Picasso Kadınları kullandı mı?

 

Mehmet Ömür

 

Picasso Kadınları kullandı mı?

Dominant, egoist ve manipülatif bir sanatçı olan Picasso’nun kız arkadaşlarını sanatsal yaratımına yararlı oldukları sürece yanında tuttuğu artık çok iyi biliniyor. Bu nedenle bugün müzeler, sanatseverler ve medya, Picasso’nun sanatsal mirasına çalkantılı ve istismarcı kişiliğinin gölgesinden doğru bakıyor.

Şu sıralarda Paris’teki Picasso Müzesi’nde büyük değişiklik oluyor, müze sanki kabuk değiştiriyor. Ölümünün ellinci yıldönümünde müze, Pablo Picasso’nun etrafındaki kendisine ilham perisi yaptığı yol arkadaşlarıyla sürdürdüğü ilişkileri kritik bir biçimde yeniden değerlendiriyor. Genç nesilleri müzeye çekmek için 7 Mart – 27 Ağustos tarihleri arasında bir sergi düzenliyor. Müze, sanatçının bugün uyandırdığı tartışmalardan kaçınmayı düşünmediğini bu sergi ile kanıtlıyor. The Guardian gazetesi ‘Özel hayatının, eşlerine karşı acımasız davranışlarının, sevgilileri ve ilham perileri konularının #MeToo hareketinden bu yana genç kamuoyunu çok daha fazla ilgilendirdiğini’ düşünüyor.

Sergi de bu nedenle Amerikalı Mickalene Thomas’ın, Fransız Louise Bourgeois’nın ve Picasso’nun yol arkadaşı Dora Maar’ın yapıtlarını İspanyol dehasının yapıtlarıyla birlikte sergiliyor. İngiliz gazetesi ayrıca müzenin bu sergiyi Picasso’nun üzerinden ‘feminizm, kolonyalizm ve ırkçılık” konularının irdelenmesini istediğini vurguluyor.

Sanatçının arkasındaki adama ilgi arttıkça, yazılı basında Picasso ile ilgili yazılanların miktarı da doğru orantılı olarak artıyor. El País gazetesinde yayınlanan bir köşe yazısında sanat tarihçisi Victoria Combalía’nın Picasso’nun ‘Yol arkadaşlarına yaptığı fiziksel tacizden çok psikolojik travmalar nedeniyle suçlu görüldüğünü’ vurguluyor. Paris’teki Picasso Müzesi gibi diğer kurumların da kübizm ustası hakkında eleştirel bir okuma yapmaya başladıklarını söylüyor.

Picasso’nun her şeyden önce sanat tarihinde önemli bir yeri vardır. Sanatçının özellikle Dora Maar’a yönelik bilinen taciz olayları artık her yerde anlatılıyor.

Bazı konunun uzmanları “Picasso’nun bildiğimiz hayat hikayesini değiştirecek bir yeniden değerlendirmeye doğru gidilecek diye değerlendiriyorlar. Kınanması gereken davranışlar kataloglarda, makalelerde ve tarih kitaplarında yer alacak” diye tahmin ediliyor. Ancak geçmişi bugünkü kriterlere göre yargılamanın haksızlık olduğunu belirtilirken, bundan böyle “Picasso kadınları severdi. Bunun nesi yanlış?” gibi argümanlara da yer verilmemesi gerektiğini söylüyor Victoria Combalia.

İspanyol gazetesi El Diario, uzun süre suistimal edilen ilham perileri arasında, “terkedilmenin acısını en çok çeken kadın” olan Dora Maar’ın durumunu vurguluyor. Ona fiziksel ve psikolojik olarak kötü davranan Pablo’nun rolü büyük” diye yazılıyor. Kendisi fotoğrafçı olan Dora Maar, Pablo Picasso’dan ayrıldıktan sonra depresyona girdi ve bir psikiyatri hastanesine kapatıldı.

Gazeteci Brigitte Benkemoun, köşe yazısında “dominant, manipülatif, bencil, sahiplenici olduğunun herkes tarafından bilindiğini ancak Dora Maar’a acıvermesinin, belki de Maar’la olan sado-mazoşist ilişkisi dışında kendisine pek zevk vermediğini” yazıyor. Benkamoun şöyle devam ediyor; İspanyol sanatçının amacı “kadınların acı çektiğini görmek değildi, yalnızca sanatı önemliydi. Yaratıcılığını tetiklemedikleri hissettiği anda onları terk etti.”

El Diario sitesi şöyle düşünüyor, “bu tartışmayı açmak, sanatçının bilmediğimiz yönlerini anlamamızı sağlamak ve yeni bir gerçekliğe yol açmaktadır”. New York’ta Brooklyn Müzesi, “biyografisine bakılmaksızın sanat tarihinde temel bir rol oynamaya devam eden tarihi bir figürü mevcut prizmadan yeniden gözden geçirmeye” çalışacak feminist bir sergi hazırlıyor.

