Lezzetin Derin Hafızası…

 

LEZZETİN DERİN HAFIZASI

 

Şarap… Sadece bir içecek değil, bir semboller bütünü. Tarihin, inancın ve toplumsal kodların sessizce harmanlandığı bu büyülü sıvı, daha kadehe bile dokunmadan bir öykü fısıldar insana. Onu tatmak, yalnızca bir lezzeti deneyimlemek değil, geçmişin izlerini bugüne taşıyan duyusal bir yolculuğa çıkmaktır. Şarap, kokusuyla hafızanın en derin katmanlarını uyandırır. Ezilmiş çileğin o hafif ekşi kokusu, çocukluk anılarının gizli bir köşesini ışık tutar. Meyan kökü ya da tütün esintisi, bizi geçmişin karmaşık dokularına taşır. Sanki bu sıvı, zamanın ötesine geçen bir köprü inşa eder; bir anda geçmişle şimdinin dansına tanık oluruz.

Aromalar, hafızanın gölgelerine dokunur, ama kelimeler bu dokunuşu anlamlı kılar. Şarabı anlamak, yalnızca koklamak ya da tatmak değil; ona doğru kelimeleri bulmaktır. Tadım pratiği, aynı zamanda bir dilin, bir kültürün kapılarını aralar. Bir şarabın hikayesini ve coğrafyasını anlamak, onun aromatik derinliğine kelimelerle dokunmaktan geçer. Kelimeler, bir kadehi paylaşan insanların dünyalarını birleştirir; onları aynı tat ve duygu evrenine davet eder.

“Şarap, duyularımızla hafızamızı buluşturur; geçmişin sembollerini bugüne taşır.”

Bu yüzden tadım, yalnızca bir deneyim değil, bir sanattır. Bu sanatı anlamak ve derinleştirmek için çok sayıda yazılı ve video  rehberler var. Beynimizin, tat tomurcuklarımızın işleyişini ve duyusal bilgilerin nasıl şekillendiğini anlamaya çalışmalıyız. Şarabın aromalarını nasıl tanımlayabilir, kategorize edebilir ve anlamlandırabiliriz? Bu soruların cevabı, aynı zamanda bir şarap severin kelime hazinesini zenginleştirmenin de yolunu açar. Çünkü doğru kelimeler, şarabın özünü paylaşmanın anahtarıdır.

Bu rehberler yalnızca teorik bilgiyle sınırlı değiller. Şarabın tadının tarih boyunca nasıl evrildiğini, farklı kadehlerin aynı şaraba nasıl farklı bir boyut kattığını da anlatıyorlar. Dahası, sürekli düzenlenen  tadım eğitimleri de sizi bu dünyaya adım atmnızı sağlar. İster bir günlük, ister bir haftalık eğitimler, şarap aromalarını keşfetmek için  olanaklar sunmaktadırlar. iyi bir tadımcı olmak için hem bu eğitimlerden geçmek hem de bol bol tadım yaparak lezzet kütüphanemizi zenginleştirmemiz gerekir.

Ancak şarap, yemeklerle dans ettiğinde gerçek bir ahenge ulaşır. Yemek ve şarap eşleşmelerinin inceliklerini bilmek de ayrı bir konu olup mutlaka incelenmesi gerekmektedir. Katı ile sıvının ağzınızda nasıl bir uyum yaratabileceğini anlamak için bazı altın kuralları bilmek gerekir.

Ve tabii ki, hem  büyük kutlamalar için ya da günlük yaşamın küçük keyifleri için bir kadeh veya bir kaç kadeh… Her bir aroma, her bir tat, hafızanın derinlerinden beklenmedik bir anıyı çekip çıkarabilir. Şarabın büyüsü, tam da burada saklıdır: hafızamızın en gizli köşelerine dokunabilme gücündedir.

Yaşam Mühendisi….

 

 

 

 

 

Bu haftaya farklı bir yazıyla başlamak istedim. Blogumun adı Hayata dair şeyler. Dolayısı ile kafama takılan çeşitli konular hakkında yazıyorum. Bu kez Paris’te yaşayan Saint Joseph’ten benden bir sınıf küçük Ali Aktoğu’yu ve onun yaşama bakış açısını yazmak istedim. Sadece Atom mühendisi değil aynı zamanda nasıl  Yaşam mühendisi olduğunu anlatmaya çalıştım.

Paris’teki Ali Aktoğu ile ilk tanışmamız, Montparnasse’ın ünlü restoranlarından biri olan La Closerie des Lilas’da gerçekleşmişti. Bu mekan, edebiyat ve sanat çevrelerince çok iyi tanınan bir yerdir, masalarından birinde Türk edebiyatının büyük isimlerinden Yahya Kemal Beyatlı’nın adını taşıyan bakır bir plaka bulunur. Fransa’ya yeni taşındığım dönemde Ali Aktoğu benimle tanışmak istediğini belirtti ve bu öneriyi memnuniyetle kabul ettim. O gün uzun bir sohbet gerçekleştirdik ve şimdi dönüp baktığımda onunla tanışmanın ne kadar iyi bir karar olduğunu görüyorum.

Saint Joseph Lisesi’ni bitirip üniversite öğrenimi için Fransa’ya gelen Ali Aktoğu, hayat hikayesini anlatırken, sadece bir atom mühendisi değil, aynı zamanda bir “yaşam mühendisi” olduğunu düşündüm ve bunu kendisine de söyledim. Bu tanım onu çok mutlu etti ve yaşam mühendisi kimliğini sahiplendi. Gerçekten de, mühendislikteki planlama ve titizliği hayatına yansıtarak beş duyunun arzu edebileceği her şeyi deneyimlemişti.

Entelektüel kimliğiyle öne çıkan Ali Aktoğu, yıllar boyunca şatolarda baronlar, kontlar ve markilerle mum ışığında sohbetler etmiş; en güzel müzikleri dinlemiş; seçkin şiirler okuyup bazılarını çevirmiş, bazılarını ise kendisi yazmıştı. Paris’in en prestijli restoranlarında yemekler yemiş ve bu birikimini bizimle de paylaşmıştı. Bizi, üç Michelin yıldızlı Lasserre restoranına davet ederek Paris’in başka bir gastronomik yüzünü tanımamıza vesile olmuştu. Bu yemekte, gençlik yıllarında aşık olup evlendiği Izmirli eşi Nurgün Hanım ile tanıştık. Onu da en az Ali Aktoğu kadar sevdik. Hatta Ali çok beğendiği Angelique filmlerinin
baş rol oyuncusu Michele Mercier’ye benzediği için Nurgün’le evlendiğini söylediğinde ben de Nurgün’ün ondan daha güzel olduğunu hatırlatmıştım. Başarılı bir evliliğin huzuru ve mutluluğu ikisinde de hissediliyordu.

O akşam, yemek sonrası bizi Paris’in unutulmaz köşelerine götürdü. Place Vendôme’da 12 numaralı binanın önünde durup, Chopin’in ölümünden önce burada yaşadığını anlattı. O sırada Nocturne’ler çalıyor, adeta geçmişin ruhunu hissettiriyordu. Daha sonra bizi Mirabeau Köprüsü’ne götürüp, fransizcaya çevirdiği Maria Missakian şiirini Michel Derville’den dinletti ve Apollinaire’i andı. Bıraksaydık sabaha kadar Paris’in gizemli köşelerini bize tanıtmak niyetindeydi.

