Bir fotoğraf kitabı nasıl yapılır?

Kapadokya adlı kitabımın yapım süreci ve  hikayesini anlatmam istendi.

Kapadokyanın gizemine çok önceleri 17 yaşımda kapılmıştım. Kitap fikri ise çok sonradan bir kıvılcımla geldi. Oysa bu kitaptan önce sıradan Ripple Marks adlı İzlanda abstre fotoğraflarından oluşan Amerikan Blurb yayınevinde basılan  amatör fotoğraf kitabım ve Gültekin çizgenin rehberlik ettiği Doğa adlı  yine başka amatör bir fotoğraf kitabı yapmıştım. Ama Kapadokya kitabı farklı bir şekilde gelişti. Kitabın basımından tam 2 yıl önce  bir mucize gerçekleşti. Kamboçyanın Angkor tapınakları arasında gezinirken beni çok etkileyen bir fotoğraf kitabıyla karşılaştım. 

John McDermott İngilteredeki rahat hayatını bırakıp hayallerinin peşinden Kamboçyaya gidip   ve orada 14 yıl yaşadıktan sonra  2009 da Elegy (Ağıt) “Angkor’un yansımaları” adlı  kitabı yapmış ve yayınlamış. Ben de o sıralar 10 senedir Kapadokya fotoğrafları çekiyordum. Uzun soluklu bir işti. Çekip bir kenarda biriktiriyordum. Film, slide veya dijital. Sanki günün birinde bir işe yarabilecek bir şeyler olur diye tüm lenslerimi kullanıyor ağırlıklı olarak manzara fotoğrafına uygun geniş açılı lenslerimi ve alan derinliği yüksek f değerlerini yeğliyordum. Her türlü ortamı kullanmıştım. Merih Akoğuldan fotoğraf dersleri almıştım. Sıra  bu birikenleri ne yapılabilir diye düşünmeye sıra  gelmişti. Siem Reap bölgesinde Angkor tapınaklarını ziyaret ederken oradaki  küçücük hediyelik eşya satan butikte bu kitapla karşılaştığım. İşte o anda Kapadokya kitabı ile ilgili kıvılcım çaktı. İlham Kamboçyada geldi diyebiliriz. Böylesine büyük bir iş yapmalıyım dedim kendi kendime. Kapadokyanın gizemini dünyaya taşımalıydım. Nitekim dünyaya taşıdım ama John McDermott un yaptığını yapamadım. Tüm uğraşılarıma rağmen kitabı ve sergisini ne Kapadokyaya ne de Ülkeme taşıyamadım. Birisi Fransız Profesyonel fotoğrafçılar derneğinin galerisinde olmak üzere Pariste 2 sergi yaptım ama kitap ne Türkiyede ne de Kapadokyada ilgi gördü. İlk kez  12 yıl sonra ülkemde kitap dağıtılıp tükendikten sonra gündeme geldi. TRT2 kitapla ilgili bir röportaj gerçekleştirdi. TRT nin bu kültür kanalına teşekkür ederim.

Kitap için bahsettiğim kıvılcım çakınca çalışmaya başladım. Bir kitabın oluşmasında olmazsa olmaz 4 faktörü bir araya getirmeye karar verdim. Daha önce de doktorlukla ilgili mesleki kitapların   fotoğraf, yeme-içme, popüler bilim kitapları ve şiir kitabı yazmıştım. Bu seferki daha “kitap kitap” olmalı hatta gerçek bir sanat kitabı olmalıydı. Nitekim oldu da. 

Bana göre başarılı bir fotoğraf kitabı için olmazsa olmaz dört faktörü şu şunlar. Küratör, Matbaa, Kitap designer’ı ve sanat eleştirmeninin girşi yazısı. Küratör ünlü fotoğrafçı Fethi İzan kitabın küratörlüğünü yaptı, Kıymetli Designer  Mehmet Ali Türkmen kitabın tasarımını yaparken kitap için özel logo üretti. En önemli basamak kitabın basımı Türkiye’nin hatta dünyanın önde gelen ve fotoğraf kitabı basımında ustalaşmış matbaası değerli Alparslan Baloğlu’nun yönetimindeki A4 Offset’in nazik dokunuşuyla gerçekleşti. Nihayet kitaba ruh katan, aramızdan 2022 de ayrılan Fotoğraf sanatçısı, eğitmen, yazar, fotoğraf kuramcısı Orhan Alptürk de kitabın giriş yazısını yazdı. Böylece kitap 2012 yılında doğdu. Türkçe ön yazılı idi. Arles fotoğraf festivaline gitti beğeni kazandı. Değişik ülkelerden sahip olmak isteyenler oldu. Onlara gönderildi. Ancak uluslararası platformda hem Kapadokyayı hem de ülkemi tanıtmayı arzu ettiğimden kitabım bir de İngilizce basılmasını arzu ettim. 2 yıl sonra kitap bu kez İngilizce olarak dağıtıma girdi. Her baskı 1000 er tane basıldı ve baskısı tükendi. Nadir kitap web sitesinde de artık kolay kolay bulunmuyor. Üçüncü baskısı için burada görücüye çıkıyor diyebilirim. Belki ülkemiz turizmine küçük bir katkı sağlayabilir. Bütün arzum bu yöndedir.

Kitabın teknik özelliklerine gelirsek

 

Kitabın içindeki Fotoğraflar 15 yıl boyunca çekildi. Dönemlerin tüm teknikleri kullanıldı. Filmli fotoğraf, slide, çeşitli rezolüsyonlarda dijital ortamdan yararlanıldı ve hem renkli hem de siyah beyaz teknikler kullanıldı. Negatif film pelikülü üzerine kaydedilmiş siyah beyaz ve renkli analog fotoğraf kareleri taranarak dijitalize edildi ve büyük olasılıkla Türkiye’de bir ilk olarak triton baskı tekniği ile terre de sienne brule (Yanık Siena Toprağı) renginin üst koyu ve alt açık katmanlarından seçilen renkler ile basıldı. Kitabın kağıtları İtalyadan ithal edildi. Böylece tüm fotoğraflar ortak bir fotoğraf diline sahip oldular.  Kapak ve cilde çok özenildi kitap için özel tasarlanmış logolar kapakta bakır varak yaldız ile özel olarak basıldı.

Gelelim sizin de   üzerinde hassasiyet ile durduğunuz görsel bir hikayenin oluşum sürecine.

Bildiğiniz gibi Kapadokya eşsiz, mistik dünyada benzeri bulunmayan çok derin tarihi miraslara sahip bir bölge. Kendi gelenekleri olan ilk hristiyanların hristiyanlık dini ve bu dinin okullarını kurdukları olağanüstü bir bölge. Jeolojik ve coğrafi yapısı çok özel. Tüf denilen toprağının parmaklarla bile kazılıp yerleşke veya saklanmak için  yer altı şehirlerinin yapılmasına uygun ideal bir ortam olması bölgeyi daha da özel hale getiriyor. Benim elimde birikmiş 24.000 fotoğrafdan nasıl bir hikaye oluşacaktı. İnsanlar var, insanların yaşamından kesitler var, köyler var, kiliseler var. Muhteşem manzaralar var, balonlar var. Turistler var, yeme içme mekanları var. İnsan ve doğaya dair ne isterseniz var. Tüm bunların arasında bir tercih yapıp bir hikaye anlatmamız gerekiyordu. Her tercih bir vazgeçiştir. Biz de yukarıya baktık. Erciyes dağının yüceliklerine baktık ve aşağı doğru yavaş yavaş inerek önce doğaya göz diktik. Diğerleri her yerde vardı ama bu doğal güzellikler başka yerde yoktu. Doğal güzelliklere odaklanarak tercihimizi ve hikayemizi bu bakış açısıyla yazmaya karar verdik. 24.000 fotoğraftan doğayı en güzel anlatan beğendiğimiz 119 fotoğrafı kitaba aldık. Bir top tutan çocuk, bir at arabalı köylü ve bir balon fotoğrafı ile bölgenin ölü bir bölge olmadığına da gönderme yaptık.

Proje sırasında hiç bir sorun yaşamadık. Fethi İzan, Mehmet Ali Türkmen ve Alparslan Baloğlun’dan oluşan ekip mükemmel bir işbirliği anlayış ve kardeşlik ortamında mükemmel bir iş çıkarttılar.

Bir proje biter mi sorunuzun cevabı kısaca evet! Bitmese de bitirilmeli. Bence bitmeyen bir proje proje değildir. İllaki bitirilmelidir ve yeni projeye başlanmalıdır. Yaşam arkası arkasına gelen projeler bütünüdür.

Bu projeyi yeniden yapsaydım fazla bir şey değiştireceğimi sanmıyorum. Bana göre yeterine başarılı proje. Diliyorum bunu takip edenler de en az bu kadar başarılı olurlar.

Borderland mi? Bodyland mi?


Irmak Dönmez’in sergi davetiyesi elime geçtiğinde çok mutlu oldum. Paris’e yerleştiğimde başlangıçta   Türk sanatçıların ve Türk kadın sanatçıların Paris sanat arenasında bir türlü hak ettikleri yeri bulamadıklarından şikayet eder dururdum. Sonraları vites küçülttüm acaba hak etmediklerinden mi bulamıyorlar yoksa başka sorunlar mı var diye düşünmeye başladım. Bu yıl Paris Photo’da bir tek Türk kadın fotoğrafçı vardı. Genç umut vadeden fotoğrafçıların açtığı önemli sergi Circulation(s) da 24 fotoğrafçıdan bir tanesi bile Türk değil. Arles fotoğraf Karşılaşmalarında da durum farklı değil. Sonuçta üzücü bir durum. Arada sırada tek tük Türk sanatçıları Paris Photo’da, Art Paris, Paris Bazel ve diğer uluslararası fuarlarda görünce mutlu oluyor onlarla veya onları temsil eden galeri sahipleriyle tanışmaya çalışıyorum. Elimden geldiğince de onları bloğumda yazıyorum. Irmak Dönmezi aslında çok önceleri tanımıştım. Üniversitede sanat eğitim alıyordu. Daha sonra İzlanda gezimizde rastlaşmış orada rezidans aldığını öğrenmiş mutlu olmuştuk. Nihayet Paris geçici Grand Palais deki Art Paris’de sergisini görüp eserlerinin çok güzel sattığını görünce göğsüm kabarmıştı. O konuda yazdığım yazı da bu bağlantıda; https://mehmetomur.net/blog/2023/03/29/art-paris-2023-f…iki-turk-sanatci/İşte nihayet yeni bir Alev Ebnuzziya bir  Nil Yalter filiz veriyor diye düşünmüştüm. Bu düşüncemiş boş olmadığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor. İşte Irmak Dönmezin son sergisi; karma sergisi ama karma sergi diyerek hafife almamak gerek. İtalyan küratör Teresa Ranchino vücut konusunda değişik ülkelerden aynı temayı farklı tekniklerle çalışan 6 sanatçıyı bir araya getirerek bu sergiye anlam katmış. Eserler birbirleriye diyalog halinde. Irmak Dönmez, eminim sadece Fransada değil başka ülkelerde de tek başına sergiler açacak. Çünkü cesareti ve sanatı bunun ip uçlarını veriyor.    28 Kasım – 5 Aralık 2024 tarihleri arasında Paris’in yaratıcı nabzını tutan Confort Mental’de sanatseverlerle buluşacak olan BORDERLAND (Sınır Bölgeleri) sergisinde Irmak’ın dışında 5 sanatçı daha var. Ortaklaşa küçük bir fanzin çıkartıp dertlerini şöyle anlatmışlar;

Bedenimiz, bize göre dünyanın tam merkezinde duruyor. Takıntıların merkez üssü, sürekli bir merak ve gözlem odağı. Bir an bile kaçamayacağımız bir gerçeklik: Benim mutlak mekânım, saklanma köşelerimi bile paylaşmaya mecbur olduğum bir yoldaş. Bana ait olduğu kadar benim de ona ait olduğum, seçilmemiş bir gerçeklik. Maddesel, katı, tekil bir alan, varoluşun kaçınılmaz kabuğu—beni sınırlandıran, taşıyan ve algılanabilir bir gerçeklikte sabitleyen bir zarf.

