Duyularla Dolu Bir Yaşam Üzerine Deneme

Çoğunluk Bizde: Duyularla Dolu Bir Yaşam Üzerine Deneme
Yazan: Dr. Mehmet Ömür


Giriş: Duyular ve Demokrasi

Dünyayı duyularımızla tanırız. Her biri birer algı kapısıdır; görme, işitme, tat alma, koku duyusu ve dokunma… Ancak bu beşli sistemin içinde bazıları daha baskın, bazıları ise geri planda kalmış görünür.

KBB hekimi olarak söyleyebilirim ki; üçü —yani işitme, tat ve koku— doğrudan ilgi alanımıza giriyor.
Demek ki beş duyu içinde çoğunluk bizde!


Fizyolojik Bir Dans: Duyuların Evrimi ve Anlamı

İlk insan için duyu organları hayatta kalmanın anahtarıydı:

  • Kulak yaklaşan yırtıcıyı fark etti,

  • Burun zehri ayırt etti,

  • Dil tehlikeyi tükürdü.

Bugünse aynı organlar bizi sanata, estetiğe ve yaşam zevkine ulaştırıyor.
Kulak artık düşman değil, Chopin dinliyor.
Burun duman değil, amber notası arıyor.
Dil survival değil, fine dining peşinde.


Sonbahar: Beş Duyuyla Deneyimlenecek Bir Mevsim

Eylül ve Ekim… Doğanın sesini, kokusunu ve rengini en çok hissettiren zamanlar.

Yapılabilecekler:

  • Bir sofraya kurulun.

  • Bir yanağa öpücük kondurun.

  • Yağmura yakalanın.

  • Gökyüzünü izleyin.

  • Kendinize zaman ayırın.

Binlerce yıldızlı bir gökyüzünün altında kurulan düş, beş yıldızlı otellerden daha değerlidir.


Kitap Önerileri

  1. Koku: Bir Katilin Hikâyesi – Patrick Süskind

  2. Zamanın Kısa Tarihi – Stephen Hawking

  3. Görmenin Tarihi – John Berger

  4. Tat ve Hafıza – Nicola Perullo

  5. Duyuların Felsefesi – Michel Serres


Film Önerileri

  1. Her – Spike Jonze

  2. Amélie – Jean-Pierre Jeunet

  3. Babette’s Feast – Gabriel Axel

  4. The Fall – Tarsem Singh

  5. Perfume: The Story of a Murderer – Tom Tykwer


Son Söz: Beş Duyu ve İçsel Yolculuk

Duyular yalnızca dış dünyayı algılamanın değil, iç dünyamıza ulaşmanın da yollarıdır.
Onlarla düş kurarız, anı yaşarız, geleceği koklar, geçmişi duyarız.
Ve tüm bu süreç, insan olmanın özüdür.

“Mutluluğun cennet, mutsuzluğun cehennem olduğunu unutmayalım.”
Dr. Mehmet Ömür

Yapay Zekanın Gözünden Dünyamız…

Yapay Zekanın Sanatla Buluştuğu Büyük Sergi

Bu sergi, yapay zeka ile sanat arasındaki etkileşimleri ele alan en kapsamlı ortak çalışma ve  etkinliklerden biri. Fotoğraf, sinema, video enstalasyonları, heykel, edebiyat ve müzik gibi farklı sanat dallarını bir araya getirerek, yapay zekanın yaratıcı sürece nasıl dahil olduğunu gözler önüne seriyor. Ancak buradaki olay yalnızca yapay zeka tarafından üretilmiş eserleri sergilemek değil; aynı zamanda bu teknolojilerin sanatı, toplumu ve bireyi nasıl dönüştürdüğüne dair bir düşünce yakalamak.

Bu sergi, yapay zekanın etkilerini eleştirel bir bakış açısıyla değerlendiriyor. Görsel kültüre olan etkisinden, gözetim teknolojilerinin yarattığı etik sorunlara, üretim süreçlerindeki eşitsizliklerden, otomasyonun görünmez insan emeğine kadar pek çok soruyu gündeme getiriyor. Yapay zeka yalnızca bir araç mı, yoksa modern dünyanın algısını yeniden şekillendiren bir güç mü?

Ziyaretçiler, bu sergide yapay zekanın gözünden bakan bir dünyaya adım atıyor. Algılamak, hayal etmek, anlamak, dönüştürmek ve hatırlamak gibi temel insani deneyimler, yapay zekanın dokunuşuyla nasıl değişiyor? Eserler, bu sorular etrafında şekillenerek izleyiciyi kendi algısını sorgulamaya davet ediyor.

Sergide, Julian Charrière, Grégory Chatonsky, Agnieszka Kurant, Trevor Paglen, Hito Steyerl, Sasha Stiles, Kate Crawford ve Christian Marclay gibi uluslararası sanatçılar tarafından özel olarak üretilmiş ve daha önce hiç sergilenmemiş eserler yer alıyor. Her biri, yapay zekayı sanatsal bir araç olarak kullanmanın farklı yollarını keşfederek, çağdaş sanatın sınırlarını genişletiyor.

Sergi, yapay zekayı farklı açılardan ele alan tematik bir bakış sunuyor. Analitik yapay zeka, yapay görme ve yüz tanıma sistemleri, üretken yapay zekanın keşfettiği “gizli alanlar”, otomasyonun ardındaki insan emeği ve bu teknolojilerin ekolojik boyutları… Tüm bu temalar, geçmişle bugün arasında köprü kuran “zaman kapsülleri” aracılığıyla derinlemesine inceleniyor.

Jeu de Paume, sergiye paralel olarak kapsamlı bir etkinlik programı da sunuyor. Film gösterimleri, sanatçılar ve araştırmacılar tarafından yürütülen konferanslar, bilimsel sempozyumlar ve yapay zekanın bir mahkeme salonunda yargılandığı kurgusal bir tiyatro oyunu… Ayrıca, yapay zeka ile görsel kültür arasındaki ilişkiyi mercek altına alan Fransızca ve İngilizce bir katalog da izleyicilere sunuluyor.

Bu sergi, yapay zekanın yalnızca teknolojik bir gelişme olmadığını, aynı zamanda sanatı, algıyı ve toplumu yeniden şekillendiren bir dönüşüm dalgası olduğunu hatırlatıyor. Yapay zekayla yaratılan eserlerin ötesine geçerek, bu teknolojinin sanatın doğasını nasıl değiştirdiğini sorguluyor. Görmeye, düşünmeye ve hissetmeye hazır mısınız?

Le Jeu de Paume, 11 Nisan – 21 Eylül 2025 tarihleri arasında, yapay zeka ile çağdaş sanat arasındaki bağları keşfeden ve bu ölçekte dünyada  ilk olacak bir sergi sunuyor.

Toplumun her alanında hızla gelişen yapay zeka, bugün hayranlık, korku, heyecan ya da şüphe uyandırıyor. Le Monde selon l’IA (Yapay Zekaya Göre Dünya) başlıklı  bu sergi, son on yılda bu meseleleri sanat, fotoğraf, sinema, heykel ve edebiyat gibi disiplinlerde ele alan sanatçıların eserlerinden bir seçki sunuyor.

Sergi, yapay görme ve yüz tanıma sistemlerine dayanan “analitik yapay zeka” ile yeni görseller, sesler ve metinler üretebilen “üretken yapay zeka” kavramlarını ele alarak, bu teknolojilerin yaratıcı süreçleri nasıl altüst ettiğini, sanatın sınırlarını nasıl yeniden tanımladığını ve toplumsal, politik ve çevresel boyutlarını sorguluyor.

Teknolojiye hayranlıkla yaklaşan bir bakış açısıyla da, onu reddeden bir perspektifle de yetinmeyen Le Jeu de Paume, bu sergi aracılığıyla, yapay zekanın görsel ve duyusal dünyamızı nasıl dönüştürdüğüne ve toplumlar üzerindeki etkilerine dair derinlemesine bir düşünme alanı açıyor.

Yapay Zekâ: Sanat ve Toplum Üzerindeki Etkileri

1955 yılında ortaya atılan yapay zekâ kavramı, günümüzde otomatik öğrenme süreçleriyle toplumun her alanını dönüştüren bir olgu hâline gelmiştir. İnsan eylemlerini tespit, karar alma ve metin veya görsel içerik üretimi gibi alanlarda taklit eden uygulamalarla genişleyen bu teknoloji, etik, ekonomik, politik ve sosyal boyutlarda önemli meseleleri gündeme getirmektedir. Özellikle mahremiyet ve ayrımcılık gibi konular tartışılırken, yapay zekâ aynı zamanda metin ve görsel algımızı kökten değiştirmektedir.

Sanat dünyasında, yapay zekâ yaratıcılık, özgünlük ve telif hakları gibi kavramları sorgulatarak, üretim ve alımlama süreçlerini yeniden tanımlamaktadır. Bu sergide yer alan sanatçılar, yapay zekâ teknolojilerini yalnızca sanat ve toplum üzerindeki etkilerini sorgulamak için değil, aynı zamanda yeni ifade biçimlerini keşfetmek amacıyla kullanmaktadır.

Serginin tematik akışı, yapay zekânın genellikle göz ardı edilen maddi ve çevresel boyutuyla başlamaktadır. Bu giriş bölümü, yapay zekâ kavramının tarihî ve coğrafi bağlamda bir haritasını çıkarmayı ve bu zor tanımlanabilen olgunun karmaşık yapısını anlamayı hedeflemektedir.

