Erkekler dünyayı fethetmeli, kadınlar erkekleri fethetmeli.

Erkekler dünyayı fethetmeli, kadınlar erkekleri fethetmeli.

 

Mehmet Ömür

Tabii ki bu görüş bir asır geride kaldı. 20. yüzyılda kadınların hikayesi, onların özgürleşme hikayesidir. Bu yüz yıl kadınlar için özgürlüklerinin tamamen ele geçirilmesini simgeler.

Paris te Rue de Seine sokağında 6 numartalı binada bulunan Roger-Viollet Galerisi ’20 yüzyılda kadınlar fotoğraf sergisini’ Ocak sonunda açtı. Adını sergi ile aynı adı taşıyan Agnès Grossmann’ın yazdığı kitaptan  alan sergi halen devam ediyor ve 30 tane sınırlı sayıda satışa sunulan baskılar da izleyenlerin ilgisini çekiyor.

On yıllar boyunca nasıl yaşadılar? Kaderleri nasıl şekillendi ve bu kadınlar kimdi? Hangi ünlü kadınlar zamanına damgasını vurdu? Bizden önce yaşayan, seven, doğuran, savaşan bu kadınların sergisidir bu sergi. Onlar Fransızların anneleri, anneanneleri, büyük anneanneleridir. Bu sergi neredeyse bir aile albümü olarak düşünülebilir..

20. yüzyılın başlarında, Fransa’daki kadınlar, rolleri ve fırsatları açısından hâlâ birçok kısıtlama ve sınırlamayla karşı karşıyaydı. İlk başta kadınların eğitimi ve yasal hakları konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmiş olsa da, Fransız toplumunda tün 20 yüzyıl boyunca birçok alanda cinsiyet eşitsizliği devam etti.

Başlıca ayrımcılık alanlarından biri, kadınların genellikle aynı işi yaptıkları halde erkeklerden daha az ücret almalarıydı.  Birçok meslekten dışlanmaları da ayrı bir konuydu. Kadınlardan ayrıca çalışmalarının yanında eş ve anne olarak geleneksel cinsiyet rollerini yerine getirmeleri bekleniyordu. Bu nedenle  kadınların kariyer yapmalarını ve sosyalleşmeleri zorlaştırıyordu.

Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok Fransız kadın, fabrikalarda çalışmak veya orduda hizmet etmek gibi erkeklere ayrılmış roller üstlendi. Bunun sonucunda kadınlar, toplumsal cinsiyet normlarına meydan okumaya başladılar.  Ardından toplumda  cinsiyet eşitliğinin yolunu açıldı.

1920’lerde ve 1930’larda, Fransa’da büyüyen bir feminist hareket, kadın haklarını savunmaya ve geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine meydan okumaya başladı. Kadınlar 1944’te oy kullanma hakkını elde etti ve sonraki yıllarda, cinsiyet ayrımcılığına karşı yasal korumaları kademeli olarak elde ettiler.

Bununla birlikte, Fransa’daki kadınların pratikte daha fazla eşitlik elde etmeye başlamalarını sağlamak için 20. yüzyılın sonlarına kadar beklemek gerekti. Bugün kadınlar, Fransız toplumunda siyaset, iş ve sanat dahil olmak üzere birçok yüksek profilli pozisyonlarına sahipler, ancak cinsiyet eşitliğini tam olarak sağlamak için daha hala yapılması gereken işler var.

Ancak hemen ekleyelim Fransa’da kadınlar 100 yıllık bir uzun bir yol kat ettiler halen de yola devam ediyorlar.

1900 yılı başlarında kadın reşit sayılmaz, babasının veya kocasının vesayeti altındaydı.

Güç ve kamusal alan o yıllarda erkeklere aitti. Erkekler güçlü cins ve kadınlar daha zayıf cins olarak kabul edilirdi. Dönemin sosyal düzeni bu cinsiyet eşitsizliği üzerine kuruluydu. 20. yüzyılın başında kızlar, erkeklerinkine benzer bir okul eğitimi almaya başladılar. Eş ve anneden başka bir şey olacakları bir gelecek söz konusu olmaya başladı.

İki dünya savaşı arasında kadınlar, eşit becerilere sahip erkeklerin yerini alabileceklerini gösterdiler. Görev sadık kadınlar olduklarını gösterdiler ve daha fazla haklar elde etmeye başladılar.

Yüzyıl boyunca, ekonomik, teknik, bilimsel ve tıbbi ilerleme, yaşam tarzlarını ve adetleri değiştirerek kadınların özgürleşmesine katkı sağladı. Ayrıca tüm sosyal mücadelelerin bir parçası oldular

Ancak bedenlerini elden çıkarma temel hakkını elde etmeleri ve hayat verip vermeme seçeneğine sahip olmaları neredeyse seksen yıllarını alacaktır.

Bu, esas olarak kadınların önderlik ettiği uzun bir mücadelenin sonucudur: süfrajetler, siyasi aktivistler, filozoflar, avukatlar, sanatçılar, bilim adamları. Bu “deniz feneri kadınları”, diğerlerini nasıl arkalarına çekeceklerini biliyorlardı. Ayrıca onsuz hiçbir şeyin mümkün olmayacağı birkaç kişinin de desteğiyle.

20. yüzyılın sonunda kadınlar bağımsızlıklarını kazandılar. Erkeğin eşit olarak tüm hakları elde etmiştir. Kuşkusuz zihniyetler hala bazen yasaların gerisinde kalıyor. Ama 2000 yılının kadını bu seçimlerden arınmış bir kadın.

Bu özgürlük 1900 ile 2000 yılları arasında kazanıldı.

Roger-Violet koleksiyonlarında görülen 20. yüzyılda kadınların tarihi, onların özgürleşme tarihidir.

Roger-Viollet Galerisi, 28 Ocak – 25 Mart 2023 tarihleri ​​arasında, 60 adet fotoğraf sergileniyor, 30 nüsha sınırlı sayıda sunulan çağdaş baskılardan bir seçki de ziyaretçilerin satın almalarına olanak sağlıyor.

Bu fotoğraflar Editions Gründ tarafından yayınlanan A Photographic History of Women in the Twentieth Century kitabından alınmıştır.

Roger-Violet Galerisi, 6 rue de Seine 75006 Paris.

Salı-Cumartesi, 11:00 – 19:00, resmi tatil günleri hariç.

www.galerie-roger-viollet.fr

Monet mi? Michell mi? yoksa Küratör mü?

Monet mi? Michell mi? yoksa Küratör mü?

 

Mehmet Ömür

 

Louis Vuitton (LV) Vakfı müzesi zaman zaman ilginç ve güzel çalışmalar ile bizleri şaşırtmaya devam ediyor.

Üç yıl önce, 27 yaşında yaşama veda eden Doors grubunun efsanevi solisti Jim Morrison’da olduğu gibi, yine 27 yaşlarında ölen iki önemli ressamı; Jean Michel Basquiat ve Egon Schiele’nin eserlerini birlikte sanatseverlerle buluşturmuş ve karşılaştırma fırsatını yaratmıştı. 

Bu kez LV Vakfının Küratörü Suzanne Sagé, Claude Monet ile Joan Michell’i karşı karşıya getiriyor ve bizi düşünmeye davet ediyor. Acaba Amerikalı ressam Monet’den etkilenmiş miydi? İşte soru bu! 

Sanat tarihini incelediğimizde, hangi dönemde olursa olsun sanatçıların kendilerini belli saplantıların içinde bulduklarını görüyoruz. Monet ve Mitchell onlarca yıl ara ile yaşadıkları Vexin’in küçük bir köyü olan Vétheuil’de, rengarenk tablolar yapmışlardır. Bu eserlerde, iki olağanüstü ressamın duyarlılığını, doğaya karşı hislerinin ifadelerinde, ne kadar çok ortak noktasının olduğunu Louis Vuitton Vakfı’nın bu sergisiyle görme şansını buluyoruz.

Joan Mitchell, 1925 yılında Chicago’da, burjuva bir ailede doğmuş ve empresyonist ustalarını yaşadığı kentin müzesi olan Chicago Sanat Enstitüsü’nü çok erken yaşlarda görebilme şansına erişmiştir. New York’ta, de Kooning ve Kline gibi Amerikan resminin önemli isimlerinin yardımıyla kısa sürede başarıya ulaşmış ve New York’ta soyut dışavurumcu hareketin ikinci nesil temsilcisi olmuştur. Ama kendisine göre Brancusi’nin ve Rodin’in stüdyosunda geçirdiği zamanlar ona çok daha önemli beceriler kazandırmış. “Ulu meşelerin gölgesinde hiçbir şey yetişmez. Kendimi arkadaşlarımdan ve Amerikan devlerinden kurtarmam gerekmişti¨ sözleri konuya açıklık getirir. Monet’yi kopya ettiği iddia edildiğinde ise, şöyle konuşur: ¨Sabahları, özellikle çok erken saatlerde her taraf mor ve Monet bunu zaten göstermişti. Ben de sabah dışarı çıktığımda her yer mor oluyor ve ben de gördüğümü yansıtıyorum, Monet’yi taklit etmiyorum¨  Mitchell’in jestleri karakteristiktir, tuvali örtmez ama büyük ve ölçülü hareketlerle çok renkli tonlamalarda eserler üretir. Resminin abstre resim olduğunu ama aynı zamanda manzara olduğunu savunur ve illüstrasyon diyenlere katılmaz.

50 yıl boyunca Monet’nin yaşadığı bölgede, aynı manzaraya aynı nehre bakarak yaşayan bu Amerikalı ressam özetle, Monet’den etkilenmediğini sadece aynı manzarayı gördüğünü ve bunu tuvaline yansıttığını ifade eder. İşte burada Mitchell’i çok yakından tanıyan Suzanna Sagé,  ressamın söylediklerinin ne kadar doğru olup olmadığını düşünmemize neden oluyor. Küratörün bir görevi de bu değil midir zaten? İki sanatçı arasında bir iki kuşak fark var ve karşılaştırmalı bu serginin adı ¨Monet Mitchell Diyalogu¨. İki ressamın manzara ve doğa karşısında hissettiklerini ve resimlerine yansımalarını izliyoruz.