Picasso’nun ilham perilerinden yaptığı birçok portre onun kadın algısını da yansıtmaktadır. “Gelişmesini engellediği sanatçılar, hayatlarını tükettiği kadınlar eserleri üzerinde izler bırakmıştır”, diye yargılıyor El Diario. Ancak kesin olan bir şey var: Picasso, modern sanatın bir anıtı olmaya devam ediyor ve onu dışlamak tabii ki söz konusu değildir.

“20. yüzyılın şafağında Paris’e gelen genç Picasso, mümkün olduğu kadar çok satmak amacıyla çok sayıda birbirinden güzel tuval yaptı. İleri görüşlü ve yetenekli bir galeri sahibi olan Daniel-Henry Kahnweiler, Picasso’yu destekliyordu. Kübizmin icadından sonra Picassonun kotası yükseldi ve galerist, eserlerini Picassodan çok yüksek fiyatlara satın alarak geniş bir uluslararası koleksiyoner ağı oluşturdu ve fiyatları üç katına çıkardı. Galerici, bu öngörüsü sayesinde eserlerinden ayrılmak istemeyen Picasso’nun en çok beğenilen sanatçılardan biri olmasını sağladı. El Pais’in söylediğine göre, “Picasso asla ortadan kaybolmaz ve kadınlara yaptığı kötü muamelesiyle ilgili eleştirileri de pazarını etkilemesine izin vermezdi”. Ölümünden neredeyse elli yıl sonra, bazı eserleri müzayedede rekorlar kırıyor: 2015 yılında, 1955’te yaptığı bir tablosu olan ‘Cezayirli Kadınlar’ı yaklaşık 180 milyon dolara satıldı. Bu da onu o gün için dünyanın en pahalı tablosu yaptı.

Picasso’nun hayatında çok kadın vardı. Bu kadınlar, Picasso’nun farklı dönemlerindeki eserlerine modellik yaptılar ve onun sanatsal gelişimini etkilediler. Picasso’nun kadınlarla olan ilişkileri genellikle tutkulu, şiddetli ve kıskançlık doluydu. Sanatçı çoğu zaman sadakatsizdi ve birçok evlilik dışı ilişki yaşadı. Bu da kadınlarının psikolojik ve fiziksel olarak acı çekmesine neden oldu. Bazıları intihara teşebbüs etti, bazıları akıl hastanesine yattı, bazıları da alkol bağımlısı oldu. Picasso ise onlardan ayrıldığında veya öldüklerinde yeni bir kadına geçti. Gerçek bir çapkındı. İşte Picasso’nun eşleri ve sevgilileri:

Fernande Olivier (Picasso’nun ilk aşkı, 23 yaşındaydı)
Marcelle Humbert (Kadın 27, Picasso 31 yaşındaydı)
Gaby Lespinasse (34 yaşındaydı)
Olga Khokhlova (Picasso’nun ilk karısı. Tanıştıklarında Picasso 36 yaşındaydı)
Marie-Thérèse Walter (Marie 17 yaşındaydı, Picasso ise 46)
Dora Maar (Kadın 29, Picasso 55 yaşındaydı)
Françoise Gilot (Picasso’yla tanıştığı zaman 21 yaşındaydı)
Geneviève Laporte (Picasso’nun son sevgililerinden biri. Fransız model, 20’li yaşların ortalarındaydı. Picasso ise 70’lerinde!)
Jacqueline Roque (Picasso’nun ikinci eşi oldu. 27 yaşındaydı. Picasso ise 79’du.)

En büyük aşkı Marie-Therese Walter ondan çocuk yaptı ve onunla evlenemeden Picasso ile yaşadıkları evde intihar etti. Picasso hayatının en büyük aşkını yaşarken Olga ile evliydi. Olgadan hiç boşanmadı.

Picasso’yu tanımak için Türkçe kaynaklarda bolca, aşağıya bazılarını alıyorum. 

Sergi; CÉLÉBRATION PICASSO, LA COLLECTION PREND DES COULEURS !

7 Mart 27 Ağustos

5, Rue de Thorigny, 75003 Paris

Kaynak; 

Courrier international No 1691 sayfa 43

https://dergio.com/20220725/pablo-picassonun-hayatini-mahvettigi-7-kadin

https://www.sanatlaart.com/pablo-picasso-ve-kadinlar/

https://www.greelane.com/tr/be%C5%9Feri-bilimler/g%C3%B6rsel-sanatlar/picassos-women-183426/

http://www.leblebitozu.com/pablo-picasso-kadinlari-ve-onlarin-ilham-verdigi-tablolar/

https://www.milliyet.com.tr/molatik/galeri/pablo-picasso-hakkinda-muhtemelen-bilmediginiz-10-sey-79784/1

 

4 Elle 160 resim; Basquiat Warhol İşbirliği

 

4 Elle 160 resim; Basquiat Warhol İşbirliği

 

Mehmet Ömür

 

