Bambi’nin ışıklarından Işıklar Akademisine

Sinemayla ilk tanışmam 7 veya 8 yaşımda iken oldu sanıyorum. Tam emin değilim. Anne ve Babam Ulusta bir sinemaya götürmüşlerdi. Filmin adı Bambi idi, çok iyi hatırlıyorum. Bambi 1942 prodüksiyonu bir film ama ben 1957 vey 1958 de seyretmiş olmalıyım. O zamanlar filmler ülkemize yıllar sonra gelirlerdi.  Ekranda Bambi görünüyordu ama ben sürekli başımı arkaya çevirip tozların içinden ekrana doğru gelen ışık huzmesine büyük bir şaşkınlıkla bakıyordum. Sinemadan çıktığımızda bana ¨Nasıl bulduğumu¨ sorduklarında; kırmızı söndü mavi yandı, mavi söndü sarı yandı diye cevap vermişim, anlatırlar hep. Demek ki ekrandaki görüntüden çok, ışıkların görüntüyü nasıl yarattığı ilgimi çekmiş. Işığı öyle keşfetmiş olmalıyım daha sonraları ışığın film kağıdı üzerinde bıraktığı izi fotoğrafı da keşfettim. Lise sıralarında aranlık odada kimyaların içinden görüntünün nasıl sihirli bir şekilde ortaya çıktığını gördüm.  Üniversiteye başlayıp şebeke ile sinemaya 1 veya 2 liraya girmeye başladığımda günde 4 seans arka arkaya film izlediğimi hatırlarım. Ama konunun buralara geleceğini aklımın ucundan bile geçirmedim. Fransızca’da ışık Lumieres kelimesidir. Lumieres kardeşler ise sinemanın bulunmasında kilit rolü oynayan kardeşlerdir. Ben bu akşam Lumieres Akademisinin ödül törenindeydim.  Amerikalıların Golden Globe’una karşılık gelen Fransızların Academie des Lumieres adlı kuruluşunun ödül töreninde 2024 yılında çıkmış fransız filmleri yabancı basın üyeleri tarafından değerlendirildi.  ^0 kuruluş yılını da bu akşam kutlayan Academie des Lumieres’in kuruluş amacı küçük bütçeli bağısız sinema filmlerini büyük prodüksiyonların altında ezilmekten kurtarıp dünyaya tanıtmak. Bu kuruluşun ilk kez jüri üyesi olarak oyumu vermiş ve sonuçlarını görmeye gitmiştim. Yüz kadar üyesi var. Onların arasında yer aldığım için sevinçliyim. Bu akşam En iyi film En iyi yönetmen En iyi erkek oyuncu En iyi kadın oyuncu  En iyi ümit vaadeden erkek oyuncu, En iyi ümit vaadeden kadın oyuncu En iyi senaryo En iyi görüntü En iyi dokümanter En iyi animasyon filmi En iyi müzik En iyi ortak yapım dallarında ödüller verdik. Chatelet’deki Forum des Images adlı sinema sanatına adanmış bir kuruluşun salonunda çok heyecanlı bir törenle ödüller sahiplerini buldu. 3 dalda ödül alan Emili Perez hakettiğini aldı diyebilirim. Yönetmeni Jacques Audiard yurt dışında olduğu içn video ile ödülünü kabul etti ve sinemanın rolüne dair güzel bir konuşma yaptı. Diğer dikkati çeken film Monte Cristo Kontu, Süleyman ve 20 Tanrı idi. İran ortak yapımı Kutsal İncirin tohumu en iyi ortak yapım ödülünü aldı. Cannes da da özel ödül alan bu muhteşem filmin yönetmeni sahnede farsça konuşarak çektiği zorlukları anlattı. Fransız desteği olmasaydı filmi bitiremeyeceğinden bahsederek Fransız sinema sektörüne teşekkür etti. Ardından Paris Belediye başkanı Hotel de Ville de bir kapanış resepsiyonu verdi. Kazananlar ve bizler bir arada Demoiselles şampanyaları eşliğinde geceyi tamamladık.

Virginia Satir; Ben Benim… Merih Akoğul; Benden Başka ve Beni Bul…

Portre fotoğrafçılığı önemlidir. otoportre ise bence daha da önemlidir. Neden? derseniz, otoportre kendimizi iyileştirmeye de yarar. İşte bu nedenle fotoğrafın kendimizi iyileştirme aracı olarak kullanırken otoportre üzerinden ilerleyeceğiz.

Temmuz 2017 tarihinde  Akbank Sanat’ta yer alan “Beni Bul” sergisinin küratörü Merih Akoğul hocam bu konuda öncüdür. Önce  Beni Bul: Otoportreye Çağdaş Dokunuşlar sergisi geldi.  Sanatçıları şunlardı: Deniz Açıksöz, Burcu Aksoy, Kezban Arca Batıbeki, Sadık Demiröz, Ahmet Elhan, Ahmet Öner Gezgin, H-art Collective, Gül Ilgaz, Hüseyin Işık, Balkan Naci İslimyeli, Ali Kabaş, Çerkes Karadağ, Yonca Karakaş, Şahin Kaygun, Sıtkı Kösemen, Şükran Moral, Yıldız Moran, Levent Öget, Ferhat Özgür, Aleksi Petridi, Erhan Şermet, Rıza Aydan Turak, Cem Turgay, Muammer Yanmaz . Sergi tanıtımında Akoğul şöyle söylüyor; İnsanın kendisini ifade etmesinin birçok yolu vardır. Bunlardan en önemlisi sanattır. Sanatçı yaşamla olan arakesitte yapıtlarını üretir. Otoportre çekmek, aslında sanatçının benliğiyle oynamasıdır. Fotoğrafı çeken ve poz veren kişi aynı noktada buluşur ve sonra da ayrılır. Geriye kanıt olarak yalnızca yapıt kalır. Beni Bul sergisi 23 sanatçı ve  kolektifin eserlerinden oluşmuştu. Sergi, farklı fotografik eğilim ve yaklaşıma sahip olan sanatçıların fotoğraf makinelerini iç dünyalarına bedenleri ve suretleri üzerinden yönlendirmeleri, dünyaya bakış ve algılayışlarını felsefe, psikoloji, sosyoloji ve sanat üzerinden sorgulamaları ve orada bulduklarını fotoğraf üzerinden yorumladıkları işlerinin bir araya gelmesiyle oluşmuştu. Ardından 2024 son aylarında Merih Akoğul İFSAK bünyesinde 25 fotoğrafçı ile birlikte önemli bir proje daha yürüttü. Akoğul Benden Başka “Bir Otoportre Projesi” sergisi ve kitabıyla, otoportre deneyiminin fotoğraf sanatı üzerinden nerelere uzanabileceğinin somut bir göstergesini ve insanın özne olarak fotoğrafçı kimliğiyle kendini arayıp sonunda bulmasının keyifli bir serüvenini bizlere sundu.
Bu noktada bireysel farkındalık ve kendine saygı üzerine  ¨Your Many Faces¨adlı kitabın yazarı Amerikalı öncü psikoterapist  Virginia Satir’in Ben Benim adlı şiirsel yazısını koymak istiyorum. Bu şekilde fotoğrafın kendimizi iyileştirme sürecine  daha güzel girebileceğiz.