Julian Charrière’in Buried Sunshines Burn adlı eseri, dijital endüstrilerin gerektirdiği fiziksel kaynakları ve bunların çevresel etkilerini ele alırken, Metamorphism, genellikle “maddesiz” olarak sunulan dijital teknolojilerin aslında jeolojik ve fiziksel süreçlere bağımlı olduğunu gözler önüne sermektedir.

Buna karşılık, Kate Crawford ve Vladan Joler’in devasa şeması Calculating Empires, beş yüzyıllık teknik, bilimsel ve kültürel deneyleri inceleyerek, günümüzde yapay zekânın gelişimine zemin hazırlayan tarihî süreci takip etmektedir.

Sergi, analitik yapay zeka temasıyla devam ediyor ve bilgisayarla görme ile yüz tanıma konularını ele alıyor. Bu bölümde, veri ve nesnelerin sınıflandırılması ve kategorize edilmesine odaklanılıyor. Çeşitli sanatçılar, bu süreçlerin dünyayı algılayışımıza etkilerini ve bunların ekonomik, politik ve sosyal sonuçlarını sorguluyor.

Bu bölümün öne çıkan eserlerinden biri olan Faces of ImageNet, Trevor Paglen tarafından yaratılmış olup yüz tanıma sistemlerinin insan yüzlerini tanımlamak için kullandığı basitleştirilmiş kategorileri gözler önüne seriyor. Bu çalışma, yapay zeka sistemlerinin, gerçek dünyanın karmaşıklığını ve çeşitliliğini nasıl göz ardı ettiğini vurguluyor. Ben bu kutunun önünde durdum ve yüzümü gösterdim. Üç deneme sonunda banin “Head of Department” olduğumu bildi. Bunu nasıl yaptığını ise ben bilemedim.

Sergi için özel olarak üretilen yeni bir Hito Steyerl eseri ise yapay zeka sistemlerinin görsel algıyı nasıl kontrol ve standartlaşma aracı hâline getirdiğini inceliyor. Aynı eleştirel bakış açısıyla, sergi rotası yapay zekanın gerektirdiği insan emeği konusuna da değiniyor. Agnieszka Kurant ve Meta Office gibi sanatçılar, çevrimiçi ortamlarda düşük ücretlerle ve görünmez şekilde çalışan “tıklama işçileri”nin katkılarını ortaya koyuyor. Kolektif portreler ve çalışma koşullarına dair belgeler aracılığıyla bu eserler, bulut bilişim teknolojisinin sunduğu “maddesizleşme” ideolojisi ile yapay zekanın işleyişi için gerekli olan gerçek kaynaklar arasındaki uçurumu gözler önüne seriyor.

Serginin ikinci büyük bölümü, yapay zekânın (YZ) yeni veriler, metinler veya görüntüler oluşturma yetisini keşfeden üretken YZ konusuna odaklanıyor. Bu bölüm, internetten toplanan büyük veri kümeleriyle eğitilen modellerin sağladığı çok yönlü olanakları gözler önüne seriyor; bunlar arasında görüntü üretimi, metin yaratımı ve ses kompozisyonu yer alıyor.

Birçok sanatçı, bu konuyu tarihsel boşlukları doldurmak (Egor Kraft, Theopisti Stylianou-Lambert ve Alexia Achilleos), yapay zekânın önyargılarını sorgulamak (Nora Al-Badri, Nouf Aljowaysir) veya alternatif hikâyeler yazmak (Grégory Chatonsky, Justine Emard ve Gwenola Wagon) amacıyla ele alıyor.

YZ çağında kelimeler ve görüntüler arasında kurulabilecek yeni bağlar, Estampa kolektifi ve Erik Bullot’nun çalışmalarıyla ön plana çıkıyor.

Başka bir  bölümde ise  sinema da YZ’nin algı ve görsel anlatım üzerindeki dönüşümlerin konusunda düşünmemizi sağlıyor; Inès Sieulle, Andrea Khôra ve Jacques Perconte’un eserleri bu değişimleri gözler önüne seriyor.

Ayrıca, algoritmalar aracılığıyla üretilen şiirler, romanlar ve hatta yeni alfabelerle, üretken edebiyata adanmış özel bir bölüm de var.

Sergi, müziğe ayrılan bir temayla sona eriyor. Bu bağlamda, Christian Marclay’in The Organ adlı eseri öne çıkıyor; bu yapıt, bir piyanonun yalnızca ses frekansları temelinde Snapchat üzerinden yayılan video kombinasyonlarını etkinleştirdiği  bir deneyimi olarak ortaya çıkıyor.

Sergi boyunca, “zamanda kapsüller” olarak adlandırılan ve merak dolaplarından ilham alan bölümler, çağdaş eserlerle tarihi bir karşıtlık sunuyor. Bu bölümler; hesaplama ve üretimin otomasyonu tarihini, günümüz yapay görme sistemleri ile geçmişte görsel algıyı otomatikleştirme girişimleri arasındaki ilişkileri, yüz tanıma ve duygu algılama sistemlerinin kökenlerini veya yapay zeka komutlarının (prompts) soybilimini ele alıyor. Bu vitrinler, günümüz fenomenlerini geniş bir kültürel, sanatsal ve bilimsel tarih içinde konumlandırmayı amaçlayan genealojik keşifler olarak tasarlanmıştır.

Sergiye eşlik eden etkinlik programı kapsamında, Jeu de Paume, yapay zeka üzerine zengin bir dizi etkinlik sunuyor. Programda sinema gösterimleri, sanatçılar ve uzmanlar tarafından yönetilen konferanslar, bilimsel sempozyumlar ve hatta yapay zekanın yargılandığı kurgusal bir “dava” sahnelemesi yer alıyor. Ayrıca, yapay zeka, görsel kültür ve çağdaş sanat arasındaki bağlantıları ele alan uzman katkılarıyla hazırlanan Fransızca ve İngilizce bir katalogu da bize sunuyor.

2020’de düzenlenen Supermarché des images sergisinin, çağımızda görsellerin aşırı bolluğunu sorgulamasının ardından, Le Monde selon l’IA bu düşünceyi bir adım öteye taşıyor. Yapay zekanın, görsel yaratım, dağıtım ve algıyı kökten dönüştürerek dünyaya bakışımızı altüst eden yeni bir paradigma sunduğunu vurguluyor.

Sergi

Sergi boyunca iki ana bölüm iç içe geçmektedir. İlk bölüm, 2010’ların ortalarından itibaren üretilmiş eserlerden oluşur; bunların büyük bir kısmı bu proje için özel olarak hazırlanmıştır. Bir araya getirildiklerinde, hızla gelişen ve geniş çapta yayılan analitik ve üretken yapay zeka sistemleriyle eleştirel ilişkileri gözler önüne sererler:

  • Bir yanda, analiz, kontrol ve tahmin amacıyla tespit, tanıma ve sınıflandırma işlevi gören sistemler,
  • Diğer yanda, büyük veri kümeleriyle eğitildikten sonra mevcut verileri değiştiren veya yenilerini üreten sistemler.

İkinci bölüm ise bir dizi “zaman kapsülü” var—merak kabinleri olarak tasarlanmış ve sunulmuş özel alanlar. Bu kapsüller, seçilmiş nesneler ve sanat eserleri aracılığıyla, çağdaş eserlerin karşısına tarihsel ve medya arkeolojisi perspektifinden bir bakış açısı ortaya koyuyor.

Bu zaman kapsülleri çeşitli konuları ele alıyor:

  • Hesaplama, üretim ve iletişimi otomatikleştirmeye yönelik cihazların tarihi,
  • Günümüz yapay görme sistemleri ile görsel algıyı otomatikleştirme girişimlerinin geçmişi arasındaki bağlantılar,
  • Yüz tanıma ve duygu analizi sistemlerinin fizyognomi tarihindeki kökenleri,
  • “Prompt” kavramının soykütüğü,
  • Algoritmalar tarafından üretilmiş metinlerin tarihçesi.

Bu unsurlar, temelde günümüz odaklı olan sergiye tarihsel bir derinlik kazandırmaktadır.

Yapay Zekâya Göre Dünya başlıklı sergi, 2010’ların ortalarından itibaren yapay zekâ (YZ) olarak adlandırılan olguyla ilgilenmeye başlayan sanatçılar tarafından üretilen eserlerden oluşan bir seçki sunuyor. Yapay zekâ, giderek artan bir şekilde kültürden topluma, ekonomiden politikaya, bilimden teknolojiye, endüstriyel üretimden askeri stratejilere kadar hayatın her alanına nüfuz etmiş durumda. Bu sergi, özellikle algoritmaların ve YZ modellerinin sabit ve hareketli görüntü deneyimimizi nasıl dönüştürdüğüne ve genel olarak kültürde nasıl bir rol oynadığına odaklanıyor.

“Yapay zekâ” terimi, ilk kez 1955 yılında John McCarthy tarafından, 1956’da düzenlenecek Dartmouth Yaz Araştırma Projesi’ne yönelik niyet mektubunda kullanılmıştır. Bu toplantı, yapay zekâyı bağımsız bir araştırma alanı olarak kabul ettirmiştir. Sonraki on yıllar boyunca, yapay zekâ kavramı, giderek daha karmaşık görevleri yerine getirebilen sistemler oluşturmak için tasarlanan çeşitli teknolojileri, yöntemleri ve uygulamaları ifade etmek üzere kullanılmıştır.