2018 yılında Louis Vuitton Vakfı, “Jean-Michel Basquiat” solo sergisine yaklaşık 700.000 ziyaretçi çekerek büyük bir başarı elde etmişti. 2023’te ise 5 Nisan – 28 Ağustos tarihleri arasında Vakıf, Jean-Michel Basquiat’ın eserlerini daha da gözler önüne seriyor ve bu sefer Andy Warhol ile olan işbirliğine odaklanıyor. Bu işbirliği Basquiat’ın deyimiyle bir milyon resimden ancak 160 büyük tabloya dönüşüyor. Yine de iki yıla sığan muazzam bir üretimden bahsediyoruz. 2023 yılının Ağustos ayına kadar gezielebilecek olan bu sergiyi Paris’e yolunuz düşerse mutlaka gezmenizi şiddetle öneririz.

1984 ile 1985 yılları arasında Jean-Michel Basquiat (1960-1988) ve Andy Warhol (1928-1987), “dört elle” yaklaşık 160 tuval ortaya çıkardılar ve bunların bazıları kendi kariyerlerinin en büyük tablolarıydı. İkili arasındaki dostluğa, ortak çalışma şekline ve üretimlerine şahit olan Keith Haring (1958-1990), bunları “söz yerine resimle yapılan bir sohbet” ve iki zihnin “üçüncü, ayrı ve eşsiz” bir zihin yarattığı şeklinde tanımlamıştır.

Fondation Louis Vuitton, bu özel proje için “Basquiat x Warhol, à quatre mains” yani “Basquiat X Warhol Dört El” adlı çok büyük ve önemli bir sergi düzenledi. Dieter Buchhart, Anna Karina Hofbauer ve Louis Vuitton Vakfı küratörü Olivier Michelon’un birlikte hazırladıkları sergi, ortak imzalı seksen tablonun da aralarında bulunduğu üç yüzden fazla eser ve belgeyi bir araya getiriyor. Sergiyi gezerken ilkbahar neşesini hissediyoruz.

New York Şehir Merkezi’nin sanat ortamını bize yaşatmak için sergide her bir sanatçının bireysel çalışmalarının yanında diğer sanatçıların da (Michael Halsband, Keith Haring, Jenny Holzer, Kenny Scharf…) eserleri yer alıyor. 1980’li yıllara ait işleri görüyoruz, Jean-Michel Basquiat ve Andy Warhol’un 1985’te Tony Shafrazi Galerisi’nde açtıkları serginin afişini görüyoruz. Michael Halsband’ın çektiği meşhur boks eldivenli fotoğraf dizisi çok ilgi çekici bir çalışma.

Sergi, Warhol’dan Basquiat’a, Basquiat’tan Warhol’a birbirlerini resmettikleri çapraz portrelerle açılıyor. Ardından diğer işbirliği ürünleri geliyor. Galeri sahibi Bruno Bischofberger’ın önerisiyle başlayan bu çalışmalar, İtalyan ressam Francesco Clemente’nin (1952 doğumlu) katılımıyla devam ediyor. Üç bölümden oluşan on beş çalışmadan sonra Basquiat ve Warhol, neredeyse günlük bir ritimde, coşku ve ortaklıkla işbirliklerine devam ediyorlar. Sürekli değişimlerinin enerjisi ve gücü sergide göz kamaştırıyor. Sergi On Boks Torbası (Son Akşam Yemeği) veya 10 metrelik kanvas Afrika Maskesi gibi büyük boyutlu eserlerle sona eriyor.

Basquiat, Warhol’u yaşlı, sanat dünyasında önemli bir figür, yeni bir dilin öncüsü ve popüler kültürün yaratıcısı olarak görüyor ve ona hayranlık duyuyor. Warhol ise Basquiat ile çalışırken resme yeniden ilgi duymaya başlıyor. Onunla birlikte çok büyük ölçekte el ile resim yapmaya geri dönüyor. Warhol’un konuları (basın başlıkları, General Electric logoları, Paramount, Olimpiyat Oyunları) arka plan işlevi görüyor.

“Çoğu resme Andy başlıyor. Çok tanınabilir bir şey koyuyor, mesela bir marka logosu yapıyor sonra Basquiat onu bir şekilde bozuyor. Sonra Warhol onu düzeltmeye çalışıyor, “Önce çizerim, sonra Jean-Michel gibi resim yaparım. Böylece resimlerimizde kimin ne yaptığı belli olmuyor ve bu çok hoşuma gidiyor” diyor Warhol.

Sergi, bu gelgitleri, tarzlar ve biçimler arasındaki diyaloğu ortaya koyuyor ve aynı zamanda Afro-Amerikan topluluğunun, Warhol’un en büyük ikon üreticilerinden biri olduğu bir ülke olan Amerika’nın anlatısına nasıl dahil edildiği gibi önemli konulara da değiniyor. Basquiat 27 yaşında çok gençken hayatını kaybediyor. Warhol ise ondan kısa bir süre sonra 59 yaşında ölüyor. 1983-85 yılları arasında sürekli birlikte çalışıyorlar ve Factory adını verdikleri büyük atölyede uzun zaman geçiriyorlar. Çok sayıda ünlü sanatçının uğrak yeri olan bu atmosfer bu sanatçıları ayrı ayrı besliyor.