BEN BENİM

Tüm dünyada tam anlamıyla benim gibi biri daha yok.

Bana benzeyen yanları olan insanlar olabilir, ama kimse tamamen benim gibi değil.

Bu yüzden, benden çıkan her şey bana özgüdür, çünkü onları seçen yalnızca benim.

Bana dair her şeyin sahibi benim:

• Bedenim ve onun yaptığı her şey,

• Zihnim ve onun tüm düşünceleri ve fikirleri,

• Gözlerim ve gözümün gördüğü tüm imgeler,

• Hislerim, ne olursa olsun: öfke, sevinç, hayal kırıklığı, sevgi, hayal kırıklığı, heyecan.

• Ağzım ve ondan çıkan tüm sözler: nazik, yumuşak ya da sert, doğru ya da yanlış,

• Sesim, yüksek ya da alçak,

• Ve tüm eylemlerim, ister başkalarına ister kendime yönelik olsun.

Hayallerimin, rüyalarımın, umutlarımın, korkularımın sahibiyim.

Başarılarımın, hatalarımın ve başarısızlıklarımın da sahibiyim.

Çünkü tüm benliğime sahibim, kendimle yakından tanışabilirim.

Bunu yaparak, kendimi sevebilir ve kendimle her yönümle dost olabilirim.

Böylece, tüm parçalarımın benim en iyi çıkarlarım için çalışmasını mümkün kılabilirim.

Biliyorum, kendimle ilgili beni şaşırtan ya da henüz bilmediğim yönlerim var.

Ama kendime dostça ve sevgi dolu yaklaştığım sürece, bu bilmecelere cesaretle ve umutla çözümler arayabilir, kendim hakkında daha fazlasını öğrenebilirim.

Nasıl göründüğüm, nasıl konuştuğum, ne söylediğim, ne yaptığım, ne düşündüğüm ya da ne hissettiğim…

Hepsi, o anın BEN’ini temsil eder. Bu benim özgünlüğümdür.

Daha sonra nasıl göründüğümü, söylediklerimi, yaptıklarımı ve hissettiklerimi gözden geçirdiğimde, bazı parçaların uygun olmadığını fark edebilirim.

Uygun olmayanları bir kenara bırakabilir, uygun olanları saklayabilir ve bıraktığım şeylerin yerine yenilerini koyabilirim.

Görebilir, duyabilir, hissedebilir, düşünebilir, konuşabilir ve hareket edebilirim.

Hayatta kalmak, başkalarına yakın olmak, üretken olmak ve dış dünyadaki insanlar ve şeyler hakkında anlam ve düzen oluşturmak için gerekli tüm araçlara sahibim.

Ben bana sahibim ve bu yüzden kendimi şekillendirebilirim.

Ben benim ve ben iyiyim.

Virginia Satir 197

5

Kendimi iyileştirmek için Fotoğrafı kullanmak istiyorum..

Bazıları fotoğraf çeker, bazıları ise fotoğraf üzerine düşünür.

Ben ikisiyle de ilgiliyim. Hem fotoğraf çekerim, hem  de fotoğraf konusunda düşünmeyi kendime görev edinirim. Roland Barthes ve Susan Sontag. Walter Benjamin ve diğerleri olmadan fotoğraf eksik kalmaz mı?

Fotoğrafçılığı kendimi tanıma aracı olarak kullanmaya iten koşulları düşündüğümde, kendimi, içinde bulunduğum değişim anını ve fotoğrafın bana kim olduğumu bulma, kimliğimi şekillendirme ve kendimi bugünkü halime dönüştürme fırsatı sunduğunu fark ediyorum.

Hiç kendinizi tanımak için derinlemesine bir yolculuğa çıkmayı düşünüz mü? Kendinizi, gerçek anlamda, bir aynaya bakar gibi ama daha derin, ruhunuzun çizgilerini görmek ister gibi incelemeyi denediniz mi? İçinizdeki şekillere, çizgilere ve renklere ne kadar hakimsiniz? Haydi, bu soruların peşinden gidelim.

Genellikle, hayatın bize sunduğu rahat düzen bozulmadıkça, kendimizle ilgili temel sorulara yanıt aramayız. Bizi neyin mutlu ettiği, neyin ruhumuzu aydınlattığı ya da neyin kalbimizi daralttığı gibi sorular, ancak düzenimizdeki bir çatlağın görünmesiyle akıl kapımızdan içeri sızıverir.

Eğitim sistemleri, medya ve hatta gündelik sohbetler bile, çoğu kez, insanın kendi özünü sorgulamasının uzağından geçer. Dış dünyaya dair her şey önemlidir; öğretilen de, tartışan da hep bu eksendedir. Ancak insanın iç dünyasına dair derin bir anlam arayışına rehberlik edecek ne bir medya, ne de yeterince bilimsel ve pedagoji destekli bir kaynak  vardır.

Oysa kendini bilmek, insanın içsel yolculuğunun ve gelişim arayışının önkoşuludur. Kendinizi tanımadıktan sonra, hayattan ne beklediğinizi ya da hangi sebeplerle belli şeyleri yaptığınızı anlamanız mümkün müdür? Hayatımızın kültürü, hayalleminiz ve çabalarımız hangi temeller üzerine inşa edilmiştir? Bu sorulara vereceğimiz yanıtlar, dışardan gelen bilgilerle değil, derin, sakin ve katmanlı bir düşünme süreciyle anlaşılır.

Bu noktada, fotoğrafçılık öz-bilgi yolculuğumuzda çok etkili bir aracı olabilir. Fotoğraflar, hem kendimizi hem de hayatımızdaki yeri anlamamızı sağlayan çıplak gerçekler sunar. Bedensel dış görünümünüzün ötesinde, bir aile tablosundaki rolümüze ya da eserlerimizin altında yatan hikâyeye bakarak, kim olduğumuza dair bir ipucu yakalayabiliriz. Fotoğrafçılığın bu  oyunu, yanıtlarımızı nazikçe ve sıcacık bir şekilde ortaya koymamızı sağlar.

 

Bu fikir,tarihin eski sayfalarında da yankı bulmuştur. Atina Akropolis’teki Delfi Tapınağı’nın ünlü “Kendini Bil” (Gnothi Seauton) öğüdü, eski Yunan felsefesinde önemli bir yer tutar ve genellikle Yedi Bilge’den biri olan Thales, Sokrates,  Pittakos hatta Delfi kâhinleriyle ilişkilendirilir. Bunun tanrısal bir buyruğun yansıması olduğunu iddia edilmiştir. Ancak, bu ifadenin tam olarak kime ait olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur; çünkü Yunan kültüründe bu tür özlü sözler genellikle anonim veya kolektif bir bilgelik ürünü olarak kabul edilirdi.Özellikle Sokrates, bu öğretiyi benimsemiş ve kendi felsefi sorgulamalarında sıkça kullanmıştır. Sokrates’in yaşamı boyunca sık sık kullandığı “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü de bu öğretiyle bağlantılıdır. Bu bağlamda, “Kendini Bil,” bireysel farkındalık ve bilgelik yolunda temel bir adım olarak görülür.