Başlangıçtan itibaren, “yapay zekâ” kavramı geniş bir inanç, ideoloji, metafor ve kurgu yelpazesiyle çevrelenmiştir ve bu unsurlar günümüzde de kamu söylemini şekillendirmeye devam etmektedir. Bugün bu terim, özellikle makine öğrenmesi (machine learning) ve derin öğrenme (deep learning) tekniklerini ifade etmektedir. Yapay zekânın temel operasyonları olan tespit, tanıma, sınıflandırma, tahmin, karar verme, veri analizi ve üretimi, geniş bir uygulama alanına sahiptir. Bütünsel olarak ele alındığında, bu süreçler insan etkinliğini yerinden eden veya tamamen ikame eden yeni “otomasyon” biçimlerini beraberinde getirmektedir.

Dijital medya üzerine düşündüğümüzde, onu var eden maddi bileşenlere nadiren dikkat ederiz. Algoritmalar soyut ve elle tutulamaz görünebilir, ancak yapay zekâ teknolojilerinin çalışabilmesi, sınırlı miktarda bulunan doğal unsurların varlığına bağlıdır: lityum, nadir toprak elementleri ve petrol gibi milyarlarca yıl boyunca yerin altında oluşmuş bu değerli malzemeler, yalnızca kısa bir ömre sahip cihazları beslemek için kullanılır ve nihayetinde çöpe gider.

Yapay Zekânın Haritaları – Maddeler

Sergi

Julien Charrière, Metamorphism adlı heykelleriyle bu maddeselliği sorguluyor. Anakartları, işlemcileri ve diğer elektronik bileşenleri toprakla birleştirip bir fırında eriterek, dijital atıkları ve kültürel hafızayı adeta yeni bir jeolojik oluşuma dönüştürüyor. Bu süreç, teknolojileri besleyen hammaddelerin bir gün tekrar atık olarak toprağa karışacağını hatırlatıyor.

Agnieszka Kurant, Nonorganic Life adlı eserinde dijital endüstri için gerekli organik ve mineral malzemeleri öne çıkarıyor. Kurant, bu kristal yapılarını bilim insanlarının Dünya’daki yaşamın kaynağı olarak gördüğü hidrotermal bacalara atıfta bulunarak “kimyasal bahçeler” olarak adlandırıyor.

Ancak bu imgeler, aynı zamanda bu değerli kaynakların çıkarılmasının yol açtığı çevresel tahribata da işaret ediyor. Teknolojik büyüme ile ekolojik bozulma arasındaki gerilim vurgulanırken, biyolojik, mineral ve sentetik olanın kaçınılmaz ve sürekli iç içe geçtiği bir keşif alanı sunuluyor.

Yapay Zekâ HaritalarıMekân ve Zaman

“Yapay zekâ” (YZ) terimi ne anlama gelir? Bu karmaşık “hiper-nesneyi” teoriler, teknolojiler, kaynaklar, emek, veriler, politikalar ve sermaye arasında nasıl haritalandırabiliriz? YZ’yi bilginin oluşumu, iletişim, emek ve iktidardaki merkezi rolünü göz önünde bulundurarak tarihte nasıl konumlandırabiliriz?

Alien Internet (2023) ve A.A.I (System’s Negative) (2016) eserlerinde Agnieszka Kurant, YZ ile hayvanlar ve diğer canlı varlıklar—balinalar, kuşlar, kaplumbağalar, süngerler ve termitler gibi—arasındaki kolektif zekâ biçimlerini aydınlatıyor.

Araştırmacı Kate Crawford ve tasarımcı Vladan Joler, YZ’yi mekân ve zaman bağlamında haritalandırmaya çalışıyor. Anatomy of an AI System (2018) adlı çalışmaları, Amazon’un 2016’da piyasaya sürdüğü sesli komut tabanlı yapay zekâ sistemi Alexa‘yı merkeze alarak, bu devasa küresel ağı haritalayan bir diyagram sunuyor.

Calculating Empires (2023) diyagramı, günümüz YZ’sine uzanan iç içe geçmiş çoklu soykütükleri görselleştiriyor. Bu eser, nasıl buraya geldiğimizi ve gelecekte hangi yönde ilerlediğimizi anlamayı amaçlıyor.

Algılama, Tanıma, Sınıflandırma: Analitik Yapay Zekâ

 

Sanatçılar, yapay görme, yüz tanıma ve duygu analizini içeren teknolojilere yıllardır ilgi duyuyorlar. Bu bağlamda, ilk gözetim kameralarının zaman kapsülleri aracılığıyla tanıtılmasının ardından, Trevor Paglen’in Behold These Glorious Times! adlı video yerleştirmesi üzerinden makine görüsü (yapay görme) konusu ele alınıyor. Bu eser, yapay zekâ sistemlerini nesne, yüz, jest ve duygu tanıma süreçlerinde eğitmek için kullanılan görüntülerle, yapay zekânın bu verileri analiz ederken “gördüğü” şeyleri yan yana getirerek bir karşılaştırma sunuyor. Ziyaretçiler daha sonra, yüz tanıma ve duygu analiz sistemlerinin köklerini, fizyognomoninin (sanatsal, kriminolojik ve ırksal) tarihsel bağlamında inceleyen zaman kapsülleriyle karşılaşıyorlar.

Son olarak, Fanon ve De Beauvoir (Even the Dead Are Not Safe), Eigenface (colorized) adlı çalışmasında Paglen, yüz tanıma tekniği olan “Eigenface” yöntemini kullanarak bir yüzün karakteristik özelliklerinden “yüz izi” oluşturuyor. Bu tekniği Frantz Fanon ve Simone de Beauvoir’in portrelerine uygulayarak, yapay görmenin geçmişteki imgelerle olan ilişkimizi nasıl dönüştürdüğünü ve hatta ölüleri bile tanımlayabildiğini gözler önüne seriyor.

Latent alanlar, kültürel belleğe ait devasa veri yığınlarının işlenmesinde de temel bir rol oynar. Erik Bullot, Justine Emard, Egor Kraft, Jacques Perconte, Julien Prévieux, Inès Sieulle ve Gwenola Wagon gibi birçok sanatçı, bu alanları keşfederek geçmişin alternatif versiyonlarını üretir. Onları bir tür “meta-arşiv” olarak ele alarak, olası görüntüler oluşturabilir, alternatif geçmişlere, karşıt-tarihsel anlatılara, kurgusal anılara ve spekülatif otobiyografilere kapı aralayabilirler.

Trevor Paglen gibi bazı sanatçılar, latent alanları görselleştirerek belirli yapay zekâ modellerinin, özellikle de GAN’ların (Üretici Çekişmeli Ağlar) epistemolojisini daha iyi anlamaya çalışırken; Jeff Guess ve Estampa gibi diğerleri, görüntüler ile kelimeler arasındaki algoritmik bağlantıları araştırmaktadır. John Menick ve Andrea Khôra ise, latent alanlardan yola çıkarak, Silikon Vadisi ideolojisinin büyük ölçüde temelini oluşturan transhümanizm ile psikedelik unsurların birleşimini kavramaya yönelik imgeler üretir.

Grégory Chatonsky, yapay zekâ ile ilgili felsefi ve teknolojik meseleler üzerine düşünmeye, Le Quatrième Mémoire (Dördüncü Bellek) adlı yeni enstalasyonu aracılığıyla devam etmektedir. Enstalasyonun adı, filozof Bernard Stiegler’in tanımladığı üç tür “retansiyona” (bellekte tutulma) göndermede bulunur. Sanatçı, yapay zekânın bellekte depolanan verilerden nasıl anlatılar ürettiğini ve bunun sonucunda geçmişin alternatif imgelerini nasıl oluşturduğunu araştırmaktadır. Dördüncü Bellek, sanatçının kendi kurgusal otobiyografilerini ele alır.

Sergi boyunca, sanatçıya ayrılan özel bir salonda sunulan enstalasyon; yapay zekâ tarafından üretilmiş metin ve görsellerden, klonlanmış seslerden ve 3D baskı nesnelerden oluşmaktadır. Eser, sanatçının mümkün olan yaşamlarının parçalı ve dönüşüme uğramış izlerini sunarken, olağanüstü geniş bir mekân-zaman ekseninde, hayali bir boyut kazanır. Chatonsky, bu çalışmasını “hayattayken gerçekleştirilmiş bir posthüm eser” olarak tanımlamaktadır. Kendi ifadesiyle: “Daha önce yaptıklarıma adanmış bir anıt değil, yapabileceklerimi sürdüren bir makine olarak” kurgulamaktadır.

Ecritures génératives, büyük dil modellerinin ortaya çıkışı ile bilgisayar tarafından edebi metinlerin üretilmesinde yeni bir dönem başlamıştır ve bu durum, yapı ve anlatımı özenle işlenmiş eserlere yol açmıştır. Bazıları, şair Sasha Stiles’ın yapay zeka alter egosu Technelegy ile yaptığı gibi, bunu tam teşekküllü bir edebi iş birlikçi olarak kullanmaktadır. Technelegy, Stiles’a kendiymiş gibi görünen ancak başka bir kaynaktan gelen ifadeler ve fikirler önermektedir. Stiles, bu iş birliği sonucunda Horace’ın ünlü eseri Ars Poetica’ya atıfta bulunan dört dörtlükten oluşan Ars Autopoetica adlı bir şiir yazmış ve bunu daha sonra kendi icat ettiği, transhüman bir okuyucu kitlesi için tasarlanmış Cursive Binary alfabesine çevirmiştir. Ardından, bu metni Artmatr şirketi tarafından geliştirilen bir robotik yazıcı ile eski zamanlardaki gibi kaligrafi yaparak yazdırmıştır.