Yıllar geçse de ilişkimiz, iki Saint Joseph’liye yakışır bir şekilde kardeşçe devam etti. Birbirimize her konuda destek olmaya özen gösterdik. Ali Aktoğu’nun Fransız Şairler Derneği’nin antolojilerinde yayımlanan şiirlerini keyifle okudum. Ayrıca Saint Joseph dergisine yazdığı yazılar sayesinde onun hayatı ve ilgi alanları hakkında daha çok şey öğrendim. Seyahate olan düşkünlüğünü bilirdim, ama bazı ülkelerin onun için ayrı bir yeri vardı. Özellikle İtalya ve Yunanistan, hatta Yunan adaları, onun tutkuyla bağlı olduğu yerlerdi. Portofino için yazdığı iki şiiri vardı ve İtalya’ya duyduğu aşk ise her satırda hissediliyordu.

Saint Joseph Lisesi onu çok etkilediği ve onda silinmez izler bıraktığı için, lise arkadaşlarıyla iletişimde kalmaktan büyük keyif alırdı. Ancak okul yıllarında hayal ettiği Fransa ile burada yaşadığı Fransa arasındaki fark, ona ciddi bir hayal kırıklığı yaşatmıştı. Özellikle son yıllarda Fransa’nın ekonomik ve kültürel açıdan düşüşte olması onu derinden üzüyordu.

Lisede oldukça başarılı bir öğrenciydi. Hazırlık sınıflarından birini atlayarak sadece bir yıl okumuştu, matematikte Saint Joseph’te okuduğu tüm süreçte hep birinciydi. En sevdiği hocası manevi babasi gibi gördüğü Matalon’du. Matalon da onu çok sever, öz oğlu gibi üstüne titrerdi. Fransa’da aldığı eğitimle başarılı bir kariyer yapmış, ülkenin önemli kuruluşlarından önce CEA’da işe girmiş sonra EDF’ in Recherce et Développement bölümünde emekli olana kadar büyük bir sadakatle çalışmıştı.

Matematiğe olan ilgisi, başka bir Saint Joseph’li Pr. Dr. Ali Nesin ile de dostluğunu pekiştirmişti. Ali Nesin’in Şirince’deki Matematik Köyü’ne Matalon babasının adına bir ev yaptırmıştı ve heykelini de diktirmek için bir İtalyan heykeltraşla uzun süre görüşmesi de bu dostluğun bir örneğiydi.

Ali Aktoğu, yaşam dolu, entelektüel, samimi ve derinlikli bir kişiliktir. Pariste 30 küsur yıl yaşadıktan sonra artık emekliliğinde Périgord’a taşınan Ali Aktoğu günlerini  Fransa’daki kültür yaşamının elverdiği ölcüde  çeşitli kültürel konuları  Saint Joseph’li arkadaşlarıyla da tartışarak ve gezerek geçirmektedir.. Onu tanımış olmak, benim için büyük bir zenginliktir.

Beaujolais Nouveau (Yeni Beaujolais) Kasımın üçüncü perşembesi çıkar… Bu yıl 21 Kasım…

Beaujolais bölgesi , Fransa’nın doğusunda, Rhône-Alpes bölgesinin kuzeyinde yer alan ve Lyon ile Mâcon arasında uzanan bir şarap bölgesidir. Coğrafi olarak, Saône Nehri’nin doğusunda, Massif Central diye bilinen bölgenin doğu eteklerinde konumlanmıştır. Beaujolais bölgesi, özellikle kasım ayında piyasaya sürülen ve her yıl dünya çapında heyecanla beklenen “Beaujolais Nouveau” şarabıyla ünlüdür. Bu bölge, yumuşak, meyvemsi kırmızı şaraplarıyla tanınır ve başlıca üzüm çeşidi Gamay’dir.

Beaujolais’in kuzey kısmında, “Cru Beaujolais” olarak bilinen ve Morgon, Fleurie, Moulin-à-Vent gibi köylerde üretilen yüksek kaliteli şaraplarla tanınan on özel alt bölgesi bulunur. Bu alt bölgelerdeki şaraplar daha yoğun, karmaşık ve yıllandırılabilir nitelikte olup, “Beaujolais Nouveau”dan farklı olarak genellikle daha uzun bir fermantasyon sürecinden geçirilir.

Beaujolais şaraplarının üretildiği coğrafyada genellikle granit, kil ve kumtaşı gibi mineraller açısından zengin topraklar söz konusudur.

Beaujolais nouveau şaraplarının taze taze içilmesi ve bekletilmemesi gerekir. Kasımın üçünce perşembesi çıktığını başlıkta belirtmiştim. Peki, saat kaçta çıkar onu merak edenler de olabilir. Saat tam 00:00 da yollara düşer. Bu sene tarih 21 Kasıma düşüyor. Beaujolais nouveau nedir?, tarihçesi nasıldır? isterseniz biraz inceleyelim.

Beaujolais nouveau, 19. yüzyılda doğmuştur, ancak ticaret hacmi 1960’lı yıllardan itibaren patlama yapmıştır. XX. yüzyıldan itibaren bazı aracılar daha üzümler sıkılırken, fermantasyon başlar başlamaz  satın alırlar birkaç hafta içinde  Paris ve Lyon’daki kavlara, kafe ve restoranlara süratle satar ve tamamını bir kaç ay içinde tüketirlerdi. Şarapların fermantasyonu genellikle taşıma sırasında  tamamlanırdı.

Beaujolais nouveau’nun tarihi, düzenlemelerdeki değişikliklerle şekillenmiştir. Örneğin 1951’de Beaujolais Üzüm Yetiştiricileri Birliği, şaraplarını 15 Aralık’tan önce “primeur” olarak satma talebinde bulunmuştur. Bu talep, 13 Kasım 1951’de bazı apelasyon kontrole şarapların bir sonraki 15 Aralık’taki genel piyasaya açılışını beklemeksizin derhal ticaretine başlanabileceğini belirten idari bir kuralla  sonuçlanmıştır. Böylece, her yıl Kasım ayının üçüncü perşembesi piyasaya sürülen, resmi  Beaujolais nouveau efsanesi doğmuştur.

BEAUJOLAIS NOUVEAU ASLA BEAUJOLAIS’İN TOPLAM ÜRETİMİNİN YARISINI GEÇMEZ

Ticari hacimler 1960’lı yıllardan itibaren hızla artarak 1980’lerin ortasında yaklaşık 50.000 tona ulaşmış, ancak Beaujolais bölgesinin toplam üretiminin yarısını asla geçmemiştir. Her yıl 60 milyon kadar şişe üretilmektedir. “Primeur” şarabın hızlı bir şekilde hazır hale gelmesi, malolaktik fermantasyonun tamamlanmış olması, taze, canlı, aromatik ve meyvemsi bir karaktere sahip olması için üreticiler, yılın hasadına göre, en erken olgunlaşan bağları tercih etmekte, fermantasyon sürelerini kısa tutmakta (zorunlu olarak 10 günü geçmeyecek şekilde) ve üzümün  taze karakterini ve fermantasyonun özgün aromalarını ortaya koyan özel harmanları seçmektedirler.