Biz de bu sergiyi gezerek kendi kendimizi besledik.

Aykırı sanat; Art Brut

 

Aykırı sanat; Art Brut

 

Mehmet Ömür

 

 

Aykırı sanat olarak da bilinen Art Brut, 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan bir sanatsal harekettir. Bu hareket, sanatsal geleneklere bağlı kalmadan ve ham malzemeler kullanarak gerçekleştirilen işlerle karakterizedir.

Art Brut sanatı, hastanede yatan psikiyatri hastaları, mahkumlar, marjinalleştirilmiş insanlar, akıl hastalığı olan insanlar ve kendi kendini yetiştirmiş insanlar gibi toplumun marjinallerindeki insanlar tarafından üretilen sanat eserlerini toplamaya başlayan Fransız sanat koleksiyoncusu Jean Dubuffet tarafından popüler hale getirildi. Art Brut, belirli bir kendiliğindenlik ve tam yaratıcı özgürlük ile karakterize edilir ve sanatsal eğitimin veya baskın kültürün etkisi olmaksızın gerçekleştirilir.

Bugün Art Brut, yaşayan bir sanatsal hareket olmasa da, birçok çağdaş sanatçı için hala ilham kaynağı olmaktadır. Bu hareketin eserleri, dünya genelindeki galeri ve müzelerde sergilenmektedir. Ham malzemelerin kullanımı ve sanatsal geleneklerden bağımsızlığı sayesinde Art Brut eserleri, insan yaratıcılığının benzersiz ve otantik ifadeleri olarak kabul edilir.

Art Brut, sanatın evrensel doğasını vurgulayan bir harekettir. Bu hareket, sanatın herhangi bir kültürel veya sosyal sınıf tarafından icra edilebileceğini ve her insanın potansiyel olarak sanatsal bir ifadeye sahip olduğunu gösterir. Bu nedenle, Art Brut, sanatın sadece profesyonel sanatçılar tarafından icra edilebileceği bir etkinlik olarak algılanan birçok insanı da etkilemiştir.

Sonuç olarak, Art Brut hareketi, sanatsal geleneklere bağlı kalmadan ve ham malzemeler kullanarak gerçekleştirilen işlerle karakterize edilen bir sanatsal harekettir. Bu hareket, insan yaratıcılığının benzersiz ve otantik ifadelerinin önemini vurgular ve dünya genelinde birçok çağdaş sanatçı için ilham kaynağı olmaya devam eder.

Montpellier’de Art Brut müzesi 250 sanatçıyı bir araya getiriyor. Müzenin 800 m2’lik alanı boyunca psikiyatri hastalarının, ötekileştirilmişlerin, mahkumların ya da hayatın zorluklarında çok hırpalanmış insanların eserlerine rastlıyoruz. Eserlerinde toplama kamplarının cehennemini çağrıştıran Alman Rosemarie Koczy veya  İkinci Dünya Savaşı’nı durduracak güce sahip olduğuna inanan Fransız medyum Fleury-Joseph Crépin hatta gözaltında tutulmuş İsviçreli Aloïse Corbet gibi bir imparatora delicesine aşık olan başka bir sanatçı. Genellikle trajik olan, ancak ziyaretçilerini çok değişik renkte ve  çok sayıda eseri keşfetmeye davet eden ve her seferinde şaşırtıcı olan bir müze bu Montpellier’deki Art Brut müzesi.

 1997 Fashion Big Bang

 

Palais Galliera’da 7 Mart – 16 Temmuz 2023 tarihleri arasında düzenlenen  1997 Fashion Big Bang sergisine ilgi büyük. Bunu anlamak kolay çünkü Moda denilince akla Paris,  Londra, Milano, New York geliyor. Bu sergi, çağdaş moda tarihinin dönüm noktası olan 1997 yılını anlatıyor. Bu yıl hem 1990’ların modasının zirvesi hem de yeni milenyuma geçişin eşiği oldu. 1997’de bugün bildiğimiz moda sahnesini şekillendiren koleksiyonlar, defileler, atamalar, açılışlar ve etkinliklerin hızlı bir şekilde ardı ardına geldiğini görüyoruz. Bu etki o kadar büyük ki 1997 yılı 21. yüzyıl modasının başlangıcı olarak kabul edilebilir.