Bu beden, varoluşumun şekil aldığı, kendini ifade ettiği ve kaçınılmaz olarak tanımladığı opak bir ayna. Peki, ya ondan kurtulabilseydim? Ya onun şeklini, biçimlerini, niteliklerini seçme özgürlüğüm olsaydı? Ya onu dönüştürüp, durağanlığını ve normlarını aşabilseydim? Utopia kıyılarına doğru kanatlanmayı, kendi dokumda küçük bir yırtık açmayı, o yırtığı genişletmeyi ve şeffaf, parlak, hızlı bir bedene sahip olmayı isteseydim? Ya da hayvani bir beden, uçan bir beden, canavarımsı, tanımlanamaz bir beden? Bedensiz bir beden?

Bu, belkide bir yumurta kabuğunu kırmak gibi olurdu. Yeni bir varoluş alanında, etim bin parçaya ayrılır, kaslarım saf enerjiye dönüşür ve sinirlerim ışık ipliklerine dönüşürdü. Burada 2024 yapımı Cevher, Substance filmi akla geliyor.

Fanzinde sanki ‘Bir Aşk Mektubu’ yazmışlar

“Her yönden bu beden, beni içinde barındıran ve benim içinde barındırdığım, bir kayıp gidiyor ve bir bana geri dönüyor, sanki bilincimin yılanbalığı, ‘ben’e bağlı bir yılanbalığı gibi.”

— Rossana Rossanda

Teresa şöyle konuşuyor;  ‘Hayatımızdaki tüm ilk deneyimler gibi, özellikle de aşkla ilgili olanlar gibi, ilk sergimizi hazırlarken küratör olarak çalışmak bir bilinmeze atlayış hissi uyandırdı. Bizi karşılayan o bilinmeyen, pırıltılı bir tramplen gibiydi; nereye ineceğimizi bilmiyorduk: berrak bir havuza mı, yoksa alçalan dalgayla açığa çıkan bir kaya parçasına  mı? Kusursuz bir senkronize dalış nasıl yapılır, onu da bilmiyorduk. İlk stüdyo ziyaretlerimiz, başka dünyalara açılan portallar, mahremiyetin fragmanlarına bakan pencereler gibi oldu. Bu alanlarda her kaos unsuru bir ruha, bir yaşam gücüne sahipti: eşyalar dans ediyor, duvarlar Lascaux mağaralarının kıvrımlarına dönüşüyor, ince bir toz sisi zemini örtüyordu. Her şey sürekli bir oluş hâlindeydi; hiçbir şey tanımlanmış değildi ve zaman bile alışıldık kurallarından sıyrılıyordu. Her sanatçının bizi karşılamadaki neredeyse anaç özeni bizi çok etkiledi. O alanları dolduran bu çok canlı enerjiyi taşımaya karar verdik, sergi sırasında umuyoruz bu enerji hissedilir.’

‘BORDERLAND bir deneydir—sadece nasıl tasarlandığı ve “tamamlandığı” açısından değil, içeriği bakımından da. Temamız olarak bedeni seçtik, çünkü beden, varoluşla ilk ve son temas noktamızdır: dünyada olmanın ilk deneyimi ve ondan vazgeçtiğimiz son şeydir. Bu yolculuk boyunca beden aynı zamanda en tartışmalı ve bir bakıma en gizemli parçamızdır. Ve işte burada, hep burada—“ben”e bağlı bir yılanbalığı gibidir. Beden algısı üzerine ciltler dolusu yazılmıştır ve biz de aylar boyunca bu yazılar arasında gezinme fırsatı bulduk, bazen tamamen kaybolduk. Bizi yönlendiren ışık, bir soru sorma ihtiyacı oldu—kendimize, sanatçılara ve sergiyle etkileşime geçen herkese sorduk. Eğer beden bu kadar çok şekilde temsil edilebiliyor ve yorumlanabiliyorsa, yalnızca bildiğimiz tek bir beden olmadığını kabul etmiş olmuyor muyuz?’

Teresa devam ediyor;

‘Bu sergi, bedenin çoklu anlamlarını keşfetmeye, onun somut ve soyut imgeleri arasında bir yolculuk yapmaya davet ediyor. Bedenin “ben”le olan bu bağı, belki de bizi insan kılan en derin bağdır—ve bu bağın izlerini takip etmek, bilincimizin kıvrımları arasında dans eden bir yılanbalığının peşine düşmek gibidir.

Bedeni Bir Geçiş Alanı Olarak Hayal Ettik

Bedeni, kategorilerin ve normların çözülüp her bakış açısının meşruiyet kazandığı, yeni olasılıkların filizlenip büyüyebileceği verimli bir alan olarak hayal ettik. Bu sınır mekânı, bilinen ile bilinmeyen arasındaki gerilimi temsil ediyor; geleneksel yapıların yıkıldığı, kesinliklerin sarsıldığı ve bedenin sabit sınırlarından kurtularak yeni, bazen sert ve grotesk formlar aldığı bir ara dünya. Amacımız, bedenin ve dolayısıyla kimliğin tek, sabit bir anlamla tanımlanmasını sorgulamak. Her bir sanatçı, bedenin dönüşümüne dair kendi vizyonunu kimi zaman estetik, metafizik, derinlemesine kişisel ya da kaçınılmaz şekilde politik yorumlarla hayata geçirdi.’

Seçilen sanatçıları arama süreci uzun ve özenli bir yolculuktu. Kozmik bir şekilde, çoğu zaman sanki onlar bizi buluyormuş gibi hissettik; adeta aramızda bir tür manyetik çekim vardı. Her sanatçıyı birleştiren unsur, kullandıkları malzemelerdeki cesaretti: balmumu, deri, seramik, kumaş, duvarlara çizilen grafit, sprey boya, jelatin ve hatta yiyecek gibi biçimlendirilebilir ve deneysel materyaller. Bu materyaller, tarihsel olarak sanat dünyasında baskın olan tuvalin katılığına meydan okuyor. Bu çalışmalar, aksine, kırılganlık, dönüşüm ve çürüme üzerine inşa ediliyor; değişmeyen bir sanatsal forma dair fikri sorguluyor.

Eserler, izleyiciyi dönüşümün inceliklerini fark etmeye zorluyor: ışığın gizli yönleri açığa çıkarışı, zamanın saklı patikasını bir meşale gibi aydınlatıyor.
Sergi, bedenin yalnızca fiziksel bir kabuk değil, aynı zamanda dönüşümün, yeniden yaratmanın ve direnişin de mekânı olduğuna vurgu yapıyor.

Mikhail Bakhtin’in grotesk kavramını ilham kaynağı olarak alan bu sergi, kimliğin sabitliğine meydan okuyan, bedenin dekonstrüksiyonu ve yeniden yapılanması üzerinden anlam arayışına çıkan eserlerle dolu. Bedenin hem sınırlayan hem de dönüştüren yapısına dair bu çok katmanlı anlatı, ziyaretçileri alışıldık kavramları sorgulamaya davet ediyor.

Sanatçılar ve Perspektifleri
Sergide yer alan altı sanatçı, her biri kendi özgün ifade biçimleriyle bedenin sınırlarını arayıp göstermeye çalışıyor:

Alice Bandini: Atık malzemelerle çalışan Bandini, zamansallık ve madde arasındaki ilişkiyi  sorguluyor. Entropi ve insan kibri temalarını deri ve miselyum gibi organik malzemelerle işleyen sanatçı, dönüşümün kaçınılmaz doğasına ışık tutuyor.
Lorenzo Conforti: Hayal gücüyle beslenen eserlerinde, izleyiciyi rahatsız edici fakat aynı zamanda büyüleyici bir atmosferin içine çeken Conforti, belirsiz imgelerle dolu gerçeküstü dünyalar yaratıyor. Çeşitli medyaları ustalıkla kullanan sanatçı, sınırların ötesinde birbakış açısı sunuyor.
Hugo Guérin: Heykel ve görsel sanat disiplinlerini buluşturan bu sanatçı, canavarımsı figürlerin hibrid doğasını inceliyor. Groteskin sınırlarında dolaşan eserleri, “öteki” olma algısını yeniden yorumlayarak hibrit bedenler aracılığıyla güçlü bir dönüşüm hikâyesi sunuyor.
Michel Jocaille: Kapitalist estetiğin aşırılıklarına meydan okuyan Jocaille, kitsch ve kamp estetiğini cesurca kucaklıyor. “Kötü” malzemelerle çalışan sanatçı, cinsiyet ve akışkanlık temalarını ele alırken, bizi estetik anlayışımızı yeniden gözden geçirmeye çağırıyor.
Yasmine Louali: Tüketim, ritüel ve bellek arasındaki kesişim noktalarını araştıran Louali, mutfak unsurlarını performans ve heykelle birleştiriyor. Özellikle yiyeceklerin toplumsal ve kültürel anlamlarına odaklanan sanatçı, ritüellerin duygusal ve fiziksel etkilerini sorguluyor.
Burada Irmak Dönmezi diğerlerinden ayırıp ona daha çok yer açacağım.

Irmak Dönmez: Dönmez kadınlık ve annelik kavramlarını göğüs ve cinsel organlar üzerinden ele alıyor. Beslenme ile ticarileştirme arasındaki gerilimi somutlaştırdığı eserleri, toplumsal beklentilere dair keskin bir eleştiri niteliğinde.Irmak Dönmez’in sanatsal araştırmaları,  bedeni fenomenolojik bir açıdan ele alarak toplumsal ve kültürel beklentilerin onun öz varlığını nasıl dönüştürdüğünü ve dayatılan anlamlarla nasıl bir form kazandırıldığını inceliyor. Lacan ve Heidegger’in fikirlerinden ilham alan Dönmez, bedeni biyopolitika, toplumsal cinsiyet dinamikleri ve feminist ile queer teorinin kesişim noktalarından hareketle analiz ediyor. Çalışmalarında merkezi bir motif olarak göğüs yer alıyor; beslenme kaynağı ve arzu nesnesi olarak göğüs, hem yaşamı sürdüren hem de metalaştırılan bir öge olarak, bu iki zıtlık arasındaki gerilimi yansıtır. Dönmez, göğüsü, cinsel nesneleştirme süreciyle öznel deneyiminden koparılan ve “paketlenmiş” bir ürüne dönüşen metalaştırılmış kadınlık analizi için bir odak noktası olarak ele alıyor.

Sanatsal işlerinde Dönmez, bedeni parçalanmış kurgulayarak  sembollere ayırıyor ve yeniden yapılandırıyor; bu semboller, hibritlik ve dönüşüm hissi uyandırıyor. Bedeni, organik unsurlar olarak görselleştiriyor; her bir parça, sanatçının arzu, güç ve kimlik kavramlarına duyduğu hayranlığı yansıtıyor.  Queer, kendi içinde işleyen bir ekosistemde rolünü yerine getiriyor. Dönmez, ayrıntılı ve çoğu zaman ironik kompozisyonlarıyla annelik, kutsallık ve kadın bedenini şekillendiren gizli güç dinamiklerini sorguluyor; izleyiciyi, bu hem mahrem hem de evrensel alan hakkındaki algılarıyla yüzleşmeye davet ediyor.
Irmak Dönmezin sanatından sonra biraz da kendisini tanıyalım. Irmak Dönmez, 1987 yılında İstanbul’da doğmuş, seramik sanatını toplumsal ve bireysel anlatılarla birleştirerek özgün bir yol açan bir sanatçıdır. Güzel Sanatlar Lisesi’nde başlayan sanatsal yolculuğu, Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Görsel Sanatlar Bölümü’nde burslu olarak devam etmiş; bu süreçte resim üzerine yüksek lisansını ve sanat bilimi alanında doktora çalışmalarını tamamlamıştır. Akademik çalışmaları sırasında Danimarka Kraliyet Akademisi’nde misafir öğrenci olarak bulunmuş, burada tez araştırmaları ve sanatsal üretimlerini derinleştirme fırsatı bulmuştur. “Saçlarım Düşündüklerime Çok Kırılıyor” isimli ilk kişisel sergisini Kopenhag’da açarak uluslararası sanat sahnesine giriş yapmıştır. Ayrıca Almanya’daki Kunsthalle Mannheim Müzesi’nde sergilenen ve müzenin kalıcı koleksiyonuna alınan “Oedipus’un Doğum Günü Pastası” adlı eseriyle uluslararası alandaki tanınırlığını pekiştirmiştir.
Sınırları Aşan Sesler
Sergiye, geleneksel ve deneysel ses manzaralarının etkileşimlerini keşfeden müzisyen ve ses tasarımcısı Eity’nin güzel kompozisyonları eşlik ediyor. Bu ses evreni, ziyaretçileri görsel bir deneyimden öteye taşıyarak çok duyusal bir yolculuğa çıkarıyor.