Tarih boyunca bu sözün anlamını kavramak, insanlar için kolay olmamıştır. Bu nedenle, pek çok filozof ve düşünür, öz-bilgi arayışını destekleyen fikirler, mihenk taşları ve sözler bırakmıştır. Don Kişot bile Sancho’ya şöyle seslenir: “Kim olduğunu anlamak için gözlerini kendine dikmelisin; bu senin  düşünülebileceğin en zor bilgidir.”

Biz buradan yola çıkarak fotoğraf bize kendinizi öğretebilir mi konusuna gireceğiz.

Almodavar ve Son; başka yere açılan kapı..

Dün akşam Almodovar’ın son filmini seyrettim. Yönetmen olarak kendisini çok severim. Çektiği ¨La voix Humaine¨ filmini tüm versiyonlarını seyretmiş bir kişi olarak diperlerinin çok üstüne yerleştiririm. Bir yönetmende mutlak bulunması gerektiğine çok inandığım yaratıcılığın da ona bol mi,ktarda bulunduğunu düşünürüm.  Son filmi  “The Room Next Door”: Almodóvar’ın İngilizceye açılan kapısı olduğunu düşünüyorum

Bir yönetmen düşünün ki duyguların karmaşıklığını renklerle ve yüz hatlarındaki çizgilerle anlatır. Pedro Almodóvar, İspanyol sinemasının ustası, ilk İngilizce uzun metraj filmi “The Room Next Door” ile izleyicilerini onun filmlerinde alıştığımız alıştığımız dilden başka bir dilin içine çekiyor ve bir kez daha büyülüyor. Bu film, yalnızca bir anlatı değil, sanki ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgide var olmanın  bir şiiri, en azından ben öyle gördüm, değerlendirdim.

Film, Sigrid Nunez’in “What Are You Going Through” adlı romanından uyarlanmış. Aniden iki kadının—Ingrid ve Martha’nın—çarpıcı hikayesine dalıyoruz. Yıllar süren bir aradan sonra yeniden bir araya gelen  iki eski arkadaş, muhteşem bir orman evinde hem geçmişin yaralarını hem de geleceğin karanlık belirsizliğini konuşmaya başlıyoryorlar. Martha, terminal safhadaki kanseriyle yaşamla ölümün arasında ve kendi kararını verme özgürlüğünü savunurken; Ingrid, kendisini yasal olarak tehlikeye atarak hem bir dost hem de bir tanık olarak bu sürece eşlik ediyor.

Tilda Swinton ve Julianne Moore’un ustalıklı oyunculukları, Almodóvar’ın karakterlerin ruh dünyasını izleyiciye hissettirme ustalığıyla birleşiyor. Yönetmenin sinematografisinde, Andrew Wyeth’in “Christina’s World” tablosunu anımsatan pastoral sahneler ve Edward Hopper’ın yalnızlık teması ile Amerika manzaralarına göndermeler dikkat çekiyor. Her sahne, bir ressamın fırçasından çıkmış gibi, yaşanan anın duygusunu ölümsüzleştiriyor.

Almodóvar, her zamanki gibi yaşamın en önemli, en acıtan sorularını sormaktan çekinmiyor: Bir insanın son isteğine tanıklık etmek ne kadar insani, ne kadar zor olabilir? Ölümü kabullenmek, yaşamın anlamını ne şekilde değiştirir? Almodovar bize bu soruları sorduruyor.

81. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanan film, bu sorulara yanıt ararken, seyircisine empatiyle yaklaşıyor. Tilda Swinton’ın performansı, izleyenlere insan ruhunun ne denli kırılgan ve aynı zamanda ne kadar güçlü olabileceğini  hatırlatıyor.

“The Room Next Door”,  sessizliğin konuşmaya, ölümün ise yaşamın özüne dönüştüğü bir film. Almodóvar, bir yönetmen olarak İngilizce anlatıyı kucaklarken, kendi özünden bir gram  ödün vermiyor. Film, izleyiciyi müthiş bir yolculuğa çıkarıyor, sadece odaların ve orman evinin içinde değil, insan ruhunun derinliklerinde de bir geziye çıkartıyor.

Neyse filmi şöyle bir özetledikten sonra asıl konuya gireyim. Kanserle uğraşan bir hekim olarak ve kanser hastalarının yarısını feci bir şekilde kaybedildiğine şahit olan birisi olarak ölme hakkı yani ötanazi her zaman kafamı kurcalamış konudur. Bazı ülkelerde bu hak varken bazı diğer gelişmiş ülkelerde neden yoktur? Bazıları yıllar önce bu kanunu çıkartabilmişken bazıları neden bir türlü çıkaramamaktadırlar?

Ölüm kelimesi bir çok insanı rahatsız ettiğinden ben de bu anlamda ¨son¨ kelimesini metafor olarak kullanmaya karar verdim.

Son: Bir Bitiş mi, Yeni Bir Başlangıç mı?

Son, insan beyninin anlamlandırmaya çalıştığı en güçlü kavramlardan biridir. Günlük yaşamda her an karşımıza çıkar; bir ilişkinin sonu, bir yolculuğun tamamlanışı ya da bir hayatın nihayete ermesi… Ancak bu kavram, yüzeyde göründüğü kadar net ve mutlak bir yapıya sahip midir? Her son bir bitişi mi temsil eder, yoksa onun ötesinde yeni bir başlangıç mı gizlidir?

Sonun Doğası ve Algılanması

Son, temel anlamıyla bir şeyin tamamlanmasını ifade eder. Ancak bu tamamlanış, insan beyninin içinde farklı biçimlerde değerlendirilir. Bir şiirin son dizesi, bir senfoninin son notası ya da bir sevgilinin son bakışı, bitişle beraber başka bir duygunun yeniden ortaya çıkmasını sağlayabilir. Filozoflar için son, genellikle başka bir varlık ya da süreç için yeni bir başlangıç noktasıdır. Her şeyin birbirine bağlı olduğu bu dünyada, hiçbir son gerçekten “mutlak” bir bitiş olarak algılanamaz.

Bergson’un felsefesinde zaman, birbirinden kopuk parçalar değil, süreklilik arz eden bir akıştır. Bergson’a göre, insan zihni, zamanı parçalamış, geçmiş, şimdi ve gelecek gibi bölümler yaratmıştır. Ancak gerçek zaman, bu bölümlerin ötesinde, sürekli bir akış olarak vardır. İşte bu yüzden, bir şeyin sonu, aynı zamanda başka bir şeyin başlangıcıdır.