Yıl, sembolik koleksiyonlarla öne çıkıyor: Comme des Garçons’un “Body Meets Dress, Dress Meets Body” koleksiyonuyla deforme edilmiş bedenler, Martin Margiela’nın “Stockman” koleksiyonuyla kavramsallaştırılmış giysiler, ya da Raf Simons’un “Black Palms” koleksiyonuyla yeniden tanımlanan erkek güzelliği standartları… Vogue Paris dergisi, 1997 ilkbahar-yaz haute couture sezonunu Paris’in ekonomik kriz ve yoğun küresel rekabet döneminde uluslararası moda başkenti olarak yerini yeniden kazanması için ihtiyaç duyduğu “Big Bang” olarak tanımlıyor. 1997 yılı gerçekten de modada iyi bir  yıldır; 1980’lerin yıldız tasarımcıları Jean Paul Gaultier ve Thierry Mugler gibi isimler haute couture’e girerken, yeni bir İngiliz tasarımcı kuşağı Alexander McQueen’in Givenchy’de ve John Galliano’nun Christian Dior’da olduğu gibi tarihi ve büyük  Fransız moda evlerinin başına geçiyorlar.

Küreselleşme fenomeni hızlanıyor, 2000’li ve 2010’lu yılları önceden gördüğü anlaşılıyor. Devrimci bir yıl diyebiliriz. Daha sonraki 20 yıla damgasını vuruyor. Genç ve o zamanlar pek tanınmayan sanat yönetmenleri ortaya çıkıyor, büyük moda evlerinin başında ya da kendi başlarına: Hedi Slimane, Stella McCartney, Nicolas Ghesquière, Olivier Theyskens… Bugünkü modayı şekillendiren isimler.

Bir dizi olay yeni bir çağın başlangıcını işaretliyor; örneğin 20 yıl boyunca modanın merkezi olan konsept mağaza Colette’in açılışı ya da Gianni Versace’nin trajik ölümüyle bir kopuş.

Kronolojik olalarak düzenlemiş olan bu sergide Palais Galliera koleksiyonlarından seçilen 50’den fazla siluet ile müzelerden, uluslararası koleksiyonerlerden ve moda evlerinden alınan ödünç parçalar var. Sergi ayrıca çok sayıda video ve eşsiz arşiv belgeleriyle zenginleştiriliyor.

“1997. Fashion Big Bang” sergisi, modanın tarihindeki bu “bomba gibi” yılın ritmini belirleyen en önemli olayları yaşamaya  davet ediyor.

r.

Fırtınadan Önce

Fırtınadan Önce

Mehmet Ömür

Bourse de Commerce’deki “Fırtınadan Önce” sergisinin küratörü Emma Lavigne, Pinault koleksiyonunun bir bölümünü, yirmi sanatçının iklim değişikliğini konu eden eserlerini  inceleyerek bir sergi oluşturmuş. Dünyayı bekleyen çevre faktörlerine bağlı hava kirliliği ve küresel ısınma sonrası büyük yıkıntıdan önce bizleri karanlıktan aydınlığa çıkmaya çağırmak için  8 Şubat – 11 Eylül 2023 tarihleri arasında 2 rue de Viarmes 75001 Paris adresinde gezilebilecek.

Sergi, Borsa’nın yaklaşık 20 metre yüksekliğindeki kubbesini saran devasa bir resmin altında gerçekleşiyor. Bu panorama, 1889 Dünya Fuarı’nda Fransız Üçüncü Cumhuriyet’inin idealize edilmiş ticaret vizyonunu yansıtmayı amaçlıyor, ancak bu dekor artık aynı beklentileri paylaşmıyor. Sanatçıların mesajları, tavanın iddialı görsellerinden uzaklaşarak doğanın tamiri ile hayal gücünün el ele gitmesini sağlamak yönünde.

Pinault koleksiyonundaki eserler, çoğunlukla küreselleşmenin getirdiği zorluklar ve doğanın tahribatı gibi konuları ele alıyor. Ana mekanda, meşe gövdeleri ve Nasturtium çiçekleri gibi doğal unsurlar kullanılmıştır. Sergideki yaklaşık 20 kadar eser temaya uygun olarak seçilmiş ve hayli etkileyici işler. Özellikle, Tacita Dean’in “Dış Politika” ve Diana Thater’ın “White is the Color” adlı eserleri, küresel ısınmanın yol açtığı yangınların yıkıcı etkilerini göstermektedir.

Bu sergide, farklı disiplinlerden ve dünyanın dört bir yanından gelen Pinault koleksiyonuna yeni katılan bazı sanatçılar ve eserleri ile bazı sanatçıların daha önce sergilenen eserlerini yeniden yorumladıkları eserleri yer almıştır.

Serginin küratörü, sergiyi “bir kasırganın gözü” olarak tanımlıyor. Sergi, müzenin farklı alanlarında ziyaretçileri şaşırtan ve etkileyen enstalasyonlarla dolu. Bazı eserler, mekanın mimarisine uyum sağlarken, bazıları ise mekanla çatışarak yeni bir gerçeklik yaratıyor. Ziyaretçileri doğanın güzelliğini ve kırılganlığını fark etmeye ve insanın doğaya karşı sorumluluğunu hatırlamaya davet ediyor. Serginin başlığı, hem mevsimsel hem de metaforik bir anlam taşıyor. Sergi bize Fırtınadan Önce’nin “bir uyarı, bir çağrı, bir umut” olduğunu söylüyor.