Ekphrasis adlı eserde ise, buluntu görüntüler üzerinde algoritmik tanım işlemleri yapılarak daha karmaşık ve katmanlı bir anlatıma ulaşılmıştır. Bu kurulumda Estampa kolektifi sadece nesne tespit sistemlerini değil, aynı zamanda duygu tanıma araçlarını ve geniş dil modelleri ile birleştirilerek canlı olarak daha uzun ve detaylı tanımlar üretebilen görüntüden metne dönüştürme modellerini kullanmıştır. Bu eser, görüntülerin kelimelerle çevrilmesinin radikal bir şekilde imkansız olmasından kaynaklanan tüm uyumsuzlukları, sapmaları ve aynı zamanda ortaya çıkan şairane potansiyeli vurgulamaktadır. Estampa, bu eserle sadece algoritmik ekphrasis’in yeni biçimleri üzerine değil, aynı zamanda yapay zeka çağında montaj operasyonlarının geleceği üzerine de düşündürmektedir.

Serginin sonu, Christian Marclay’in interaktif enstalasyonu The Organ ile bitiyor. Sanatçı, müziğe ve sese büyük bir önem atfeder ve bunları sürekli olarak yeniden düzenleyerek görselleştirmeler sunar. 2017 yılında, İsviçreli sanatçı, günlük olarak 3,5 milyardan fazla fotoğraf ve video mesajının (snap) paylaşıldığı Snapchat uygulamasını yaratan Amerikan şirketi Snap Inc. ile işbirliği yapmaya başladı. Sosyal medya platformlarından uzak bir isim olan Marclay, bulunan görsel ve işitsel materyalleri yeniden montajlama konusunda her zaman ilgi duymuştu ve bu büyük veri hacminde, snapslerin geçici doğası nedeniyle umut vaadeden bir malzeme gördü. Snapsler on saniyeyi aşmıyor ve izlendikten sonra kayboluyor. Marclay, bu durumdan yola çıkarak The Organ adını verdiği interaktif bir enstalasyon oluşturdu. Bu enstalasyonda, elektronik bir klavye bir ekrana bağlanmış ve izleyicilerin piyano çalmasına olanak tanıyan bir düzenek kurulmuş. Her tuşa basıldığında, aynı ses frekansını paylaşan birkaç snap’ten oluşan bir dikey şerit ekranda belirir. Sanatçı, bu snapleri Snapchat üzerinden ses tanıma algoritması kullanarak önceden seçmiştir. Bu sayede ses ve görüntü arasında şaşırtıcı bir uyum sağlanır.

Imposter Sendromu nedir?

Sanatçının Aynasındaki Çatlak

Bazı sabahlar uyandığınızda, dün gece tamamladığınız esere bakar ve şöyle hissedersiniz:
“Bu gerçekten benden mi çıktı?”

Sanatçının iç dünyasında sıklıkla yankılanan bu soru, yalnızca bir güvensizlik ifadesi değildir. Bu soru, yaratımın, kimliğin ve görünürlüğün kıyılarındaki bir varoluş  sarsıntısı ve sorunudur.
Psikolojide adı “Imposter Syndrome”, bizdeki adıyla “Sahtekârlık Sendromu”. Ama bir sanatçının gözünden bakıldığında, bu duygu çok daha büyük bir çatlağın işaretidir.


Görünmeyen Gölge: Sanatçı ve Kendilik Algısı

Sanatçının yarattığı her şey, kendi iç evreninden doğar. Ama ne zaman ki o eser toplumla, küratörle, galeriyle veya izleyiciyle buluşur, işte o anda bir ayrışma başlar.
Sanatçı şöyle demeye başlar:

“Ben mi yaptım gerçekten bunu? Yoksa sadece bir anda olan bir şey miydi? Belki de sadece şans…”

Bu şüphe, üretimin doğasına gömülüdür. Çünkü sanat, bilinçli bir yapı kadar aynı zamanda sezgisel bir akıştır. Ve sezgiyle ortaya çıkan eserler, sanatçıya bile “yabancı” gelebilir.


Sanat Dünyasının Tetiklediği Şüphe

İmposter sendromu, kişisel bir zayıflık değil, çoğu zaman sistemin doğurduğu bir histir. Özellikle şu faktörler bu duyguyu besler:

  • Kıyaslanma: Diğer sanatçıların başarılarıyla sürekli karşılaştırılmak.

  • Onay Mekanizmaları: Galeriler, jüri üyeleri, sanat piyasası tarafından değer görmeye dayalı sistemler.

  • Etiket Sorunu: “Gerçek sanatçı” kimdir? “Yeterince” görünür olmayan sanatçılar, kendi değerlerini sorgulamaya başlar.

Kadınlar, göçmen sanatçılar, dışavurumcu ve deneysel işler yapanlar bu hissi daha yoğun yaşayabilir. Çünkü sanatın merkezi hâlâ belirli normlar etrafında dönerken, öteki olan kendini görünmez hisseder.


Şüpheyle Barış: Bir Sanatçının İçsel Yolculuğu

Peki, bu sendromla nasıl baş edilir?
Öncelikle şu bilinmelidir:
Şüphe, sanatçının düşmanı değil, yoldaşıdır.
Çünkü bu şüphe kibiri kırar, yaratımın gizemini diri tutar. Aksi hâlde sanat yalnızca tekrar olurdu, ruhsuz ve mekanik.

Ben kendi yolumda şu araçlara tutunuyorum:

  • Sanat günlüğü: Ne yaptığımı değil, ne hissettiğimi yazıyorum.

  • Şeffaflık: Kendi kırılganlıklarımı gizlemek yerine, onları sergi alanına taşıyorum.

  • Topluluk: Diğer sanatçılarla açık konuşmak, yalnız olmadığımı bilmek iyi geliyor.

  • Ritim: Bazen üretmemek de üretimin bir parçasıdır. Sessizlik, yaratımın nefesidir.


Son Söz: Ayna Kırıldığında

Sanatçı, çoğu zaman kırık bir aynanın önünde durur. O aynaya baktığında kendini değil, başkalarının suretlerini görür.
Ama belki de sanat tam olarak budur:
Kırık camlardan sızan ışığı yakalayabilmek.

İmposter sendromu, yaratımın şiirsel kırılma noktasıdır.
Kendini “sahte” hisseden sanatçı, aslında içtenliğinin en derin sınırındadır.
Orada kalmak, orada üretmek—işte gerçek cesaret budur.


İlgili Sergi: _Ripple Marks – Mehmet Ömür Fotoğraf Sergisi

İzlanda’nın kıyı ovalarında su, kum ve ışığın birlikte çizdiği soyut izleri konu alan bu seri, zamanın geçiciliğini görsel bir yapıya dönüştürüyor.
Sergiyi buradan ziyaret edebilirsiniz.


✍️ Yazar Hakkında: Dr. Mehmet Ömür

Tıp ve sanatı harmanlayan çok yönlü bir profesyonel. KBB uzmanı olarak uzun yıllar görev yaptıktan sonra, fotoğraf sanatı alanında uluslararası sergiler açtı.
Eserleri Vincent Versace Award for Photographic Excellence ve IPPAwards gibi ödüllerle tanındı.
“iPhone Photography: Shoot, Edit, Share” ve “Kadehteki Aşk; Şarap” gibi kitaplarıyla dijital çağda görsel anlatının sınırlarını sorguluyor.

mehmetomur.net | Instagram | LinkedIn


Etiketler:

#impostersyndrome #sanatçıyazıları #yaratıcılıkvesanrı #fotoğrafsanatı #sanatçıkimliği #mehmetömür#sanatıpsikolojisi #yaratıcılığınbedeli


Kısa Açıklama:

Sanatçının iç dünyasında sık sık yankılanan bir şüphe vardır: “Gerçekten ben mi yaptım?” Bu yazı, imposter sendromunu  ele alıyor. Kırılganlıkla yaratım arasındaki bu  bağı inceliyoruz.

Yüzyıllara dayanan Japon İkebana sanatı ve felsefesi..

Şu günlerde Paris’teki Japon Kültür merkezinde mevsimi yansıtan, içimizi ısıtan bir İkebana sergisi var. Merkezin giriş katındaki bu güzel sergi  bir kaç ikebana örneği ile siteme bir yazı daha ekleme hissini ortaya çıkardı.

İkebana, Japon çiçek düzenleme sanatıdır. Kelime anlamı olarak “iken” (yaşatmak, hayat vermek) ve “hana” (çiçek)sözcüklerinden gelir; yani “çiçeğe hayat vermek” anlamındadır. Ancak İkebana sadece çiçek yerleştirmek değil, aynı zamanda doğayla bir içsel uyum kurma pratiğidir. Zen felsefesinin etkisiyle şekillenmiş olan bu sanat, sadelik, simetri, boşluk ve geçicilik gibi temaları işler.

İkebana’nın Özellikleri:

  1. Minimalizm ve Boşluk:
    Batı’daki çiçek aranjmanlarının aksine İkebana, az sayıda dal ve çiçekle derinlik yaratır. Kullanılan boşluk (ma) en az çiçek kadar önemlidir. Sessizlik gibi, boşluk da bir şeyler söyler.