Beaujolais’nin Japon çılgınlığı;

Saat farkı nedeniyle Beaujolais nouveau’yu ilk japonlar tadarlar ve çok kısa sürede gönderilen şişelerin hepsini tüketirler. Japonyada çok yüksek rakamlara satılabilen bu şaraplar, bir pazarlama harikası olup meyve suyu ile şarap arasında genç neşeli çok aromatik şaraplardır. Japonyada piyasaya sürülmesi genellikle festivallerle  kutlanır. Ancak Fransa’da, kolay içimli ve uzun süre saklanması gerekmeyen bu şarap, süpermarketlerde genellikle 10 € civarında satılır. Restoranda tadıldığında ise fiyatı 30 €’nun üzerine çıkabilir.

 

Edebiyatta Yalnızlık

 

 

Edebiyatta yalnızlık, hepimizin hayatımızda bir noktada hissettiği o tanıdık, sessiz sızıya dokunan zamansız ve evrensel bir temadır: Kimi zaman dünyadan kopmuş, kendimizi anlam arayışı içinde kaybolmuş ya da etrafımız insanlarla doluyken bile tamamen yalnız hissederiz. Yazarlar bu yalnızlık hissini hem bilindik hem de şaşırtıcı yerlerde, birbirinden farklı karakterler aracılığıyla anlatmışlardır—adada mahsur kalanlar (Robinson Crusoe), hapishaneye kapatılanlar, kendi düşüncelerinde kaybolanlar ya da etrafındaki insanlara yabancılaşanlar…

Bazı hikâyelerde yalnızlık çok doğrudandır; karakterler fiziksel olarak insanlardan uzak, bir adada ya da bir hücrede yalnız başlarınadır ve kendi kendileriyle baş başa kalmanın zorlayıcılığıyla yüzleşirler. Robinson Crusoe örneğinde , bir adamın bir adada, tamamen yalnız kalarak kendi düşünceleriyle baş başa kalma mücadelesini görürüz. Ancak çoğu zaman, yalnızlık daha sinsi bir şekilde, insan kalabalıklarının ortasında, gürültülü şehirlerde yavaş yavaş hissettirir kendini. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’inde, karakterlerin zihinlerinde ve anılarında sıkışıp kalmalarını, aslında etrafları insanlarla dolu olmasına rağmen kendilerini gerçekten anlaşılmamış hissettiklerini görürüz.

Bir de anlatılması çok daha zor olan derin, varoluşsal bir yalnızlık vardır—hayatın anlamsızlığı ya da hepimizin bu uçsuz bucaksız, umursamaz evrende yapayalnız olduğumuzun hissi. Albert Camus’nün Yabancı eserinde bu tarz yalnızlıkla baş başa kalan bir karakteri görürüz . Meursault dünyanın kayıtsızlığını omuzlarında hisseder, roman Meursault’un hayata karşı ilgisiz ve duygusuz tavrını ve işlediği bir cinayet sonrasında yaşadıkları anlatır. Bu karakter, varoluşçuluk ve absürdizm kavramlarını derinlemesine incelememize olanak sağlar.

Yazarlar bu yalnızlık hallerini canlandırmak için pek çok teknik kullanır. Karakterlerin özel düşüncelerini duymamızı sağlayarak, onları yalnızlıklarının içinde yakalamamıza imkân verirler. Virginia Woolf veya James Joyce gibi yazarlar, karakterlerin zihnine adeta bir pencere açarak, yalnızlıklarının ne kadar derin olduğunu bize hissettirirler. Ya da yalnızlıklarını yansıtacak semboller kullanarak(boş odalar, sessiz manzaralar veya yalnız hayvanlar) karakterlerin içsel boşluğunu yansıtırlar. Örneğin, Emily Dickinson’ın şiirlerinde sık sık yalnızlık ve  sessiz sahneler yer alır ve  karakterler kendi düşünceleriyle baş başa kalırlar.

Bazı hikâyeler, yalnızlığı geniş ve ıssız mekânlarla, rüzgârlı bozkırlarla ya da gotik romanlarda olduğu gibi ürkütücü, terk edilmiş eski evlerle resmederler. Bu vahşi, boş manzaralar ve sessiz evler, karakterlerin kendilerini yalnız hissetme durumlarını yansıtarak, yalnızlıklarını daha da derinleştirir. Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’inde, yalnız bozkırların o kasvetli havası, karakterlerin huzursuz, ıssız ruhlarının bir parçası haline gelir.

Ve yalnızlığın karakterlerin yolculuğunun tam merkezinde olduğu ünlü hikâyeleri unutmazdır. Mary Shelley’nin Frankenstein’ında, hem Dr. Frankenstein hem de onun yarattığı canavar, yalnızlıkla boğuşurlar; biri takıntıları yüzünden sevdiği insanlardan uzak düşerken, diğeri toplumdan dışlanıp korkulan bir varlık haline gelir. Yalnızlık, onları trajik seçimlere sürükler ve kendi acılarında kaybolmalarına yol açar. Çavdar Tarlasında Çocuklar’da Holden Caulfield, New York’un kalabalıkları arasında kendini tamamen yabancı hisseder, bir yandan birileri tarafından anlaşılmayı isterken diğer yandan insanları kendisinden uzak tutar. Fareler ve İnsanlar eserinde ise Steinbeck, toplumdan dışlanmış insanların yalnızlığını işler—bu insanlar yoksulluk, engellilik ya da ırk ayrımcılığı nedeniyle topluma uyumsuz hale gelmiştir.

Modern edebiyatta  yalnızlığın kaynakları daha derinlemesine işlenir. Franz Kafka gibi yazarlar, modern yaşamın bizzat kendisinin—katı kuralların, rutinlerin ve bireyden uzaklaşan yapıların—nasıl gerçek bir bağ kurmayı zorlaştırdığını gösterir. Dönüşüm eserinde, Gregor Samsa’nın yalnızlığı, fiziksel dönüşümünün yanı sıra modern dünyanın duygusuz yapısına da kuvvetli bir göndermedir. Varoluşçu yazarlar ise yalnızlığın insan olmanın ayrılmaz bir parçası olduğunu öne sürerler. Camus gibi yazarların eserlerinde karakterler, yalnızca toplumsal sebeplerden değil, dünyanın anlamsızlığında kendilerine bir yer bulamadıkları için yalnızdırlar.

Bugün  yalnızlık hikâyeleri her zamankinden daha yoğun olarak önümüze çıkıyor. Çağdaş yazarlar, sürekli dijital bağlantının olduğu bir dünyada bile insanların nasıl derin bir yalnızlık içinde olduklarını gösteriyorlar. Dave Eggers’ın The Circle eserinde olduğu gibi, sosyal medya ve teknoloji gerçek ile bağlantılarımızı kopardıkça  yalnızlığımız daha da derinleşiyor.

Sonuç olarak, edebiyatta yalnızlık, sadece üzüntü veya umutsuzlukla ilgili değil; aynı zamanda anlam arayışı, bağ kurma isteği ve kendini anlama mücadelesiyle ilgilidir. Bu hikâyeler aracılığıyla kendi yalnızlığımızla yüzleşiriz ve belki de bu evrensel tecrübenin bir parçası olduğumuzu fark ederek teselli buluruz. Ve bu ortak deneyimde, sessiz bir yoldaşlık buluruz.