Claude Monet’nin “Nilüferler” eseri 1950 yıllarda Amerika’da abstre ekspresyonist ressamlar tarafından çok önemsendi. Bir çok eleştirmen Monet’nin moderniteyi savunduğunu ve ilkesinin sanatın özü olan soyutlama olduğunu vurguluyorlar. Mitchell’e gelince ise, 1957-58 yıllarında arkadaşı Elaine de Kooning’in yardımıyla soyut izlenimcilik sergilerine katıldığını biliyoruz. Mitchell, 1968 de Monet’nin yaşadığı bölgeye, Vétheuil’e yerleşti ve Mitchell’in yeteneği adeta çiçek açtı. Küratör Suzanne Sagé, sanatçı ile Normandiya’nın bu köşesi arasında bir tür aşk hikayesi olduğunu belirtiyor. Mitchell’de, Monet’nin algıladığı ışık ve renk duyarlılığını tuvallerinde göstermeye çalıştığını görüyoruz. Monet, sanatında zaman içinde şekilleri terk edip renk ve ışığa yoğunlaşmıştı. Bitki, su ve çevrelerindeki manzaraları resmiyle  ifade yolunu seçmiştir.  Sergide bu iki sanatçının 60’a yakın eseri bulunuyor ve sergilenen tablolar bizim büyülü bir zaman geçirmemizi sağlıyor. İşte bu nedenle zaman zaman sergiyi yeniden gezmekten kendimi alamıyorum!

“Monet, Michell Diyalog” sergisi’nin alt katında ressam Mitchell’i daha iyi tanıyabilmek adına bir Joan Michell retrospektif sergisini de gezmek mümkün. Mitchell in sanatına bakıp resimlerini dikkatlice deşifre ettiğimizde, ona ilham verenin doğa olduğunu anlıyoruz.  Dikey, incelen fırça darbeleri çimenleri veya söğüt yapraklarını çağrıştırıyor, parlak sarılar ayçiçeklerini andırıyor. Empresyonizmin babası olan Monet’nin ise, sığınağı olan “Giverny’nin Çiçek Bahçeleri” eserini sanki içimizde hissediyoruz. İki sanatçının resimlerinde renklerin ve hareketlerin dansı ile  gözlerimiz zevkten dört köşe oluyor.

Özetlersek iki ressamın  birinci ortak noktaları doğa ise, ikinci ortak noktaları renktir. Tuvalden tuvale, iki sanatçı arasındaki renk ilişkisi apaçık ortaya çıkıyor. Mitchell, özellikle Monet’nin Nilüfer resimlerinde çokça bulunan leylak rengi ve yeşilin ahenkli bir tonlamasını kullanıyor. Aynı şekilde Monet’nin paletinde ve Giverny’deki yemek odasının duvarlarında yer alan sevdiği parlak sarıyı da Mitchell severek kullanmıştır. Sergide buna iyiden iyiye şahit oluyoruz. Hayatının sonunda Monet, onu neredeyse kör eden ve renk algısını bozan ciddi görme sorunları yaşadı. Bir süre mavi rengi gördü ve kırmızı ile sarıyı algılayamadı. Bu nedenler renklerinde koyulaşma başladı. Joan Mitchell’in “Tilleul” (1978) adlı eserinde bunun yankısını bulduğunu fark ediyoruz. Üçüncü ortak nokta ise bu sergi ile gün ışığına çıkan büyük formatlar. Sergide Claude Monet’nin muhteşem 2×4 metre boyutlarındaki “L’Agapanthe” (1915–1926) üçlüsünün çevresinde Mitchell’in, çok sayıda dev diptik ve poliptik eserleri asılmış. Bu da bize formatlar arasındaki benzerliği göstermeye yetiyor. 

Monet’in ¨İzlenimlerimi doğrudan doğanın önünde, gelip geçen etkileri yaşayarak resim yapmış olma erdemine sahibim¨ gibi bir sözü var. Doğa karşısında hissettiklerini ve iç sesini tuvale aktarmıştır. Dışavurumcu olan Mitchell ise daha çok iç dünyasından gelenleri tuvaline yansıtmıştır. Burada melankoli, üzüntü, öfke gibi duygular muhteşem bir manzara şeklinde gözlerimizin önüne seriliyor.

Küratör Suzanne Sagé, sergide iki ressamın doğal el hareketlerini de göstermeyi ihmal etmemiş. Gizemli duygu ve hislerini ifade etmek için her ikisi de doğal el hareketlerini tercih ediyor. Monet hızlı ve canlı fırça darbeleri vururken, Mitchell bol bol ve  sanki köpük köpük darbeler bırakıyor. İşte bu yüzden bu sergi acaba Monet’in mi, Mitchell’in mi yoksa küratörün sergisi mi? diye düşünmeden edemiyorum. Monet’nin kataraktı şiddetlendikçe, (Buna Charles de Gaulle “yaşlılık bir gemi kazasıdır” der) cesur fırça darbeleri daha da özgürleşir ve vahşileşir. Öyle ki, Monet’nin son resimleri ile Amerikalı ressamın resimleri birbirlerine rahatsız edici derecede benziyor, türler ve dönemler arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor. “Duygularımı göstermek için birçok kusurun ortaya çıkmasına izin veriyorum” demiştir Monet. Kusurların sanattaki özel yerinin de farkındayız tabii ki…

Yapıtlarının aynı yerde karşı karşıya getirilmesi, onları neyin bir araya getirdiğini veya neyin farklılaştırdığını kuşkusuz daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bu nedenle bu muhteşem sanatsal etkinlik için LV Vakfı müzesine, küratörü Suzanne Sagé’ye ve katkıda bulunan diğer kurumlara teşekkür ediyoruz. Bu büyük etkinliğin, bilimsel kısmını Louis Vuitton Vakfı hazırladı. Joan Mitchell Vakfı ile Musée Marmottan Monet, sergilenen resimleri sağladı. Organizasyon konusunda San Francisco Modern Sanat Müzesi ve Baltimore Sanat Müzesinden destek alındığını ayrıca belirtmek isterim.

Hepinize sanat dolu günler dileğiyle…

Moda Tasarımı Sanat mıdır? Christian Dior Müzesi

Moda Tasarımı Sanat mıdır? Christian Dior Müzesi

Mehmet Ömür

Bu konu nereden bakıldığın bağlı olarak bizi farklı noktalara taşıyabilecek bir konudur. Aslında soruyu şöyle de sorabilirdik; Sanat nedir? Oxford sözlük tanımına göre; ‘Sanat, insanın yaratıcı becerisinin ve hayal gücünün ifadesi veya uygulamasıdır. Başka bir kaynağa göre Sanat, iki kişi arasındaki diyalogdur, iletişimdir, aktarımdır. İzleyicinin dahil olması gerekir. Sanat yorumlanabilir; yani farklı insanlar için farklı şeyler ifade edebilir oysa sanatçı için bambaşka bir anlam ifade ediyor olabilir. Sanatı kaç kişiye sorarsak o kadar değişik cevap alma olasılığımız vardır.

Kreasyon da dediğimiz moda dünyasında yaratılan giysiler bazen birer sanat eseri gibi karşımıza çıkıyor. Artık dizaynırlar sanatçı olarak kabul görüyor, o zaman moda tasarımcılarının da öyle görülmeleri gerekmektedir diye düşünüyorum. 

Karl Lagerfeld “Sanat sanattır. Moda modadır” demişti.   Andy Warhol, sanat ve modanın birlikte var olabileceklerini kanıtlamıştır.

Peki, sanat sadece müzede ya da tuval üzerinde olmak zorunda mıdır? Değildir diye düşünüyorum.  Sanat aslında her yerdedir, her yerde olmalı dünyamızı güzelleştirmelidir. Dinlediğimiz müzikte, yazdığımız ve okuduğumuz kelimelerde hatta yaptığımız kıyafetlerde sanat olmalıdır. Bu yazımızın konusu geçtiğimiz yıl Paris’te açılan Christian Dior müzesidir. Üç kat üzerinde gezilen müzenin en üst katı Dior’un yaşamına ayrılmıştır. Diğer katlarda yaşamı boyunca ürettikleri vardır. Hayattan 52 yaşında ayrılan Dior bu kısa ömründe arkasında çok sayıda moda tasarımcısı halef bırakmıştır.

Christan Dior ölmeden önce; “Terziler, harika bir hayal dünyasının son sığınaklarından birini temsil ediyorlar. Onlar bir bakıma rüya görme ve gösterme ustalarıdır” demiştir.

 

Christian Dior’un ilk atölyesi, Avenue Montaigne  30 numaralı binanın çatı katında yer almaktaydı.  Üç atölye, küçük bir stüdyo, bir show room, bir kabin, bir yönetim ofisi ve altı küçük soyunma odası ile başladı. Yetmiş yıllık bir efsane sonrası bugün Dior yine aynı cadde üzerinde bir çok binada müşterilerini ağırlamaktadır. İlk binanın arka köşesine yeni açılmış olan müze ise her gün yüzlerce sanatseveri kucaklamakta, bilet kuyruğu ana caddeye kadar uzamaktadır. Yakın bir gelecekte Türkiye ve dünyanın gelecek gelecek turistlerin olmazsa olmaz bir adresi olacak ve burayı görmeden dönmeyeceklerdir. Galerie Dior, modeller, orijinal eskizler ve arşiv belgelerini bu tarihi adresin anısını sürdürmek üzere Paris’te  Haute Couture ruhunu sembolize etmeyi amaçlamıştır. Bu binada binden fazla kreasyonla Dior stilinin özü sunulmaktadır.

 

 

Dior tabii ki sadece moda dünyasına getirdiği şaşırtıcı efsane çizgilerle değil ayrıca modaya devrimci yaklaşımıyla da moda tasarımına damgasını vurmuştur.

 

Dior’u ilk fark eden ünlü Amerikan dergisi Harper’s Bazaar’ın genel yayın yönetmeni Carmel Snow olmuştur. New Look (Yeni Görünüm) terimi de Carmel Snow tarafından uydurulmuştur. Bu dergi aracılığı ile dünya, rüyalara adanmış bu krallığı keşfetmeye başlamış oldu. Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan kadınlığın baştan çıkarma gücünün farkına varan Dior kadın tavrını yeniden inşa ederek somutlaştırmıştır.

 

Biraz da Christian Dior’un yaşamına bakalım isterseniz.

Dior 1905 de Normandiya’da doğmuş ve 1957 de İtalyada ölmüştür..

Ailesi gübre üretimi yapan sanayici, oldukça varlıklı bir aileydi Christian  mimar olmayı hayal ediyordu. Ancak abisinin iyi olması mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmasının ardından annesinin kederden ölmesi ve ardından da babasının iflas etmesi tüm hesapları alt üst etti. Babasının verdiği sermaye ile açtığı Paristeki sanat galerisini kapatmak zorunda kaldı. Oysa bu sanat galerisinde , Picasso, Braque, Matisse,  Max Jacob, Jean Cocteau ve Salvador Dali’nin eserlerini sergilemişti.