Sonsuzluk ve Son Kavramı

Antik Yunan düşüncesi, son ve sonsuzluk arasındaki ilişkiyi sorgulamıştır. Zenon’un paradoksları, özellikle hareket konusunu ve son kavramını ele alır. Örneğin, “Aşil ve Kaplumbağa” paradoksunda, Aşil’in kaplumbağayı geçememesi fikri, sonlu bir mesafenin bile sonsuz bir şekilde bölünebileceğini ortaya koyar. Bu durum, son kavramının fiziksel ve mantıksal düzeyde bile kesin bir sonuca ulaşılamayacağını gösterir.

Hegel ise sonlu ve sonsuz arasındaki ilişkiye farklı bir perspektiften bakar. Hegel’e göre, sonlu olan, kendi sınırlarını aşarak sonsuzluğa ulaşır. Burada insanın her sonu bir geçiş olarak yaşaması gerektiğine dair güçlü bir metafor vardur. Hegel’in bu yaklaşımı, sonun aslında bir süreç olduğunu, bir bitiş olmaktan çok bir evrilme anlamı taşıdığını vurgular.

Ölüm: Mutlak Son mu, Dönüşüm mü?

Ölüm, “son” kavramının en çarpıcı ve tartışmalı örneklerinden biridir. Bazıları için ölüm, mutlak bir yok oluş; bazıları için ise ruhun ya da bilincin yeni bir varoluş biçimine geçişidir. Toplumların ölümle ilgili ritüelleri, bu kavrama dair derin bir saygı ve korkuyu da içinde  barındırır. Ancak ölüm, her zaman bir bitiş midir? Yoksa ardında  bir hikâye bırakır mı?

Modern bilim ve felsefe, ölümün sadece bir biyolojik son olduğunu iddia ederken, metafizik ve ruhani yaklaşımlar, ölümün ardında bir süreklilik olduğunu savunur. İnsanın ölümle ilgili bu çift kutuplu algısı, aslında son kavramının doğasındaki belirsizliği gösterir. Durum  yoruma açıktır.

Son Bir Bitiş midir?

Son, çoğu zaman fiziksel bir bitişi ifade eder. Ancak, duygusal, ruhsal ya da düşünsel düzlemde, bu bitişin ötesinde bir süreklilik durumu da vardır. Bir ayrılık, yeni bir  başlangıcıdır. Bir projenin tamamlanması, yeni projelerin önünü açar. Her son, beraberinde yeniden yapılanmayı, bir yenilenmeyi de getirir.

Bu nedenle, son kavramını mutlak bir nihayet olarak görmek yerine, bir dönüşümün başlangıcı olarak algılamak gerekir. Bergson’un dediği gibi, zamanın doğası süreklilikse, hiçbir son tam anlamıyla “son” olamaz. Son, sadece bir durak, bir geçiştir. Bizi ileriye taşıyan bir adım, bir dönüşüm köprüsüdür.

Son olarak “Son” Ne Anlatır?

“Son”, insanın zamana ve varoluşa dair algısını şekillendiren önemli bir kavramdır. Ancak bu kavram, yüzeyde göründüğü kadar net değildir. Her son, aynı zamanda yeni bir başlangıcın habercisidir. Tıpkı bir sonbahar yaprağının düşüşünün, toprağa yeni bir yaşam olarak karışması gibi…

Sonu anlamak, yaşamın döngüselliğini kavramaktan geçer. Her bitişte bir anlam, her kayıpta bir kazanç gizlidir. Ve belki de en önemlisi, her son, insanın kendi varlığını yeniden sorgulamasına imkan verir. The Door Next Room filmini izleyin lütfen. Hızınızı alamazsanız önereceğim üç film de şunlar;

“Mar Adentro” (The Sea Inside) (2004) ¨İçimdeki Deniz¨Ispanyol yönetmen Alejandro Amenába’nın filmi. Michael Haneke’nin  “Amour” (2012) adlı filmi ve  “The Barbarian Invasions” (2003); Barbarların istilası,  Denys Arcand’ın yönettiği Kanada filmi. İçinizi sıkmayın lütfen Her şey güzel olacak.

 

.

Dark is dark; Corinne Garcia exposition photographique.

Corinne Ismérie Herminie Garcia : L’ombre et la lumière de « Les Miens »

C’est dans l’écrin intimiste de la galerie L’Etabli, à Rouen, que l’autrice photographe française Corinne Ismérie Herminie Garcia a récemment dévoilé sa dernière exposition, « Les Miens ». Cette série, profondément personnelle, marque une étape essentielle dans la trajectoire artistique de cette créatrice au style résolument singulier.

Travaillant exclusivement en noir et blanc, Corinne Garcia a su forger une écriture visuelle qui est immédiatement reconnaissable. Ses photographies, à la fois troublantes et énigmatiques, captivent par leur intensité dramatique et la subtilité de leur lumière. Dans ses œuvres, la lumière surgit comme une fêlure, brisant la densité des ombres pour révéler des fragments d’humanité.

« Les Miens » : Une série profondément personnelle

Avec « Les Miens », Corinne Garcia explore un territoire intime et universel à la fois. Inspirée par ses réflexions sur l’altérité et la représentation des identités noires, elle crée un hommage visuel à celles et ceux qui ont marqué son parcours, des figures noires marquantes de son enfance jusqu’à sa vie adulte.

Dans cette série, le contexte disparaît, laissant place à des portraits où le spectateur est invité à combler les silences. Les photographies, d’une force brute, déconstruisent les stéréotypes tout en célébrant la richesse et la diversité des identités noires. En jouant sur l’absence et le mystère, Corinne Garcia interpelle, questionne, et invite à une introspection collective.

Un parcours nourri de collaborations et de reconnaissance

Au fil des années, Corinne Garcia a travaillé aux côtés de grands noms de la photographie contemporaine tels que Claudine Doury, Michael Ackerman, Klavdij Sluban, et Antoine d’Agata. Ces collaborations au sein de master classes et d’ateliers ont enrichi sa vision artistique et affiné son approche unique.

Ses travaux ont été exposés dans de nombreux festivals et galeries, témoignant de la reconnaissance croissante pour cette artiste qui transcende les codes classiques de la photographie.

Le style « dark » : une signature incontournable

Ce qui distingue Corinne Ismérie Herminie Garcia, c’est son style « dark », devenu sa véritable signature. Ce choix esthétique, loin d’être un simple artifice, est une déclaration artistique. En jouant sur les ombres et la lumière, elle plonge le spectateur dans des univers visuels où l’introspection est inévitable.

Un hommage à la diversité humaine

Avec « Les Miens », Corinne Garcia rappelle que la photographie peut être un moyen puissant de dialogue social. À travers ses images, elle nous offre une nouvelle lecture des liens humains, une célébration de la diversité, et une réflexion sur notre rapport à l’altérité.

Si vous êtes de passage à Rouen, ne manquez pas cette exposition qui restera sans doute gravée dans la mémoire de ses visiteurs. Et si vous n’y êtes pas, suivez le travail de cette photographe d’exception, dont la plume visuelle continue de repousser les frontières de l’émotion et de l’art.

Hititçeyi çözen Bedrich Hrozny..