Sinemada yalnızlık…

Sinemada yalnızlık teması çok işlenmiştir. Bunlar bu filmler arasında sevdiğim beğendiğim filmler şunlar.

Her (2013)
Yönetmen: Spike Jonze
Teknolojinin insan ilişkileri üzerindeki etkisini işleyen bu filmde, baş karakter Theodore’un bir yapay zeka ile kurduğu duygusal bağ, yalnızlığın modern yüzünü gözler önüne seriyor.

Taxi Driver (1976)
Yönetmen: Martin Scorsese
Travis Bickle karakteri üzerinden modern şehir hayatında yalnızlık, yabancılaşma ve toplumdan kopma gibi temaları derinlemesine irdeleyen bir yapım.

The Hours (2002)
Yönetmen: Stephen Daldry
Virginia Woolf’un “Mrs. Dalloway” romanından uyarlanan bu film, üç farklı kadının yalnızlık ve varoluşsal sancıları ile yüzleşme süreçlerini konu alır.

Amélie (2001)
Yönetmen: Jean-Pierre Jeunet
Parizyen bir hikaye olan Amélie, yalnız bir genç kadının başkalarının hayatına mutluluk katarken kendi yalnızlığını keşfetmesini konu alır.

In the Mood for Love (2000)
Yönetmen: Wong Kar-Wai
Hong Kong’un arka sokaklarında geçen bu film, ihanetin, aşkın ve yalnızlığın sessiz ama derin etkilerini anlatır.

The Pianist (2002)
Yönetmen: Roman Polanski
Nazi işgali altındaki Varşova’da bir piyanistin hayatta kalma mücadelesi, yalnızlığın en sert ve duygusal yönlerini gösterir.

 

Yalnızlık; iyi bir şey mi?

 

Dün başladığım yalnızlıla ilgili yazılara bir kaç gün daha devam edeceğim, çeşitli çerçevelerden bakmaya çaılşacağım. Bugün sıra Carl Jung’da.

Carl Jung ın bakış açısıyla konuyu deşelim; yalnızlık kavramına psikolojik ve spiritüel bir perspektiften bakarsak  yalnızlık bir ceza değil, insanın kendini keşfetmesi ve birey olarak bütünleşmesi için bir fırsattır. Jung’a göre, kişi yalnız kaldığında bastırdığı ya da göz ardı ettiği yönleriyle, yani “gölgesiyle” yüzleşir. Bu yüzleşme, insanın farklı yanlarını bir araya getirerek daha bütün ve kendine sadık bir kimlik oluşturmasına yardımcı olur.

Yalnızlık, insanın iç dünyasında kendini tanıması ve bastırdığı yönleriyle barışması için büyük bir fırsattır. Kişi, kendisine ait en samimi yönleri bu süreçte keşfeder ve kendi benliğine ulaşır. Rastlantısal gibi görünen olaylar ve yalnızlık ise Jung’un “senkronisite” adını verdiği derin bir anlam taşımaktadır. Bu olaylar aslında rastgele değil; kişinin hayatına yeni bir bakış açısı kazandırması, kendini daha derinlemesine tanıması için bir yoldur.

Yalnızlık aynı zamanda yaratıcı bir alan da sunar. Nietzsche ve Thoreau gibi isimler, yalnızlığı derin düşünce ve fikirler geliştirmek için kullanmışlar. Bu yalnızlık sayesinde insan, dış etkenlerden uzaklaşarak kendi içindeki yaratıcı potansiyeli keşfetmektedir. Bununla birlikte, yalnızlık iki şekilde yaşanabilir: Kişinin kendi isteğiyle seçtiği bir inziva veya zorunlu olarak yaşadığı yalnızlık (örneğin, hastalık veya kayıplar nedeniyle). Her iki durumda da bu süreçleri kabul etmek yalnız kalan kişiye kişisel gelişim ve içsel güç kazanımı açısından çok değerli bir deneyim sunacaktır.

Jung, yoğun yalnızlık ve ruhsal kriz dönemlerini “ruhun karanlık gecesi” olarak adlandırıyor. Bu tür kriz dönemleri kişinin ruhunun arınması ve daha derin bir amaçlara hizmet etmesi için gerekli adımlardır. Jung’a göre zorlu olan bu süreç, kişiyi içsel olarak güçlendirirken kendine daha yakın hale getirir.

Özetle, yalnızlık, kendini tanıma, içsel güç kazanma ve değişim için güçlü bir araç olarak değerlendirilmektedir. Kişinin kendi özüne ve hayat amacına yeniden bağlanabilmesi için eşsiz bir alan sağlıyor.

Yalnızlık ölçülebilir mi?

Yalnızlık ölçülebilir ama bu her zaman sayısal bir sonuçla ifade edilebilecek bir şey değildir. Yalnızlık, tamamen kişinin kendi iç dünyasıyla ilgilidir. Yani, yalnızlık testleri, davranışlar ya da biyolojik belirtiler yalnızca urumun bir kısmını yansıtabilir. İnsan kendini yalnız hissettiğinde, bunun nedenini sadece kendisi bilebilir. Dışarıdan bakan biri bu durumu tam anlamıyla anlayamayabilir. Yalnızlığı ölçmenin en iyi yolu, o kişiyi dinlemek, onun hislerini anlamaya çalışmaktır.

Yalnızlık, herkesin bir şekilde yaşadığı bir durumdur ama bunu nasıl deneyimlediğimiz, bireysel farklarla şekillenir. Kimi insanlar kalabalıklar içinde bile kendisini yalnız hissederken, bazıları tek başına kalmaktan mutlu olurlar ve kendilerini  yalnız hissetmezler. Yalnızlık, insanın içsel dünyasında yaşanan ve dışarıdan göründüğünden çok daha derin bir duygudur. Bu yüzden, yalnızlık hissi ne kadar ölçülse de her zaman doğru sonuç vermez diyebiliriz.

Yalnızlık Testleri ve Ölçekler

Yalnızlığı anlamanın en yaygın yollarından biri, belirli testler ve ölçekler kullanmaktır. Bunlardan biri UCLA Yalnızlık Ölçeği’dir. Bu ölçek, kişilere yalnızlıkla ilgili sorular sorar. Mesela, “Kendini dışlanmış hissediyor musun?” ya da “Etrafında insanlar varken bile yalnız mı hissediyorsun?” gibi sorular sorar. Kişi bu sorulara verdiği cevaplarla, kendi yalnızlık seviyesi ortaya koyabilir, bu konuda bilinçlenebilir. Buna benzer testler, insanın yalnızlık hissini ölçmeye yardımcı olmaktadır. Ancak olay bu kadar basit değildir, yalnızlık sadece birkaç soruyla tamamen anlaşılacak bir duygu değildir

Davranışlarımız da yalnızlık hissimizi ortaya koyar. Bir insan kendisini yalnız hissettiğinde, sosyal etkinliklerden kaçınabilir, arkadaşlarıyla daha az görüşebilir, kendini eve hapseder, tek başına  vakit geçirmeye çalışır. Bazı insanlar ise tam tersine sosyal medyada daha fazla zaman geçirmeye başlarlar. Bu durum  sosyal ilişkilerindeki eksikliği kapatmak için yaptığı bir davranış olabilir. Bir kişi sosyal medyada ne kadar aktif olursa olsun, gerçek dünyadaki ilişkileri eksikse muhtemelen kendini yalnız hissetmeye devam edecektir..