 

İlk başta Le Figaro dergisine  şapka modelleri çizmeye başladı. Ardından  Paris’in moda evlerine eskizler çizerek geçimini sağladı. II.ci dünya savaşına katıldı. Fransa’nın Güneyinde meyve yetiştirdi. Savaş bitmeden Paris’e geri döndü. Lucien Lelong ve Pierre Balmain ile çalıştı. Savaş sırasında Nazi subaylarının ve Fransız işbirlikçilerinin hanımlarını giydirdi. Savaş bitince Fransa’nın en önemli tüccar ve sanayicilerinden biri olan tekstilci Marcel Boussac’ın  60 milyon frank yatırım desteğiyle kendi moda evini kurdu.

 

Biraz da Dior sanatından bahsetmeye çalışayım. İlk koleksiyonunu 1947’de sunan Dior bu kreasyonlarına Korolla yani taç yaprakları adını vermiştir. Dior’un tasarımları II. Dünya Savaşı modası olan kapalı ve erkeksi tasarımların aksine çok daha cinsel istek uyandırıcı dizaynlardı. Şekiller ve siluetler tasarımında ustalaştı.  “Ben çiçek kadını tasarladım.”  demiştir. Kreasyonları daha çok sıkı dokunmuş pamuklu bezlerden yapılan sert, büstiyer şeklindeki korseler; kalça vatkaları, ince belli korseler ve jüponlardan oluşmaktaydı. Bu giysiler, belden aşağı genişleyerek inen modelleri sayesinde giyen kişinin çok daha kıvrımlı hatlara sahip gözükmesini sağlıyordu. Etek ucu boyu baldırlara ve bileklere kadar inerek hoşa giden bir görünüm veriyordu. Birden vücuda oturan siluet, yüksek göğüs, dar omuzlar ve uzatılmış etekler sokaklarda görülmeye başlandı.

.  Ayrıca bir dizi parfüm piyasaya sürdü: İlk parfümünü, kardeşi Catherine Dior’a saygı olarak  Miss Dior olarak adlandırıldı.

 

 

Kariyerinin başlarında, Christian Dior tasarımları bacaklarını örttüğü için kadınlardan tepki aldı. Çünkü o dönemde bu boy ve ölçüler, kumaş yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkmış ve alışılmış değerlere uyuşmuyordu. Paris’teki bir moda defilesi sırasında Dior‘un tasarladığı bu kıyafetler, aşırı kumaş sarf edildiği gerekçesi ile tepkiyle karşılandı. “Yeni Görünüm” kadın modasında devrim niteliğinde bir çığır açtı ve  II. Dünya Savaşı sonrasında Paris’i yeniden modanın merkezi yaptı.

İtalya’da geçirdiği bir tatil sırasında kalp krizi nedeniyle ölmüştür. Ölümüyle ilgili çeşitli rivayetler gerçek hikayeden yola çıkılarak başlığıyla bir filme senaryo olabilir. , hayatının son yıllarını Cezayirli şarkıcı Jacques Benita ile paylaştı.

Bu yazımızda Dior’un yeni açılan Müzesinden, yaşamından sanatından ve sanat ve Moda tasarımı ilişkisinden bahsetmeye çalıştık.

Sonuç olarak insanların fiziksel ve psikolojik ihtiyaçları ile belirlenen giyinme, modacı ve sanatçıların işbirliği ile oluşturulan giysilerin örtünme ve korunma ihtiyacının dışına çıkmasıyla sanat niteliği kazandığını söyleyebiliriz.

80 li yıllar Fransa’da Moda, Tasarım ve Grafik dünyası …

80 li yıllar Fransa’da Moda, Tasarımve Grafik dünyası …

 

Mehmet Ömür

Yazıyla ilgili görselleri youtube kanalımdan alttaki bağlantıya tıklayarak izleyebilirsiniz..

           https://youtu.be/YNcepIjU22Y         

Dekoratif Sanatlar Müzesi, 1980’leri avluda sunulan büyük bir sergiyle 13 Ekim ile 16 Nisan 2023 tarihleri arasında Fransa’da 80 li yılların  Moda, Tasarım ve Grafik dünyasını anıyor. Serginin küratörlüğünü genç sanatçı Adrien Rovero tarafından yapılmıştır.

Louvre müzesinin bünyesindeki Dekoratif Sanatlar Müzesi (MAD) her yıl  düzenli olarak birbirinden güzel sergiler açmaktadır. Genellikle bu sergiler moda, grafik, reklam ve dizayn konularında olmaktadır. Bu yıl Elsa Schaparelli yanında seksenli  yıllara damgasını vuran moda, tasarım ve grafik olayları ile ilgili bir sergi ile açtı. Bu dönemin tam olarak Mitterand’ın seçilip başkan olduğu 1981 ile Berlin Duvarının çöktüğü 1989 arasına yerleştirilebilir.

Seksenli yıllar yeni kuşak dizaynerlerin ortaya çıktığı yıllar. Bunları başta Philippe Starck olmak üzere Olivier Gagnère, Elizabeth Garouste et Mattia Bonetti, ve Martin Szekely olarak sayabiliriz.

Aynı dönemde modada ana çizgiler de tamamen değişmiştir. Bir dönem değişim rüzgarının altında Mitterand ve Kültür Bakan Jack Lang’ın estirdikleri ifade özgürlüğü olmuştur. Tüm sanatçılar çeşitli yollardan desteklenmişleridir. Jean Paul Gaultier ou Thierry Mugler moda dünyasında çizgileriyle süperstar olmuşlardır. Reklam, grafik ve tasarım odyovizüel imkanları da kullanarak alabildiğine  yükselmiştir. Bu alanlara Jean-Paul Goude, Jean-Baptiste Mondino et Étienne Robial damgasını vurmuştur. Dingin bir güç ortaya çıkmıştır.

Bu dönemin tanıtımını Mitterand’ın görevlendirdiği ünlü reklamcı Jacques Seguela yapmıştır. Halkla ilişkilerde yeni bir açılım sağlanmıştır. Buna bağlı olarak seçim pazarlaması da gündeme gelmiştir. “Büyük mimari eserlere” görsel kimlikler eşlik etmiştir: Villette ve Louvre için Grapus’tan ve Musée d’Orsay için Jean Widmer’den yardım alınmıştır. Güncel yaratıcılığı desteklemek amacıyla Mitterand sürekli kararlar almıştır. Elize sayının özel bölünümün yenilenmesi için beş tane yaratıcı sanatçıya sipariş vermiştir. Bunlar Marc Held, Ronald Cecil Sportes, Philippe Starck, Annie Tribel et Jean- Michel Wilmotte’tur.

Aynı dönemde Jacques Lang bir taraftan tüm kültürel gelişmeleri takip ederken 21 Haziran 1982’de müzik bayramını gerçekleştirmiştir. Kültür bakanı başka bir taraftan da Louvre avlularını moda defilelerine ve moda ödüllerine açmıştır. Odiovizüel sektör ve medya olağanüstü o güne kadar görülmemiş bir gelişmeye şahit olmuştur.

Étienne Robial, ardı ardına Canal +, M6 ve 7.ci TV kanallarının imajını değiştirerek grafik dünyasına imzasını atmıştır. TV kanallarını artışı reklamcılık sektörünü de beraberinde uçuşa geçirmiştir. Étienne Chatiliez, Jean-Paul Goude veya Jean-Baptiste Mondino gibi birbirinden önemli reklamcılar ortaya çıkmış, unutulmaz reklam filmleri TV kanallarını istila etmiştir. Yazılı basın da değişmiştir. Dergilerin kapak anlayışı başka boyuta taşınmıştır.

Müzenin orta avlusu serginin tasarım bölümüne ayrılmış. Bu coşkulu dönemde, 80’lerin yaratıcı beyinleri, tıpkı moda dünyası gibi designda da birkaç estetiği birleştirilmiştir. Yüksek teknoloji vurgularına sahip modern bir tasarım, bilgi birikimini yücelten neo-barok evren ile kol kola girmiştir. Endüstri Bakanı genç yaratıcı dekoratörlere açık çek verip bunların inovasyonda değerlendirilmesini sağlamıştır. İlk show-roomlar gün yüzü görmüştür.

Perkal, Néotù, Yves Gastou adlı galeriler tamamen güncel sanat sergilemeye başlamışlardır.   Bu dönemde yeni avangart güncel eserler de ortaya çıkmıştır. Bu eserlerin yaratıcılarının başında François Bauchet, Martine Bedin, Sylvain Dubuisson, Olivier Gagnère, Andrée Putman, hatta Philippe Starck ve Martin Szekely’yi saymak mümkündür.

1980 lerde büyük bir bayram ve özgürlük rüzgâr esmiştir. Moda defileleri büyük görsel şovlara dönüşmüştür. Le Palace ve  les Bains Douches adlı mitik yerlerde çılgınca geceler yaşanmıştır. Bu kulüplerde görünüyor olmak çok önemli olmuştur. İnsanlar sıra dışı olmaya özen göstermişlerdir.  Tüm Paris new wave, hip-hop ve rock müziği ile dans etmeye başlamıştır. Bütün bunların hepsi birlikte Fransanın 80 li yıllarının kültürel dünyasına damgalarını vurmuşlardır. Kişisel ifade özgürlüğ modayı yeniden şekillendirmiştir.

Antik Çağdan 1930’lara olan moda dönemi yeniden değerlendirilip canlandırılmaya çalışılmıştır. Thierry Mugler ou Claude Montana adlı modacılar moda tarihinden iham alırken Jean Paul Gaultier, Vivienne Westwood ve Chantal Thomass o dönem modalarını taklit etmişlerdir. Tersine, Comme des Garçons için Martin Margiela veya Rei Kawakubo, giyim kavramını yapıbozuma uğratmaya çalışmıştır. Issey Miyake veya Anne-Marie Beretta mankenlerin atletik vücutlarına geniş şekilli giysiler giydirirken, Azzedine Alaïa ou de Marc Audibert gibi modacılar giysileri mankenlerin vücutlarını bir çorap veya eldiven gibi sarmışlardır.

Erkek modasını ise Jean Paul Gautier’nin tarzı etkilemiştir. Diğer taraftan geniş kesime hitap eden daha ucuz kreasyonlarda Naf Naf, Kookaï veya Benetton öne çıkmıştır. Sergi 1989’daki Fransız ihtilalinin 200. yılı defilesinin Jean Paul Good tarafından verilen defilesi ve Berlin’in düşmesi ile ilgili görsellerle kapanmaktadır.

Unutulmuş ressamdan baş döndüren resimler. Andre Devambez

Unutulmuş ressamdan baş döndüren resimler. Andre Devambez

Mehmet ömür

Ressam, desinatör, illustrator, gravür sanatçısı, teknik ressam Andre Devambez’in şu günlerde Le Petit Palais’de retrospektif bir sergisi var.. Bu kadar yetenekli olup da bu kadar uzun süre unutulup gözlerden ırak kalması şaşılası bir durum.