 

Antik Anadolu topraklarında, tarihçiler Herodot ve Strabon’un belirsiz tasvirleriyle ve Eski Ahit’te defalarca anılan Hititler, yüzyıl önce hâlâ bir gizemdi. Tarih sahnesinde sadece bir hayalet gibi görünen bu eski halk, M.Ö. ikinci binyılda Anadolu’dan Suriye’ye kadar uzanan, Babil’i fetheden ve Mısırlılarla çarpışan büyük bir güç olarak yükselmişti.

Ancak 1879’da, Bohemya’da doğan ve adı Hitit uygarlığıyla özdeşleşen Bedrich Hrozny’nin döneminde, bilim dünyası bu konuda hâlâ az şey biliyordu. XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren elde edilen bazı ipuçları ve ilginç buluntular, bilim insanlarını, arkeologları ve şarkiyatçıları sürekli olarak bu antik bulmaca üzerine düşündürmüştü. İlk büyük buluş, arkeolog Charles Texier’in 1830’da Anadolu’da İasilikaia’da bir “yazılı kaya” ve Boğazköy’de eski bir şehrin kalıntılarını keşfetmesiyle oldu.

Bu keşiflerden sonra, 1887’de Mısır’daki Tell-el-Amarna’da Akadca yazılmış tabletler bulundu. Bu tabletler, M.Ö. on üçüncü yüzyıldan kalma ve iki Hitit hükümdarını da içeren diplomatik yazışmaları içeriyordu. Hugo Winckler, 1907’de Ankara’nın doğusunda, Boğazköy’de yaptığı kazılarda on binlerce tablet  ortaya çıkardı. Bu tabletler, Anadolu’nun çeşitli dillerinde kullanılmış antik Çağ yazılarını barındırıyordu.

Hrozny’nin çalışmaları, bu tabletlerin deşifresiyle başladı. 1915’te, “Hitit Probleminin Çözümü” başlıklı bir makale yayımlayarak, bu dilin İndo-Avrupalı diller ailesine ait olduğunu keşfetti. Bu, dilbilimde büyük bir dönüm noktasıydı ve Hrozny’nin bu dildeki ‘balık’ ve ‘baba’ kelimelerini çözebilmesi, İndo-Avrupalı dillerin yayılma ve etkileşimine dair yeni bir perspektif sundu.

Hrozny’nin çalışmaları, Hitit Kanunlarını ve Kraliyet Annallerinin önemli parçalarını çevirmesine olanak sağladı. Bu çeviriler, Hititlerin zengin ve kompleks hukuki ve yönetimsel yapısını ortaya koydu.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonrası, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti döneminde de Hrozny, Hitit hiyerogliflerini çözmeye çalıştı ama bu konuda başarılı olamadı. Bu yazılar, yalnızca cuneiform tabletlerdeki Hititçe değil, aynı zamanda daha önce bilinmeyen bir dildi. Hrozny, 1934’te Türkiye’de beş ay süren bir çalışma gezisine çıktı ve bu dönemde büyük hiyeroglifik yazıtların kopyalarını çıkardı.

Hrozny’nin araştırmaları, antik çağ bilimindeki bilinmezleri aydınlatmaya devam etti ve onun çalışmaları, bugün hâlâ değerli bilgiler sunmaktadır. Hititlerin ve onların dilinin gizemi, tarih öncesi dönemlerin karmaşıklığını ve zenginliğini bizlere bir kez daha hatırlatmaktadır.

4

Yaşlanmanın Çifte Standardı; Susan Sontag ne demiş…

.

Susan Sontag, “Yaşlanmanın Çifte Standardı” başlıklı makalesinde, kadınların yaşlanma sürecinde karşılaştıkları toplumsal ve bireysel baskıları ele alıyor. Sontag, yaş sorusunun kadınlar için rutin bir formaliteden öte, kişisel bir sınav haline geldiğini belirtiyor. Özellikle modern toplumlarda, yaşın kadınlar için bir utanç kaynağına dönüşmesi, gençliğin yüceltilmesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor diye düşünüyor.

Kadınlar, yaşamlarının büyük bir bölümünde fiziksel görünümlerine yönelik abartılı bir ilgiye maruz bırakılırken, erkekler görünüşlerinden ziyade beceri, güç ve başarılarıyla değerlendiriliyor. Bu nedenle, erkekler yaşlandıkça karizmatik veya bilge kabul edilirken, kadınlar “çekiciliklerini” kaybettikleri gerekçesiyle toplumsal olarak dışlanıyor.

Sontag, modern toplumun, kadınların gençlikteki “kusursuz” görünümünü koruma baskısını yaratıp desteklediğini vurguluyor. Kadınların zamanla bedenlerini ve yüzlerini bir “proje” gibi korumaya çalışması, biyolojik bir süreç olan yaşlanmayı toplumsal bir yenilgiye dönüştürüyor.

Buna karşılık, erkekler için yaşlanma daha doğal bir süreç olarak kabul ediliyor. Erkeklerin yüzlerinde oluşan çizgiler “karakter” olarak görülürken, kadınlarda aynı çizgiler “çirkinlik” veya “değer kaybı” olarak değerlendiriliyor. Kadınlar, gençliklerini kaybetmekten korkarak sosyal rollerini ve kendilik algılarını sürekli savunma pozisyonunda buluyorlar.

Makalenin sonunda Sontag, kadınlara alternatif bir yol sunuyor: Kadınların yaşlarını gizlemek yerine, bunu bir güç ve bilgelik sembolü olarak benimsemeleri gerektiğini savunuyor. Doğal yaşlanmanın utanılacak bir durum olmadığını, aksine yaşamın bir kanıtı olduğunu ifade ediyor. Kadınların kendilerini sadece gençlikleriyle değil, deneyimleri ve güçleriyle tanımlamaları gerektiğini belirtiyor.

Sonuç olarak, Sontag, toplumsal normların kadınlar üzerindeki baskıcı etkisini eleştirirken, kadınların bu normlara karşı direnmesi gerektiğini savunuyor. Kadınların yaşlanmayı kabul ederek özgürleşebileceğini ve gerçek bir yetişkin olarak daha tatmin edici bir yaşam sürdürebileceğini öne sürüyor.

Susan Sontag (1933-2004), Amerikalı bir yazar, denemeci, eleştirmen ve aktivisttir. 20. yüzyılın en etkili entelektüellerinden biri olarak kabul edilir. Yazıları, felsefe, edebiyat, sanat, kültür eleştirisi ve politik aktivizm gibi geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Eserlerinde, modern toplumun kültürel ve etik meselelerini derinlemesine sorgulamış ve genellikle radikal, eleştirel bakış açıları sunmuştur.