Yalnızlık sadece psikolojik bir durum değildir, bedenimizi de etkiler. Uzun süre yalnız kalan insanlar, fiziksel olarak da çeşitli zorluklar yaşarlar. Stres hormonları yükselir, bağışıklık sistemi zayıflar ve uyku düzenleri bozulur. Yalnızlıkla bağlantılı olarak, vücutta stres hormonu olan kortizol artar. Bu da insanın kendini daha yorgun ve mutsuz hissetmesine neden olur. Yani, yalnızlık sadece zihnimizde değil, bedenimizde de izler bırakır.

Yalnızlık hissetmek, sadece fiziksel olarak yalnız olmakla ilgili değildir. Sosyal çevremizdeki insanlarla olan bağlarımız da bu duyguyu etkiler. Bir insanın çok sayıda arkadaşı olabilir ama eğer bu arkadaşlarla derin, anlamlı bağlar kuramıyorsa kendini yine de yalnız hissedebilir. Sosyal ağ analizi denlen yöntemlerle, bir insanın etrafındaki kişilerle olan bağları incelenebilir. Eğer sosyal çevre zayıfsa, yani kişi yeterince destekleyici ilişkiler kuramıyorsa yalnızlık hissi artmaktadır.

Yalnızlığa başka açıdan bakalım!

Bireysel özgürlük, kendini özgür hisseden insanlar tarafından bazen sınırsız bir hareket alanı olarak algılanır. İnsan davranışının ortak özelliklerinden bireysellik, mülkiyetçilik ve saldırganlık, bireysel özgürlüğün nasıl algılandığını anlamaya yardımcı olur. Başka bir deyişle, modern insanın özgürlüğü (ahlaki ve bireysel), çoğunlukla yalnızlıkla birlikte gelir ve kaçınılmaz olarak varoluşsal bir hayal kırıklığına yaratır.

Hayal kırıklığı, umut kavramının karşıtı olarak, modern insana sunulan özgürlüğün kaçınılmaz sonucudur. Özgürlüğünü belirli bir şekilde yaşayan, hayatın tadını çıkaran ve arzularını koşulsuz olarak tatmin eden insan, ancak bu şekilde özgürlüğünü güvence altına aldığını ve kutsallaştırdığını düşünür. Dolayısıyla, günümüzde özgürlük ve yalnızlık, kendine özgü bir ittifak kurmuş gibi görünmektedir. Bu durum, yalnızlığı modern toplumun en büyük sorunlarından biri haline getirmiştir.

İnsanın ruhunu tatmin edememe hissi olarak deneyimlenen varoluşsal yalnızlık sonuçta insanı köleleştirebilir. Modern yalnızlık ilgisizliktir,  egoisttir, narsisttir ve sevgi yoksunluğu ile  ilişkilendirilebilir. herkes kendisine özel bir dünya yaratmaya çalışıyor.

Milan Kundera’nın ‘Le  lenteur” yani Yavaşlık adlı eserinde yazdığı bir bölüm var: “Dikiz aynasına bakıyorum; sürekli aynı araba beni sollayamıyor çünkü karşıdan gelen trafik var. Şoförün yanında bir kadın oturuyor. Şöför acaba neden ona komik bir hikaye anlatmıyor? Neden elini kadının dizine koymuyor? Tam aksine, önündeki arabanın, yani benim neden yeterince hızlı gitmediğim için sürekli söyleniyor. Kadın da şoföre şefkat göstermek yerine kafasından arabayı sürüyor ve o da  şoföre söylenip duruyor.” Bu sahnedeki herkes kendine ait bir özel alan yaratmış ve birbirine yaklaşmayı reddetmiş olduğu anlaşılıyor. Kundera bu eserinde modern yaşamın hızına ve insanların giderek daha hızlı yaşama eğilimine eleştirel bir bakış sunuyor. Roman, hız ve yavaşlık kavramlarını gündelik durumlarla ele alırken, bu hızın insan ilişkileri üzerindeki yalnızlaştırıcı etkilerini sorgular. Alıntıda da karakterlerin hız saplantısı ve içsel olarak yaşadıkları tatminsizlik, sembolik bir şekilde arabada geçirilen anlarla ifade edilmektedir.

Biz yaşadığımız dünyayı da bu şekilde algılıyoruz ya da daha doğrusu bu şekilde inşa ediyoruz; bencilce. Başkalarını, onları sevdiğimiz için değil, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak için ararız. Diğerlerine karşı ilgisiziz ve sonunda yalnızlığımız, bencil tavrımızın sonucudur. Şişmiş egolarımız başkalarıyla mutlu bir şekilde bir arada yaşamamızı engellemektedir. Kundera’nın şoför örneğinde olduğu gibi öndeki araba  sadece özgürlüğe bir engeldir ve bu nedenle arabadaki diğer kişi sanki yok sayılır. Böylece yalnızlaşmaya devam edilir.

Yalnızlık kavramı 17. yüzyıldan günümüze kadar   sürekli değiştiğini biliyoruz. Farklı kültürlerde de  farklı şekiller de algılanıyor.

Yalnızlık sanat, edebiyat ve felsefi bakış açılarından da oldukça farklı boyutlarda betimleniyor. Sanat dünyasında yalnızlık, genellikle bireyin iç dünyasını anlamamızı sağlıyor. Ressamlar ve heykeltıraşlar, yalnızlığı bazen melankolik bir şekilde, bazen de huzur dolu bir içsel dinginlik olarak önümüze sunuyor. Örneğin, 19. yüzyılda romantik ressamlar, doğayla baş başa kalan insan figürleriyle yalnızlığı idealize ederken, modern sanatçılar ise şehir hayatının kalabalıkları içindeki yalnızlığı yansıtıyor. Sanat, yalnızlığı bireysel deneyimler ve insanın kendini anlama çabası olarak öne çıkarıyor. Edebiyatta yalnızlık, kahramanların kendilerini bulma süreçlerinde veya içsel çatışmalarında ortaya çıkıyor. Yazarlar, yalnızlık hissini karakterlerin iç monologları, günlükleri ya da diyalogları aracılığıyla derinleştiriyor. Kimi eserlerde yalnızlık, karakterlerin özgürlük arayışının bir parçası, kimi eserlerde ise melankolik bir yük olarak ele alınıyor. Modern edebiyat eserlerinde ise yalnızlık, şehirlerde ve toplumda bireyin sıkışmışlığını ifade eden bir sembol haline geliyor. Özellikle şehir edebiyatında, bireylerin kalabalık içinde kendilerini izole hissetmeleri yalnızlığın farklı bir boyutunu gösteriyor. Felsefi yalnızlık ise varoluşsal bir konu olarak sıkça karşımıza çıkıyor. Varoluşçu felsefede  birey yalnızlık duygusunu, kendini ve hayatın anlamını keşfetme sürecinin kaçınılmaz bir parçası olarak görmektedir. Örneğin, Jean-Paul Sartre gibi filozoflar, yalnızlığın bireyin kendi benliğiyle yüzleşmesi için gerekli olduğunu savunur. Felsefede yalnızlık, özgürlüğe ulaşmanın, bağımsız bir varlık olarak kendini keşfetmenin bir adımı olarak da değerlendirilir. Heidegger, yalnızlığı insanın dünya ile olan ilişkisinde bir ‘özcülük’ olarak tanımlar; yani, yalnızlık, insanın en temel hali ve kimliğiyle yüzleşmesidir.