Andre Devambez 1867 yılında doğmuş 1944 yılında ölmüş. Gerçek bir Paris’li. Paris’te doğup Paris’te ölmüş. André Devambez, Paris’teki Maison Devambez’in kurucusu olan gravür sanatçısı, matbaacı ve yayıncı Édouard Devambez’in oğludur. Doğduğunda babası yirmi üç, annesi yirmi iki yaşındaydı.

André sanatsal bir ortamda büyüdü ve çok genç yaşta sanatçı olmaya karar verdi. André Devambez, küçük yaşlardan itibaren babasıyla da çalıştı. Maison Devambez’in bulunduğu Passage des Panoramas atölyesinde kırtasiye malzemeleri, menüler, sanatsal baskılar ve çeşitli reklamlar tasarlıyorlardı. Paris’teki Ecole des Beaux-Arts’ta ressam Benjamin Constant’ın stüdyosunda eğitim gördü ve ayrıca Julian Academie’de Gabriel Guay ve Jules Lefebvre’den de eğitim aldı. Genç yaşlarında hep hayalinde tarihi konulu resimler üzerinde uzmanlaşmak vardı.

1889’da Fransız Sanatçılar Salonu’nda sergiler açtı.

1890’da resim dalında Roma Büyük Ödülünü kazandı ve Villa Médicis’te kaldığı 4 yıl süre boyunca portresini yaptığı ressam Adolphe Déchenaud ile arkadaş oldu.

1911’de Legion of Honor Şövalyesi ilan edildi ve 7 Aralık 1929’da Henri Gervex’in yerine Güzel Sanatlar Akademisi’ne seçildi.

1929’dan 1937’ye kadar Ulusal Güzel Sanatlar Okulunda resim atölyesi başkanı olarak görev yaptı.

18 Mart 1944’te Paris’in 14. bölgesindeki 19 avenue d’Orléans adresindeki evinde öldü ve Père-Lachaise mezarlığına  gömüldü.

Ressam Andre Devambez

Devambez, genelde modern yaşamdan sahnelerini resmetmiştir. Paris’teki Musée d’Orsay, en tanınmış tablosu La Charge da dahil olmak üzere dokuz eserine sahiptir. 1902’de resmedilen La Charge dramatik bir sokak sahnesidir, Montmartre Bulvarı’nda yüksek bir pencereden görülen, polis ve protestocular arasındaki şiddetli çatışmayı gösterir. Bu yukarıdan perspektif, Devambez’in çalışmalarında sıkça karşımıza çıkar.

Küçük formatta bir tahta üzerine boyanmış “yürümeye başlayan çocukları” da çok özgün bir eseridir.

1910’da, Viyana’daki Fransız Büyükelçiliğine dekoratif panolar tasarlamak üzere davet edildi. Metroyu, uçakları resmederek zamanının icatlarını tema olarak seçti.

Desinatör ve  ve Gravür oymacı Andre Devambez

André Devambez, 1915’te on iki gravür üretti. Bu albümdeki on iki gravürün adları şöyle; Soğuk, Kabuk, Delikler, Kalkan, Ateş, Şarapnel, Yağmur, Casus, Rehineler, İstasyon, Yedekler, Kömür, Aptal. Bu gravürler Birinci Dünya Savaşı’ndan çeşitli sahneleri temsil ediyor.

İllustrator Andre Devambez

Devambez ayrıca 1913 de <Auguste Kötü Karaktere Sahiptir>adlı bir çocuk kitabı yazdı ve resimledi. Orijinal çizimler ertesi yıl Palais de Glace’de bir sergide sunuldu. Bu kitap Küçük Tata ve Büyük Patapouf’un Tarihi, Büyük Patapouf’un Maceraları ve Kaptan Mille-Sabords’un Maceraları adlı çok sayıda çocuk kitabının ilkidir. Bu hikayelerin André Devambez’in iki çocuğu Pierre ve Valentine’e anlattıklarından kaynaklandığı düşünülmektedir.

André Devambez ayrıca Émile Zola’nin La Fête à Coqueville adlı eserlerini de resimlemiştir.

Devambez, Le Figaro illustré, Le Rire ve L’Illustration adlı dergilerine illüstrasyonlar çizmiştir.

André Devambez uzunca süre unutulmuş, 1988’de Beauvais müzesindeki bir sergiyle tekrardan hatırlanmıştır. Paris’teki Petit Palais tarafından düzenlenen halen gezilebilen bu sergiyle yeniden gündeme geldi.

André Devambez ileri yaşına rağmen savaştan kaçmayıp savaşa gitmiş, orada ağır yaralanmış yıllarca bunun sıkıntısını çekmiş ama savaş alanlarında elinden fırçayı bırakmamıştır.

Yüzyılın başlarında Devambez’in bir sergisini gezen  sanatseveri bir kadının <Ben bu resimlere bakamıyorum çünkü bende baş dönmesi yapıyor> dediğine dair bir anekdot vardır.

<Bulutların üzerinde uçabilen tek kuş> olarak adlandırdığı bir resmi vardır ki yeni teknolojilere ne kadar meraklı olduğunu gösterir.  Paris’e de çok meraklıdır. Resimde akademik yanını hiçbir zaman bırakmamış avangardist akımlara kapılmamıştır. Bununla beraber zamanın diğer ressamları gibi tüm sanat alanlarında gezinmiş ve seramik dışında illüstrasyon, desen ve gravür yapmıştır.

Avangart sanatçıları pek tutmamış ve onların izinden gitmemiştir. Buna karşılık çok büyük bir hayal gücü vardır.  Petit Palais’deki sergisinde tüm bu yaratıcılıklarına tanık oluyoruz ve şaşkınlıkla bu büyük sanatçının bugüne kadar nasıl gözden kaçtığını anlayamıyoruz.

Devambez’in kendine has bakış açıları var. Daha çok yukardan aşağı bakış açısıyla resimlerini çiziyor. Klasik kompozisyonları var. Işık kullanımı da çok etkileyici. Sahne ışığı kullanır gibi ana konuyu aydınlatıyor. Diğer taraftan kendine özgün komik, dokunaklı hatta şaşırtıcı vw baş döndürücü resimlerini izliyoruz. Bu yukarıdan bakış açısına sahip olabilmek için sık sık Eyfel kulesine çıktığı biliniyor. Hem büyük boyda tuvaller boyamış hem de <küçüklerim> dediği küçük formatta resimleri var. Bu küçük resimleri sergilerde satış kaygısı ile yaptığını anlıyoruz.

Paris’i altını üstüne getiriyor. Paris’te yaşanan  çılgınlıkları, Paris’in enerjisini, eğlencesini, kafelerini ve sık gittiği tiyatro ve sinemaların tıklım tıklım salonlarını resmediyor. Doyumsuz bir flanör ve iyi bir gözlemci. Bu yetenekleri ile Paris’in Bel Epok denilen 1900 den birinci dünya savaşına kadar olan dönemini gözler önüne seriyor. Paris’teki bu gezintileri  sırasında yanında fotoğraf makinesini de ayırmıyor. Devambez’in hem mizah dolu hem de hümanist  çok farklı bir vizyonu var ve  değişik konuları seçmeyi iyi beceriyor. Honore Daumier’den esinlendiği görüşü de yaygın bir görüş.

Savaşta yakınlarını, oğlunu, babasını, eşini kaybetmiş kadınların hüznünü mükemmel bir hümanizma ile tuvale aktarabiliyor.

47 yaşındayken askerlikten muaf olup savaşa gitmemek varken savaşa gidiyor yukarıdaki uçaklar görmesin diye birliğin tüm silahlarını kamuflaj amacıyla boyuyor. Bunun dışında ünlü illüstrasyon dergisine savaşla ilgili çizimler gönderiyor. Savaşta ölümden dönüyor savaştan 1917’de döndüğünde önce devlet tarafından cephedeki yaşamı belgeleme görevi veriliyor ama savaşı ve kahramanları yeterince yüceltmediğinden bu görevinden alınıyor. Dergilere illüstrasyonlar yapıyor. Yaptığı  gravürler savaştaki korkuları ve savaşın acılarını gösteriyor.

Mütarekeden sonra resim fuarlarına katılıyor. 1924’teki salonda sergilenen La pensee adlı dev triptiği savaşın vahşetini gösteriyor. Sol panelde  Goya karanlığında bir ışık gölge kompozisyonu var.  Uyuyan askerler arasında elinde mektubuyla bir asker öne çıkıyor.  Merkezde ise yakınlarını yitirmiş üç yaşlı kadın var.

İki tane çocuğu oluyor ve bu çocuklar doğdukları andan itibaren ilk modelleri oluyorlar. Onları çizimlerinde kullanıyor. Fotoğraflarını çekiyor. Fotoğrafa büyük bir hayranlığı var ve fotoğrafın kendisini büyülediğini söylüyor. Fotoğraf makinesini önemli bir araç olarak kullanıyor.

Bazı resimler avangartistlerin resimlerinin aksine çok uğraşılmış zahmetli ve uzun süre almış eserler. Bunları yaparken bir taraftan da illustrator yönüyle mizah sergilemeye devam ediyor. Bir kalem darbesi ile politikacıları, eğlenen toplumu ve modern yaşamı karikatürize ediyor. Swift’in yazdığı Güliverin Yolculukları’na ve Emil Zola’nın romanlarına resimler çiziyor. Fritz’in <Metropolis> adlı filminden yedi yıl önce işçilerin makinelerle değiştirilmesini konu alan bir resim çiziyor. Kızı devrimci oluyor. Paris’in binaların yutan makrop adını verdiği fil hortumlu yaratıklarla ilgili tuhaf desenleri çizgi film niteliğinde ve çok ilginç.

Bu unutulmuş ve baş döndüren ressamın eserlerini görmek için Le Petit Palais müzesine gidebilirsiniz.

Le Petit Palais

Av. Winston Churchill, 75008 Paris

 

Elsa Schiaparelli’nin çılgın dünyası

 

Elsa Schiaparelli’nin çılgın dünyası

Mehmet Ömür

Not bu yazıyla ilgili videoyu youtube kanalımdan izleyebilirsiniz;

Mehmet Ömür

Paris’te ünlü modacıların sergileri ardı ardına açılıyor. Dior ve Yves Saint Laurent dan sonra şimdilerde Elsa Schiaparelli’nin sergisi Dekoratif Sanatlar Müzesinde görülmeye devam ediliyor.<Shocking, Elsa Schiaparelli< adlı sergi Elsa Schiaparelli’nin çılgın yaşamını, yaratıcı moda sanatını ve başarılı iş hayatını gözler önüne seriyor.