Öne Çıkan Eserleri:

  1. Against Interpretation (1966) – Sontag’ın eleştirel denemelerini içeren bu kitap, sanat ve edebiyat eleştirisine yeni bir yaklaşım önerir. “Sanata anlam yüklemek yerine deneyimlemenin” önemini vurgular.
  2. On Photography (1977) – Fotoğrafın kültürel, estetik ve etik etkilerini inceleyen bir çalışmadır. Bu eser, Sontag’a geniş çapta tanınırlık kazandırmıştır ve fotoğraf teorisinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir.
  3. Illness as Metaphor (1978) – Hastalıkların (özellikle kanser ve tüberküloz) nasıl metaforik anlamlar yüklendiğini tartışır ve bu tür metaforların hasta bireyler üzerindeki olumsuz etkilerini eleştirir.
  4. The Volcano Lover (1992) ve In America (2000) – Romanları, tarihsel olaylar ve karakterler üzerinden insan doğasını ve toplumu inceler.

Aktivizm ve Hayat:

Sontag, özellikle Vietnam Savaşı, insan hakları ihlalleri ve Soğuk Savaş gibi konularda politik bir figür olarak da öne çıkmıştır. Yazıları ve konuşmaları, sadece kültürel alanlarda değil, politik arenada da yankı bulmuştur. Eşcinsel kimliğini açıkça ifade eden Sontag, LGBT+ hakları için de önemli bir figür olarak görülür.

Susan Sontag’ın keskin zekâsı, çok yönlü yaklaşımı ve cesur fikirleri, onu modern düşüncenin önde gelen isimlerinden biri yapmıştır. 2004 yılında lösemi nedeniyle hayatını kaybetmiştir, ancak eserleri ve fikirleri halen etkisini sürdürmektedir

El Puro Paris’te 2024 te ne oldu?

Önce El Puro Paris nedir onu size anlatayım. Paris’teki çok sayıdaki Puro kulüplerinden bir tanesi. Göz Doktoru puro meraklısı Marc Vidal sadoun’un  kurduğu bir dostluk ve puro tanıma-tatma ve tartışma kulubü. Üç yıldır üyesi olduğum bu kulubün 2025 yılı ilk toplantısında 2024 ün bilançosu yapıldı. Elimizdeki Cuba’nın belki de dünyanın en uzun purosunu tüttürürken bu konuyu dinledik. Buraya not düşmek adına koyayım istedim. Sunumu Mareşal Jean Pierre Catez yaptı. Kendisi gerçek bir puro şövalyesidir.

EL PURO DE PARIS 2024-2025

2024 yılı boyunca,  El Puro Kulübü 10 kez toplandı ve her toplantıda ortalama 14 üye yer aldı (2023’te bu sayı 16 idi). Bu toplantılarda 20 farklı puro tanıtıldı, bunlardan 10’u ilk kez kulübümüzün tadımlarında yer aldı . Bu yıl 8 farklı marka tanıtılırken, Cohiba, Partagas, Montecristo, Roméo et Juliette ve Hoyo de Monterrey gibi beş büyük marka öne çıktı.

Puro değerlendirmelerinde, Havanascope dergisinin 5 üzerinden verdiği “bague” puanlama sistemi kullanıldı. 2024’te tanıtılan 20 puronun ortalama puanı, bir önceki yıl gibi, 4,5 bague yani yüzük (yani puronun üzerinde sarılı etiket) oldu. Yılın en beğenilen purosu, Montecristo Double Edmundo olarak belirlendi. Bu puro, 2020, 2022 ve 2023 yıllarında da büyük ilgi görmüştü.

Marka ve Modüller

2024 yılı boyunca şu markalar ve modeller test edildi:

  • Cohiba: Medio Siglo, Esplendido, Robusto Behike 56, Robusto Édition Limitée 2014, Majestuosos 50ᵉ Anniversaire.
  • Cuaba: Salomon Figurado.
  • Hoyo de Monterrey: Rio Seco, Primavera, Epicure Especial, Double Corona Édition Limitée, Hoyo de San Juan Double R Réserva Cosecha.
  • Montecristo: N° 2 Figurado.
  • Partagas: D4.
  • Roméo et Juliette: Línea de Oro – Dianas, Churchill.
  • Upmann: Magnum 56 Édition Limitée, Magnum 50.
  • Trinidad: Vigia.

İlk kez içilenler ise şunlardı;

Cohiba; Médio Siglo; Robusto édition limitée 2014; Majestuosos série limitée 50ème anniversaire

Cuaba; Salomon figurado

Hoyo de Monterrey ; Printemps; double corona, édition limitée, réserve vintage ; Hoyo de San Juan

Roméo et Juliette ; Ligne de Oro – Dianas

Trinidad; Vigia

 

2024’te tanıtılan üç puro Fransa’da satılmıyor. Bunlardan biri satıştan kaldırılmış (Upmann 56), diğer ikisi ise yalnızca yurtdışında bulunabiliyor (Cohiba Robusto Édition Limitée 2014 ve Hoyo de Monterrey Double Corona).

Fiyatların Değişimi 2021 → 2024

Son yıllarda puroların fiyatlarında belirgin artışlar gözlemlendi:

  • Cohiba: Ortalama 3 kat artış.
    • Behike 56: 72 € → 250 € (+3,5 kat)
    • Esplendido: 41,2 € → 111 € (+2,7 kat)
    • Robusto: 26,5 € → 79 € (+2,6 kat)
  • H. Upmann: %53 artış.
    • Magnum 56: 60 € → 92 €
    • Magnum 50: %21 artış.
  • Hoyo de Monterrey: %24 artış.
    • Epicure Especial: 16,2 € → 20,1 €
    • Rio Seco: 20,2 € → 25 €
    • Epicure N°2: 14,7 € → 18,2 €
  • Quai d’Orsay: %16 artış.
    • N°54: 15,9 € → 18,5 €
    • Senadores: 22 € → 26 €
  • Montecristo, Partagas, Roméo et Juliette: Ortalama %24 artış.

2025 Programı

2025 yılı için kulüp, yalnızca büyük markalara değil, Küba’nın daha az bilinen markalarına da odaklanacak. Geçmişte tanıtılan markalar şunlardı:

  • Rey del Mundo, José L Piedra, La Gloria Cubana, Punch, Quintero, Ramon Allones, San Cristobal de la Habana, Vegas Robaina.

2025 yılında ise şu markalar içilecek:

  • Diplomaticos, Fonseca, La Flor de Cana, Por Larranaga, Raphael Gonzales, Sanluis Rey, Sancho Panza, Vegueros.

Sadece Küba purolarını tadıldıuğı El Puro Paris adlı Kulüp, 2025’in aydınlık, huzurlu ve sağlık dolu bir yıl olmasını dileyerek, üyelerine keyifli bir yıl daha diledi. Daha ne olsun?