Yalnızlık, melankoli ve nostalji, birbirine yakın gibi görünen ama farklı şekillerde deneyimlenen duygulardır. Yalnızlık, bireyin kendini tek başına hissetmesi veya çevresiyle duygusal bağ kuramaması durumudur. Fiziksel olarak yalnız olmadan da yalnızlık hissedilebilir.  Kalabalık içinde, hatta arkadaşlar arasında bile insan kendisini yalnız hissedebilir. Yalnızlık, bireyin kendini keşfetmesine neden olabilirken, kalıcı hale geldiğinde sıkıntılı ve yıpratıcı bir deneyime dönüşür. Yalnızlığın  bir de √ boyutu vardır. Bu nedenle kişi çoğu zaman çevresindekilerle bağlantı kurma ihtiyacı hisseder. Yalnızlık, şimdiki zamandaki yalıtılmışlık duygusudur ve bireyin çevresiyle olan ilişkileriyle ilgilidir. Melankoli, daha kalıcı bir hüzün ve içsel bir boşluk halidir; geçmişteki kayıplar veya acılarla bağlantılıdır. Nostalji ise genelde mutlulukla hatırlanan geçmişe bir özlem içerir ve kişi için bir kaçış sağlar.

 

Yalnızlığı daha iyi anlamak isteyen herkes için önemli bir eser adı vereyim; “Yalnızlığın Routledge Tarihi”, Katie Barclay, Elaine Chalus ve Deborah Simonton tarafından yayımlanan 492 sayfalık bir kitap olup, modern bir duygu olarak yalnızlığın kapsamlı ve çok disiplinli bir incelemesini sunmaktadır. Şubat 2023’te Routledge tarafından yayınlanan kitap, tarih, antropoloji, felsefe, edebiyat ve sanat tarihi gibi çeşitli alanlardan 30 akademisyenin çalışmalarını bir araya getiriyor.

 

 

 

Berrak Rüya görür müsünüz?

 

 

Berrak rüya veya Lucid  rüya kişinin rüya gördüğü sırada, rüya gördüğünün farkında olması hâline verilen addır.Terim, ilk kez Oxford Psikofizik Enstitüsü’nden parapsikolog Celia Green tarafından kullanılmıştır.

Özetle Lucid rüya görmek, rüyadayken rüya gördüğünüzün farkında olmaktır. Sadece hayal dünyanızda gezinmek değil; bilinçli bir şekilde hayallerinizi kontrol etmenin keyfini çıkararak yepyeni bir deneyim yaşadığınızı düşünün. Kulağa heyecan verici gelmiyor mu? Lucid berak veya uyanık anlamına geliyor. Bu farkındalık sayesinde rüyanızda gerçekleşen olayları bir film gibi izlemek yerine, olaylara siz yön verebiliyorsunuz. Antik Çağ’dan beri bilinen bir şey, ancak bilimsel olarak kabul edilmesi yakın zamanda oldu. Bugün lucid rüya araştırmaları hız kazanmış durumda. Rüyadayken bunu fark edip, olayları istediğiniz gibi yönlendirebiliyorsunuz. Freud ile sohbet ediyor, Micheal Jordan’a fake atıyorsunuz hatta  kendi potanızın dibinden attığınız topu karşı potaya sokuyorsunuz.

Bunlar “lucid rüya” denilen bir teknikle mümkün. Lucid rüya, uyurken farkında olmamızı sağlayan özel bir bilinç hali. Bilim insanları bu konuyu incelemeye başladıkça, lucid rüyaların bilinçaltımızı nasıl etkilediğini daha iyi anlamaya başladılar.

Bunun için bir teknik geliştirdiler. Buna MILD deniyor. MILD Mnomenic Induction of Lucid Dreaming kelimelerinin baş harflerinden oluşuyor. Dr Stephen LaBerge ilk kez 1990 dan önce tanımlamış.  İlgili makale şurada; https://www.thelucidguide.com/techniques/mnemonic-induction-of-lucid-dreaming-(mild) . Hatta rüyalarınızı yönetmek için LaBerge’in önerdiği MILD tekniğinin video tutorial’ini şuradan izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=YHk33m2xyKw . Uyuduktan yaklaşık beş saat sonra kalkmak üzere alarm kurun. Uyanınca, az önce gördüğünüz rüyayı hatırlamaya çalışın ve kendinize “Bu bir rüya!” deyin. Tekrar uykuya dalarken de, “Bir dahaki rüyamda rüya gördüğümü hatırlamak istiyorum” diye kendinizde telkinde bulunun. Bu tekniğin her zaman işe yaramadığı biliniyor.

Almanya’da yaklaşık 800 sporcu üzerinde yapılan bir çalışmada, katılımcıların %5’inden fazlası, bilinçli bir rüya sırasında antrenman yaptıklarını belirtti. Rüyada olduklarının farkına vararak, sanal olarak  favori aktivitelerini yapıyorlardı. Futbol, basketbol, atletizm, artistik patinaj… Bu yastık sporcularının büyük çoğunluğu,  rüya antrenmanlarının ardından kendilerinde gelişmeler  hissediyordu. Çok da şaşırmamak lazım  çünkü birçok çalışma, zihinsel tekrarın iş yaradığını kanıtlamış durumda.

Gün içinde şöyle bir gerçeklik testi yapabilirsiniz; uyanıkken birkaç kez etrafa bakarak “Şu an rüyada mıyım?” diye düşünün. Bu lucid rüya görme ihtimalinizi artırır. Mesela elinizi diğer elinizin içinden geçirmeye çalışın; bu hareket ancak rüyada mümkün olur,  gerçek hayatta olmaz. Bu testi alışkanlık haline getirirseniz, rüya sırasında  kendinize “Bu bir rüya mı?” diye sormanız daha kolay olur. Avustralyalı araştırmacıların yaptığı bir çalışmaya göre, bu yöntemi uygulayan kişilerin %53’ü lucid rüya görebiliyor.

Lucid rüyalar sırasında beynimizin “kendini fark etme” ve “kontrol etme” ile ilgili bölgeleri harekete geçiyor. Bu da rüya görürken kendimizi kontrol edebilmemizi sağlıyor. Hatta bazı kişilerin lucid rüya sırasında  bir spor yaparlarsa bu sporda daha başarılı oldukları anlaşılıyor.

Bilinmeyen rüyalar aleminin bilinmeyeni o kadar çok ki, böylesi ufak kapıların açılması belki yavaş yavaş parçalarının yerine oturup tamamen anlamamıza yardımcı olma olasılığı artar. Kim bilir

Arkadaşıma şarap mektupları; Alkolsüz Şarap hakkında.. Yani No_Low..