10 Eylül 1890’da Roma’da doğan ve 13 Kasım 1973’te Paris’te ölen Elsa Schiaparelli, İtalyan aristokrasisi içinden gelen bir moda tasarımcısıydı.  Corsini sarayında doğmuştur. Annesi Medicis soyundandır. Babası üniversitede hocadır amcası evrenin haritasını  çizen ilk bilim adamıdır. Felsefe eğitimi alır. Ailesinin hoşuna gitmeyen erotik şiirler yazar. Manastıra kapatılır orada ölüm orucuna başlar.

20 yaşında Londra’ya gider orada kendisini teozof olarak tanıtan bir adamla evlenir. Kocasının peşinden Amerika’ya gider. Poliomiyelite yakalanan bir kızları olur. Ondan da iki torunları olur. Torunlarından bir tanesi Anthony Perkins in eşidir. Diğeri manken ve sinema artisti olur. Kocası İsabelle Duncan’a kaçar. Elsa Paris’e döner ve bit pazarında bulduğu eşyaları antikacılara satmaya başlar. Dikiş dikmeyi bilmemesine rağmen ünlü terzi Paul Poirier ile tanışması kaderini değiştirir. Modaya çok arzulu ve yetenekli olduğu ortaya çıkar.

1927 de kendi evinde dikiş dikmeye başlar. Ermeni kadınlara bildikleri desenleri öldürtür, göz aldatan motifleri kullanmaya başlar. Kazakların üzerine kalpler ve yılanlar çizdirir. Bunlar Vogue dergisi tarafından çok önemsenir.Elsa Schiaparelli’yi esas keşfeden ünlü moda evlerinin bulunduğu  Saint Honore sokağında  moda evi olan Madame Hartley’dir. Onu Lambal moda evinin stilisti yaptı. Bir kaç sene sonra Elsa Paris’in en pahalı meydanı Place Vendome!da 100 odalı 5 katlı binaya taşındı. 500 kişinin çalıştığı 1930’lardan 1950’lere kadar kendi adını verdiği Schiaparelli şirketini yönetti.

Yeniliği sever, şaşırtan, kışkırtıcı ve avangart çalışmalarında her zaman gerçeküstü yaklaşımlar görüldü. Bunu biraz da  Dali gibi sürrealist arkadaşlarına borçlu olduğunu anlıyoruz. Onlarla işbirliği yaptı. Istakozlu elbisesini Wallis Simpson giydi. Arletty, Wallis Simpson, Marlène Dietrich, Greta Garbo, Lauren Bacall et Amelia Earhart gibi ünlüler müşterisi oldu. Shocking Pembe adını verdiği frapan pembesinin yanı sıra alışılmadık renkleriyle de ünlü oldu. Kreasyonları her zaman olağan dışı oldu Koleksiyonlarında insan anatomisi, böcekler, gösteri, trompe-l’œil denilen yanılsamalara yer verdi.1940 da bir turne için gittiği Amerika’da 2.ci Dünya Savaşının ilan edilmesi nedeniyle 4 yıl kaldı.savaş sonrası eski ticari başarısını gösteremeği için şirketini kapattı ama parfümle ilgili şirketinden ölene kadar para kazanmaya devam etti.

Modaya konseptüel bir yaklaşımı vardır. Fonksiyonu ikinci plana atıp görselliği, estetiği ve sıradışı olmayı öne çıkarttı. Ayakkabı şeklinde şapka, hayvan pençesi şeklinde eldivenler yarattı. Fermuarı ilk kez dekor olarak kullandı. 1936 yılında Leonor Fini tasarımı ile bir parfüm çıkardı. Adı Schoking olan bu parfümün şişesi o günlerin ünlü sinema oyuncusu ve seks sembolü Mae West’in vücudunun kalıbı örnek alınarak tasarlanmıştı. Benzer parfüm şişesini günümüzde Jean paul Gautier imzasıyla da görüyoruz.

Bütün defileleri de gerçek bir gösteri niteliğindeydi. Işık müzik ve koreografi muhteşemdi. Bazı filmlere elbiseler dikti. Man Ray portresini çekti  ve Picasso resmini yaptı. Çok yaratıcı ve çılgın bir yaşam sonunda 83 yaşında uykusunda öldü.1954’te Elsa Schiaparelli, hayatının önemli olaylarını birinci tekil şahıs ağzından anlattığı Shocking Life adlı bir otobiyografisi yayınladı.

Moda sevenleri çok hoşuna gideceğini iddia etmek zor olmasa gerek diye düşünüyorum. Paris’e gelirseniz hem Dior’un müzesini hem de Esla Schiaparelli sergisini bir gün içinde gelebilirsiniz. İki mekan birbirine yürüyüş mesafesinde. Ancak ikisine de önceden internet üzerinden yer ayırtıp biletlerinizi alın yoksa  kuyrukta çok beklersiniz. İkisi de çok kalabalık. Şu aralar moda işleri çok moda. Belki de hep öyleydi. Kim bilir…

 

Paris’te ünlü modacıların sergileri ardı ardına açılıyor. Dior ve Yves Saint Laurent dan sonra şimdilerde Elsa Schiaparelli’nin sergisi Dekoratif Sanatlar Müzesinde görülmeye devam ediliyor.<Shocking, Elsa Schiaparelli< adlı sergi Elsa Schiaparelli’nin çılgın yaşamını, yaratıcı moda sanatını ve başarılı iş hayatını gözler önüne seriyor.

10 Eylül 1890’da Roma’da doğan ve 13 Kasım 1973’te Paris’te ölen Elsa Schiaparelli, İtalyan aristokrasisi içinden gelen bir moda tasarımcısıydı.  Corsini sarayında doğmuştur. Annesi Medicis soyundandır. Babası üniversitede hocadır amcası evrenin haritasını  çizen ilk bilim adamıdır. Felsefe eğitimi alır. Ailesinin hoşuna gitmeyen erotik şiirler yazar. Manastıra kapatılır orada ölüm orucuna başlar.

20 yaşında Londra’ya gider orada kendisini teozof olarak tanıtan bir adamla evlenir. Kocasının peşinden Amerika’ya gider. Poliomiyelite yakalanan bir kızları olur. Ondan da iki torunları olur. Torunlarından bir tanesi Anthony Perkins in eşidir. Diğeri manken ve sinema artisti olur. Kocası İsabelle Duncan’a kaçar. Elsa Paris’e döner ve bit pazarında bulduğu eşyaları antikacılara satmaya başlar. Dikiş dikmeyi bilmemesine rağmen ünlü terzi Paul Poirier ile tanışması kaderini değiştirir. Modaya çok arzulu ve yetenekli olduğu ortaya çıkar.

1927 de kendi evinde dikiş dikmeye başlar. Ermeni kadınlara bildikleri desenleri öldürtür, göz aldatan motifleri kullanmaya başlar. Kazakların üzerine kalpler ve yılanlar çizdirir. Bunlar Vogue dergisi tarafından çok önemsenir.Elsa Schiaparelli’yi esas keşfeden ünlü moda evlerinin bulunduğu  Saint Honore sokağında  moda evi olan Madame Hartley’dir. Onu Lambal moda evinin stilisti yaptı. Bir kaç sene sonra Elsa Paris’in en pahalı meydanı Place Vendome!da 100 odalı 5 katlı binaya taşındı. 500 kişinin çalıştığı 1930’lardan 1950’lere kadar kendi adını verdiği Schiaparelli şirketini yönetti.

Yeniliği sever, şaşırtan, kışkırtıcı ve avangart çalışmalarında her zaman gerçeküstü yaklaşımlar görüldü. Bunu biraz da  Dali gibi sürrealist arkadaşlarına borçlu olduğunu anlıyoruz. Onlarla işbirliği yaptı. Istakozlu elbisesini Wallis Simpson giydi. Arletty, Wallis Simpson, Marlène Dietrich, Greta Garbo, Lauren Bacall et Amelia Earhart gibi ünlüler müşterisi oldu. Shocking Pembe adını verdiği frapan pembesinin yanı sıra alışılmadık renkleriyle de ünlü oldu. Kreasyonları her zaman olağan dışı oldu Koleksiyonlarında insan anatomisi, böcekler, gösteri, trompe-l’œil denilen yanılsamalara yer verdi.1940 da bir turne için gittiği Amerika’da 2.ci Dünya Savaşının ilan edilmesi nedeniyle 4 yıl kaldı.savaş sonrası eski ticari başarısını gösteremeği için şirketini kapattı ama parfümle ilgili şirketinden ölene kadar para kazanmaya devam etti.

Modaya konseptüel bir yaklaşımı vardır. Fonksiyonu ikinci plana atıp görselliği, estetiği ve sıradışı olmayı öne çıkarttı. Ayakkabı şeklinde şapka, hayvan pençesi şeklinde eldivenler yarattı. Fermuarı ilk kez dekor olarak kullandı. 1936 yılında Leonor Fini tasarımı ile bir parfüm çıkardı. Adı Schoking olan bu parfümün şişesi o günlerin ünlü sinema oyuncusu ve seks sembolü Mae West’in vücudunun kalıbı örnek alınarak tasarlanmıştı. Benzer parfüm şişesini günümüzde Jean paul Gautier imzasıyla da görüyoruz.

Bütün defileleri de gerçek bir gösteri niteliğindeydi. Işık müzik ve koreografi muhteşemdi. Bazı filmlere elbiseler dikti. Man Ray portresini çekti  ve Picasso resmini yaptı. Çok yaratıcı ve çılgın bir yaşam sonunda 83 yaşında uykusunda öldü.1954’te Elsa Schiaparelli, hayatının önemli olaylarını birinci tekil şahıs ağzından anlattığı Shocking Life adlı bir otobiyografisi yayınladı.

Moda sevenleri çok hoşuna gideceğini iddia etmek zor olmasa gerek diye düşünüyorum. Paris’e gelirseniz hem Dior’un müzesini hem de Esla Schiaparelli sergisini bir gün içinde gelebilirsiniz. İki mekan birbirine yürüyüş mesafesinde. Ancak ikisine de önceden internet üzerinden yer ayırtıp biletlerinizi alın yoksa  kuyrukta çok beklersiniz. İkisi de çok kalabalık. Şu aralar moda işleri çok moda. Belki de hep öyleydi. Kim bilir…

 

 

 

 

Erwin Blumfeld’in Sıkıntıları 

Mehmet Ömür

Paris’teki fotoğraf sergileri ile ilgili yazılarımıza bu kez Erwin Blumenfeld (EB) ile devam ediyoruz. Sergi 5 Mart 2023 e kadar Le Marais bölgesindeki MAHJ müzesi’nde  devam ediyor. Renkli fotoğrafçılığın da öncülerinden olarak kabul edilen EB in yaşamı o dönemin Almanya’da doğmuş yahudileri gibi sıkıntılarla dolu.