 

Yasuhiro Ishimoto;Japon-Amerikan fotoğrafçı…

 

Le Bal fotoğraf galerisi, Paris’in önde gelen fotoğraf galerilerinden biridir. Uluslararası çapta tanınan birçok önemli fotoğrafçının retrospektif sergilerine ev sahipliği yapar. Önceleri yalnızca fotoğraf sergileri düzenleyen bu mekanı sizlere tanıtmak istiyorum. Kurum, aynı zamanda gençlerin eğitimine büyük bir önem vermektedir ve iki katlı bir yapıya sahiptir. 2010 yılında Raymond Depardon ve Diane Dufour’un girişimleriyle, Paris Belediyesi’nin desteğiyle kurulan bu kurum, maddi kazanç amacı gütmeyen bir yapıdadır. 15 yıl içerisinde 30.000’den fazla ilkokul ve lise öğrencisine eğitim vermiştir. Kurumun amacı, gençlere dünya hakkında imgelerle düşünme yetisi kazandırmak ve toplumlarımızda yaşanan çalkantılara duyarlı bireyler yetiştirmektir. Bu sergi alanında, Fransa’da ilk kez sergilenen önemli bir Japon-Amerikan fotoğrafçıyla tanıştım ve bu fotoğrafçıyı bu sayıda sizlere tanıtmak istiyorum.
Yasuhiro Ishimoto’nun yaşam öyküsü ve eserlerinin modern fotoğrafçılığa olan etkisi, sanat dünyasında önemli izler bırakan hüzünlü fakat güzel bir hikayedir. Ishimoto, 1921 yılında Amerika’da Japon ebeveynlerin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve küçük yaşlarda Japonya’ya taşınmıştır. Ancak, 1939 yılında Japon ordusuna katılmamak için Amerika Birleşik Devletleri’ne geri dönmüş ve bu karar, onun hayatının yönünü değiştirmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Colorado’daki bir Japon-Amerikan toplama kampında kaderine terk edilmiş gibi görünse de, burada geçirdiği bir kazadan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve fotoğrafla tanışmıştır. Savaştan sonra tarım eğitimi alırken Chicago’daki bir fotoğraf kulübüne gitmeye başlayan Ishimoto, fotoğrafçılığa olan ilgisini artırır ve kendine has bir stil geliştirir. Eğitimine Chicago’daki Yeni Bauhaus (Institute of Design) okulunda devam eden Ishimoto, burada Bauhaus hareketinin Almanya’dan Amerika’ya göç etmiş eğitmenlerinden ders alır. Bu eğitim, onun fotoğrafçılık dilini şekillendiren en önemli faktörlerden biri olur. Ishimoto, Japon kültürel etkileri ile Bauhaus’un formalist-modernist yaklaşımını başarıyla harmanlamış ve bu özgün tarzıyla hem Amerika’da hem de Japonya’da tanınmayı başarmıştır. Ishimoto’nun eserleri, Bauhaus fotoğrafçılığı ile savaş sonrası Japonya’daki yeni sanatsal tarzları birleştirerek fotoğrafçılık tarihinde bir dönüm noktası oluşturmuştur.
Bu sergide Ishimoto’nun fotoğrafçılığının nasıl şekillendiğini ve sanatsal yolculuğunda hangi etkilerin belirleyici olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Ishimoto, burada ışık, hacim ve kompozisyon gibi görsel dilin temel unsurlarını ustalıkla kullanıyor. Deneysel çalışmalarını ve teknik hakimiyetini de burada anlayabiliyoruz. İki yıllık temel eğitimden sonra Harry Callahan ile çalışmaya başlayan Ishimoto, Callahan’ın doğallığa dayalı “straight photography” anlayışıyla, New Bauhaus’un yapı ve geometri odaklı formalist yaklaşımını birleştirerek kendine özgü bir dil oluşturmuş. Sergide yer alan 169 fotoğraf, Ishimoto’nun teknik ustalığını ve sanatsal vizyonunu sergiliyor. Özellikle Lake Michigan’da tatil yapan insanların yer aldığı seride, rastgelelik ile yapı arasındaki estetik uyum dikkat çekiyor. Bu fotoğraflar, hayatın doğal anlarını geometrik bir düzen içinde yakalamayı başarıyor. John Cage’in sözü Ishimoto’nun yaklaşımını özetler nitelikte: “Hayatsız bir yapı ölüdür; yapısız bir hayat ise görünmezdir.” Ishimoto, bu iki uç arasında mükemmel bir denge kurarak hem düzenin hem de hayatın bir arada var olabileceğini gösteriyor.
Serginin bir sonraki bölümünde, Yasuhiro Ishimoto’nun Kyoto’daki Katsura İmparatorluk Villası’nda çektiği fotoğraflar yer alıyor. Bu bölüm, Ishimoto’nun sanatsal gelişimini ve fotoğrafçılık dünyasındaki etkilerini daha iyi kavramamıza yardımcı oluyor. Ishimoto’nun Katsura İmparatorluk Villası’nda çektiği fotoğraflar, Japon mimarisi ile modern tasarım arasındaki ilişkileri gözler önüne seriyor. Edward Steichen ve Arthur Drexler, MoMa’da Japon mimarisi sergisi için Ishimoto’yu Japonya’ya gitmesini ve bu konuyu fotoğraflamasını istemişlerdir.
Katsura İmparatorluk Villası, 17. yüzyılda inşa edilmiş bir yazlık saray olup, döneminin mimari tekniklerinin zirvesi olarak kabul edilmektedir. Ishimoto, villada çalışırken, bu geleneksel yapıların modern mimarideki sade ve geometrik anlayışlarla paralellikler taşıdığını fark etmiştir. Ishimoto, Frank Lloyd Wright, Walter Gropius ve Le Corbusier gibi Batılı modern mimarların tasarım ilkelerinin izlerini Katsura’da bulmuştur. Villanın soyut geometrisi, alan kullanımı ve ahşap paneller gibi detaylar, modernizmin köklerinin Japon mimarisinde bulunduğunu ortaya koymaktadır.
Ishimoto’nun bu fotoğrafları, mimarinin güzelliğini belgelemenin ötesinde, Japonya’daki savaş sonrası tasarım anlayışını da etkilemiştir. Kenzo Tange gibi öncü mimarlar, Ishimoto’nun fotoğraflarından ilham alarak, Japon mimarisi ile modernliği birleştiren yeni bir mimari anlayış geliştirmişlerdir. 1960 yılında yayımlanan ‘Japon Mimarisi’nde Gelenek ve Modernlik’ adlı kitap, Ishimoto’nun bu fotoğraflarını ve Kenzo Tange’nin yazılarını içermektedir ve dünya çapında büyük ilgi görmüştür. Sergide ağırlıklı olarak mimari fotoğraflar olsa da plaj, anlar, teneke kutular, Tokyo ve New York sokak sahneleri gibi bölümler var ve biz de Ishimoto’nun genel anlamda fotoğrafçılığını anlayıp hayran kalıyoruz.
Sonuç olarak, Ishimoto’nun çalışmaları, Japonya’nın geleneksel estetik değerlerini modern tasarım dünyasına taşımış ve hem Japon mimarisinde hem de fotoğraf sanatında yeni bir çağ başlatmıştır. Le Bal’daki sergi, sadece bir retrospektif değil, aynı zamanda Ishimoto’nun Chicago ve Tokyo arasında geçirdiği savaş sonrası yıllarını ele alan fotoğrafları da sergilemektedir. Serginin ana teması, hayatın geçiciliğidir. Ishimoto’nun özellikle ‘Toki’ adlı serisi, insanın doğayla olan ilişkisini ve zamanın kaçınılmaz akışını göstermektedir. Eriyen karlar üzerinde kalan ayak izleri, doğanın geçici güzelliklerini anlatan yapraklar ve zamanla asfalta karışan teneke kutular gibi imgelerle, bu geçicilik duygusunu işlerken, aynı zamanda Budist felsefesinden esinlenmiştir. Budist felsefe ve zamanın akıcılığı arasındaki ilişki, Budizm’in temel öğretilerinde, özellikle de “anlık değişim” ve “geçicilik” (anicca) kavramlarında yatmaktadır. Budizm, var olan her şeyin sürekli değişim halinde olduğunu ve hiçbir şeyin kalıcı olmadığını savunur.
Ishimoto’nun fotoğrafçılığı, teknik açıdan da dikkat çekicidir. Tokyo’nun 23 özel semtinden biri olan Shibuya gibi kalabalık yerlerde çektiği bulanık figürler, bir taraftan hareketli görünürken diğer taraftan da insanın geçici olduğunu anlatmaya çalışır. Ishimoto’nun tarzını “geometri ve insani tesadüflerin” bir araya gelmesi olarak tanımlayabiliriz. Bir yandan modern mimarinin soyut yapısını, diğer yandan yaşamın rastlantısal ve kontrol edilemez yönlerini bir arada bulundurur. Aaron Siskind’in dediği gibi, Ishimoto “dünyanın nasıl göründüğünden, dünyada ne gördüğüm ve bunun ne anlama geldiğine” doğru bir dönüşüm yaratmıştır.
Son olarak, mimar Arata Isozaki’nin sözleriyle, “Ishimoto, modern Japonya’yı şekillendiren iki kişiden biridir. Noguchi heykelde, Ishimoto fotoğrafta başı çekenlerdir.” Callahan, Ishimoto’ya detaylara takıntılı bir çalışma disiplini kazandırmış ve kontrast baskı tekniklerini tanıtmıştır. Siskind ise soyut dışavurumculuktan etkilenmiş bir yaklaşım sunarak, hem grafiksel hem de belgesel bir tarzın nasıl harmanlanabileceğini öğretmiştir. Erken dönemde, Edward Steichen’in dikkatini çekerek, MoMA’daki ‘The Family of Man’ sergisinde yer almıştır. Ishimoto’nun fotoğrafları, güçlü bir görsel dilin ve kültürel sentezin nasıl mümkün olabileceğini göstermektedir. Fotoğrafçılığı, hem teknik hem de sanatsal açıdan değerlidir. Japon fotoğrafçılığını tanımak isteyen her fotoğrafçının Daido Moriyama, Araki, Masahisa Fukase ve Nobuaki Nakamura’yı ve mutlaka Ishimoto’yu incelemesi gerektiğini düşünüyorum. Paris’e yolu düşen fotoğraf severler de mutlaka LE BAL’e bir uğrasınlar, illaki önemli bir fotoğraf sergisiyle karşılaşacaklar. Ayrıca zengin kitapçısında da birbirinden güzel fotoğraf kitaplarını karıştırmayı da ihmal etmesinler.