 

Sevgili Arkadaşım,

Bugün sana oldukça ilginç bir konudan bahsetmek istiyorum. Şarap sever biri olarak belki bu yeni trendi duymuşsundur, ama duymadıysan da şaşırmayacağına eminim. Son zamanlarda, alkolsüz şarap gençler arasında çok revaçta, üreticileri de buna bağlı olarak meşruiyet arayışında! Evet, yanlış duymadın. Bu bildiğimiz şarap, ama onun alkolsüz versiyonu. şarap alkolsüz olur mu? dediğini duyar gibiyim. Devekuşu gibi deve mi? kuş mu? şarap mı? Meyve suyu mu? u konu,  son Uluslararası Şarap Örgütü’nün (OIV) kongresinde hararetli bir şekilde tartışıldı.

İşte dediğim gibi işin en ilginç yanı, bu alkolsüz şarapların tam olarak “şarap” olup olmadığı meselesi. Çünkü şarabın tanımında alkollü içecek ibaresi yer alır. Alkolsüz olunca nasıl olacak? Kaliforniya’daki bir şirket, aslında iklim değişikliğiyle birlikte artan alkol oranlarını dengelemek amacıyla ortaya çıkmış, ama şimdi tamamen alkolsüz şaraplar üretiyor. Hem de oldukça talep görüyor! Özellikle gençler, sağlıklı yaşam, dini sebepler ya da sosyal etkinliklerde alkolsüz içecekler arıyorlar. İngiltere’de ise düşük alkollü içeceklere 2023’ten beri daha düşük vergiler uygulanıyor. Yani  iş giderek büyüyor.

Bir de bu işin pazarlama tarafı var: Tüketiciler ve yabancı dillerde sommelier denilen somöliyeler, bu alkolsüz şarapları alıştıkları Chablis ya da Sancerre gibi şaraplarla karşılaştırıyorlar ve alkol oranını düşürüyorlar  ama sonuçta ortaya farklı bir ürün çıkıyor. Çünkü şarap alkolsüzleştirildikten sonra tat, aroma ve ağız hissiyatını dengelemek için bazı eklemeler yapılması gerekiyor. Örneğin, dünyaca ünlü Anne-Sophie Pic’in restoranlarında görevli sommelier Paz Levinson’ın   bu şarapları servis ettiğini biliyoruz.

OIV’nin tahminlerine göre, dünya şarap üretiminin şu an %0,5’ini oluşturan bu “No-Low” şaraplar gelecekte %4-5 seviyelerine kadar çıkabilir. Büyük şirketler de bu sektöre yatırım yapmaya başlamışlar, mesela LVMH bile bu kervana katılmış! Yani gelecekte bu şarapları her yerde görebiliriz.

Kim bilir, belki bir gün birlikte bu alkolsüz şaraplardan deneriz! Hem ne de olsa sağlıklı bir alternatif, değil mi?

Sevgilerle,

I wıll Be There

 

I will be there

Esra, sonbahar yağmurunun pencereye vurduğu bir İstanbul akşamında, Kadıköy’deki denize bakan dairesinde yalnız başına oturuyordu. Yağmur, aralıksız yağıyordu. Bu yağmurun onun içindeki fırtınayı anlattığını düşünüyordu. Kalbi sızlıyordu, derin bir yalnızlık duygusu ve son zamanlarda yaşadığı hayal kırıklıkları onu büyük bir çaresizliğe sürüklemişti. Birkaç gün önce işini kaybetmişti, uzun süredir devam eden son ilişkisi ise kötü bir şekilde sona ermiş, onu acılara boğmuştu. Her zaman huzur bulduğu bu ev, ona fazla büyük, fazla sessiz geliyor, dayanılmaz boşluk hissi yaratıyordu. Severek yaşadığı Kadıköy’ün canlı, hareketli sokakları bile biliyordu ki sokağa çıktığında kötü hissettirecek ve  kalabalıkların içinde kendisini daha da yalnız hissetmesine neden olacaktı. Akşamını daha da bunalımlı hale getireceği çok önceden belliydi. O nedenle çıkmaktan vazgeçti.  Her yer, her şey ona soğuk ve karanlık geliyordu.

Yağmurun cama vuruşu, Esra’nın düşüncelerini birden eski dostu Lütfi’ye götürdü. Çocukluktan beri onun en yakın arkadaşı olan Lütfi. Yıllardır konuşmamışlardı. Lütfi Kayseri’de üroloji uzmanı olarak çalışıyordu. İkisi de kendi hayatlarına, işlerine ve ilişkilerine dalmışlardı. Aslında uzun zaman önce, Lütfi, Esra’nın yanında bu gibi zor ve  karanlık anlarda onu teselli etmiş , gerçek dostu olmuştu. Lütfi’nin duyguların gerçek dostluk mu aşk mı olduğunu hiç bir zaman ayırt edememişti. O zamanlar bu özel duygular çok rahat konuşulmaz, bir parça saklanırdı. Birlikte büyümüşlerdi, hayalleri ve korkuları paylaşmışlardı. Aynı okula aynı yollardan yürüyerek gitmişler ama hiç el ele tutuşmamışlardı. Birbirlerinin sırlarını, zayıflıklarını, güçlerini çok  iyi öğrenmişlerdi. Ama hiç ele ele olmamıştı. Ardından yaşam onları farklı yollara sürüklemişti. Esra hayallerini gerçekleştirmek için Lütfi’den önce İstanbul’un göbeğine taşınmışken, Lütfi onların büyüdüğü Ankara’daki mahallede kalmış, yüksek öğrenimine de aynı şehirde devam etmişti.  Lütfi’nin ailesinin mahallede küçük bir kitapçı dükkanları vardı. Oradan kendisine hediye kitaplar getirirdi zaman zaman. Bir kez de Carole King’in yeni çıkan ‘Tapestry’ adlı uzun çalarını getirmişti. Çok iyi hatırlıyordu yıl 1972 idi mevsimlerden ilk bahardı.  Mahir Çayan ve arkadaşları öldürülmüşler, ardından bir ay kadar sonra da Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’da daha bir kaç gün önce idam edilmişlerdi. Onlar bu hüzünlü ortamda Carole King’inYou’ve Got a Friend adlı şarkısını dinleyip müziğe eşlik etmeye çalışıyorlardı. Yaşam her şeye rağmen devam ediyordu. Şarkıcı sık sık ‘You just call out my name’ ve ‘And I’ll be there’ ve ‘You’ve got a friend’ sözlerini tekrarlıyordu. Bir an gözleri daldı ve o günlere gitti.

Telefon masanın üzerinde sessizce duruyordu. Esra, bir an Lütfi’yi aramayı düşündü. Hayır, hayır aramamalıydı. Onca yıldan sonra nasıl arayabilirdi ki? Lütfi onun aramasından  rahatsız olmaz mıydı? Sonuçta, uzaklaşan kişi Esra’ydı. Yeni hayatı, İstanbul’un büyüsüne kapıldığı kariyer yolculuğu sırasında Lütfi ile olan bağını ufak ufak kaybetmişti. Ama içinde bir yerlerde Lütfi’nin hala ona yardım edebileceğini, en azından ona yeniden huzur verebileceğini hissediyordu. Esra onun sesini duymak, eski o bağlantıyı yeniden hissetmek ve o güven dolu dostluğu tekrar hatırlamak istiyordu.