EB 1940 lı yıllarda 50 yaşlarında New york’ta en ön plandaki fotoğrafçılar arasında yer alıyor. Fotoğrafları Harper’s Bazaar ve Vogue gibi önemli moda dergilerini kapağını sıkça süslüyor. Bu fotoğraflar döneminde benzer işler için referans olarak kabul ediliyor.

Bu ününü elde etmeden önce EB çok sıkıntılı yıllar geçiriyor. 1897 yılında Berlin de doğan EB Musevi bir burjuva aileye ait. 16 yaşında kaybettiği babasından sonra yüksek eğitim hayalleri suya düşüyor ve ailesine destek olmak için çalışmaya başlıyor. 1916’da Birinci Dünya Savaşı’na katılıyor. İki sene sonra kardeşinin savaşta ölümüyle sarsılıyor. Ardından Amsterdam’da yaşayan nişanlısıyla  Lena Citroen ile evlenerek deri ticaretine başlıyor. İşlerin kötüye gitmesi ile birlikte kendini tamamen fotoğrafa veriyor. 1936 da Paris’e gidiyor ve kendini tamamen moda fotoğrafçılığına atıyor. İkinci dünyasının ortaya çıkmasıyla birlikte iki yıl boyunca çeşitli toplama kamplarında dolaşıp duruyor. Nihayet 1941 yılında Yahudi Göçmenler Derneği yardımıyla Amerika’ya ulaşabiliyor. 1930 ve 40’lı yıllar yeteneğinin ortaya çıktığı ve sanatsal ve özgün deneyimler yaptığı yıllar. Ancak toplumsal sosyal konular dışında kalıp moda ve modern fotoğraf teknikleri ile uğraşıyor. Saatlerce karanlık odada kalarak solarizasyon, çift pozlama, optik efektler, ışık ve gölge oyunları yapıyor. Eserlerinin temelinde kadın güzelliği yatıyor. Amerika’ya gittiğinde renkli fotoğrafçılarında öncülerinden biri olmayı başarıyor. Bu sergide bu verimli döneminin fotoğraflarını görüyoruz. Bu fotoğrafların çoğu başka yerde görülmemiş fotoğraflar. Çingene ailelerinin ve Amerikan yerlilerinin dansları ile ilgili serileri var. Bu sergi diğer avrupalı musevi fotoğrafçılar gibi ikonik bir çizgisi olan fotoğrafçının ayak izlerini takip ediyor.

Avangard Yaklaşımlar

Paris 1936-1938

EB in fotoğraf kariyeri ilk Amsterdam’da  başlıyor. Ticaret yaptığı deri ürünleri mağazasında müşterilerinin portrelerini çekmeye başlıyor. 1932 de dükkanın arka tarafında bulduğu bir körüklü fotoğraf makinesi ve bir karanlık oda sayesine fotoğraflarını banyo edip basıyor. Amsterdam’a gelen ressam Georges Rouault’un  kızı Genevieve çektiği fotoğrafları görüp çok beğeniyor ve  kendisine Paris’teki diş hekimi muayenesinde sergilemesini öneriyor. Böylece EB in şansı tersine dönüyor ve önünde kapılar açılmaya başlıyor. 1936 Ocak ayında Paris’e yerleşiyor ve orada önemli kişilerin portrelerini çekmeye başlıyor. Dar kadraj ve cesur kompozisyonları tercih ediyor. Çift pozlama ve soler,zasyon gibi tekniklerle kendisine farklı bir çizgi sağlıyor.

Çingeneler

Camargues 1928-32

EB profesyonel fotoğrafçı olmadan önce amatör fotoğrafçı olarak on yaşında amcasının Amerikadan getirdiği Box kamera ile fotoğraf çekmeye başlıyor. Bu fotoğraf makinesini başka fotoğraf makineleri de takip ediyor. Ailece yaptıkları Camargue  bölgesi seyahatinde çingenelerin hayatıyla ilgili bir seri hazırlıyor. Çingenelerin yaşamından çeşitli kesitler görüyoruz. Çingene çocuklarının ve kadınlarının fotoğraflarını çekiyor. Nötr, sade ve doğal arka planları  tercih ediyor. Daha sonra bu tür fonları Amsterdam’daki stüdyosunda da devam ettiriyor.

Denemeler ve Moda Fotoğrafçılığı

Paris 1938-39

Paris’e yerleştiği 1936’ ten itibaren Man Ray başta olmak üzere avant gardist sanatçılardan etkileniyor ve  çeşitli deneysel araştırmalara girişiyor. Kadın vücudu her zaman en önemli konusu. Aksesuarlar kullanıyor. Bunların başında ince tüller, mat camlar ve aynalar var. Kompleks ve gelişmiş ışıklar kullanıyor. Baskı sırasında sıkça makyaj uyguluyor. Çift pozlama, solarizasyon ve retikülasyon gibi tekniker kullanıyor. <Bana göre 20. yüzyılın en sihirli şeyi karanlık odadır< diyor. Çeşitli fotoğraf efektlerini kullanarak modellerini kimliksizleştiriyor ve abstaksiyona benzeyen görseller yaratıyor. Çalışmalarına hayran kalan ünlü İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton 1938’de kendisini Paris Vogue dergisinin baş editörüne tanıştırıyor. Hemen işe alınıyor.

Diktatör

Amsterdam 1903 Paris 1937

1933’te EB bir seri fotomontaj yapıyor Hitler’in yükselişine reaksiyon olarak diktatörün portresini kan gözyaşlarıyla boyadıktan sonra bir kafatası görüntüsünün üzerine çift pozlama ile ekliyor. Bu tarz kompozisyonları Berlinli dadaist John Heartfield’te yaptığından  benzeşiyorlar ama mesajlar farklı. Heartfield Marksist ve Hitleri kapitalizm ve endüstrializasyonun kuklası olarak göstermeye çalışırken ve Nazizmin eleştirisini yaparken  EB onu bir canavara benzetiyor ve Hitler’i ölümün enkarnasyonu olarak gösteriyor. 1937’de minotor ve diktatör adlı yapıtları var. Antik bir heykelin üzerine boğa kafaları yerleştirerek fotoğraflar çekiyor. Böylece mitolojideki boğa kafalı Minotoru göstermeye çalışıyor. Bu şekilde insandaki hayvan ruhunu göstermeye çalışıyor. Bu sembol daha sonra 20. yüzyılda ortaya çıkan bütün diktatörlerin vahşiliğinin sembolü oluyor.

İkinci Dünya Savaşı ve kamptan kampa

Fransa 1939 Fas 1941

1939’da New York‘a yaptığı bir seyahatten döndüğünde savaşın ilan edildiğini duyuyor.  Amerikada Harper’s Bazaar  dergisinde işe başlamıştır ancak  ama savaşın başlaması ile birlikte Fransa’da istemeyen yabancı ilan ediliyor ve çeşitli toplama kamplarında tutuluyor. 1940’ta Almanya doğumluların hepsi gibi Marmagne’a götürülüyor. Ardından Drome bölgesindeki kampa transfer oluyor. Daha sonra  Vernet d’Ariege  ve nihayet Lot bölgesinde Catuz-Cavalier’ye gönderiliyor.  Burada ailesiyle buluşup şehirde yaşamasına izin veriliyor ama evinde göz hapsine alınıyor ve orada 6 ay kalıyor. İyi ilişkileri sayesinde Amerika’ya bir vize temin ediyor ve Marsilya’dan  1941 de Monte-Vizo adlı gemiyle Fas üzerinden birkaç aylık yolculukla New York’a ulaşabiliyor.

Renkleri ve şekillerin özgürlüğün

New York 1941-1950

New York’a gelir gelmez gelmez Harper’s Bazaar takımına katılıyor. Buradaki moda dünyasında inanılmaz bir atak yapıyor ve öne çıkıyor. 1945’te Central Park’ta kendi stüdyosu’nu  kuruyor ve bundan sonraki on yıl boyunca Paris’te çalıştığı teknikleri burada uyguluyor. Çizgileri ve şekilleri basitleştiren özgün bir teknikle kendisine önemli bir yer yapıyor. Renkli fotoğrafın ortaya çıkışı  ile de kendisine yeni ufuklar açıyor. 1944’te EB Harper’s Bazaar’dan ayrılıyor ve  kendisine verilen reklam siparişlerini bağımsız olarak yapmaya başlıyor. Ancak kendine has özgün teknikleri, ticari dünya bunlara pek alışık olmadığından, bazı sanat direktörlerine kabul ettirmekte zorluk çekiyor. Diğer taraftan kişisel deneylere devam ediyor. Kadın vücudu yaptığı işlerde ön planda olmaya devam ediyor. Amerika’da giderek daha özgür çalışıyor  ve özgün işler ortaya koyuyor. Şekil, renk ve hareket arayışlarına bu dönemde de devam ediyor.

Sanatsal yaklaşımları

Paris 1930 New York 1950

Ölmeden önce yazdığı ve öldükten hemen sonra Jadis et Daguerre adlı otobiyografisi yayınlanıyor. Kendine has sözleri yazılı literatürde yerini buluyor. Aynı şekilde fotografik çalışmaları da kitaplaştırılıyor. Bazen ünlü tabloları yeniden yaratıyor. Bunu yaparken modellerinin ünlü tablolardaki görüntülere benzer hareketlerle bu eserlere göz kırptığı fark ediliyor.  Kariyerinin başındaki çektiği ikonlaşmış bazı fotoğrafları heykele olan hayranlığını gösteriyor. Ayrıca büyük ustalara olan hayranlığı nedeniyle ürettiği eserleri ile geleneksel sanatın içinde kalmaya çalışıyor.

San İldefonso

Meksika 1947

Meksika’daki bazı yerli toplulukların törenlerini fotoğraflayarak bugünlere taşıyor. Serginin son kısmında bunları izliyoruz. Bu fotoğraflar sayesinde San İldefonso’da yaşayan yerel topluluğun özel törenlerini de ilk defa görmüş oluyoruz. Bunlar eski ritüelik bayram kutlamaları. Dansçıları çok yakından çektiği için onların izni olduğunu da düşünmek mümkün oluyor. Bu topluluklardan Santa Fe’nin kuzeyindeki altı köyden biri olan  San İldefonso adı köy yaşayanların kendi dillerinde <Suyun geçtiği yer< olarak biliniyor. Bunlar 23 Ocak 1009 47’de çekilmiş fotoğraflar.

Bu önemli fotoğrafçıyı tanımak ve fotoğrafa yaklaşımını değerlendirmek hoş bir deneyim oluyor.