  2. Doğal Denge ve Asimetri:
    İkebana’da üç temel öğe vardır: shin (cennet), soe (insan) ve hikae/tai (dünya). Bu üç öğe genellikle üçgen bir kompozisyonla yerleştirilir ama simetrik değil, doğanın asimetrik düzenine uygun biçimde.

  3. Mevsimsellik ve Duygu:
    Düzenlemelerde mevsimsel çiçekler seçilir. Her düzenleme, doğanın bir anını, bir hissi ya da bir yaşam döngüsünü temsil eder. Kimi zaman neşe, kimi zaman hüzün anlatılır.

  4. Zen Estetiği ve Ruhani Derinlik:
    İkebana bir tür meditasyondur. Uygulayıcı, dal ve çiçeği keserken doğayla bir bağ kurar, zamanı yavaşlatır ve zihnini sadeleştirir. Sanatın özü “az olan çoktur” ilkesidir.

Kısa Tarihçe:

  • 6. yüzyılda Japonya’ya Budizm ile birlikte Çin’den gelen çiçek sunma geleneğinden doğmuştur.

  • İlk sistematik İkebana okulu olan Ikenobō, 15. yüzyılda Kyoto’daki Rokkaku-dō Tapınağı’nda kurulmuştur.

  • Zamanla daha az biçimsel, daha yaratıcı okullar ortaya çıkmıştır: Sogetsu, Ohara gibi modern İkebana akımları vardır.

Günümüzde:

İkebana, Japonya’da hâlâ geleneksel olarak sürdürülse de, dünyada da bir meditasyon ve sanat biçimi olarak yayılmıştır. Modern sanat galerilerinde, otel lobilerinde ve kültürel festivallerde İkebana örneklerine rastlamak mümkündür. Batı’daki floral tasarım ile Japon estetik anlayışının buluştuğu bir ara kesitte yer alır.

Avrupa Gençlerinin Fotoğrafçılığı; Circulation 104

Festival Circulation(s) 2025: Avrupa  Gençlerinin Fotoğrafçılığı

Avrupa’nın genç fotoğraf sanatçılarını uluslararası sahneye taşıyan Festival Circulation(s), bu yıl 15. kez sanatseverlerle buluşuyor. 5 Nisan – 1 Haziran 2025 tarihleri arasında CENTQUATRE-PARIS’te gerçekleşen  festival, sadece bir sergi değil; kimliklerin, tarihlerin, göçlerin ve dönüşümlerin ortaya konulduğu bir sanatsal platform sunuyor.

Festivalin Kalbi: CENTQUATRE-PARIS

Paris’in 19. bölgesinde yer alan CENTQUATRE-PARIS, sanatın her disiplinine yer açan ve yenilikleri takip eden  bir alan. Festivalin ruhuna uygun olarak hem toplumsal hem de bireysel anlatıları sahneye taşıyan bu mekân, bu kez fotoğrafa  hayat veriyor. Fetart kolektifi tarafından düzenlenen bu fotoğraf festivali, özgün sanat yaklaşımlarına açık  yapısıyla dikkatleri çekiyor.


Bu Yılın Teması: Kimlik, Coğrafya ve Direniş

Festivalin 2025 yılı sergisi, Avrupa’yı bir kimlik değil bir coğrafya olarak ele alıyor. Göç, hafıza, beden, anne-baba durumları, queer kimlikler, travma ve doğa gibi temalarla ilgili işler, ziyaretçilere adeta bir görsel şölen sunuyor.

Dikkat çekici projeler:

  • Émeline Amétis: Karayipli bir annenin göç geçmişinden yola çıkarak anne üzerinden ilerleyen hafızayı fotoğraf, tekstil ve arşivle anlatıyor.

  • Cendre: Homofobik saldırı sonrası kişisel yaraları sanatla dönüştürüyor; filmleri regl kanıyla banyo ederek imgeleri fiziksel bir hafıza haline getiriyor.

  • Tomasz Kawecki: Polonya’nın kasvetli gecelerinde mitolojik bir geziye çıkıyor, doğa ve korkunun iç içe geçtiği bir evren sunuyor.

  • Wendie Zahibo: Karayipler, ABD, Brezilya ve Fildişi Sahili’nden yola çıkarak, siyah mimarisi ve kültürel bellek üzerine disiplinlerarası bir hikâye anlatıyor.


Lituanya’ya Saygı Duruşu: 2025’in Odak Ülkesi

Festivalin her yıl bir Avrupa ülkesine adadığı “Focus” bölümünün bu yılki konuğu Lituanya. Seçilen dört sanatçı, günümüz Lituanya’sını ve tarihini farklı yönlerden ele alıyor:

  • Ieva Baltaduonyte: Ukraynalı mültecilerin travmasını fotoğraflarla aktarıyor.

  • Agnė Gintalaitė: Yapay zekânın estetik üretimini sorguluyor.

  • Visvaldas Morkevičius: Yas ve hatıralar üzerine görsel şiirsellik yaratmış.

  • Paulius Petraitis: Göçmenlerin medya tarafından nasıl silikleştirildiğini görselleştiriyor.


Etkinlikler: Görselden de öte Buluşmalar

Festival sadece sergi değil; aynı zamanda paylaşım ve gelişim alanı. Katılımcıları bekleyen deneyimler:

  • Profesyonel Hafta Sonu (17-18 Mayıs): Portfolyo değerlendirmeleri, masterclass’lar ve uzman buluşmaları.

  • Workshop (26-27 Nisan): Proje sunum teknikleri, portfolyo yapılandırma ve sunum pratiği.

  • Fotoğraf Stüdyoları: Festival boyunca hafta sonları ziyaretçilere açık olacak, profesyonel portre çekim imkânı sunulacak.


Metroda Fotoğraf, Kütüphanede Sanat

Festival, CENTQUATRE mekanın dışında da şehirle bütünleşiyor:

  • Claude Lévi-Strauss Kütüphanesi: Burada Artem Humilevskyi’nin Roots sergisi var.

  • Paris Metrosu & RER: RATP ile ortaklaşa, 15 yılın en çarpıcı fotoğraflarından oluşan retrospektif sergi yapılacak.


Ziyaretçi Oyuyla Belirlenen Halk Ödülü

Festivalin geleneksel halk ödülü, bu yıl da sanatseverlerin oylarıyla belirlenecek. En beğenilen sanatçıya WhiteWall’dan 500 € değerinde ödül verilecek. Katılım için sergiyi ziyaret edip oy kullanmak yeterli.


Gerekli Bilgiler

  • Tarih: 5 Nisan – 1 Haziran 2025

  • Yer: CENTQUATRE-PARIS (5 rue Curial, 75019)

  • Ziyaret saatleri: Çarşamba – Pazar, 14:00 – 19:00 (Okul tatillerinde Salı günleri de açık)


Festival Circulation(s) 2025, yalnızca genç Avrupalı fotoğrafçıları keşfetme şansı sunmakla kalmıyor; aynı zamanda kimliğe, direnişe ve değişime dair çağımızın en önemli meselelerine dair sanatsal bir diyalog alanı yaratıyor.

Gül Rengine Boyanmış Şarap

Bertaud Belieu Domaine Genel Müdürü Dr Vahagn MOVSESYAN ve Önologu Diane

Domaine Bertaud Belieu -Gassin -Saint Tropez


Gül Rengine Boyanmış Şarap: Dünyada Rosé Pazarının engellenemeyen yükselişi

“Sabah ışığı gibi: ne beyaz kadar ürkek, ne kırmızı kadar iddialı… Arada bir yerde, ama tam da orada var olmanın zarafetinde.”

Rosé şarap, geçtiğimiz  dönemlerin yaz içkisi klişesinden sıyrılarak, bugün dünya şarap pazarında kendi kimliğini yaratmış önemli  bir oyuncu haline geldi. Dünya şarap pazarı küçülürken pembe şarap pazarı büyüyor. Rose şarap sanki rol çalan oyuncu gibi duruyor. Ne beyaz şarap gibi ferahlatıcılığı sınırlı ne de kırmızı şarap kadar tanenli; tam ortasında, ama bu “ortada oluş” hali, onu hem gastronomik çok yönlülüğe hem de tüketici eğilimlerine en uygun kategoriye dönüştürdü.

1. Pazarın Genel Görünümü

2024 verilerine göre, küresel rosé şarap pazarı 3,5 milyar dolara yaklaşan bir hacme sahip. Özellikle 2010’lu yılların ikinci yarısından itibaren gösterdiği hızlı büyüme, 2020’lerde pandemiye rağmen ivmesini kaybetmedi. Avrupa, hala tüketimin ana lokomotifi olsa da, Kuzey Amerika ve Asya-Pasifik bölgelerinde artan ilgi dikkat çekici.

Bölgelere Göre Tüketim ve Üretim:

• Fransa: Dünya rosé üretiminin yaklaşık %35’ini gerçekleştiriyor. Provence bölgesi, rosé şarapta bir marka haline geldi. Bölgenin önemli markası Bertaud Belieu %80 ini rose şarap olmak üzere büyük ama kaliteli 160.000 şişelik üretimi ile Saint Tropez ve Cote d’Azur’ün gözdesi. Komuşusu Minuty, ayrıca Merival ve daha bir kaç farklı marka  ile birlikte rose şarap dünyasına renk getiriyorlar. Özellikle ABD ve İngiltere’ye yapılan ihracat son 10 yılda %50’nin üzerinde arttı.

• ABD: Hem üretim hem de tüketimde ciddi bir oyuncu. Kaliforniya menşeli rosé’ler, genç  tüketiciler arasında popüler.