Küratörlerin Vizyonu
Küratörleri Teresa Ranchino ve Kevin Scott sergiyi ortak vizyon ürünü olarak sunuyorlar. Ranchino ve Scott, sınırların ötesine geçen bir anlatı oluşturmak için birbirinden farklı sanat pratiklerini aynı çatı altında buluşturuyor. Onların rehberliğinde BORDERLAND, yalnızca bir sergi değil, dönüşümün ve özgürlüğün izini süren bir manifestoya dönüşüyor yani  BODYLAND oluyor.

Sınırların ötesine geçen bu benzersiz sergi kısa süre açık kalacak. Dilerim yolu Paris’e düşenler fırsat yaratıp görebilirler. BORDERLAND, bir sınır bölgesinde olmanın ne anlama geldiğini hem bedensel hem de metaforik düzeyde yeniden düşünmemizi sağlıyor. Paris’te kaçırılmaması gereken bir sanat etkinliği…

Languedoc diye bilinen Occitanie’nin Jeanne d’Arc’ı mı yoksa… Marselan Kraliçesi mi?

 

Languedoc Bölgesi’nde gerçekleştirdiğimiz IPG Pays d’Oc şarap tadım gezisinin ikinci durağı, Ribaute kasabasının büyüleyici manzaraları arasında yer alan Château Cicéron oldu. Bu özel yere ulaşırken geçtiğimiz yollar, bize adeta Cézanne’ın tablolarında geziniyormuşuz hissini yaşattı. Sonbaharın tüm ihtişamıyla sergilendiği, hafif ılık bir havanın masmavi gökyüzüyle buluştuğu o harika günde, doğanın bize yaptığı bu cömertlik, geziye unutulmaz bir hava kattı.

Château Cicéron’a vardığımızda, bağın tutkulu sahibi Claude Vialade tarafından karşılandık. Misafirperverliği ve derin bilgi birikimiyle, bizlere unutulmaz bir deneyim sundu. Vialade, şaraphaneyi bizzat gezdirerek, şarap yapımının ardındaki detayları ve bağın karakteristik özelliklerini tanıttı. Bağın içinde yaptığımız keyifli yürüyüşlerde, bölgenin eşsiz üzüm çeşitliliğini keşfettik ve özellikle yeni dikilen İspanyol Portekiz  kökenli  Verdejo asmasının hikâyesini dinledik. Claude Vialade, bu çeşitten bölgedeki ilk şarabı üretmeyi planladığını belirtti ve bu vizyonu bize bölgenin özgürlükçü şarapçılığına ne denli önem  verdiğini gösterdi.

Şarap tadımı, alışageldiğimiz beyazdan kırmızıya ya da gençten yaşlıya doğru ilerleyen alışılmış bir düzenden çok farklıydı. Claude Vialade, kendi şarapçılık felsefesine göre şaraplarını ailelere ayırmış ve her biri için özel bir hikâye oluşturmuştu. İlk olarak ekonomik şarap serilerini tanıttı; ardından gastronomik şaraplarını sundu ve en sonunda bizi tam anlamıyla şaşkınlığa düşüren “gri şarap” ile buluşturdu. %10 alkol oranına ve yumuşacık, düşük asit yapısına sahip bu şarap, tüm tabularımızı kırarak damaklarımızda unutulmaz bir tat bıraktı.

Tadım boyunca, Claude Vialade’ın 40 yıllık hayat hikâyesini dinledik. Fransız Devrimi’nin ardından ailesinin bu bölgeye göç ederek canlarını kurtarmasıyla başlayan ve şarapçılıkla taçlanan bu etkileyici başarı hikâyesi, adeta bir roman gibiydi. Onun tutkusu, azmi ve bağlılığı, yalnızca şaraplarına değil, aynı zamanda bu bölgenin ruhuna da yansıyordu.

Château Cicéron’da yaşadığımız bu eşsiz deneyim, bölgenin huzur dolu atmosferini ve derin tarihini bir kez daha anlamamıza olanak sağladı. Ölmeden önce görülmesi gereken yerler arasında baş köşeyi hak eden bu bölge, yeniden gelinmeyi fazlasıyla hak ediyor. Languedoc’un saklı cevheri Château Cicéron, yalnızca bir şaraphane değil, aynı zamanda hayatın lezzetle ve hikâyeyle buluştuğu bir yer.

Claude Vialade, Fransa’nın Languedoc-Roussillon bölgesinde, şarap dünyasında tanınmış bir isim. Şarap üretiminde organik ve biyodinamik yöntemlerinee öncülük eden Vialade, Château Cicéron şatosunun sahibi ve Les Domaines Auriol’un kurucusudur. Çocukluğunda babası Jean Vialade’ın yenilikçi bağcılık anlayışından ilham alan Claude, kariyerini çevre dostu ve sürdürülebilir şarap üretimine adamıştır. Babasının izinden giderek organik tarım ve çevresel sürdürülebilirliği işinin merkezine koymuş, bu yaklaşımıyla şarap sektöründe uluslararası bir figür haline gelmiştir.

Ribaute köyünde yer alan Château Cicéron, mutlaka gününün birinde gidin derim. Bölge tarihi ve doğal güzellikleriyle dikkati çekiyor. Alaric Dağı’nın eteklerinde bulunan bu şato, yalnızca tarihi bir yapı değil, aynı zamanda modern şarapçılık anlayışının bir örneği. Şato çevresindeki 10 hektarlık bağ alanı, organik ve biyodinamik tarım yöntemleriyle işletilmektedir. Claude Vialade’ın liderliğinde, Château Cicéron’da su tasarruflu ve çevre dostu teknikler uygulanmaktadır. Bu yöntemler, doğanın döngüsüne uyum sağlayarak bağcılıkta sürdürülebilirliği ön planda tutmaktadır. Şato, yalnızca bir şarap üretim merkezi değil, aynı zamanda turistik bir destinasyon olarak bölgenin kültürel zenginliğini tanıtma misyonu üstlenmiştir. Misafirlerine şarap tadımları, bağ gezileri ve doğa yürüyüşleri gibi aktiviteler sunan Château Cicéron, Vialade’ın şarapçılığı bir yaşam tarzı haline getirme vizyonunun bir yansımasıdır.

Claude Vialade’ın şarapçılık kariyerindeki en büyük başarılarından biri, Les Domaines Auriol’u kurmasıdır. Bu şirket, çevre dostu üretim süreçleri ve organik şarap üretimiyle dünya çapında tanınmaktadır. Les Domaines Auriol, Languedoc bölgesinde 500 hektarlık bir bağ alanında faaliyet göstermektedir. Şirket, yıllık yaklaşık 3 milyon şişe şarap üretim kapasitesine sahiptir ve IFS, BRC, HACCP, AB by Ecocert, Demeter ve ISO 9001 gibi uluslararası sertifikalara sahiptir. Bu sertifikalar, Claude Vialade’ın kalite ve çevresel sürdürülebilirlik konusundaki kararlılığını göstermektedir. Les Domaines Auriol, yüksek kaliteli organik şarap üretimiyle bölgenin şarap mirasını uluslararası arenada temsil etmektedir. Claude’un liderliği altında şirket, hem geleneksel yöntemleri koruyarak hem de modern teknolojilerden faydalanarak şarap üretiminde bir denge kurmayı başarmıştır.

Claude Vialade’ın kariyerindeki en dikkat çekici yönlerden biri, organik ve biyodinamik bağcılık yöntemlerine olan bağlılığıdır. Organik bağcılık, pestisit ve kimyasal gübre kullanımını tamamen ortadan kaldırmayı amaçlar. Biyodinamik bağcılık ise bu yaklaşıma ek olarak, toprağın ve bağların doğal döngüsüne uyum sağlamayı hedefler. Claude, Château Cicéron ve Les Domaines Auriol’da bu yöntemleri benimseyerek, doğaya zarar vermeden yüksek kaliteli şaraplar üretmeyi başarmıştır. Bu yaklaşımla, hem çevresel sürdürülebilirliği desteklemiş hem de şarap üretiminde yeni bir standart oluşturmuştur. Vialade’ın bu yöntemlere olan bağlılığı, sadece günümüzün değil, geleceğin bağcılık anlayışına da yön verecek gibi görünmektedir.

Claude Vialade’ın şarapçılığa katkıları yalnızca üretimle sınırlı değildir. O, şarap kültürünü ve turizmini bir araya getiren çalışmalarıyla da tanınır. Château Cicéron, şarap severlere Languedoc bölgesinin zengin kültürel mirasını ve doğal güzelliklerini tanıma fırsatı sunar. Şato, misafirlerine sadece şarap tadımı sunmakla kalmaz, aynı zamanda bağ gezileri ve doğayla iç içe deneyimler yaşama imkânı sağlar. Bu tür aktiviteler, Claude’un şarapçılığa duyduğu tutkunun ve bölgenin kültürel mirasını koruma isteğinin bir yansımasıdır. Ayrıca, bölgedeki diğer şarap üreticileriyle iş birliği yaparak, Languedoc’un uluslararası pazarda daha güçlü bir konuma gelmesine katkıda bulunmuştur.

Claude Vialade’ın başarıları, onun şarap dünyasında yalnızca bir girişimci değil, aynı zamanda bir lider ve çevre savunucusu olarak tanınmasını sağlamıştır. Babasından aldığı vizyonu modern bir anlayışla birleştirerek, çevreye duyarlı bir şarap üretim modeli oluşturmuştur. Château Cicéron ve Les Domaines Auriol’daki uygulamaları, şarap üretiminin geleceğine dair sürdürülebilir bir yol haritası sunmaktadır. Vialade’ın yenilikçi yaklaşımı, hem geleneksel yöntemleri koruyarak hem de modern teknolojileri benimseyerek, şarapçılıkta yeni standartlar belirlemiştir.

Claude Vialade için şarap üretimi sadece bir iş değil, bir sanat ve yaşam biçimidir.

Başlığa gelince ben Claude Vialade’ı yaptığı kahramanlıklar nedeniyle jeanne d’Arc’a benzetirken kendisi çevresindekilerin kendisini Marselan üzümünü çok iyi tanıyıp ondan birbirinden güzel şaraplar ürettiği için Marselan kraliçesi olarak adlandırdıklarını söylüyordu. Marsealn üzümünden yaptığı şarap gerçekten altın madalya hakediyordu ben de bu nedenle kararsız kalıp yukarıdaki başlığı koymaya karar verdim.

BORDERLAND mı? BODYLAND mı?