Sergide yer alan sanatçılardan bazıları şunlar:

Hicham Berrada: Fiziksel ve kimyasal süreçleri kullanarak doğal fenomenleri taklit eden video enstalasyonlarıyla tanınan Faslı sanatçı. Sergideki eseri Présage (2018), müzenin girişinde yer alıyor ve ziyaretçileri büyüleyici bir manzara ile karşılıyor.

Danh Vo: Kültürel kimlik, tarih ve miras gibi kavramlarla ilgilenen Vietnamlı asıllı Danimarkalı sanatçı. Sergideki eseri Untitled (2015), müzenin merkezindeki Rotonde’da yer alıyor ve devasa bir altın yapraklı heykel olarak dikkat çekiyor.

Tacita Dean: Zaman, bellek ve anlatı gibi temalarla uğraşan İngiliz sanatçı. Sergideki eseri Antigone (2018), müzenin ikinci katındaki Galeri 2’de sergileniyor ve ziyaretçilere iki perdede gösterilen 35 mm film olarak sunuluyor.

Dineo Seshee Bopape: Güney Afrikalı sanatçı; toprak, su ve bitkiler gibi doğal malzemelerle çalışarak duyusal ve sembolik enstalasyonlar yaratıyor. Sergideki eseri Sedibeng (2016), müzenin üçüncü katındaki Galeri 3’te yer alıyor ve ziyaretçileri suyun akışına katılmaya davet ediyor.

Sergide beni en çok etkileyen eser İnsan Maskesi adlı video oldu. Mükemmel surround ses ile zifiri karanlık bir odada tam ekran olarak görmek başka bir şeydi. İnternette geniş çapta yayılan bu video Tsunami sonrası gerçek bir olaydan esinlenmiştir. https://www.are.na/block/11981625

Nô tiyatrosundan gönderme yapan ve Pierre Huyghe tarafından yeniden tasarlanmış bir eserdir.  Beyaz maske takan genç kız kılığına girmiş bir maymun baş roldedir, olay ışık-gölge tarzı ve yan ışıkla ışıklandırılmış bir restoranda geçer. İnsan Maskesi adlı eser 19 dakikalık video enstalasyondur ve Japonya’da bir restoranda hizmet vermek üzere eğitilmiş maymunu göstermektedir, Burada sanatçı tarafından kendi tarzında işlenen filmde derin bir insanlık hissediliyor ve hayvan ile insan arasındaki uçurumu azaltıyor.

Pierre Huyghe, 1990’ların başından beri gerçeklik ve kurgu üretimi arasındaki sınırları araştıran bir sanatçı. Huyghe, performanslar, filmler, nesneler, fotoğraflar ve çizimler gibi farklı formlar üzerinde çalışıyor.

Bilim, bilimkurgu, edebiyat, felsefe, arkeoloji, sinema, müzik, mimarlık, işle boş zaman arasındaki ilişkiyi, çağdaş topluma özgü pek çok kültürel, popüler veya akademik temayı ele alıyor. Genellikle diğer sanatçılarla, müzisyenler, mimarlar veya bilim adamlarıyla işbirlikleri yapmaya özen göstermektedir.

Emanuele Coccia’nın “Dünyadaki en kötü şey pis hava. Bu sergide toplanan eserler de buna tanıklık etmek istiyor. Sonuçta; fırtınadan önce mi, sonra mı olduğumuzu gerçekten bilmiyoruz, çünkü tüm dünya bir fırtınaya dönüştü. Ve fırtına hayatın şarkısından başka bir şey değildir.” sözleri serginin adeta bir özeti gibi durmaktadır. Ve Pinault Koleksiyonu’dan oluşturulmuş bu “Fırtınadan Önce” sergisi, çağdaş sanatın sınırlarını zorlayan, ziyaretçileri düşündüren ve yeni sezonda kaçırılmaması gereken bir sergidir bence.

 

 

 

Nan Goldin, ‟All the beauty and the Bloodshed”

 

Nan Goldin, ‟All the beauty and the Bloodshed”

Mehmet Ömür

Nan Goldin, Amerikalı bir fotoğrafçı. Goldin’in fotoğrafları, kendisinin ve en yakınlarının, özellikle de LGBTQ topluluğu ve eroin bağımlılığı alt kültürünün  portreleridir. Goldin’in fotoğrafları, görsel otobiyografi görevini üstlenir. Goldin’in en ünlü eseri The Ballad of Sexual Dependency (1980-1986), 1980’lerde New York’taki hayatını anlatan 700 fotoğraftan oluşan 40 dakikalık bir slayt gösterisidir. Bu slide gösterisi bir kitap halinde fotoğrafseverlere de sunulmuştur. Goldin, aynı zamanda bir aktivisttir ve Sackler ailesinin opioid krizindeki rolüne karşı mücadele etmiştir. Goldin, OxyContin bağımlılığı yaşamış ve P.A.I.N. (Prescription Addiction Intervention Now) adlı bir örgüt kurmuştur. Bu örgüt, Sackler ailesinin sanat kurumlarına yaptığı bağışları protesto etmektedir. 