Paris’e yolu düşenler için;

mahJ

Hôtel de Saint-Aignan, 71 Rue du Temple, 75003 Paris

FOTOĞRAFIN ARTE POVERA İLE DANSI; “GÖZLERİNİ DEVİRMEK” SERGİSİ

FOTOĞRAFIN ARTE POVERA İLE DANSI; “GÖZLERİNİ DEVİRMEK” SERGİSİ

 

Mehmet Ömür

https://www.magzter.com/TR/Fotoğraf-Dergisi/Fotoğraf-Dergisi/Photography/?fbclid=IwAR26bhGUfj3-6EAZKsQTM8rD4dYsEKJidstgBvvkX7q8a8zkgZQ6COaXsRM

Paris’in önemli fotoğraf merkezlerinden Jeu de Paume, bir yıl önce kendi bünyesinde sergilediği “Gözlerini Devirmek“ adlı sergiyi önümüzdeki yıl Milano trienalinde de sergileyecek.

“Gözlerini Devirmek“ sergisi, 1960’li yılların İtalyan avangart sanatçılarının fotoğraf, film ve video aracılığı ile Avrupa toplumlarına yönelik kritik, hatta politik tepkilerini ortaya koyuyor. Sergiye fotoğrafın yanı sıra film ve videonun dahil edilmesinin, durağan ve hareketli görüntü arasındaki yakın akrabalık ilişkisinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Bu kritik yaklaşımın “Arte Povera” sanat akımı aracılığı ile yapılmasının da bir  tercih olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor. Arte Povera akımı 1967 yılında sanat tarihçisi ve eleştirmeni olan ve Covid salgının başında 79 yaşında Covid nedeniyle kaybettiğimiz “Germano Celant” tarafından ortaya atılmış bir sanat akımıdır. Celant, Pop Art’a tepki olarak ortaya attığı bu sanat akımını kendi kelimeleriyle şöyle tanımlıyor: “Arte Povera basit bir sanattır, anlık tesadüflere bağlı özgür ifade şeklidir, sanatı ve yaşamı birbirine yaklaştırır” Serginin dört penceresi var. Bunlardan Deneyim, İmge ve Tiyatro bölümleri Jeu de Paume da sergilenirken, Gövde bölümü ise, Paris’in Defense bölgesindeki “Le Bal” adlı sergi alanında sergilenmektedir. Bu bölümlerin her biri belirli bir kavrama gönderme yapıyor: “Deneyim” uzay ve zaman ilişkisine gönderme yaparken, “İmge” gerçekliğin yapı bozumuna, “Tiyatro” ise, ortamların doğasında var olan teatrallik boyutu yani dramatik, yapmacık ve abartılı olana gönderme yapmaktadır. “Gövde” bölümünde, kimlik sorunlarına ve “otör (auteur)” kavramına göndermeler yapılmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu sergi adını son Arte Povera sanatçılarından “Giuseppe Penone” adlı sanatçının “Gözlerini Devirmek” adlı aynı eserinden almaktadır.

Uzay ve zamanı deneyimleyin

1960’ların ortalarında birçok sanatçı; dünya ile daha doğrudan, keşfedici ve deneysel bir bağlantı kurmak için fotoğraf, film ve ardından videoyu kullanmaya başladı. Sanatçının dünyayla olan bu yeni ilişkisi çeşitli adlar aldı: Eylem, Davranış, Tutum, Deneyim ve benzerleri… Amerikalı filozof John Dewey’in “Deneyim Olarak Sanat” adlı eserinin İtalya’da güçlü bir etkisinin olduğunu söylemek gerekir. Sanat çevrelerinde deneyim, sanatçının çevresiyle olan ilişkisinin sonucu eylemi ve bu eylemin sonucu olarak tanımlanır. O dönemin İtalyan avangart sanatçıları için bu deneyim veya deneysellik, geleneksel çalışmaya karşı bir panzehir olarak görüldü. Yaratma sürecinin en az sonuç kadar önemli olduğu kabul edildi. Giovanni Anselmo’dan Giuseppe Penone’ye; Marisa ve Mario Merz’den Laura Grisi’ye fotoğraf ve hareketli görüntü, bu yeni düşüncenin ayrıcalıklı araçları haline geldi. Son derece çeşitli biçimler alan bu deneyler, hem fiziksel hem de metafizik bir boyutta; uzay, zamanın akışı, kameranın fiziksel ve doğal yasalarını da değerlendiren insanın, özellikle de sanatçının dünyayla olan ilişkisini sorgulamaktadır.

Kentsel tasarım

Fotoğrafçı Franco Vaccari, 1972 yılındaki Venedik Bienalinde “Fotoğraf, tefekkür değil, eylemdir” sloganını atmıştır. O yıllarda, yani 1960’larda  fotoğraf, film ve video kullanılarak kentsel kamusal alanlardaki grevler ve öğrenci hareketleri kayıt altına alındı. 1970’lerde sanatçılar şiddet kullanarak şehirleri ele geçirdi ve çeşitli eylemler yapıldı. Örneğin, Torino’nun kemerlerinde büyük bir gazete yumağı Michelangelo Pistoletto tarafından itilerek aşağı doğru yuvarlandı ve bu eylem Ugo Nespolo tarafından filme alındı. Mario Cresci ise, fotoğraf filmlerinin bobinlerini açarak film şeritlerini Roma sokaklarına saçtı. Franco Vaccari, İtalya’nın ortak portresini oluşturmak için fotoğraf kabini Photobooth’u kullandı. Tüm bu eylemler sanat ile toplumu bir araya getirme çabalarıdır. Sanatı ve yaşamı bölümlerine ayırmaya yönelik başka girişimler, tarihi kentlerde çeşitli olaylarla ortaya konulmaya çalışılmıştır.  Jeu de Paume’daki bu sergide, avangart fotoğrafçı Ugo Mulas’ın 1969 da Como’da düzenlediği “Campo Urbano” adlı eseri, serginin en çarpıcı eserlerinden biri olarak karşımıza çıktığını da ayrıca belirtmek gerekir.

Medya

Piero Manzoni, “Kültürümüz tamamen değişti. Sorun sadece farklı görmek değil, tamamen başka şeyler görüyoruz. Bir sanatçı ancak kendi zamanının materyallerini, düşüncelerini ve formlarını kullanabilir” savını ortaya koymuştur.  Piero Manzoni, 1960’lı yıllarına başında fotoğraf ve film kullanarak, reklamcılık ve basın aracılığıyla eylemler yapmış eserler üretmiştir. Bundan sadece birkaç yıl sonra, fotoğraf, film ve video kullanan arte povera sanatçılarına belirsiz bir statü atfedildiğini gözlemliyoruz. Ancak, bu sanatçıların toplumla ilişkileri, teknolojik zenginliklere sahip olmaları ve benzeri nedenler, onlara şüpheli gözle bakılmaya başlanmasına yol açtı. Bununla birlikte varsayılan tarafsızlıkları, gerçeği nesnelleştirme kapasiteleri, gelip geçici olanı yakalama özellikleri, tekrarlanabilirlikleri, kullanım basitlikleri ve görünürdeki bayağılıkları, onları sanatsal açıdan yeterli kılınmasına ve kabul görmesine de yol açtı. Bu nedenle, Michelangelo Pistoletto’dan Alighiero Boetti veya Emilio Prini’ye kadar pek çok sanatçı fotoğrafı ve medyayı sadece araç olarak değil ama farklı düşüncelere öncülük etmek iciçn kullanmaya başlayarak  dünya algımızı kökten dönüştürdü.

Ortamları yeniden gözden geçirmek

Fotoğraf ve hareketli görüntü, resim ve heykel gibi geleneksel sanatlar, analiz etmek, yapısını bozmak, eseri yeniden yapılandırmak ve bazen de genişletmek için kullanılmaktadır. Michelangelo Pistoletto’nun ayna resimleri sadece fotoğraf ve resmi değil, aynı zamanda hareketli görüntüleri de çağrıştırmakta, Resim ve heykellerden medya dünyasına geçişi sağlamaktadır. Aynı yıllarda Giulio Paolini, fotoğraf aracılığıyla sanatı ve resmin bileşenlerini analiz etmeye çalışmış, Carlo Alfano ise kendi resimlerini klasik ikonografiye göndermeler yapmak suretiyle ve fotoğraflar aracılığıyla gerçeklikle beslemeyi başardı. Yer değiştirmeler, ödünç almalar (apropriasyon), melezleştirmeler yoluyla uygulamalar ve ortamlar yeniden tanımlandı.

Fotoğrafın Yapıbozumu

1968’den başlayarak,1973 yılındaki ölümüne kadar, önemli bir avangart fotoğrafçılardan biri olan ve Arte Povera’nın birçok sanatçısına yakın olan Ugo Mulas, “Le Verifiche (Doğrulamalar)” adlı serisini üretmişti. Metinlerin eşlik ettiği bir dizi görüntüde Mulas, fotoğraf ortamının özgünlüğünü neyin oluşturduğuna dair bir fikir vermektedir. Karşılaşmalar, eleştirel okumalar ve yazarının pratiği ile beslenen Le Verifiche, fotografik görüntünün boyutu ile; zaman, mekan, dil ve insanla olan özel ilişkisini vurgulamaktadır.  1970’lerin başlarından itibaren sergilenen, çoğaltılan ve hakkında yorum yapılan Le Verifiche, İtalyan fotoğraf sahnesinde önemli bir rol oynamıştır. Napolili fotoğrafçı Mimmo Jodice’e göre, Mulas’in bu serisi görüntünün kurgulanmış ve yapay doğasını hatta maddi gerçekliğini vurgulamaktadır. Luigi Ghirri, 1970’lerdeki çalışmalarının çoğunu, bir görüntünün görüntüsü ve bir çerçeve içindeki çerçeve kavramı etrafında tasarlayarak sürdürmüştür.

Tiyatro

İtalya’da 1960’ların ikinci yarısında, Torino’dan Napoli’ye ve Roma’dan Cenova’ya kadar yeni mekanlar ve yeni sergi türleri ortaya çıkarken,  yaratıcı süreç stüdyolardan galerilere taşındı. Bu mekanlara, sergi süresince halkın katılımını da sağlayan eserler yerleştirildi. Bu yeni sergi alanları, fotoğrafçılara ve kameramanlara, yeni eserler yaratmak için olağanüstü motivasyon sağladı. Claudio Abate’den Ugo Mulas’a ve Paolo Mussat Sartor’a kadar, Arte Povera ile temas halinde olan bir fotoğrafçı kuşağı, belgesel imgeleri terk edip yerine avangart yaklaşımla farklı imgeler oluşturmaya başladılar. Bu nedenle fotoğraf, bazen bir eserin veya bir ikonun, hatta geçmiş bir eylemin tek tanığı olmaya başladı. Bunların yanı sıra sanatçılar; oynar, kullanır, eserini harekete geçirir, dramatize eder ya da tam tersine gizemini ortadan kaldırır şeklindeki yaklaşımlar kabul görmeye başlarken, video ve film ise bu yaratıcı sürece eşlik eder veya tam merkezi haline gelme sonucunu doğurmuştur.