Irmak Dönmez’in sergi davetiyesi elime geçtiğinde çok mutlu oldum. Paris’e yerleştiğimde başlangıçta   Türk sanatçıların ve Türk kadın sanatçıların Paris sanat arenasında bir türlü hak ettikleri yeri bulamadıklarından şikayet eder dururdum. Sonraları vites küçülttüm acaba hak etmediklerinden mi bulamıyorlar yoksa başka sorunlar mı var diye düşünmeye başladım. Bu yıl Paris Photo’da bir tek Türk kadın fotoğrafçı vardı. Genç umut vadeden fotoğrafçıları açtığı önemli sergi Circulation(s) da 24 fotoğrafçıdan bir tanesi Türk değil. Sonuçta üzücü bir durum. Arada sırada tek tük Türk sanatçıları Paris Photo’da Art Paris Paris Bazel ve diğer uluslararası fuarlarda görünce mutlu oluyor onlarla veya onları temsil eden galeri sahipleriyle tanışmaya çalışıyordum. Elimden geldiğince de onları bloğumda yazıyordum. Irmak dönmezi çok önceleri tanımıştım. Üniversitede sanat eğitim alıyordu Daha sonra İzlanda gezimizde rastlaşmış orada rezidans aldığını öğrenmiş mutlu olmuştuk. Nihayet Paris geçici Grand Palais deki Art Paris’de sergisini görüp eserlerinin çok güzel sattığını görünce göğsüm kabarmıştı. İşte nihayet yeni bir Alev Ebnuzziya bir  Nil Yalter filiz veriyor diye düşünmüştüm. Bu düşüncemiş boş olmadığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor. İşte Irmak dönmezin son sergisi; karma sergisi ama eminim sadece Fransada değil başka ülkelerde de tek başına sergiler açacak. Cünkü cesareti ve sanatı bunun ip uçlarını veriyor.    28 Kasım – 5 Aralık 2024 tarihleri arasında Paris’in yaratıcı nabzını tutan Confort Mental’de sanatseverlerle buluşacak olan BORDERLAND (Sınır Bölgeleri) sergisinde Irmak’ın dışında 5 sanatçı daha var. Sergi bedenin bir sınır bölgesi olarak konumlandığı, sabit formun gerçekliği ile bu formu aşma arzusunun çatıştığı bir temayı ele alıyor. Sergi, bedenin yalnızca fiziksel bir kabuk değil, aynı zamanda dönüşümün, yeniden yaratmanın ve direnişin de mekânı olduğuna vurgu yapıyor.

Mikhail Bakhtin’in grotesk kavramını ilham kaynağı olarak alan bu sergi, kimliğin sabitliğine meydan okuyan, bedenin dekonstrüksiyonu ve yeniden yapılanması üzerinden anlam arayışına çıkan eserlerle dolu. Bedenin hem sınırlayan hem de dönüştüren yapısına dair bu çok katmanlı anlatı, ziyaretçileri alışıldık kavramları sorgulamaya davet ediyor.

Sanatçılar ve Perspektifleri

Sergide yer alan altı sanatçı, her biri kendi özgün ifade biçimleriyle bedenin sınırlarını arayıp göstermeye çalışıyor:

  • Alice Bandini: Atık malzemelerle çalışan Bandini, zamansallık ve madde arasındaki ilişkiyi  sorguluyor. Entropi ve insan kibri temalarını deri ve miselyum gibi organik malzemelerle işleyen sanatçı, dönüşümün kaçınılmaz doğasına ışık tutuyor.
  • Lorenzo Conforti: Hayal gücüyle beslenen eserlerinde, izleyiciyi rahatsız edici fakat aynı zamanda büyüleyici bir atmosferin içine çeken Conforti, belirsiz imgelerle dolu gerçeküstü dünyalar yaratıyor. Çeşitli medyaları ustalıkla kullanan sanatçı, sınırların ötesinde birbakış açısı sunuyor.
  • Irmak Dönmez: Fenomenolojik bedeni ve toplumsal normları tartışmaya açan Dönmez, kadınlık ve annelik kavramlarını göğüs ve cinsel organlar üzerinden ele alıyor. Beslenme ile ticarileştirme arasındaki gerilimi somutlaştırdığı eserleri, toplumsal beklentilere dair keskin bir eleştiri niteliğinde.
  • Hugo Guérin: Heykel ve görsel sanat disiplinlerini buluşturan bu sanatçı, canavarımsı figürlerin hibrid doğasını inceliyor. Groteskin sınırlarında dolaşan eserleri, “öteki” olma algısını yeniden yorumlayarak hibrit bedenler aracılığıyla güçlü bir dönüşüm hikâyesi sunuyor.
  • Michel Jocaille: Kapitalist estetiğin aşırılıklarına meydan okuyan Jocaille, kitsch ve kamp estetiğini cesurca kucaklıyor. “Kötü” malzemelerle çalışan sanatçı, cinsiyet ve akışkanlık temalarını ele alırken, bizi estetik anlayışımızı yeniden gözden geçirmeye çağırıyor.
  • Yasmine Louali: Tüketim, ritüel ve bellek arasındaki kesişim noktalarını araştıran Louali, mutfak unsurlarını performans ve heykelle birleştiriyor. Özellikle yiyeceklerin toplumsal ve kültürel anlamlarına odaklanan sanatçı, ritüellerin duygusal ve fiziksel etkilerini sorguluyor.

Sınırları Aşan Sesler

Sergiye, geleneksel ve deneysel ses manzaralarının etkileşimlerini keşfeden müzisyen ve ses tasarımcısı Eity’nin eşsiz kompozisyonları eşlik ediyor. Bu ses evreni, ziyaretçileri görsel bir deneyimden öteye taşıyarak çok duyusal bir yolculuğa çıkarıyor.

Küratörlerin Vizyonu

Serginin küratörleri Teresa Ranchino ve Kevin Scott. Sergi onların ortak vizyonunun ürünü. Ranchino ve Scott, sınırların ötesine geçen bir anlatı oluşturmak için birbirinden farklı sanat pratiklerini aynı çatı altında buluşturuyor. Onların rehberliğinde BORDERLAND, yalnızca bir sergi değil, dönüşümün ve özgürlüğün izini süren bir manifestoya dönüşüyor.

Sınırların ötesine geçen bu benzersiz sergi kısa süre açık kalacak. Dilerim yolu Paris’e düşenler fırsat yaratıp görebilirler. BORDERLAND, bir sınır bölgesinde olmanın ne anlama geldiğini hem bedensel hem de metaforik düzeyde yeniden düşünmenizi sağlıyor. Paris’te kaçırılmaması gereken bir sanat etkinliği…

Pays d’Oc: Akdeniz’in Şarapla Örülmüş Hikayesi

Pays d’Oc Gezisi

Bu gezi, bölgenin bağcılığı ve şarapçılığının tanıtımı için düzenlenmişti. Şarap severlerin bildiği gibi, sofralık şaraplarıyla ünlü bu bölge, Fransa’nın batı Akdeniz kıyıları ile Pireneler bölgesini kapsayan geniş bir alanı içeriyor. “Occitanie” olarak da bilinen bu bölgeye “Pays d’Oc” da deniyor. Bölgenin şarapçılığına nitelik kazandırmak amacıyla, diğer şarap bölgelerinde olduğu gibi, “IGP Pays d’Oc” adı altında bir coğrafi köken tanımlaması yapılmış durumda.

Pays d’Oc: Adının Kökeni ve Anlamı

Pays d’Oc adı, Güney Fransa’nın tarihinde ve kültüründe  kök salmış bir terimdir. “Oc Ülkesi” anlamına gelen bu ifade, yalnızca coğrafi bir tanımlama değil, aynı zamanda bölgenin kimliğini ve özgünlüğünü temsil eder.

“Oc” Ne Anlama Geliyor?

“Oc” kelimesi, Orta Çağ’da Güney Fransa’da konuşulan Occitan (Oksitan) dilinde “evet” anlamına gelir. Latince kökenli bu dil, Fransızcadan farklı bir yapıya ve kelime dağarcığına sahiptir. Orta Çağ’da Fransa’nın kuzeyinde “oui” kelimesi kullanılırken, güneyde “oc” tercih edilirdi. Bu dilsel ayrım, Fransa’nın kuzeyi ve güneyi arasındaki kültürel ve dilsel farklılıkları belirginleştirirdi.

Pays d’Oc, bu dilsel gelenekten adını almış ve “Occitan dili konuşulan topraklar” anlamına gelmektedir. Oksitanca konuşulan bu bölge, günümüzde Languedoc, Roussillon, Gascogne ve Provence gibi alanları kapsar.

Pays d’Oc ve Languedoc Bağlantısı

Pays d’Oc adı, doğrudan bölgenin eski adı olan “Languedoc” ile bağlantılıdır. “Languedoc”, kelime anlamıyla “Oc dili” anlamına gelir. 13. yüzyılda, bu terim güney Fransa’daki geniş bir alanı tanımlamak için kullanılmıştır. Bölge, kültürel açıdan zengin bir geçmişe sahip olup özellikle edebiyat, müzik ve tarımda önemli bir merkez olmuştur.

Pays d’Oc’un Modern Yorumu

Pays d’Oc, yalnızca tarihsel ve dilsel bir mirası değil, aynı zamanda modern şarapçılık anlayışını temsil eder. “IGP Pays d’Oc” etiketi, bölgedeki üreticilere geniş bir özgürlük tanıyan bir kalite işareti olarak kabul edilir. Bu etiketi taşıyan şaraplar, hem geleneksel hem de yenilikçi bir anlayışı yansıtarak, geçmişle günümüz arasında bir köprü kurar.

Pays d’Oc şarapları, bölgenin çok yönlülüğünü ve tarih boyunca süregelen özgür ruhunu yansıtarak bu ismin derin anlamını bir kadehe sığdırmayı başarır.

IGP ve AOC Kavramlarına Yakından Bakış

Fransız şarapçılığının tarih boyunca şarabı şekillendirdiği bir dünyada, iki önemli kavram öne çıkar: IGP (Indication Géographique Protégée – Korunmuş Coğrafi İşaret) ve AOC (Appellation d’Origine Contrôlée – Kontrollü Köken Adlandırması). Bu iki terim, yalnızca birer etiket değil; şarabın doğduğu toprağın, terroir’ın (toprak, iklim ve coğrafya birleşimi) ve ustasının emeğinin yansımasıdır.

IGP: Özgürlük ve Yenilik

IGP, bölgenin uzun bir hikâyesini anlatır. Pays d’Oc bölgesi gibi, kuralların daha gevşek olduğu alanlarda şarap üreticileri, farklı üzüm türlerini harmanlayarak yaratıcı denemeler yapabilir. Bu özgürlük, yenilikçi tatlar ve karakteristik şaraplarlar oluşmasına ve sürekli yeniliğe doğru yol alınmasına yardımcı olur. Bir Pays d’Oc şarabını tattığınızda, Akdeniz’in tuzlu rüzgarını ve Languedoc’un gün batımını hissedersiniz.

IGP şarapları, rahat içimi ve kolay ulaşılabilirliği temsil eder. Üstelik bu çeşitlilik, hem sofistike tatlar arayanlara hem de günlük şarap keyfi yaşamak isteyenlere hitap eder.

AOC: Gelenek ve Disiplin

AOC ise, terroir’ın ve geleneklerin ihtişamını yansıtır. Bordeaux, Burgonya ya da Şampanya gibi bölgelerde, şarabın her damlası, bölgenin tarihi, üzüm cinsinin kökeni ve üreticinin ustalığını anlatır. AOC şaraplarında her detay, ince bir sanat eseri gibi düşünülür.

Fransa şarap bölgelerini şöyle tanımlamak mümkün; Burgonya ikonik şaraplar, Şampanya bölgesi kutlama köpüklüleri, Alsace aroma zenginliği, Loire şatolar, Bordeaux büyük şatolar, Provence neşeli şaraplar ve Pays d’Oc özgür ve yaratıcı şaraplar.