• İtalya ve İspanya: Yerel üzümlerle yapılan bölgesel rosé’ler gastronomik rosé anlayışını destekliyor.

• Çin ve Japonya: Hızla gelişen orta sınıf ve artan batılılaşma eğilimleriyle birlikte “sofralık ama sofistike” bir içki olarak rosé’ye yönelim var.

2. Tüketici Eğilimleri ve Kültürel Yansımalar

Rosé’nin yükselişinin ardında yalnızca tat profili değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı sembolü olması da yatıyor. Özellikle milenyum kuşağı ve Z kuşağı, rosé’yi Instagram estetiği, brunch kültürü ve açık hava yaşamıyla ilişkilendiriyor. “Rosé All Day” gibi sloganlar, bu şarabın bir içki olmaktan öte bir sosyal duruşa dönüştüğünü gösteriyor.

Diğer taraftan rosé şaraplarını, cinsiyetsiz bir içki olarak pazarlayan bir anlayışta önem kazanmaya başladı; ne “kadın içkisi” ne de “erkek şarabı”. Bu da onu modern değerlerle uyumlu hale getiriyor.

3. Pazarlama Stratejileri ve Ürün Çeşitliliği

• Kutu rosé (canned rosé) ve frosé (frozen rosé) gibi yenilikçi formatlar, yaz festivallerinde ve sokak kültüründe karşılık buldu.

• Organik ve düşük alkollü rosé şaraplar, sağlıklı yaşam arayışındaki tüketicilere hitap ediyor.

• NFT etiketli özel üretimler ya da roze şarapta sanat iş birlikleri (örneğin fotoğrafçı ile yapılan sınırlı seri etiketler), lüks pazarda yerini alıyor.

4. Karşılaşılan Zorluklar

• İklim değişikliği, rosé üretiminde üzümlerin fenolik dengesini tehdit ediyor.

• Fazla talep, bazı bölgelerde  üretim miktar artışına neden olduğundan  kalite kaybına yol açıyor.

• Bazı pazarlarda hâlâ “hafif” veya “ikinci sınıf” algısı var – bu durum eğitim ve tadım etkinlikleriyle kırılmaya çalışılıyor.

Dünyada Rosé Devriminden Bahsediliyor

Rosé şarap, aslında şarabın postmodern bir yorumu gibi. Ne net sınıfları var ne de kesin tanımları. Uyumlu, dönüştürülebilir, ama derinlikli. Bu yönüyle hem pazarda hem de kültürde kendine önemli bir yer açtı. Belki de bu yüzden, günümüz dünyasına  en uygun şarap o: karmaşık ama içilebilir, sade ama şık, zarif ve  iddialı.

“Hayatın her anında giyilebilecek ipeksi bir gömlek gibi; rosé, şarabın en giyilebilir halidir ” diyerek yazımıza son verelim.

Bağdan Bardağa: Anadoluda Şarabın Gizli Potansiyeli

Türkiye Şarap Endüstrisinin Dünü, Bugünü ve Geleceği Üzerine Derinlemesine Bir Değerlendirme

“Bir kadeh şarap, sadece bir içki değil; yeryüzünün sesi, güneşin hafızası, insan emeğinin ruhudur.”

I. Giriş: Binlerce Yıllık Bir Miras

Anadolu, dünyadaki en eski bağcılık coğrafyalarından biridir. Hititlerin “Vitis vinifera”yı kutsadığı, Friglerin şarap tanrısı Dionysos’u bağlarda gezdirdiği bu topraklarda, şarap sadece bir ürün değil, kültürel bir hafıza, her ne kadar bugün tartışılsa da bir yaşam biçimidir, en azından tarihte öyleydi. Ne var ki, modern Türkiye, bu büyük mirası yeterince anlayamamış,  anlasa da evrensel dille anlatamamıştır.

Bu yazı, Türkiye şarap endüstrisinin potansiyelini neden gerçekleştiremediğini, bu potansiyelin nasıl hayata geçirilebileceğini; ekonomi, pazarlama, etik, coğrafya ve kültür eksenlerinde tartışmayı amaçlamaktadır.

II. Stratejik Körlük: Markasız Lezzetlerin Hüzünlü Hikâyesi

Türkiye’de kaliteli şaraplar üretiliyor. Ama dünya neden bunları bilmiyor?

Bunun ilk nedeni, şarap markalaşmasının hâlâ yüzeysel olarak ele alınmasıdır. Oysa bir şarap markası, yalnızca güzel bir etiket ya da iddialı bir isim değildir. Şarap, kendi hikâyesini taşıyan bir kültür ürünüdür; markalaşma ise bu kültürün kodlarını görünür kılma sanatıdır.

• Etiket, yalnızca bilgi değil duygudur.

• Ambalaj, yalnızca koruma değil temsildir.

• Şişe tasarımı, yalnızca şekil değil anlamdır.

Markasız bir şarap, tınısız bir şarkı gibidir.

III. Terroir’in Sesi: Toprakla Konuşabilen Şaraplar

Şarap, topraktan doğar ama sadece toprakla açıklanmaz. Terroir dediğimiz şey; toprak, iklim, eğim, su, güneş, rüzgâr ve hatta o bölgedeki insan karakterinin ortak bileşimidir. Türkiye, bu anlamda muazzam bir çeşitliliğe sahip. Ancak bu potansiyel, yeterince haritalandırılmış ve hikâyeleştirilmiş değildir.

“Kalecik Karası, sadece bir üzüm değil, İç Anadolu’nun ayazında sabretmeyi bilenlerin şarabıdır.”

“Boğazkere, Mezopotamya’nın güneşle sertleşmiş karakterini damağa taşır.”

Yerli üzüm çeşitlerinin bu bağlamda anlatılması, onları evrensel rekabete taşıyacak ilk adımdır.

IV. Ürün Odaklı mı, Pazar Odaklı mı? Sektörün Kimlik Arayışı

Türk şarap endüstrisi yıllardır bu sorunun ortasındadır:

• Bir yanda, bağların yıllara yayılan sabrı

• Diğer yanda, pazarlamanın anlık refleksleri söz konusudur.

Pazar odaklılık, hızlı satış getirir; ürün odaklılık, uzun vadede  işe yarar. Aslında ikisi de gereklidir. Ürün odaklı bir anlayışla özgün çeşitler üretilmeli; ancak bu ürünler, doğru hedef kitleye doğru dil ve mecralarda anlatılmalıdır.

V. Doğrudan Pazarlama: Müşteriyle Kurulan bağ.

Bugün müşteriyle doğrudan iletişim kurabilen şarap üreticileri, yalnızca ürün değil müşterinin  sadakatini de sağlar . Doğrudan pazarlama; veritabanı yönetimi, kişiselleştirilmiş mesajlar, deneyimsel bağbozumu etkinlikleri gibi çok boyutlu bir strateji gerektirir. Türkiye’de bu konuda henüz atılmış yeterli adım yoktur.

Müşteriyle sürdürülebilir bir ilişki kurmak, ürün satmaktan daha değerlidir.

VI. Vergi Politikaları ve Kayıt Dışı Tehlikesi

Yüksek vergi oranları, Türkiye’de şarap sektörünü hem iç pazarda zorluyor, hem de kayıt dışı satışları teşvik ediyor. Bu durum, küçük üreticinin sisteme olan güvenini sarsıyor. Oysa mantıklı ve kademeli bir vergi indirimi, hem iç satışları artırır, hem de ihracatın önünü açar.

VII. Bilgiyle Büyüyen Bağlar: Üretici-Çiftçi İlişkisi

Kaliteli üzüm, sadece doğa ile değil, bilgi ile de yetişir. Üretici ile bağ sahibi arasında ortak bir kalite vizyonu oluşturulmadıkça, yalnızca toprağın değil emeğin de ziyanı olur. Tarım fakülteleri, enstitüler ve üniversiteler; bu sürecin aktif paydaşı olmalıdır.

• Toprak analizleri

• Uygun çeşit eşleşmeleri

• Budama ve hasat teknikleri eğitimi Türkiye’nin şarap kalitesini belirleyecek ana faktörlerdir.

VIII. Mantar Meşesinden Akademiye: Yan Sanayiler ve Bilimsel Dayanak

Türkiye’nin doğal koşulları, mantar meşe ağaçlarının da yetişmesi için uygundur. Mantar tıpa üretimi gibi yan sanayiler, sektörel bütünlüğü sağlayacak altyapılardır. Bu konuda üniversitelerle kurulacak iş birlikleri, sadece ekonomik değil stratejik bir değer de  taşır.

Ayrıca:

• Modern şarap üretim teknikleri

• Organik sertifikasyon süreçleri

• Asma hastalıkları ve biyolojik çözümler gibi konularda akademik çalışmalar yapılması şarttır.

IX. Geleceğe Dönük Araştırmalar: Bilgiye Dayalı Pazarlama

Türkiye’de şarap üzerine tüketici davranışlarını ölçen yeterince araştırma yoktur. Oysa bu veriler, ürün geliştirmede, marka inşasında ve pazarlama dili oluşturmada hayati önem taşır. Sadakat, deneyim ve hafıza temelli tüketici analizleri yapılmalıdır.

Ayrıca;

• Şarap etiketlerinin algısı

• Ambalaj estetiğinin satın alma üzerindeki etkisi

• Tüketici segmentlerine göre şarap stratejilerinin yeniden yazılması gibi mikro konular makro stratejiler için veri sağlar.

