ses ve görüntü arasında şaşırtıcı bir uyum sağlanır.

Imposter Sendromu nedir?

Sanatçının Aynasındaki Çatlak

Bazı sabahlar uyandığınızda, dün gece tamamladığınız esere bakar ve şöyle hissedersiniz:
“Bu gerçekten benden mi çıktı?”

Sanatçının iç dünyasında sıklıkla yankılanan bu soru, yalnızca bir güvensizlik ifadesi değildir. Bu soru, yaratımın, kimliğin ve görünürlüğün kıyılarındaki bir varoluş  sarsıntısı ve sorunudur.
Psikolojide adı “Imposter Syndrome”, bizdeki adıyla “Sahtekârlık Sendromu”. Ama bir sanatçının gözünden bakıldığında, bu duygu çok daha büyük bir çatlağın işaretidir.


Görünmeyen Gölge: Sanatçı ve Kendilik Algısı

Sanatçının yarattığı her şey, kendi iç evreninden doğar. Ama ne zaman ki o eser toplumla, küratörle, galeriyle veya izleyiciyle buluşur, işte o anda bir ayrışma başlar.
Sanatçı şöyle demeye başlar:

“Ben mi yaptım gerçekten bunu? Yoksa sadece bir anda olan bir şey miydi? Belki de sadece şans…”

Bu şüphe, üretimin doğasına gömülüdür. Çünkü sanat, bilinçli bir yapı kadar aynı zamanda sezgisel bir akıştır. Ve sezgiyle ortaya çıkan eserler, sanatçıya bile “yabancı” gelebilir.


Sanat Dünyasının Tetiklediği Şüphe

İmposter sendromu, kişisel bir zayıflık değil, çoğu zaman sistemin doğurduğu bir histir. Özellikle şu faktörler bu duyguyu besler:

  • Kıyaslanma: Diğer sanatçıların başarılarıyla sürekli karşılaştırılmak.

  • Onay Mekanizmaları: Galeriler, jüri üyeleri, sanat piyasası tarafından değer görmeye dayalı sistemler.

  • Etiket Sorunu: “Gerçek sanatçı” kimdir? “Yeterince” görünür olmayan sanatçılar, kendi değerlerini sorgulamaya başlar.

Kadınlar, göçmen sanatçılar, dışavurumcu ve deneysel işler yapanlar bu hissi daha yoğun yaşayabilir. Çünkü sanatın merkezi hâlâ belirli normlar etrafında dönerken, öteki olan kendini görünmez hisseder.


Şüpheyle Barış: Bir Sanatçının İçsel Yolculuğu

Peki, bu sendromla nasıl baş edilir?
Öncelikle şu bilinmelidir:
Şüphe, sanatçının düşmanı değil, yoldaşıdır.
Çünkü bu şüphe kibiri kırar, yaratımın gizemini diri tutar. Aksi hâlde sanat yalnızca tekrar olurdu, ruhsuz ve mekanik.

Ben kendi yolumda şu araçlara tutunuyorum:

  • Sanat günlüğü: Ne yaptığımı değil, ne hissettiğimi yazıyorum.

  • Şeffaflık: Kendi kırılganlıklarımı gizlemek yerine, onları sergi alanına taşıyorum.

  • Topluluk: Diğer sanatçılarla açık konuşmak, yalnız olmadığımı bilmek iyi geliyor.

  • Ritim: Bazen üretmemek de üretimin bir parçasıdır. Sessizlik, yaratımın nefesidir.


Son Söz: Ayna Kırıldığında

Sanatçı, çoğu zaman kırık bir aynanın önünde durur. O aynaya baktığında kendini değil, başkalarının suretlerini görür.
Ama belki de sanat tam olarak budur:
Kırık camlardan sızan ışığı yakalayabilmek.

İmposter sendromu, yaratımın şiirsel kırılma noktasıdır.
Kendini “sahte” hisseden sanatçı, aslında içtenliğinin en derin sınırındadır.
Orada kalmak, orada üretmek—işte gerçek cesaret budur.


İlgili Sergi: _Ripple Marks – Mehmet Ömür Fotoğraf Sergisi

İzlanda’nın kıyı ovalarında su, kum ve ışığın birlikte çizdiği soyut izleri konu alan bu seri, zamanın geçiciliğini görsel bir yapıya dönüştürüyor.
Sergiyi buradan ziyaret edebilirsiniz.