IGP ve AOC Arasındaki Farklar

IGP, modern bir ressamın geniş bir tuvale serpiştirdiği renkler gibiyken, AOC, eski bir ustanın detaylarda gizli mükemmeliyetini yansıtır. İkisi de farklı şarap severlere hitap eder; biri sizi şaşırtır, diğeri büyüler.

Pays d’Oc Üzüm Çeşitleri: 58 Türün Zenginliği

Pays d’Oc, Fransa’nın en geniş üzüm çeşitliliğine sahip bölgelerinden biridir. IGP statüsü altında toplamda 58 farklı üzüm çeşidi yetiştirilmektedir.

 

Beyaz Üzüm Çeşitleri (26 adet):

1. Chardonnay

2. Chenin Blanc

3. Clairette

4. Grenache Blanc

5. Marsanne

6. Muscat à Petits Grains Blancs

7. Muscat d’Alexandrie

8. Picpoul

9. Roussanne

10. Sauvignon Blanc

11. Sauvignon Gris

12. Sémillon

13. Ugni Blanc

14. Viognier

15. Bourboulenc

16. Colombard

17. Maccabeu (Macabeo)

18. Mauzac

19. Vermentino (Rolle)

20. Grenache Gris

21. Alvarinho

22. Petit Manseng

23. Marselan Blanc

24. Muscat Ottonel

25. Riesling

26. Gewurztraminer

Kırmızı ve Roze Şaraba Uygun Üzüm Çeşitleri (32 adet):

1. Cabernet Sauvignon

2. Cabernet Franc

3. Carignan

4. Cinsault

5. Grenache Noir

6. Merlot

7. Mourvèdre

8. Pinot Noir

9. Syrah

10. Tempranillo

11. Marselan

12. Malbec

13. Petit Verdot

14. Alicante Bouschet

15. Caladoc

16. Gamay

17. Lledoner Pelut

18. Durif (Petite Sirah)

19. Négrette

20. Aramon Noir

21. Carignan Blanc

22. Tannat

23. Terret Noir

24. Muscardin

25. Counoise

26. Piquepoul Noir

27. Touriga Nacional

28. Muscadelle

29. Bobal

30. Castets

31. Corvina

32. Lambrusco

Pays d’Oc şaraplarının en büyük özelliklerinden biri, bu geniş üzüm çeşitliliği sayesinde hem tek bir üzüm cinsine (mono-cépage) hem de karışıma (assemblage) dayalı şaraplar üretebilme esnekliğidir. Her üzüm cinsi, bölgenin Akdeniz iklimine özgü özelliklerle birleşerek farklı aroma profilleri sunar.

Gezi İzlenimleri ve Tadımlar

Pays d’Oc gezimiz, hem şarapları tanıma hem de bölgenin kültürel ve doğal güzelliklerini keşfetme açısından unutulmazdı. İlk durağımız, Montpellier’in yakınlarındaki Domaine de Causse oldu.

Domaine de Causse: Tarih ve Doğa Buluşması

Bizi  şaraphanenin sorumlusu Jean Brice Pellisier bizzat gezdirdi. 16. yüzyılda kurulan Domaine de Causse, tarihi mirasıyla göz dolduruyor. Étang du Méjean’ın doğal güzellikleriyle çevrili bu denize nazır bağ, çevreye duyarlı tarım ilkelerini benimsemiş ve HVE (Haute Valeur Environnementale) seviye 3 sertifikası almış.

Bağın “Méjean Blanc” adlı beyaz şarabı, Viognier üzümünden yapılmış ve armut ile hafif kızarmış ekmek aromalarıyla tam bir zarafet sunuyor. Özellikle soslu balık yemekleri ya da beyaz etlerle mükemmel bir uyum yakalıyor.

Büyük Defile: Pays d’Oc IGP Şaraplarının Sonbahar/Kış Koleksiyonu

Lattes’te düzenlenen 2024 Sonbahar/Kış Büyük Şarap Defilesi, bölgenin zengin şarap kültürünü şarap severlerle paylaşan özel bir etkinlikti.

Etkinlik Detayları:

• 160 şarap çeşidi tadıldı.

• Kör tadım yöntemiyle seçilen kolleksiyon etiketli 48 şarap arasında 25 beyaz ve 23 kırmızı bulunuyordu.

• Tadımların yanı sıra tapas ikramı yapıldı ve sommelier Christophe Felez eşliğinde yemek-şarap uyumu üzerine danışmanlık hizmeti verildi.

Şarapların uygun fiyat-kalite dengesi etkileyiciydi; fiyatlar 7 €’dan başlıyordu ve etkinlik boyunca birçok katılımcı şarap koleksiyonlarından  satın almayı ihmal etmedi.

Château Cicéron: Bağcılığın Yenilikçi ve Şiirsel Yüzü

İkinci gün Ribaute’deki Château Cicéron’a, sürdürülebilir bağcılığı ve estetik anlayışı bir araya getiren bir şatoyu ziyaret ettik ve olağanüstü bir tadım yaptık. Claude Vialade yönetiminde, küresel ısınmaya karşı dayanıklı üzüm çeşitleri geliştirmek amacıyla “Jardin des Vignes Rares” adlı deneysel bir bağ oluşturulmuş. Bayan Vialade 40 yılını çevreciliğe bağcılığa adamış ve sonuçlarını da almış. Bölgenin su sorunu, bağlardaki böcek sorunu çözülmüş. Bölgenin ucuz sofralık üzüm ve kalitesiz şarap algısı tamamen yok olmuş. Ülkenin en çok şarap ihraç eden bölgeleri arasına girmişler.

Önemli üretici  Gérard Bertrand’ın şarapları, dünya genelinde tanınmakta ve ödüller almaktadır. Örneğin, Château l’Hospitalet Grand Vin Rouge 2017, 2019 yılında Uluslararası Şarap Yarışması’nda (IWC) “Dünyanın En İyi Kırmızı Şarabı” seçilmiştir.

Ciceron Şatosu, aynı zamanda konaklama imkânlarıyla da dikkat çekiyor. 19. yüzyıldan kalma portakal serası, günümüzde bir solaryuma dönüştürülmüş. Modern konforun ve tarihsel zarafetin birleştiği bu mekân, doğaya duyulan saygıyı her detayında hissettiriyor. İstenirse düğün ve toplantılar için tutulabiliyor.

Gastronomik güzellikler  ve Final

Pays d’Oc bölgesine düzenlenen gezimiz, bölgenin zengin şarap kültürünün yanında ve gastronomik lezzetlerini tanıma fırsatı da verdi. Narbonne’daki “En Face” adlı restoranda, Akdeniz’in taze istiridyelerini ve kalamar bourride gibi lezzetleri tattık.

Son gün, 80 bağcının ortak olduğu bir kooperatifin şaraphanesini ziyaret ettik. Burada, Michelin standartlarındaki restoranında, şef Nicolas Gros’nun hazırladığı yaratıcı yemekleri tadarken bölgenin taze ürünlerine hayran kaldık. Kooperatif müdürü Stéphane Roque, bize eşlik ederek kooperatifin işleyişi ve bölgenin şarap üretimi hakkında değerli bilgiler paylaştı. Bu deneyimler, muhteşem manzaralarla bezeli bölgenin şarapçılık ve gastronomi alanındaki zenginliğini de daha yakından tanımamıza olanak sağladı.

Rehberlerimiz Marylene ve Guillaume sayesinde hem şarap hem de bölge hakkında unutulmaz bilgilerle ayrıldık. Daha uzun bir süreyle tekrar dönme sözü vererek bu harika geziyi tamamladık.

Yara’mısın?

 

Yarasın, Yara’sın; Kelimelerin Ötesinde Bir Anlam Arayışı

Her ne kadar linguistik uzmanı olmasam da Türkçe, ilginç bir dildir. Bunu ana dilim olduğundan biliyorum. Sadece kelimelerin değil, kelimeler arasındaki boşlukların, noktaların, virgüllerin ve hatta bir kesme işaretinin bile bir hikâyesi olduğunu da biliyorum. Buna en son bir rakı reklamında şahit oldum yeniden. İsteyen instagramda #rakikalemkagit reel’leri içinde 1-2 milyon defa izlenmiş videoyu bulabilir. Demek ki diyorum yara konusu güzel işlenirse insanları bu kadar etkileyebiliyor. Tabii ki herkesin, hepimizin yaraları var bazılarımızınki bayağı da ciddi. “Yarasın ” ve “Yara’sın ” da bu anlam katmanlarının, ince bir çizgide iki ayrı dünyayı nasıl yarattığını gösteren zarif bir örnek olduğunu görmek herkes gibi benim için de son derece kolaydı.

“Yarasın ”… Söylendiğinde kulağa tatlı bir fusultı gibi gelir. Samimiyetin, takdirin, hatta şifanın dile getirilişidir. İnsan, güzel bir elbiseyi, leziz bir yemeği ya da bir başarının ardından gelen gururu bu cümleyle taçlandırır. Ses yükselmez, sadece bir dileğin sıcaklığını taşır. “Yarasın,” demek, iyiliği, güzelliği kutlamaktır. Adeta sözlerin arasına yayılan bir dost eli, bir omuza dokunuşudur.

“Yara’sın” ise tam zıttı. Harfler değişmez, ama bir kesme işareti eklenir ve anlam bambaşka bir hale bürünür. Burada bir acı vardır. Sadece fiziksel değil, daha çok ruhun derinliklerindeki bir yara. Belki de hiçbir zaman iyileşmeyecek bir yaradan söz ederiz. “Yara’sın” sözü, yüzeyde kalan bir yaranın içte nasıl kök saldığını bize hissettirir. Kelimenin taşıdığı bu yük, insanın savunmasızlığını ve kırılganlığını gözler önüne serer.

Bu iki cümle arasında dolaşan anlam, aslında hayatın ta kendisidir. İnsan bazen şifaya, bazen de acının aynasına bakar. Türkçenin zenginliği, bu denli küçük bir ayrıntıda bile, bize ruh halimizi, ilişkilerimizi ve insan olmanın o bitmek bilmeyen çatışmalarını anlatır.

Kelimeler önemlidir. Ama onların arasındaki incelikler, gerçek anlamların kapısını açar. “Yarasın” dileklerin iyiliğinde, “Yara’sın” ise acıların derinliğinde yankılanır. Her biri, insan ruhunun ayrı bir yüzüdür; biri tebessüm, diğeri iç çekiş. Ve bu iki dünyanın arasında, hepimizin farklı bir öyküsü yazılır.

Paris’te 24 Beaubourg; Çağdaş sanatın adresi..

 

 

 

24 Beaubourg, Paris’in sanat sahnesine katkıda bulunan önemli bir mekân olarak, sanatın farklı disiplinlerini ve ulusları bir araya getirerek, sanatın sınırları aşmaya çalışıp, gözler önüne sermektedir.

24 Beaubourg galerisi Parisin tam da merkezide, 24 Rue Beaubourg 75003 Paris adresinde bulunmaktadır. 24 Beaubourg, çağdaş sanatın önemli  bir çağdaş sanat merkezi olarak öne çıkmaktadır. 20 metre uzunluğundaki vitrinleriyle Centre Georges Pompidou’ya bakan bu geniş ve aydınlık sergi alanı  olarak 24 Beaubourg, düzenli olarak yaptığı sergileriyle sanatseverlere yeni sanatçıları ve güncel sanat trendlerini  tanıma fırsatı sunmaktadır. Bu mekân, sanatçılar, koleksiyoncular ve sanat tutkunları için bir buluşma noktası olup, çağdaş sanat üzerine tartışmalar ve etkileşimler için bir platform sağlamaktadır. Ayrıca, konferanslar, film gösterimleri ve konserler gibi kültürel etkinliklere ev sahipliği yaparak zengin bir kültürel deneyim sunmaktadır.