X. Sonuç Yerine: Şarap Bir Lisandır, Bu Lisanı konuşmak Gerekir

Türkiye’nin şarap potansiyeli, coğrafi bir gerçeklikten öte, kültürel bir olanaktır. Bu potansiyel; stratejiyle, bilgiyle, iletişimle, kolektif bir hikâye anlayışıyla hayata geçebilir. Anadolu şarabı, yalnızca bir damak tadı değil, bir ülkenin kendini anlatma biçimi olabilir.

O hâlde soralım: Türkiye, şarabını anlatmak için hangi dili seçecek?

Camus’de Hayatın tek anlamı; Saçmalık-Absürd

Saçmanın Gölgesinde: Albert Camus’nün İsyanı ve Yaşamın Anlamı Üzerine

Mehmet Ömür

“Gerçekten ciddi tek felsefi sorun vardır: intihar.”
Albert Camus, Sisifos Miti(Söyleni)


Camus ve Sartre: Aynı Dönemin farklı Sesleri

  1. yüzyıl felsefesinin iki güçlü figürü Albert Camus ve Jean-Paul Sartre, sık sık aynı cümlede anılsa da, aslında iki ayrı yolun yolcusudur. Sartre insanın özgürlüğüne ve seçimlerine yüklediği sorumlulukla varoluşçuluğun teorik zeminini kurarken, Camus daha farklı bir soru sorar: Eğer evren susuyorsa, anlam arayışımızın cevabı kimdedir?

Camus’nün cevabı nettir: Anlam yoktur.


Saçma: İnsanla Evrenin Sessiz Çatışması

Camus’ye göre “saçma”, insanın anlam ve düzen arayışıyla, evrenin kayıtsız ve anlamsız doğası arasındaki uzlaşmazlıktan doğar. Bu varoluşsal çatışma, Camus’nün kaleminde yalnızca teorik bir fikir değil; bir edebiyat dünyasıdır. Sisifos Söyleni, Yabancı ve Caligula gibi eserlerinde bu düşünceyi farklı biçimlerde işler.

 Saçma-Absürd nedir?
Saçma, anlam arayan bilinçle, kayıtsız doğa arasındaki boşluktur.
Camus’ye göre bu boşluk, “tek gerçek felsefi soruyu” doğurur:
“Bu dünya yaşanmaya değer mi?”


Bilincin Laneti: İnsan Olmanın Ağırlığı

Camus’nün felsefesi, bilinci hem bir nimet hem de bir lanet olarak görür. İnsan, kendi ölümünün farkında olan tek canlıdır. Hayvanlar yaşar ve ölür; insan ise ölümün gölgesinde yaşar. İşte tam da bu farkındalık, bizi saçmayla karşı karşıya bırakır.

Bu farkındalık, aynı zamanda bir davettir: Hayatı olduğu gibi görmek ve yine de yaşamaya devam etmek. Ne Tanrı’ya sığınmak, ne sonsuzluk umuduna… Sadece şimdi ve burada var olmak.


Meursault: Saçma İnsan

Camus’nün Yabancı romanında Meursault karakteri, toplumsal normlara karşı ilgisizliği, duygusal mesafesi ve ölüm karşısındaki sakinliğiyle “saçma insan”ın simgesidir.

Meursault, hayatın anlamı yoksa bile dürüstçe, sahte umutlara kapılmadan yaşanabileceğini gösterir. Bu tutum, Camus’nün felsefesinin içinde tam da merkezinde yatan “isyan”ı somutlaştırır.


Sisifos’un Dönüşümü: Kayayı Sevmek

Camus’nün düşüncesinde, mitolojik kahraman Sisifos yalnızca lanetli bir figür değildir. Aksine, kaderini kabul etmiş bir sanatçıdır. Kayayı her gün yeniden yukarı taşırken, o artık tanrıların kölesi değil, eyleminin sahibi olmuştur.

“Sisifos’u mutlu düşünmek gerekir.”
Camus

Camus’ye göre Sisifos, anlamsızlığın ortasında bilinçli bir seçimle kendi kaderini kucaklayan insandır. Bu kabullenme, gerçek özgürlüktür.


İsyan: Saçmanın İçindeki Tutku

Camus’nün çözümü intihar değil, isyandır. Ama bu, öfkeyle yıkmak isteyen bir isyan değil; tam aksine, anlam arayışından vazgeçip eylemin kendisinde anlam bulan bir tür varoluşsal başkaldırıdır.

İsyan etmek, yaşama tutunmak demektir — hem de anlamdan yoksun olduğunu bilerek. Sanatta, aşkta, harekette… Hayatın her anında, bilinçle ve tutkuyla yer almak.


Bir Anın İçinde Anlam: Zamanı Kucaklamak

Camus’nün son mesajı, zamanla barışmaktır. Hayat, belki bir anlam taşımıyor olabilir. Ama bu, içsel bir derinlik yaratmaya engel değildir. Her an, farkındalıkla yaşandığında bir anlam kazanır. Ve belki de gerçek anlamı, dışarıda aramak yerine, yaşamayı seçerek bulabiliriz.


Camus’den İlhamla…

  • Anlamı arama, eylemde yarat.

  • Hayatı olduğu gibi kabul et.

  • Ölümü düşün, ama yaşamı onayla.

  • Sisifos gibi ol: yükünü bilerek taşı.

  • İsyan et: ama umutsuzluğa değil, bilince.***

 

***Bu son kavram biraz kafa karıştırıcı olduğundan onu aşağıda ayrıca açmaya çalışacağım.


 Saçmanın İçinden Geçen Neşeli Bir Yaşam

Camus’nün felsefesi, karanlık ve soğuk bir anlamsızlıkla değil; bilinçli bir neşeyle son bulur. Onun mesajı, hayata sımsıkı sarılmaktır — anlamın yokluğuna rağmen değil, tam da bu yokluk yüzünden. Camus yaşamı anlamsız ve saçma bulur ama intihardan yana değildir. Tam tersine….

Çünkü insan, saçmanın karşısında boyun eğmek yerine, onu kabullenip içinden geçerek özgürleşebilir. Şimdi gelelim yukarıdaki ¨İsyan et: ama umutsuzluğa değil, bilince¨ sözünün çözümlemesine

İsyan et: ama umutsuzluğa değil, bilince.
Bu cümle, Albert Camus’nün felsefi yaklaşımını neredeyse tek bir solukta özetler. Camus, özellikle “Sisifos Söyleni” ve “İsyan Eden İnsan” eserlerinde, insanın evrende karşılaştığı anlamsızlık duygusunu, yani absürdü, düşünsel ve ahlaki bir zeminde işler. Ona göre insan, evrenin sessizliğiyle yüzleştiğinde ya umutsuzluğa kapılır ve intihara yönelir ya da tüm anlamsızlığına rağmen hayatı kabullenir ve bir tür bilinçli isyanla yaşamaya devam eder. Bu ikinci yol, Camus’nün felsefesinin temelidir: hayatla çatışmayı reddetmeden, onunla dans etmeyi öğrenmek.

“İsyan et: ama umutsuzluğa değil, bilince” demek, Camus’nün şu çağrısını yansıtır: İnsan, evrenin anlamdan yoksun yapısını fark etmeli, ama bu farkındalık onu yok oluşa değil, yaşamı tüm çıplaklığıyla kucaklamaya götürmelidir. Umutsuzluk, Camus’ye göre, bir sonlanmadır. Bilinç ise bir başlangıç. Umutsuzluk, insanın absürtlük karşısında pes etmesi, teslim olmasıdır. Oysa bilinç, insanın bu anlamsızlıkla yüzleşmesi ama aynı zamanda ondan kaçmamasıdır. Bilinçli isyan, insanın hem özgürlüğünü hem de onurunu koruduğu bir yaşam biçimidir.

Camus’nün isyanı yıkıcı değildir; aksine yaratıcıdır. İsyan eden insan, yalnızca adaletsizliğe karşı değil, aynı zamanda anlamsızlığa karşı da başkaldırır. Ancak bu başkaldırı, bir yok sayış değildir. Bilakis, anlamı kendimiz yaratma cesaretini gösterdiğimizde, yaşamın saçmalığını bile anlamlı kılabiliriz. Camus’nün “Sisifos’u mutlu tasavvur etmeliyiz” sözü tam da bu noktada anlam kazanır. Sisifos, her seferinde tepeye yuvarladığı kayanın geri düşeceğini bilmesine rağmen görevini sürdürür. Çünkü onun zaferi, kayanın zirveye ulaşmasında değil, bu sonsuz döngüyü bilerek ve isteyerek devam ettirmesindedir. Bu, bilinçli bir isyandır.

O hâlde isyan etmek, Camus’ye göre bir başkaldırmadan çok bir aydınlanmadır. Ne nihilist bir yıkımı savunur ne de sahte umutlarla avutulmayı. Camus’nün önerdiği şey, absürdün farkında olarak, dünyayı değiştirmeye değil ama kendimizi değiştirmeye yönelen bir bilinçtir. Bu nedenle, “İsyan et: ama umutsuzluğa değil, bilince” sözü, Camus’nün felsefesinin özüdür. Bu bir çığlık değil; karanlığa karşı yakılmış dingin bir ışık, içsel bir aydınlanma çağrısıdır.

Bitirmeden önce: Albert camus kimdir.

Albert Camus 1913 doğumlu Fransız yazar ve filozoftur.