Nostaljiye direnmek zor oldu. Esra gözlerini kapatıp Lütfi’yi düşündü. Lütfi’nin sesini neredeyse duyabiliyordu, o tanıdık, sıcak sesiyle her zaman söylediği o sözleri fısıldıyordu: “Eğer bana ihtiyacın olursa, sadece ara. Hemen gelirim.”

Bu basit cümle, dostluklarının temeliydi. Ne olursa olsun, ne kadar uzağa giderlerse gitsinler, birbirlerine her zaman ulaşacakları konusunda sessiz bir anlaşma yapmış gibiydiler. Ancak şimdi, aralarındaki mesafe ve geçen zaman göz önünde bulundurulduğunda, bu söz  acaba hala geçerli miydi?

Esra derin bir nefes aldı ve telefonunu eline aldı. Sonra telefonu tekrar bıraktı. Rehberinde Lütfi’nin adını buldu. Parmağı arama tuşunun üzerinde durdu; içinde hem korku hem de tereddüt vardı. Yine de derin bir nefes alıp tuşa bastı. Telefon iki kez çaldıktan sonra o tanıdık ses kulağında yankılandı.

“Esra?” Lütfi’nin sesi şaşkın ama aynı zamanda sıcak ve samimiydi, tıpkı eskiden olduğu gibi.

“Merhaba, Lütfi. Evet ya!  ben., Esra.. Acaba açar mı diye tereddüt içindeydim.”

“Tabii ki açarım,” dedi yumuşak bir sesle. “Sana söylemiştim, tek yapman gereken beni aramak.”

Esra’nın gözlerinden yaşlar süzüldü. Uzunca bir süredir kendisini yalnız ve kaybolmuş hissediyordu, dostluğun bu kadar güçlü olabileceğini pek düşünemiyordu. “Seni aramadığım için üzgünüm. Hayatımda her şey o kadar zorlaştı o kadar tatsızlaştı  ki bilemezsin,…”

“Neler oldu anlat lütfen,” dedi Lütfi, sesi her zamanki gibi sakin ve güven verici bir tondaydı.

Esra haftalardır ilk kez içini döktü. İşini kaybettiğini, ilişkisinin bittiğini ve hayatının tamamen darma dağınıklık olduğunu anlattı. Konuştukça, göğsündeki ağırlık yavaş yavaş hafiflemeye başlamıştı. Lütfi, tıpkı eskiden olduğu gibi, onu hiç bölmeden dikkatle dinliyordu.

“Esra,” dedi uzun bir sessizlikten sonra, “Endişelenme, düşündüğünden daha güçlüsün. Hep öyleydin. Ama bunu tek başına atlatmak zorunda değilsin. Ben buradayım. Hep de buradaydım zaten. Bunu sadece sen bilmiyordun.”

Esra, gözyaşları yüzünden akarken gülümsedi. Lütfi’nin sözleri onu sakinleştirmiş, içinde yeniden büyük bir huzur bulmasına yardımcı olmuştu. “Seni özledim, Lütfi. Çocukken, gençken her şey ne kadar basitti, hatırlıyor musun? Saatlerce konuşurduk ve dünya bize çok anlamlı gelirdi. Ne hayaller kurardık”

“Yanına gelmemi ister misin?” diye sordu Lütfi. Teklifi netti, tereddüt yoktu, basit ve samimi bir öneriydi.

“Her şeyi bırakıp gelir misin?” diye şaşkınlıkla sordu Esra.

“Yaz, kış, ilkbahar ya da sonbahar, değil miydi?” dedi Lütfi, birlikte mırıldandıkları o eski şarkıyı anımsatarak. “Tek yapman gereken beni aramak.”

Esra mutlulukla güldü. “Evet birlikte söylerdik. Ama gerçekten geleceğini, gelebileceğini hiç düşünmemiştim.”

“Esracım, burada senin gerçek bir dostun var. Ne olmuş olursa olsun ya da ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, bu değişmedi. Ve asla da değişmeyecek.”

Esra gözyaşlarını sildi. İçi pır pır ediyordu. Bunu nasıl unutmuştu? En karanlık anlarında bile aslında yalnız olmadığını nasıl gözden kaçırmıştı?

“Gel,” diye fısıldadı. “Sana ihtiyacım var.”

“Sabaha orada olurum,” dedi Lütfi, ve Esra onun sesindeki heyecanı hissetti.

Ertesi sabah, güneş bulutların ardından doğarken, Esra kapının çalmasını  heyecanla bekliyordu. Daireyi temizlemiş, kahveyi hazırlamış ve pencereden dışarıya  göz atıyordu. Bu, rüyalarında defalarca gördüğü bir sahneydi, ama gerçekleşeceğine bir türlü inanmamıştı.

Nihayet onu gördü, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Lütfi kaldırımda durmuş, yukarıya, pencereye bakıyordu, yüzünde bildik bir gülümseme vardı. O an, zaman hiç geçmemiş gibi hissetti; sanki hâlâ o iki çocuktular.

Esra kapıyı hızla açtı ve hiç düşünmeden Lütfi’nin kollarına doğru koştu. Kucaklaştılar. O anda tüm endişeleri, üzüntüsü ve yalnızlığı sona erdi. Lütfi onu sımsıkı tuttu. Sanki zaman hiç geçmemişti. Birbirlerine  çok güvendikleri o kadar belli oluyordu ki.

“Sana söylemiştim,” diye fısıldadı Lütfi Esra’nın kulağına. “Tek yapman gereken beni aramaktı,  hemen gelirdim ve geldim işte.”

Esra gözyaşlarına boğuldu ama bir taraftan da gülüyordu. “İyi ki geldin.” dedi

Birlikte oturdular, konuştular, gülüştüler ve birbirlerine neler yaşadıklarını anlattılar. Tıpkı eski günlerdeki gibi. Gece çökerken ve İstanbul’un ışıkları dışarıda yanıp sönmeye başlarken, Esra artık gelecekle  ilgili hiçbir endişe duymuyordu. Gerçek dostluğun ne kadar güçlü olduğuna olan inancı güçlenmişti. Belki kendisi kaybolmuştu, ama Lütfi onu bulmuştu. Bu da çok iyi bir şey olmuştu.

Kahve içerlerken, Esra önemli bir şey fark etti: Aşk, her zaman romantik olmak zorunda değildi. Bazen, her şeyi bırakıp koşarak yanına gelen,  zamanı ve mesafeyi önemsemeyen bir dost her şeyden önemli olabilirdi.

Lütfi sadece dost değildi; onun hayatındaki mihengi noktasıydı, sürekli değişen dünyadaki tek değişmeyen şeydi. Hayat onları nereye götürürse götürsün, ona her zaman güvenebileceğini artık anlamıştı. O ‘Sadece ara yeter’di. O ‘Orada olurum’du.  O ‘You’ve got a friend’di.

Çünkü hangi mevsim olursa olsun, hangi fırtına çıkarsa çıksın, O Esra’nın yanında olmaya söz vermiş gerçek dosttu. Belki de Forever aşığıydı. Kim bilir?

Esra bunun belki de yaşamındaki en büyük bir aşk hikayesi olduğunu düşündü. Düşündü…..