Mekân, iki kat üzerinde toplam 330 metrekarelik bir sergi alanına sahiptir. Ziyaret saatleri, Çarşamba’dan Cumartesi’ye 13:00 ile 19:00 arasındadır. Daha fazla bilgi ve etkinlik programı için resmi web sitesini ziyaret edebilirsiniz.

a
24 Beubourg   https://www.24beaubourg.com/accueil

20 Kasım 2024 akşamı Koreli sanatçılarla yaptığı karma sergi çok sayıda sanat sever ve koleksiyoneri bir araya getirdi. “Au-Delà du Visible” yani ‘Görünür olanın ötesine Geçmek’ sergisi, modern dünyanın materyalist ve yüzeysel yaklaşımlarında unutulan bir soruya yanıt arıyor: Görmek yalnızca gözle bakmak mıdır, yoksa duyuların ötesine geçerek sezgiler ve içsel algılarla dünyayı kavramak mümkün müdür? Bu sergi, görünür ile görünmeyen arasındaki sınırları sorguluyor ve hissedilen ancak ifade edilemeyen anlamları gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyor.

1991 yılında kurulan SONAMOU Sanatçılar Derneği, Kore sanatını uluslararası arenaya taşıyan ve  kültürel etkileşimin önemini vurgulayan bir oluşum olarak ortaya çıkmıştır. Kurucular KWUN Sun-Cheol, LEE Bae, CHONG Jae-Kyoo ve KWAK Soo-Young’un yanı sıra, farklı disiplinlerde eserler üreten sanatçılar; resim, seramik, fotoğraf, video sanatı gibi alanlarda yaratıcı üretimler gerçekleştiriyor. Bu çeşitlilik, serginin temelini oluşturuyor.

Sergi, üç tematik bölümden oluşuyor. İlk bölüm olan “Gizli Görünürlük,” günlük hayatın sıradan nesnelerine yeni anlamlar kazandırıyor. Işık ve gölge oyunlarıyla şekillenen bu bölüm, izleyiciyi alışılmış algıların dışına çıkarak yüzeyin ardındaki katmanları görmeye davet ediyor. İkinci bölüm olan “İçsel Yankılar” ise insan ruhunda yankılanan duyguları soyut formlara dönüştürüyor. Maddesel dünyanın sınırlarını aşan bu eserler, bireyin karmaşık iç dünyasını somut bir ifadeye dönüştürmeyi hedefliyor. Son bölüm “İki Dünya Arasında,” gerçek ile hayal, geçmiş ile modern arasında bir köprü kuruyor. Zaman ve mekân algısını sorgulayan eserler, izleyiciyi iki dünya arasındaki ince çizgide bir yolculuğa çıkarıyor.

Sergi mekânı, eserlerin doğasını ve tematik bütünlüğünü öne çıkaracak şekilde tasarlanmış. Her bölüm, izleyiciyi farklı bir atmosferin içine çekerken, serginin genel anlatısına katkıda bulunuyor. Işık, mekân düzeni ve görsel detaylar, duyular ve duygular arasında bir denge kurmayı hedefliyor.

“Au-Delà du Visible,” çağdaş dünyanın hızla unutulan duyarlılığını yeniden hatırlatmayı amaçlıyor. Sergi, gözle görülemeyeni anlamlandırmak, hissedileni dillendirmek ve yüzeyin altındaki hikâyeleri ortaya çıkartma amacı taşıyor. Bu proje, yalnızca bir sanat deneyimi değil; aynı zamanda bir içsel yolculuk ve bir farkındalık çağrısı. SONAMOU sanatçılarının farklı disiplinlerdeki ustalığıyla şekillenen sergi, izleyiciyi hem bireysel hem de toplumsal düzlemde  düşünmeye sevk ediyor.

Bu sergi, görünür olanın ötesine geçmek ve bilinmeyeni keşfetmek için bir davet niteliğinde. Bu yolculuğa hazır mısınız?

 

 

Göç: İnsanlık Tarihinden Günümüze Bir Yolculuk

 

 

Sergide Cafe kelimesinin kökeninin Türkçeye bağlanmış olduğunu görüyoruz

 

 

Göç Yolları

Kebabın göçü Almanyada olumlu Fransada olumsuz bir anlam taşıyor

 

Göçün İzinde: İnsanlık Tarihinden Günümüze Bir Yolculuk

Göçler, kamuoyunda genellikle bir tehdit, tehlike ya da kriz bağlamında ele alınır. “İstila”, “girişim”, “yerine geçme”, “dalga”, “boğulma” gibi terimler, göç olgusuna eşlik ederek önyargıları besler. Bu kelimeler, göç eden bireyler hakkında belirli bir imaj inşa ederken, göçün ani ve kitlesel bir fenomen olduğu izlenimini yaratır. Ancak insanlığın kökenlerine dair geçmişe bir pencere açtığımızda, göçlerin her zaman var olduğunu görürüz. İnsan türü, melezleşmeler, temaslar, karşılaşmalar ve alışverişler yoluyla şekillenmiştir.

Küreselleşmenin çağında, insan hareketliliği hiç bu kadar yoğun olmamıştı. Bununla birlikte, bu hareketlilik toplumsal, ekonomik ve çevresel eşitsizliklerin yansımasıdır. Dünyanın bir kısmında göç engellenirken, diğer kısmında teşvik edilmektedir. Oysa göç, toplumlar ve bireyler arasında kültürel alışverişin bir fırsatı olarak görülebilir. Dahası, yaşamın devamlılığı için göçler vazgeçilmezdir; zira hareket olmadan yaşam mümkün değildir.

600 metrekarelik bir alanda düzenlenen bu sergi, antropoloji, arkeoloji, demografi, genetik, sosyoloji ve dilbilim gibi birçok bilim dalının perspektifini bir araya getirerek, göçle ilgili önyargıları sorgulama imkânı sunuyor. Göçün geçmişten bugüne nasıl bir yol izlediği, günümüzde ne tür değişimler yaşandığı ve 8 milyarlık dünyada 325 milyon kişinin doğduğu ülke dışında yaşamını sürdürdüğü ve bunun 200 kişiden 4 üne karşıt geldiğini belirleyen  sergi, karmaşık verilere dair kapsamlı bir bakış sunuyor.

Dinamik bir sahne tasarımı ve videolarla ziyaretçileri buluşturan bu sergide, göç eden bireylerin tanıklıklarını  dinliyoruz, göçün farklı nedenlerini, profillerini ve rotalarını keşfediyoruz. Göçmen sanatçıların eserleri ve geçmişe dair hikâyeler barındıran nesneler aracılığıyla, bu özel yaşam deneyimini anlamaya çalışıyoruz.

Göç, insan türünün ayrılmaz bir mirasıdır. Bu sergi, tarih öncesinden itibaren göçlerin ve melezleşmelerin izini sürerek, bizi insanlık tarihinin köklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Hareketin sadece bireylerle sınırlı olmadığını, insanların her zaman diller, yemekler, hayvanlar, bitkiler ve mikroorganizmalar gibi çevresel unsurlarla birlikte göç ettiklerini hatırlatıyor. Göçlerin binlerce yıllık mirası, bugünkü toplumlarımızın çeşitliliği ve zenginliğiyle somutlaşmıştır.

Göçsüz bir dünya nasıl olurdu? Eğer yarın bizim de göç etmemiz gerekseydi, hangi yolları kullanırdık? Bu sergi, göçün modern dönüşümleri üzerine çağdaş bir perspektif sunuyor ve ziyaretçileri derin derin derin düşünmeye sevj ediyor.

 

Göçlerin İzinde İnsanlık Hikâyesi: İnsan Müzesi’nin Yeni Sergisi

Paris’in kalbinde, Trocadéro’nun görkemli atmosferinde yer alan İnsan Müzesi, bugün kapılarını insanlık tarihinin en kadim ve en derin meselesine açıyor: göç. Göçler, İnsanlık Odiseası adlı (veya Büyük Yolculuk da diyebiliriz)  bu yeni sergi, insanın, hayvanların ve bitkilerin sürekli hareket halinde olduğu bir dünyanın karmaşıklığını anlamamızı sağlıyor. Yaşamın özünde var olan bu hareketlilik, zamanın ve mekânın sınırlarını aşarak gezegenimizin tarihi boyunca var olmuştur. Sergide bunu daha iyi anlıyoruz.

Sergi, göç kavramını yalnızca bir insan meselesi olarak değil, doğanın evrensel bir hareketi olarak ele alıyor. Göçün gönüllü ya da zorunlu, bireysel ya da toplumsal düzeydeki dinamiklerini anlamak için bilimsel verilerden, sanatçıların eserlerinden ve kişisel tanıklıklardan yararlanıyor. Bu çok katmanlı yaklaşım, sergiyi gezenlere göçün tarihsel, biyolojik ve kültürel boyutlarını anlamanın anahtarlarını sunuyor. Sergiyi gezerken, bir zamanlar dünyanın farklı köşelerinde kök salan, sonra da başka yerlere sürüklenen insanların, bitkilerin ve hayvanların hikâyelerine görüyoruz.

Günümüzün siyasi ve sosyal tartışmalarında öne çıkan göç meselesine, İnsan Müzesi, bize tarihin geniş ölçeğinden bakmayı öneriyor. Bu sergi, göçün yalnızca bir kriz ya da çatışma konusu olmadığını, aynı zamanda insanlık tarihinin vazgeçilemez bir parçası olduğunu neredeyse gözümüzün içine sokuyor. Burada, gezegenimizin sürekli değişen yapısını ve hareketliliğin yarattığı dönüşümleri çok boyutlu bir perspektifle anlamamızı sağlıyor. Sonunda da sergi bize kibarca  ‘Göç’ün iyi veya kötü bir şey olduğunu söyleyerek taraf turmak istemiyoruz’ diyor. Biz sizin önünüze eldeki tüm veriler  koyuyoruz. ‘Varın kararı siz verin!’ diyor.

İnsan Müzesi, bu sergiyle yalnızca geçmişi anlamakla kalmayıp, bugünü ve geleceği de sorguluyor. Göç olgusunu yalnızca bir sorun değil, insanlığın yaratıcılığını ve dayanıklılığını ortaya koyan bir süreç olarak da ele alıyor. Sergi, sanat, bilim ve insan hikâyelerini bir araya getirerek göçün hem bireysel hem de evrensel hikâyesini anlatıyor.

Trocadéro’daki bu etkileyici buluşma noktası, bugünden itibaren, göçün yalnızca sınırları aşmak değil, aynı zamanda yeni kökler salmak, yeniden başlamak ve insan olmanın özünü kavramak anlamına geldiğini gösteren bir alan olarak karşımızda duruyor. Bundan yararlanılması gerektiğini düşünüyorum. Müze bu karmaşık dünyayı anlamak isteyen herkesi, göçün izlerini sürmeye davet ediyor.

Bugün, 20 Kasım 2024 tarihinde  başlayan bu sergi, sadece bir deneyim değil; insanlık üzerine derin bir düşünceye çağrı olarak kabul edilmeli. Paris’teyseniz, bu hikâyeye kulak vermek için mutlaka uğrayın.

Sergi Ekibi ve Danışmanlar:

• Bilimsel Danışmanlar:

• Sylvie Mazzella: Sosyolog, CNRS Araştırma Direktörü, Aix-Marseille Üniversitesi

• Christine Verna: Paleoantropolog, CNRS ve Muséum national d’Histoire naturelle Araştırma Görevlisi

• Sergi Küratörleri:

• Mathilde Beaujean: Sergi Proje Yöneticisi

• Éléonore Gros: Sergi Proje Yöneticisi

Sergi, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un himayesinde gerçekleştirilmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tarihte ve Sanatta Delilik

Delilik, tarih boyunca insanlığın hem korktuğu hem de anlamaya çalıştığı bir olgu olmuştur. Antik çağlardan modern zamana kadar bu kavram, toplumların kültürel yapılarında ve sanatta önemli bir yer tutmuştur. Sanat, deliliği yalnızca bir bireysel rahatsızlık ya da trajedi olarak değil, insan doğasının ve toplumsal dinamiklerin aynası olarak ele almıştır. Bu ilişki, insanın karanlık yönlerine ışık tutan, sınırlarını sorgulayan ve bazen de toplumları dönüştüren bir güç olarak dikkat çeker.