Varoluşçuluk iile ilgilenmiştir ve absürdizm yanı saçma akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir “varoluşçu” ya da “absürdist” olarak tanımlamaz. 1957’de Nobel ödülünü kazanmıştır. Rudyard Kipling’den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında 47 yaşında ölmüştür.

Aşk mahkemeleri

Orta Çağ’daki “aşk mahkemeleri” ya da özgün adıyla “cours d’amour”, özellikle 12. yüzyılın sonları ve 13. yüzyılın başlarında Fransa’nın güneyinde, Provence bölgesinde ortaya çıkan sosyal ve kültürel bir olguydu. Biraz daha detaylı anlatayım:


Aşk Mahkemeleri (Cours d’Amour) Nedir?

  • Kökeni: Bu mahkemeler genellikle aristokrat çevrelerde, özellikle soylu kadınların başkanlığında toplanırdı. Genellikle edebiyatla iç içeydi; şairler, trubadurlar (gezgin ozanlar) ve soylular arasında geçen bir tür sosyal oyun gibiydi.

  • Amaç: Gerçek anlamda hukuki bir mahkemeden ziyade, aşkın ve flörtün kurallarını tartışmak, aşkın ahlaki sınırlarını belirlemek ve bazı durumlarda aşkla ilgili “davaları” karara bağlamak amacıyla düzenlenirdi. Yani “bir kişi sadakatsiz miydi?”, “bir bakış bir ihanete girer mi?”, “bir sevgili ne kadar bekletilebilir?” gibi sorular masaya yatırılırdı.

  • Başkanlık: Bu mahkemelere genellikle soylu ve entelektüel kadınlar başkanlık ederdi. Kadınların burada aktif bir rol oynaması dikkat çekicidir. Çünkü orta çağda yani 700-800 yıl önce  kadınların söz sahibi olup aşkın toplumsal kurallarını belirleme gücüne sahip olması ilginçtir.


Ne Tartışılırdı?

  • Aşkın Doğası: Gerçek aşk ne demektir? Aşk ve Cinsel arzudan farklı mıdır? Aşk ahlaki mi olmalı? gibi sorular tartışma konuları arasına girerdi.

  • Ahlaki Davalar: Bir kişi sevgilisine karşı kaba mı davrandı? Sadık mıydı? Sevgisini yeterince gösterdi mi?

  • Yargı Süreci: Şiirler, anlatılar ve şarkılar üzerinden argümanlar sunulur; kararlar ise yine edebi bir dille, ama ciddi tonlarda verilirdi.


Örnek Bir Tartışma Konusu

“Bir adam, evli bir kadına aşık olmuşsa ve bu aşk karşılıklıysa ama fiziksel yakınlık yaşanmamışsa, bu sadakatsizlik sayılır mı?”

Bunun gibi sorular, günümüzde bile bazı ilişkiler üzerine düşünmemizi sebep oluyorsa o günkü durumu oldukça anlamlıdır diye düşünüyorum.


Gerçek mi, Kurmaca mı?

Bazı tarihçiler bu mahkemelerin tamamen kurmaca ya da edebi bir oyun olduğunu iddia ederken, bazıları bunların sosyal hayatta gerçekten var olduğunu, ancak resmi kurumlar gibi işlemediğini savunur. Yani bir anlamda, aşkın “tiyatro sahnesi” denebilir.


Aşk mahkemeleri, dönemin romantik aşk anlayışını şekillendiren önemli bir kültürel fenomendir. Bugünkü “ilişki danışmanlığı” ya da “ilişki kuralları” gibi kavramların edebi, aristokratik ve toplumsal bir versiyonuydu diyebiliriz.

Solyu aşık uzaktan sevdiği evli kadın için şu sözleri sarf eder;

“Sustuğum her kelime, sana dokunduğum bir an gibiydi,
Ve bakışlarımda taşıdım sana ait olmayan bir kalbi.
Ama senin onuruna, ellerime zincir vurdum;
Sadece ruhuma izin verdim sevmeye.”


Karar:

Kontes ve diğer soylu kadınlar kısa bir istişarenin ardından  şu kararı  verirler:

“Sözü geçen aşığın sevgisi, dürüstlüğün ve ölçülülüğün ifadesidir.
Ancak aşık olduğu kadının kalbi, kocasına bağlı kalmalıdır.
Kalpte yaşanan aşkın ahlaki sınırları vardır.
Bu aşk, sadece şiirle var olmalı; gerçeğe dönüşmemelidir.”


Sonuç:

Aşık aşkını yazdığı şiirlerle sürdürür. Aşık olunan  ise, sadık kalmayı seçer ama her  mektubu saklar, kimseye göstermez. Aşkları sessizce, uzak mesafelerden, onurlu bir şekilde devam eder. Ve bu mahkeme, aşkın yalnızca bedende değil, ruhta da yaşanabileceğini tarihe düşer

.

Aşk insanı değiştirir mi?

Aşk, Bağlılık ve Anlam: Neden Aşık Oluruz ve Bu Bizi Nasıl Değiştirir?

Beynimiz neden aşkı bu kadar yoğun yaşar? Bağlılık nasıl oluşur? Peki, güven kaybolunca onarılabilir mi?


 Aşk Neden Bu Kadar Karmaşık?

Aşk… Kelimelere sığmayan, bazen büyüleyen, bazen can yakan bir duygu. Kimimiz için tutkulu bir heyecan, kimimiz içinse hayat boyu süren bir bağ. Ancak aşk yalnızca duygularla açıklanamayacak kadar derin bir olgu. Nörobilim, psikoloji ve kültür bir araya geldiğinde, aşkın düşündüğümüzden çok daha fazlası olduğunu görüyoruz.

Nöropsikiyatrlar bu konuyu hem bilimsel hem insani açıdan ele alırlar. Aşkın doğası, çocuklukta başlayan bağlanma biçimleri ve ilişkilerin evrimi ile gelişir.


Aşkın Beyindeki İzleri

Aşık olduğumuzda beynimizin ödül merkezleri aktive olur. Kendimizi mutlu, enerjik ve hatta neredeyse  “ölümsüz” hissederiz. Soğuk, açlık, uykusuzluk gibi fiziksel rahatsızlıkları bile önemsemeyiz. Çünkü beynimiz, bu durumu bir ödül hali olarak algılar.

Ancak bu tutkulu hal sürdürülebilir değildir. Zamanla aşk, bağlılığa dönüşür. Bu dönüşüm; şefkat, güven ve birlikte yaşam  anlamına gelir. Asıl kalıcı olan da budur: bağ.


Çocuklukta Yazılan Bağlanma Senaryoları

Bir insanın bağ kurma biçimi daha anne karnında başlar. Anne adayının duygusal durumu, stres düzeyi ve çevresi; bebeğin beyin gelişimini doğrudan etkiler. İlk 1000 gün, bireyin hayat boyu kuracağı ilişkilerin temelini oluşturur.

Ancak bu bir kader değildir. Güvensiz ya da düzensiz bağlanma biçimleri, sağlıklı ilişkilerle ve doğru destekle zamanla iyileştirilebilir. Özellikle sevgi dolu bir ilişki, bireyin yeniden güvenmeyi öğrenmesini sağlayabilir.


Kültür, Eğitim ve Empati

Aşk yalnızca bireysel bir duygu değildir; aynı zamanda kültürel bir üründür. Toplumların aşkı nasıl tanımladığı, flört ritüelleri, evlilik kurumuna yüklenen anlamlar… Hepsi aşk deneyimimizi şekillendirir.

Bu bağlamda “aşk dersleri” fikri önem kazanır. Empati kurmayı, dinlemeyi, nazikçe iletişim kurmayı öğreten dersler önemlidir çocuklukta… Özellikle tiyatro, edebiyat gibi sanatlar; çocukların başkalarının duygularını anlayabilmesini, yani empatiyi, geliştirebilir.


Aşk Her Zaman Cinsellikle İlişkili midir?

Aşkın illa fiziksel olması gerekmez. Kimi insanlar Tanrı’ya, bir fikre, bir ideale “aşkla” bağlanabilir. Aşk bazen yalnızca anlam üretme sürecidir. Bazen bir bakışta başlar, bazen yıllar içinde büyür.

İlginç bir şekilde, günümüzde gençler daha özgür olmalarına rağmen daha az cinsel ilişki yaşıyor. Bunun nedenleri arasında kültürel baskılar kadar, özgüven eksikliği ve ilişki kurma biçimlerinin günümüzde eskiye göre çok farklı olmasında yatıyor.


Hayata Anlam Katmak: Aynı Eylem, Farklı Algı


Üç adam aynı işi yapar—taş kırar. Biri bunu ceza olarak görür, diğeri geçim kaynağı, üçüncüsü ise bir katedral inşa ettiğini söyler. Aynı fiziksel eylem, anlamla birleştiğinde tamamen farklı duygular üretir.

Tıpkı aşkta olduğu gibi…


Yaşanmaya Değer Bir Bağ

Aşk, sadece bir heyecan değildir. Aşk, zamanla bir bağlılığa dönüşür ve bu bağlılık; bir bireyin hayatta kalmasını, gelişmesini ve anlam bulmasını sağlar.  “Aşk, sadece hissettiklerimiz değil; aynı zamanda kim olduğumuzu belirleyen bir aynadır.”

Rene Magritte Aşıklar

Güvenli bir ilişki, sadece mutlu anlar yaşatmaz bize; aynı zamanda travmaları iyileştirir, kimlik yeniden yaratır, insanı insan yapar. Aşk insanı değiştirir mi? Evet Tabii ki!