✍️ Yazar Hakkında: Dr. Mehmet Ömür

Tıp ve sanatı harmanlayan çok yönlü bir profesyonel. KBB uzmanı olarak uzun yıllar görev yaptıktan sonra, fotoğraf sanatı alanında uluslararası sergiler açtı.
Eserleri Vincent Versace Award for Photographic Excellence ve IPPAwards gibi ödüllerle tanındı.
“iPhone Photography: Shoot, Edit, Share” ve “Kadehteki Aşk; Şarap” gibi kitaplarıyla dijital çağda görsel anlatının sınırlarını sorguluyor.

mehmetomur.net | Instagram | LinkedIn


Etiketler:

#impostersyndrome #sanatçıyazıları #yaratıcılıkvesanrı #fotoğrafsanatı #sanatçıkimliği #mehmetömür#sanatıpsikolojisi #yaratıcılığınbedeli


Kısa Açıklama:

Sanatçının iç dünyasında sık sık yankılanan bir şüphe vardır: “Gerçekten ben mi yaptım?” Bu yazı, imposter sendromunu  ele alıyor. Kırılganlıkla yaratım arasındaki bu  bağı inceliyoruz.

Yüzyıllara dayanan Japon İkebana sanatı ve felsefesi..

Şu günlerde Paris’teki Japon Kültür merkezinde mevsimi yansıtan, içimizi ısıtan bir İkebana sergisi var. Merkezin giriş katındaki bu güzel sergi  bir kaç ikebana örneği ile siteme bir yazı daha ekleme hissini ortaya çıkardı.

İkebana, Japon çiçek düzenleme sanatıdır. Kelime anlamı olarak “iken” (yaşatmak, hayat vermek) ve “hana” (çiçek)sözcüklerinden gelir; yani “çiçeğe hayat vermek” anlamındadır. Ancak İkebana sadece çiçek yerleştirmek değil, aynı zamanda doğayla bir içsel uyum kurma pratiğidir. Zen felsefesinin etkisiyle şekillenmiş olan bu sanat, sadelik, simetri, boşluk ve geçicilik gibi temaları işler.

İkebana’nın Özellikleri:

  1. Minimalizm ve Boşluk:
    Batı’daki çiçek aranjmanlarının aksine İkebana, az sayıda dal ve çiçekle derinlik yaratır. Kullanılan boşluk (ma) en az çiçek kadar önemlidir. Sessizlik gibi, boşluk da bir şeyler söyler.

  2. Doğal Denge ve Asimetri:
    İkebana’da üç temel öğe vardır: shin (cennet), soe (insan) ve hikae/tai (dünya). Bu üç öğe genellikle üçgen bir kompozisyonla yerleştirilir ama simetrik değil, doğanın asimetrik düzenine uygun biçimde.

  3. Mevsimsellik ve Duygu:
    Düzenlemelerde mevsimsel çiçekler seçilir. Her düzenleme, doğanın bir anını, bir hissi ya da bir yaşam döngüsünü temsil eder. Kimi zaman neşe, kimi zaman hüzün anlatılır.

  4. Zen Estetiği ve Ruhani Derinlik:
    İkebana bir tür meditasyondur. Uygulayıcı, dal ve çiçeği keserken doğayla bir bağ kurar, zamanı yavaşlatır ve zihnini sadeleştirir. Sanatın özü “az olan çoktur” ilkesidir.

Kısa Tarihçe:

  • 6. yüzyılda Japonya’ya Budizm ile birlikte Çin’den gelen çiçek sunma geleneğinden doğmuştur.

  • İlk sistematik İkebana okulu olan Ikenobō, 15. yüzyılda Kyoto’daki Rokkaku-dō Tapınağı’nda kurulmuştur.

  • Zamanla daha az biçimsel, daha yaratıcı okullar ortaya çıkmıştır: Sogetsu, Ohara gibi modern İkebana akımları vardır.

Günümüzde:

İkebana, Japonya’da hâlâ geleneksel olarak sürdürülse de, dünyada da bir meditasyon ve sanat biçimi olarak yayılmıştır. Modern sanat galerilerinde, otel lobilerinde ve kültürel festivallerde İkebana örneklerine rastlamak mümkündür. Batı’daki floral tasarım ile Japon estetik anlayışının buluştuğu bir ara kesitte yer alır.