Orta Çağ el yazmalarının süslü kenar boşluklarında ilk kez ortaya çıkan “deli” figürü, çılgın karnavallardan kraliyet saraylarına kadar her yerde sınırları zorlayan bir karakter olarak kendine yer bulmuştur. Çizgili ve rengârenk kostümü, eşeğin kulaklarını andıran kukuletası, grotesk maskesi ve zil sesleriyle dikkat çeken bu karakter, ortaçağ toplumunun karmaşasına hem ayna tutar hem de meydan okur. Orta Çağ’da delilik, dini bir bağlam içinde yorumlanmış, genellikle günah ya da şeytanın insanı  ele geçirmesi olarak değerlendirilmiştir. Tanrı’nın yolundan sapmanın bir cezası olarak görülen delilik, bireysel bir sorun olmanın ötesinde toplumsal kontrol için de kullanılmıştır. Kilise, deliliği toplum üzerindeki otoritesini pekiştirmek için bir araç haline getirmiştir. Bu dönemde, sanat deliliği, özellikle grotesk imgelerle, manastır el yazmalarında veya katedrallerdeki heykellerde sıkça yansıtmış ve simgelemiştir. Soytarılar ve deliler, toplumun ahlaki ve dini başarısızlıklarını yansıtan figürler olarak karşımıza çıkar. Jérôme Bosch’un eserlerinde olduğu gibi, delilik alegoriler aracılığıyla insanın zaaflarını ve ahlaki çöküşünü anlatan bir konu olarak işlenmiştir.

Rönesans dönemine gelindiğinde, delilik farklı bir bağlamda ele alınmaya başlanmıştır. Hümanizmin yükselişiyle birlikte, delilik  korkulan bir olgu olmaktan çıkmış, toplumsal ve bireysel eleştirinin bir aracı haline gelmiştir. Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı eseri, insanın zaaflarını ve toplumun çelişkilerini mizahi bir dille eleştirirken, deliliği bir düşünme biçimi olarak da sunar. Bu eser, deliliği insan doğasının çelişkilerini anlama yolunda güçlü bir metafor haline getirir. Aynı dönemde, hatta Erasmustan biraz daha önce  Sebastian Brant Deli Gemisi adlı eserinde, deliliği toplumsal sorunları eleştiren bir hiciv aracı olarak kullanır. Brant, eserinde, deliliği  “öteki”nin sorunu olarak değil, insanlığın ortak bir sorunu olarak sunar. 1494 yılında, hukuk doktoru ve akademisyen Sébastien Brant, Basel karnavalının ortasında “Dünyanın Deliler Gemisi” adlı hiciv dolu uzun bir şiir yayımlar. Orijinal adı “Die Narrenschiff” olan bu eser, tüm toplumsal sınıflara yönelik sert bir eleştiridir. İnsanları hayali bir “Deliler Adası”na taşıyan bu gemide herkes aynı kaderi paylaşır. Almanca olarak yazılan eser, geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmak amacıyla kısa sürede Latince, Fransızca ve Felemenkçe gibi dillere çevrilir ve XV. yüzyılın en çok satan kitapları arasına girer. Hatta, İncil’den sonra ikinci sırada yer alır. Bu büyük başarının ardında, Brant’ın akıcı üslubu ve hiciv dolu mizahı kadar, genç Albrecht Dürer’in de aralarında bulunduğu ustaların, metne eşlik eden etkileyici gravürleri vardır.

XV. yüzyıldan itibaren deli, saraylarda da önemli bir figür hâline gelir. Kraliyet soytarıları, zeka dolu esprileriyle hem eğlendirir hem de kışkırtır. Fransız Kralı I. François’nın saray soytarısı Triboulet, keskin zekası ve cesaretiyle bu figürün öne çıkan örneklerinden biridir. Ancak XVI. yüzyılın sonlarına doğru, deli figürü yavaş yavaş toplumsal ve sanatsal hayattan çekilir; delilik, modernleşen dünyada daha “marjinal” bir olgu hâline gelir.

  1. yüzyılda Reform ve Karşı Reform hareketleriyle birlikte, delilik kavramı  dönüşüm geçirmiştir. Soytarılar ve deliler, toplumdaki merkezi rollerini kaybetmiş, yerlerini marjinalize edilmiş diğer figürlere bırakmıştır. Delilik, bu dönemde mizah ve eleştiriden uzaklaştırılarak daha sert bir şekilde dışlanmış ve toplumsal düzenin dışına itilmiştir. Erasmus gibi hümanist yazarların eserleri, Katolik Kilisesi tarafından sansürlenmiş ve deliliğin eleştirel mizahi yönü bastırılmıştır. Ancak bu baskıya rağmen delilik, sanat ve toplum üzerindeki etkisini tamamen kaybetmemiştir. Zaman içinde  farklı biçimlerde yeniden ortaya çıkmak üzere arka plana itilmiştir.Deli figürü, yalnızca kitaplarda ya da minyatürlerde kalmaz; katedrallerin vitraylarında, çeşmelerin kabartmalarında ve kilise taş işçiliklerinde de boy gösterir. Hatta, yer yer gotik katedrallerin tavanlarında, ters yüz edilmiş bir dünyayı yöneten grotesk yaratıkların arasında kendine yer bulur.
  2. ve 19. yüzyıllarda delilik, sanatın merkezine yeniden yerleşmiştir. Romantizm akımı, deliliği insanın derin duygusal dünyasını ve bireysel trajedilerini ortaya koymanın bir yolu olarak görmüştür. Francisco Goya’nın Satürn Oğlunu Yiyor adlı eseri, deliliğin ve insanın karanlık yönlerinin önemli bir yansımasıdır. Burada delilik, yalnızca bireysel bir trajedi değil, aynı zamanda savaşların ve toplumsal şiddetin bir metaforu olarak sunulmuştur. Romantik sanatçılar, deliliği ilham kaynağı olarak benimsemiş, sanatçıları tanrı katından indirip toplumun “deli” figürüne dönüştürmüştür. Bu dönemde melankoli, deliliğin bir başka yüzü olarak sanatın başka bir konusu olmuştur. Özellikle Gustave Courbet gibi sanatçılar, otoportrelerinde bireysel acıyı ve modern insanın yalnızlığını delilikle ilişkilendirerek işlemişlerdir.Zama içinde deli figürü, dönemin toplumsal çelişkilerini ve bireysel ahlaki zaafları yansıtan bir simge hâline gelmiştir. Bu karakter, yalnızca sanat eserlerinde değil, dönemin toplumsal ritüellerinde de önemli bir yer tutar. Karnavallarda, deliler bir tür “toplumsal güvenlik vanası” işlevi görür: sıradan insanlar geçici olarak rollerini tersine çevirir; köylüler asillerin, din adamları sıradan halkın rollerine bürünür. Bu geçici kaos, toplumsal düzenin yeniden yapılanmasına katkıda bulunur. Ayrıca delilik, Hristiyan mistisizminde kutsallığa ulaşmanın bir yolu olarak kabul edilir. “Deli,” kutsal bilgelik arayışında bir sembol hâline gelir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda, Goya ve Gericault gibi sanatçılar deliliği karanlık ve içsel bir tema olarak yeniden ele alır. Psikiyatri biliminin yükselişiyle, deliler artık akıl hastanelerine kapatılırken, sanat terapi aracılığıyla ruhsal yaralarını ifade etmeye başlarlar. Aynı dönemde, “deli sanatçı” figürü de romantik bir ideale dönüşür; normlara karşı çıkan, melankolik ve yaratıcı bireyler, toplumsal sınırları aşarak yeni bir ifade alanı yaratır. Bu dönemde akıl ve mantık toplumu şekillendiren temel unsurlar haline gelmiştir. Bu durum, deliliğin sanat içindeki varlığını sona erdirmemiştir. Aksine, modern sanat deliliği insan kırılganlığını ve toplumsal eleştiriyi ifade etmenin bir yolu olarak benimsemiştir. Delilik, sanatta bir direniş simgesi olarak öne çıkmıştır; çünkü delilik, normlara uymayanın ve  bilinmeyeni bulmaya çalışanın ve buna  cesaret edenin hikayesidir. Endüstriyel çağın mekanik düzenine karşı, sanat deliliği bir tür insani durum olarak kabullenmiştir.

Delilik, insanın en temel korkularını ve zaaflarını temsil ederken, sanat bu korkuları ve zaafları anlamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda delilik ve sanat arasındaki ilişki, yalnızca tarihsel değil, aynı zamanda zamansız da bir bağdır. Delilik, sanatın sınırlarını genişleten, insan doğasının karmaşıklığını ve derinliğini anlamamızı sağlayan bir araçtır. İnsan olmanın karmaşıklığını ve çelişkilerini anlamak için, deliliği ve sanatın ona verdiği yaratıcı gücü incelemek bana göre her zaman gereklidir.

 

 

Günümüzde Delilik

 

  1. yüzyılda, sanatçılar delilik temasını hem yaratıcı bir ilham kaynağı hem de bir eleştiri aracı olarak ele aldılar. Bu dönem, akıl hastalığının yalnızca bir hastalık olarak görülmediği, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerini ve karmaşıklığını anlamanın bir yolu olarak değerlendirildiği bir dönüşüm sürecine işaret eder. Shakespeare’in Lady Macbeth karakteri gibi edebi figürler, romantik dönemin ressamları için güçlü bir ilham kaynağı oldu. Johann Heinrich Füssli’nin 1784’te yaptığı Lady Macbeth tablosu, suçluluk ve deliliğin karanlık temalarını derinlemesine işler. Tablo, bir elinde titrek bir meşale tutan, çıplak ayakla ve gecelik içinde dolaşan bir kadının korkutucu imgesini sunar.
    20. yüzyılın sonlarından itibaren, Aydınlanma’nın akıl ve rasyonaliteye yaptığı vurgunun karşısında, sanatçılar bilinçaltının karanlık ve irrasyonel taraflarını anlama yöneldiler. Bu çalışmalar, özellikle orta çağ hikayelerinin mistik unsurlarında yankı buldu. Delilik, hem estetik bir tema hem de toplumsal normlara meydan okuyan bir metafor olarak sanatın merkezine yerleşti. Charles VI ve Jeanne la Folle gibi tarihin “deli” figürleri, dönemin ressamları için güçlü bir ilham kaynağıydı. Géricault’nun Salpêtrière akıl hastanesinde çizdiği monoman portreleri, deliliği bireysel acı ve toplumsal baskının bir yansıması olarak ele alır.Psikiyatri biliminin yükselişi, deliliğin sanatta ve toplumda ele alınışını değiştirdi. Jean-Étienne Esquirol ve Philippe Pinel gibi öncüler, akıl hastalarını cezalandırılması gereken bireyler olarak görmek yerine, tedavi edilebilir insanlar olarak değerlendirdi. Pinel’in Bicêtre Hastanesi’nde gerçekleştirdiği reformlar, akıl hastalarının zincirlenmek yerine bir tür insancıl tedaviye tabi tutulduğu yeni bir dönemi başlattı. Bu gelişmeler, deliliğin yalnızca bir hastalık değil, insanlığın ortak bir derdi olduğu fikrini güçlendirdi.

    1. yüzyılda, delilik yalnızca bir tema olmaktan çıkarak yaratıcı bir ifade biçimine dönüştü. Sürrealistler, bilinçaltını keşfetmek için deliliği bir araç olarak kullandı. Paul Klee, Max Ernst ve André Breton gibi sanatçılar, akıl hastalarının eserlerinden ilham aldı. Hans Prinzhorn’un Heidelberg kliniğindeki 5000’den fazla çizim ve tabloyu derlediği koleksiyon, bu eserlerin estetik değerini gözler önüne serdi. Jean Dubuffet’in “Art Brut” hareketi, bu eserleri sanatsal bir ifade biçimi olarak tanımlayarak kurumsal sanat dünyasının dışında konumlandırdı.