All the Beauty and the Bloodshed, Laura Poitras’ın Nan Goldin’in sanatını ve aktivizmini anlatan bir belgesel filmi. Film, Goldin’in OxyContin bağımlılığı ve Sackler ailesine karşı yürüttüğü protestoları gösteriyor. Film, eleştirmenlerden olumlu yorumlar aldı. Örneğin, Rotten Tomatoes film için şöyle yazmış: “All the Beauty and the Bloodshed amacına ulaşan bir film. Goldin’in yıllar boyunca yaptığı işlerin çarpıcı bir şekilde yansıtıyor.” The Guardian’da ise film için şöyle söylemiş: Nan Goldin’in Sackler pharma ailesine karşı hesaplaşması. Film, Oscar’a aday gösterildi ve Paris’te Mart 2023’te vizyona girdi.

Film, Nan Goldin’in sanatını ve aktivizmini yedi bölüme ayırarak anlatıyor. Her bölüm, Goldin’in hayatının bir dönemine ait fotoğraflar veya arşiv görüntüleriyle var ardından P.A.I.N. (Prescription Addiction Intervention Now) adlı örgütle yaptığı protestolar ve hesaplaşmalar var. Film, Goldin’in OxyContin bağımlılığının etkilerini ve Sackler ailesine karşı verdiilen sıradışı hukuk  mücadelesini gözler önüne seriyor. Filmde, Goldin’in Met, Louvre ve Guggenheim gibi müzelerde yaptığı eylemler de yer alıyor. Filmi seyrettiğiniz sinemadan yumruk yemiş gibi çıkıyor olabilirsiniz.

All the Beauty and the Bloodshed – Movie Reviews – Rotten Tomatoes. https://www.rottentomatoes.com/m/all_the_beauty_and_the_bloodshed/reviews.

All the Beauty and the Bloodshed review – The Guardian. https://www.theguardian.com/film/2023/jan/28/all-the-beauty-and-the-bloodshed-review-nan-goldin-sackler-pharma-family-laura-poitras-documentary-oscar-nominated.

‘All the Beauty and the Bloodshed’ Review: Nan Goldin’s Art and …. https://www.nytimes.com/2022/11/22/movies/all-the-beauty-and-the-bloodshed-review-nan-goldin.html.

 All the Beauty and the Bloodshed – Wikipedia. https://en.wikipedia.org/wiki/All_the_Beauty_and_the_Bloodshed.

All the Beauty and the Bloodshed Is a Must-See Oscar Movie. https://time.com/6261100/all-the-beauty-and-the-bloodshed-review/.

All the Beauty and the Bloodshed Reviews – Metacritic. https://www.metacritic.com/movie/all-the-beauty-and-the-bloodshed.

ALL THE BEAUTY AND THE BLOODSHED : STREAM IT OR SKIP IT?. https://decider.com/2023/03/20/all-the-beauty-and-the-bloodshed-hbo-max-review/.Nan Goldin ve

Paris’te bir Amerikalı; Elliott Erwitt

Paris’te bir Amerikalı

“Aslında fotoğraflarımda hümanizma olduğunu söylemek, şimdiye kadar aldığım en büyük iltifat. » Elliott Erwitt

Mehmet Ömür

Belki bu şehirde doğduğundan o Paris’i, Paris’te Elliott Erwitt i çok sever. Sık sık onun retrospektif sergilerini açar. Hümanist bir Magnum  fotoğrafçısı, Amerikalı Doisneau olarak da anılan Elliott Erwitt 2010 da MEP Avrupa Fotoğraf Evinde sonra da 2012 de L’elephant Paname’da Personal Best/Personal Choise adlı kitabının lansmanı için sergiler açmıştı. Bu kez ise bugüne kadar yapılmış en büyük sergisini Musee Maillol da açtı. Sergi 23 Mart 20923 den 15 Ağustos 2023 e kadar devam edecek. Ancak New York ta yaşayan Erwitt yaşı nedeniyle bu uzun yolculuğu göze alamadı.

İzis, Doisneau, Ronis, Riboud, HCB (Henri Cartier Bresson), hümanist akımın öncüsü isimler… Sokaklarda dolaşırken, ellerinde genellikle bir Leica, dünyaya insancıl bir bakışla bakıp, hassas kağıt üzerine kayıt geçen ustalar. Çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris sokaklarını, banliyölerini fotoğraflayan Fransızlar … ‘Instant decisif’ yani ‘karar anı’ denilen kavramı ortaya atanlar…
Bu Fransızların bazılarından yazılarımızda söz ettik. Bu kez Paris’te sergisini yakaladığımız, bu akımın Amerikalı bir temsilcisi Elliott Erwitt.