Barok dönem; Kaos’tan Düzene altın köprü

Sanat tarihinde Kaostan düzene altın köprü

Barok sanat, yaklaşık XVII. yüzyılın başından XVIII. yüzyılın ortasına kadar uzanan önemli bir sanat hareketidir. Ancak bu hareket, yalnızca kendi başına bir dönem olmakla kalmaz, öncesindeki ve sonrasındaki sanatsal hareketlerle de büyük bir ilişki içerisindedir. Barok’un öncesini ve sonrasını anlamak, bu hareketin sanat tarihinde nasıl kök saldığını ve nasıl şekillendiğini kavramak açısından kritik bir önem taşır.

Barok’tan Önce: Yeniden Doğuşun Işıltısı ve Gerginliğin Kıvılcımları

Barok’tan önce, sanat dünyası iki büyük hareketin etkisi altındaydı: Rönesans ve Maniyerizm.

1. Rönesans: İnsanın ve Akılcılığın Zaferi

Rönesans, XV. yüzyılda başlayan ve insanın doğasını, bilgisini ve estetik algısını yeniden yorumlayan bir devrim niteliğindeydi. Sanatçılar, antik Yunan ve Roma’nın klasik değerlerini hayata döndürerek, perspektif, anatomi ve simetri üzerinde ustalaştılar. Leonardo da Vinci’nin detaycılığı, Michelangelo’nun heykeltraşlık dehası ve Raphael’in kompozisyonlarındaki uyum, bu dönemin ruhunu yansıtır.

Rönesans, denge ve düzen arayışında, insan aklının ve yeteneğinin sınırlarını zorlayan bir sanat dönemiydi.

2. Maniyerizm: Gerçekliğin Çarpıtılması

XVI. yüzyılın sonlarına doğru Maniyerizm, Rönesans’ın klasik düzenine karşı bir tepki olarak doğdu. Sanatçılar, figürlerin oranlarını abartarak ve renkleri dramatize ederek gerilimi ve duyguyu artırmayı amaçladılar. Bu dönemin eserlerinde, idealize edilmiş gerçeklik yerini, doğaüstü bir dramatikliğe bıraktı. El Greco’nun uzun, kıvrımlı figürleri ve Pontormo’nun canlı renkleri, bu tarzın örneklerindendir.

Barok’tan Sonra: Dekorun Işıltısı ve Zihnin Disiplini

Barok’un zenginliği ve teatral yapısı yerini, XVIII. yüzyıl ve sonrasında iki önemli harekete bıraktı: Rokoko ve Neoklasisizm.

1. Rokoko: Hafiflik ve Zarafetin Dansı

Rokoko, Barok’un yoğunluğundan bir adım öteye geçerek daha hafif, zarif ve oyunbaz bir tarz benimsedi. Pastel renkler, kıvrımlı motifler ve şairane sahneler, bu dönemin başlıca özellikleriydi. Fragonard’ın romantik eserleri ve Watteau’nun pastoral sahneleri, Rokoko’nun en gözde örneklerindendir. Ancak bu hareket, kimi eleştirmenler tarafından derinlik eksikliği nedeniyle hafife alınmıştır.

2. Neoklasisizm: Akıl ve Düzenin Yeniden Doğuşu

XVIII. yüzyılın sonlarında, Rokoko’nun zarafetine karşı bir tepki olarak Neoklasisizm yükseldi. Bu hareket, antik Yunan ve Roma’nın soğukkanlı, düzenli ve idealize edilmiş estetiğine geri döndü. Jacques-Louis David’in epik sahneleri ve Ingres’in detaylı portreleri, bu hareketin disiplini ve ciddiyetini yansıtır.

Sanat tarihindeki bu geçişler, yalnızca estetik zevklerin değil, aynı zamanda insanlığın düşünce ve duygu dünyasının evrimine de ayna tutar. Barok, kendisinden önce gelen düzenin karmaşıklığa, sonrasında ise karmaşıklığın yeniden düzene dönüşmesine zemin hazırlayan bir dönemin altın köprüsüdür.