    Bugün, modern dünyanın karmaşıklığı içinde delilik, sanatçılar için hâlâ güçlü bir metafor ve yaratıcı bir araç olmaya devam ediyor. Sanatçılar, toplumsal düzenin çelişkilerini ve insanlığın karmaşıklığını keşfetmek için deliliği bir ayna olarak kullanıyor. Modern dünyada “deli” kimdir? Hangi sanatçı, insan ruhunun bu kaotik ve belirsiz yönlerini anlamak ve ifade etmek için deliliği benimseyebilir?

    Delilik, yalnızca bireysel bir durum değil, aynı zamanda insanlığın kolektif yaşamını anlamanın diğer bir yoludur. Sanat, bu karanlık ve derin temayı sahiplenerek hem bireysel ifadeye hem de toplumsal eleştiriye yeni bir boyut kazandırır.

    Delilik, her dönemde toplumu ve sanatı dönüştüren bir güç olmuştur. Bugün bile, delilik metaforu, normların dışına çıkmayı ve özgünlüğü ifade etmek için bir araç olarak varlığını sürdürmektedir. Belki de bu nedenle, tarihin bir döneminde gemilere doldurulan deliler, aslında hepimiz için birer ayna görevi görmektedir: Herkesin içinde bir parça delilik yok mu?

    Sanat eleştirmeni ve yazar Jean-Yves Jouannais’nin bakış açısı

    Sanat, akıl ve akıl dışının sınırlarında bir yolculuktur; bu yolculukta Jean-Yves Jouannais’nin görüşlerine yer vermek istedim. Hem eleştirmen hem de yazar kimliğiyle, sanatın yalnızca estetik bir deneyim değil, aynı zamanda insanlık durumlarına da bakan bir konu olduğunu hatırlatıyor. Çağdaş sanatın rasyonelleşen ve ticari kaygılarla şekillenen dünyasına açıkça itiraz ediyor.

    Jouannais’ye göre, bugünün sanatında eksik olan şey delilik değil, rüya ve akıl dışılığın ifadesidir. Michel Foucault’nun rüyayı bir bilgi aracı olarak gören anlayışına atıfta bulunan Jouannais, sanatın bilinçaltına, hayal gücüne ve görünmeyene dair bir alan açması gerektiğini savunuyor. Rüya, ona göre, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de izlerini taşır ve sanat, bu izleri takip eden bir yolculuktur. Akıl sınırlarının ötesine geçen bu yaklaşım, sanatın bir nevi arkeolojisi gibidir; fakat bu arkeoloji, kazıldıkça derinleşen ve her katmanda yeni sırlar barındıran bir süreçtir.

    Sanattaki “idiotie” (Aptal, salak) kavramını ise bir eleştiri ve ifade aracı olarak ele alır. Clément Rosset’nin Réel – Traité de l’idiotie adlı eserinden esinlenen Jouannais, bu terimi bir küçümseme değil, bir bakış açısı olarak görür. “Idiote”, sanatın bilinmeyene ve olağandışılığa açılan kapısıdır. Duchamp, Jarry ve Dada hareketi gibi sanatçılar ve akımlar, bu “idiotie”nin estetik yansımalarıdır. Jouannais’ye göre, “idiotie” bir eserin ne kadar mükemmel olduğu değil, ne kadar özgün bir şekilde insanın bilinmeyenine dokunduğuyla ilgilidir.

    Ancak bu kavram, yalnızca hayranlık duyulan eserleri tanımlamak için değil, aynı zamanda eleştirel bir duruş için de kullanılır. Kitsch ve abartılı eserlerin samimiyetten yoksun olduğunu söyleyen Jouannais, gösterişten uzak, ironiyi ve derin bir anlamı birleştiren bir sanat anlayışını savunur. Sanat, basit bir görsel haz aracı değil, insanın iç dünyasını ve trajikomik gerçekliğini ortaya çıkaran bir aynadır. Mizah ve absürd de bu aynanın önemli yansımalarıdır. Fakat Jouannais için mizah, sadece güldürmekle sınırlı bir araç değildir. Absürd ile trajik unsurların bir aradalığını savunur; bu, hem insanın hem de sanatın çelişkili doğasını yansıtan çok katmanlı bir estetik anlayıştır. Alighiero Boetti’nin eserleri ya da Zerep Tiyatrosu’nun performansları gibi örnekler, bu anlayışın en güçlüörneklerindendir. Jouannais’nin bu perspektifi, sanatçının kendi eserine bile ironik ve eleştirel bir mesafeyle yaklaşması gerektiğini ifade eder.

    Jean-Yves Jouannais’nin düşünceleri, yalnızca sanatın değil, insanlığın da bir eleştirisi gibi okunabilir. Bugün fazlasıyla akılcı, öngörülebilir ve ticari kaygılarla dolu bir dünyada, sanatın rüya ve deliliğin yaratıcı gücüne yeniden dönmesi gerektiğini savunur. Bu, sanatın yeniden hayal gücünün sahasına çekilmesi ve insanın bilinmeyenine dair bir keşif yolculuğu olması gerektiği yönünde bir çağrıdır. Jouannais, sanatın yalnızca bir estetik deneyim değil, insanın kendisiyle ve dünyayla kurduğu ilişkiyi yeniden düşünme fırsatıdır der. Bu, akıl sınırlarının ötesine geçen, rüya ve deliliğe işaret eden bir yaklaşımdır. Aşağıda yazarla ilgili biri fransızca diğeri türkçe iki kitap linki koyuyorum.

    https://editions.flammarion.com/lidiotie/9782081406834

    https://www.kitapyurdu.com/kitap/yapitsiz-sanatcilaryapmamayi-yeglerim-/521984.html

 

 

Gericault’nun Monoman’ı

Johann Heinrich Füssli’nin 1784’te yaptığı Lady Macbeth tablosu

Alighiero Boetti Dünyayı dünyaya getir

Bruegel; Margot La folle, Deli Margot

Jean Yves Jouannais; Idiotie

Jerome Bosch; Deliler Gemisi

Surrealizm

Marcel Ducamps; Çeşme

 

Deliliğe Övğü, Erasmus..

Louvre müzesinde ‘Sanatta Deli’ adlı yeni sergi beni bu konuda iki yazı yazmaya itti. Birincisi Hümanist filozof Erasmus’un dostu Thomas More’u eğlendirmek için bir haftada yazdığı ‘Deliliğe Övgü’nün değerlendirmesi olacak. Ardından Tarihte deliliği ve sanatta deliliğin yerini  yazacağım.  Deliriyor muyum? diye de sormayacağım. Zaten Açık Tımarhanede yaşayıp duruyoruz.

 

Erasmus’un Deliliğe Övgüsü

 

Desiderius Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı eseri, yüzeyde mizahi bir metin gibi görünse de aslında 16. yüzyıl Avrupa’sının dini, entelektüel ve toplumsal yapısını derinlemesine sorgulayan bir başyapıttır. Erasmus, yukrıda da yazdığım gibi bu eseri dostu Thomas More’u eğlendirmek için yalnızca bir hafta içinde kaleme almıştır. Ancak bu hızlı yazım sürecine rağmen eser, döneminin insanlık durumuna dair zekice bir eleştirel bakışıdır. Deliliği konuşturan Erasmus, onun ağzından toplumsal kurumların, bireylerin ve insan doğasının eksik ve absürd yönlerini gözler önüne serer.

Delilik, kendisini insanlığın vazgeçilmez bir armağanı olarak tanıtır ve yaşamın mutluluğunu yalnızca kendi varlığına bağlar. Ona göre, insanın neşesi, sevgisi ve özgürlüğü ancak deliliğin rehberliğiyle mümkündür. Aksi halde yaşam, sıkıcı ve dayanılmaz bir hal alır. Delilik, bu iddiasını toplumsal yaşamın farklı boyutlarını ele alarak savunur. İlk olarak dini kurumlara yönelir.  Delilik, Kilise’nin ikiyüzlülüğü, açgözlülüğü ve güce duyduğu arzuyu ciddi bir şekilde eleştirir. Erasmus, dini ritüellere yobazca bağlılıkla alay ederken, gerçek inancın bu ritüellerin ötesinde saf bir sadelikte yattığını söyler. Azizlere ve kutsal emanetlere yapılan tapınma, yüzeysel bir dindarlığın sembolü olarak görülür.

Eserin ikinci büyük eleştiri noktası, entelektüel faaliyetlerdir. Erasmus, dönemin bilginlerini ve özellikle teologlarını, teorik ayrıntılarla oyalanan, fakat bu bilgeliği insan yaşamına yansıtamayan kişiler olarak eleştirir. Onların, insanlığın gerçek ihtiyaçlarından kopuk bir şekilde, yalnızca soyut kavramlarla meşgul olduklarını vurgular. Deliliğe göre, bu tür bir bilgi birikimi, insanı gerçek anlamda bilge yapmaz; bilgelik, aynı zamanda şefkat ve insana fayda sağlayan bir yaşam pratiğini gerektirir.

Delilik, toplumsal normlara da meydan okur. Evlilik kurumu, yaşlanma korkusu ve ölümle yüzleşememe gibi insan hayatını kısıtlayan yapıları da eleştirir. Toplumun bireyden talep ettiği rollerin, onun mutluluğunu ve özgürlüğünü nasıl engellediğini gösterir. Bu eleştiriler belli ki, bireyin hayatını keyifle yaşaması için gerekli olan esnekliği ve spontane davranışları savunmak için yapılmıştır.

Eserin en sert eleştirilerinden biri ise savaş ve siyasetedir. Erasmus, savaşın anlamsızlığını ve hükümdarların güç tutkularını acımasızca eleştirir. Siyasi liderlerin iktidar uğruna sergiledikleri bencillik ve acımasızlık, onların halktan ne kadar uzaklaştığını gözler önüne serer. Bu noktada Delilik, iktidarın ve savaşın ardındaki boşluğu açığa çıkartmaya çalışmaktadır.

Delilik, kendisini zenginlik tanrısı Plutus’un kızı ve mitolojik güzelliklerin adası Delos’ta doğmuş bir varlık olarak tanımlar. Çevresinde ona eşlik eden Ego, Dalkavukluk ve Cehalet gibi figürler, insanın zayıflıklarıyla alay etmektedir. Ancak Erasmus, bu zaafların insan yaşamının ayrılmaz bir parçası olduğunu ve onlarla barışmanın insanı özgürleştirdiğini vurgular.

Sonuç olarak, Deliliğe Övgü, yalnızca bir eleştiri değil, aynı zamanda insanın kendisiyle yüzleşmesine ve yaşamın saçmalığını kabullenmesine yönelik bir davettir. Erasmus, mizahi ve ince bir dille, insan doğasının sınırlarını kabul etmenin ve hayatın saçmalığına rağmen yaşamaktan keyif almanın ne kadar önemli olduğunu söyler. Bu eser, okurunu hem güldürür hem de derin bir düşünceye sevk eder; bu yönüyle, zamanını aşan bir evrensellik taşır. Bugün de benzeri bir delilik ortamında yaşamıyor muyuz? Erasmus Rotterdam’da doğdu ve rönesans döneminde yaşadı (1466-1536). Deliliğe övgü adlı eserini (özgün adıyla: Morias enkomion seu laus stultitiae) 1509 yılında yazdı.  Bu küçük kitabın taslağını 1509 yazında,  İtalya’dan İngiltere’ye yaptığı yolculuk sırasında çıkaran Erasmus, yazma işini İngiltere’de, dostu Thomas More’un in evine vardıktan kısa süre sonra bitirdi; kitabı da Thomas More’a adadı.  Erasmus, bu kitabı yazarken hiçbir kaynaktan yararlanmadı.