Elliott Erwitt dünyaya siyah beyaz ve gri tonlarından bakan, ama bakmakla kalmayıp ikon fotoğraflarını da fotoğraf tarihine bırakan önemli bir fotoğrafçı.
Paris’te Rus anne babadan doğup çok küçük yaşta Amerika’ya göçen Erwitt önce karanlık odada çalışır. Daha sonra Los Angeles ve New York’ta fotoğraf ve sinema eğitimi alır. 1948’den itibaren dönemin en önemli fotoğrafçılarıyla yan yana durur. Fotoğraf akımı yaratan Edward Steichen, Robert Capa ve Roy Striker, Erwitt’in ilk fotoğraflarına hayran kalır ve onu kanatları altına alırlar. Fotoğraf tarihinde önemli yer tutan ve ünlü fotoğrafçıların içinde bulunduğu ‘Farm Security Administration’ organizasyonunda çalışır. 1949’da Fransa ve İtalya’yı turlar. Ardından 1951’de askerlik görevi için yeniden Almanya ve Fransa’ya gider. Askerde fotoğrafçı olarak görev yapar. En güvendiği makinesi orta format Rolleiflex’dir. Kariyeri uzun ve çok verimli olur. Capa ile Magnum ajansına girer. Yıl 1953’tür. 1968’e kadar üç dönem Magnumun yöneticiliğini üstlenir. Bu yıllar Magnum’un Magnum olduğu yıllarıdır. Yaşamı boyunca belgesel, foto röportaj ve reklam alanlarında dolaşır durur ve 20 kitaba imza atar. 84 yaşına geldiğinde hala aktiftir, fotoğrafa hizmet etmektedir. Fotoğrafları dünyayı dolaşır durur. Che Guevera’yı, J.F Kennedy’yi, Jackie Kennedy’yi, Cassius Clay’in ünlü boks maçlarını çeker. İkon fotoğrafları arasında Marilyn Monroe’ninkileri de unutmamak gerekir. Köpek fotoğrafları ise onun imzası sayılabilir.

HÜZÜN VE MUTLULUK

Ewitt’e göre hüzün ve mutluluk birbirine benzer. Belki de bu nedenle Erwitt’in fotoğrafları bu kadar şaşırtıyor insanı. Bu kadar naif bir fotoğrafla bu kadar düşündürücü ve derin anlamlar taşıyan bir fotoğrafı yan yana görmek heyecan yaratıyor. Birçok fotoğraf insanın yüzünde gülümseme bırakıyor. Erwitt yaşamla dalga mı geçiyor?
Çoğu fotoğrafı şiirsel, insanı derin rüyalara daldırıyor ve hiç tartışmasız bu fotoğraf dehası ve görsel yaratıcı insana şapka çıkartıyoruz.
Elliott Erwitt’in teNeues yayınlarından çıkan ‘Personal Best’ adlı eserinde fotoğraflarından çok çeşitli ve güzel örnekler var.

DERİN İÇERİK

İnsan ustanın fotoğraflarına bakmaya doyamıyor. Erwitt’in her yıl sergisi açılsa insan sıkılmadan gidip tekrar tekrar hayranlıkla seyredebilir, diye düşünmeden edemiyorum.
“İyi fotoğraf nedir? Güzel fotoğraf nedir?” soruları da aklım sokan kişidir Erwitt. O konuya bir kaç eğildik geçmişte. Şimdi burada Erwitt’in sanatına baktığımızda zarif, ironik, melankolik zaman zaman da komik yaklaşımlarını fark ediyoruz. Mizah ve duyguyu harmanlayarak, sadece kendisine ait bir bakışla günlük hayatın anlarını ölümsüzleştiren bir tarzı var. Daha da öteye gidiyoruz. Değişik sanat alanlarında olduğu gibi, Picasso’nun resimlerine, Giacometti’nin heykellerine nasıl bakıyorsak Erwitt’in fotoğraflarına da öyle bakıyoruz. Her fotoğrafında yakalanmış derin bir içerik var, derin bir “Şey” var. Özellikle renkli çekimlerinde, Charles de Gaulle, Ernesto “Che” Guevara, Alfred Hitchcock, Nikita Kruşçev ve daha bir çok önemli şahsiyet değişik atmosferlerde bize görünüyor..
1970’li yıllarda sinema dünyasına geçen Erwitt birçok belgesel filme de imza atmıştır. Sergide karşıt cinsiyetler, çocuklar, köpekler, şehirler  ve plaj adlı bölümler var. Tüm sergide 3 katta 215 siyah beyaz ve renkli fotoğraf sergileniyor.  Sergi, işlenen konuların çeşitliliğini ve işin derin bütünlüğünü yansıtıyor.

Musée Maillol, 59-61 rue de Grenelle  75007, Paris