Yaşayan Tablolar

Luigi Ontani, 1970’lerin başında şöyle demiştir: “Ressamlık hayatımı ve resim performansımı unutulmak için değil; sanat tarihini, masalını, mitolojisini, alegorisini, folklorunu, ikonolojisini canlandırmak adına seçtim. Olup bitenlerle hiç ilgilenmedim. Beni ilgilendiren, düşüncenin işgal ettiği alandı.” İşte bu döneme bir nevi terörizm egemen olmuş,  sosyal ve politik söylemlere güven tamamen kaybolmuştur. Arte Povera fotoğrafçıları bu ortamda alegorik ifade biçimleri yarattılar. Tarihsel referanslardan yola çıkarak, alıntılara başvurarak, sanatın gelip geçici bir eylem olduğu düşüncesinden vazgeçen bu kuşak, çok duyarlı bir şekilde fotoğraf olsun resim olsun bir imgeyi yeniden canlandırmayı amaçladı, bir tür teatrallik yaratmaya çalıştılar. Bu bağlamda Michele Zaza, Michelangelo Pistoletto, Vettor Pisani ve Elisabetta Catalano, motifleri ve tarihsel referansları yeniden yorumladılar. Bazen de, Man Ray ve Marcel Duchamp gibi imge ve metni karıştıran daha anlatısal bir yol arayışına girdiler.

Tüm bu eserleri, Jeu de Paume’da 29 Ocak 2023 tarihine kadar izlemek mümkün. Fotoğraf öylesine derin bir konu ki her yazımızda ona başka bir pencereden baktığımızı fark ediyoruz. Gözlerimizi devire devire bu dipsiz kuyuyu inceliyor ve mutlulukla ilerliyoruz. Fotoğrafa hangi boyutta olursa olsun, ister sanatsal, ister belgesel, ister teknolojik ister akademik emeği geçenlere selam olsun!

Auteur teorisi, François Truffaut tarafından 1954 yılında yazılan bir makalede ortaya atılan teoridir. Teoriye göre iyi ve kötü filmlerin olmadığı, iyi ve kötü yönetmenlerin olduğu savunulmaktadır. Bu teori yönetmenleri ressamlara, film ekibini de bir nevi boyaya benzetmektedir. Vikipedi

Ripple Marc; İzlanda’da abstre fotoğraflar

Ripple Marks

2010 yılında ilk İzlanda seyahatimden sonra bir gün batımı sırasında yerden 50 cm yükseklilkten çektiğim fotoğraflar bir abstre fotoğraf albümüne dönüştü.

Yıllar sonra tecrübeli bir fotoğrafçı olarak incelediğimde hiç de küçümsenecek bir fotoğraf kitabı olmadığını düşünüp burada küçük bir tanıtımını yapayım istedim.

Kitaptaki kısa metinleri buraya taşıdım. Tabii ki içindeki abstre fotoğraflardan örnekler de buraya geldi. Umarım hoşunuza gider.

 

Kitap 2010 yılında Blurb tarafından basıldı. Kitabın aşağıdaki linkten ön izlemesini yapabilirsiniz.

https://www.blurb.com/b/1654670-ripple-marks

 

 

 

 

İzlanda’ya yaptığı seyahat sırasında nefes kesici İzlanda manzarası, Mehmet Ömür’ü durgun küçük bir dere yatağında harika sürprizlerle karşıladı. Maelifellssandur (Enlem: 63,5°, Boylam: 19,1°) adlı bölgede Omur, dalgalanmanın büyülü şekillerini yakalayacak kadar şanslıydı. İşaretler doğanın bizler için hazırladığı pek çok sürprizden biriydi ve  o güzel günde günbatımıyla birlikte ortaya çıktı. Kitaptaki bu harikulade şekiller, sanatçının doğadan gelen örnekleridir. Ömür, hayal gücümüzün sınırlarını aşmak için her fırsatı değerlendirmeye hazır, tam donanımlı bir sanatçıdır.

Mehmet Ömür 1951’de İstanbul’da doğdu. Fotoğraf çekmeye 70’lerin başında Kodak instamatic 100 fotoğraf makinesiyle başladı. Ancak bir KBB cerrahı olarak yoğun cerrahi pratiği, fotoğrafçılığa istediği kadar zaman ayırmasına izin vermedi. Dijital çağla birlikte tekrar fotoğrafa  geri döndü. Bugüne kadar  hem İstanbul’da hem de Paris’te birçok kez eserleri sergilendi.

İzlanda Soyut Fotoğraflarında Dalgalanma İzleri (Ripple Marks)

 

GİRİŞ YAZISI

“Doğadaki her şeyde harika bir şeyler vardır”

-ARİSTO

Tarih boyunca insan çabası, akranları arasında ikon haline gelen figürler üretti. Mehmet Ömür, eseriyle bu kitapta dehasının inanılmaz izini bırakıyor.

Doğa özgünlüğü temsil eder. Ancak çoğumuz bilinçsizce etrafımızdaki her şeyin bizim gördüğümüz gibi olduğu yanılsamasını yaşarız. Eğer yapabilirsek

bilinçaltını açığa çıkarıp ve farkındalığa izin verin, o zaman  görebildiğinizi fark edeceksiniz.

Mehmet Ömür’ün yaptığı gibi aldatmaca…

Serhat Totan

 

During his last expedition to Iceland, the breathtaking Icelandic landscape awarded Mehmet Omur with a wonderful surprise in the form of a languid little river. In the region called Maelifellssandur (Latitude: 63.5°, Longitude: 19.1°), Omur was fortunate enough to capture the magical shapes of the ripple marks; one of the many surprises which nature keeps in store for us was unveiled on that beautiful day just by the sunset. These marvelous shapes in this book are exquisite examples of the artist’s spontaneity. Omur is a fully equipped artist who is ready to use any opportunity to go beyond the limits of our imagination.

Mehmet Omur was born in Istanbul in 1951. He began to take photographs in the early 70’s with his Kodak instamatic 100 camera. However, his intense surgical practice as an ENT surgeon did not allow him to commit as much time to photography as he would have liked. He has come back to the scene again with the digital era. His works have been exhibited several times both in Istanbul and Paris in the last ten years.

Ripple Marks in Iceland Abstract Photographs

 

“In all things of nature, there is something of the marvelous”

-ARISTOTLE

Throughout history human endeavor has generated figures that became icons among their peers. Mehmet Omur with his work-of-art, leaves an incredible mark of his genius in this book.

Nature represents authenticity. However, most of us unconsciously choose to

live under the illusion that everything around us is as we see it. If we can

unveil the unconscious and allow ourselves to become aware, then we can see

the deception as Mehmet Omur does….

Serhat Totan

 

 

 

 

 

 

 

Kadın Savaş Fotoğrafçıları

Ukranya-Rusya savaşının yoğun gündemde olduğu şu günlerde Paris’te savaş fotoğraflarıyla ilgili sergiler açılıp duruyor. Bunlardan bana göre en önemlisi “Kadın savaş fotoğrafçıları Sergisi ”. Diğeri  Askeri müzede “Savaş fotoğrafçılığı“ ve nihayet efsane fotoğrafçı Steve McCurry’nin Maillol müzesindeki büyük retrospektifi. McCurry ‘nin fotoğraflarının en az yarısı savaş bölgelerinden oluşuyor. Dolayısı ile onu da Paristeki savaş fotoğrafı sergileri arasında saymayı yeğledim. “Kadın savaş fotoğrafçıları Sergisi ” sergisinde  1930’lar ve 1940’lardan başlayıp bugünlere kadar son 80 yılın savaşlarını ele alan 8 kadın fotoğrafçının 80 fotoğrafını izliyoruz. Hiç görülmemiş, az görülmüş ve ikon fotoğraflardan oluşan bu nefes kesici sergi Paris’te Danfert-Rochereau meydanındaki Liberation müzesinde oldukça uzun bir süre, 31 Aralık 2022 ye kadar görülebilecek. Önce Almanyada sonra İsviçrede sergilenen bu fotoğraflar cinsiyet klişelerinden çok uzak ve insani bakış üzerinden ilerliyor. 

Lee Miller (1907-1977), Gerda Taro (1910-1937), Catherine Leroy (1944-2006), Christine Spengler (1945), Françoise Demulder (1947-2008), Susan Meiselas (1948), Carolyn Cole (1961) ve Anja Niedringhaus (1965-2014) bizi kadınların bakışıyla mı yoksa şiddetin evrenselliği ve savaşın sonuçlarıyla mı karşı karşıya getiriyor? İşte bu soruyu soruyoruz sergiden çıkarken. Oysa sorunun  cevabı çok net! Bu fotoğrafçılar bize savaşın vahşetini zavallı insanların çektikleri çileleri gösterip bizi uyarmak istiyorlar. Doğrudan savaşın vahşeti ile karşı karşıya olduğumuzu fark ediyoruz.

Sergi, bu sekiz kadının fotoğraflarını öne çıkararak ziyaretçiyi savaşın şiddetine dair ortak bir bakış açısıyla karşı karşıya getiriyor.

Savaş muhabirini daha çok  takdir edilen, sağlam, cesur, yalnız bir kişi olarak görmek isteriz. Hatta onu erkek bir fotoğrafçı olarak görme eğilimindeyizdir.

Savaş fotomuhabirliğinde kadınlar nerede durur?

19. yüzyılın ortalarında fotoğrafın doğuşundan bu yana, fotoğraf eğitimi ve akredite edilme konusunda kadınlar geri bırakılmışlardır.

Alman Anja Niedringhaus (1965-2014), Balkan savaşını izlemek için patronuna altı hafta boyunca hergün bir mektup gönderdi. Nihayet izin aldı beş yıl Saraybosna’da kaldı. Ardından Ortadoğu ve Afganistana gitti. Anja 2002 yılıda Associated Press’e için çalışmaya başlamış ve daha sonraları ülkemize de gelmiştir.

Afganistanda 2014 yılında savaş sırasında pisi pisine psikopat bir polis tarafından vurularak öldürülmüştür.

Gerda Taro (1910-1937), İspanya İç Savaşı sırasında cepheye ilk ulaşanlardadır. Kendisi 27 yaşında Paris’te yaşayan Yahudi bir mültecidir. Cumhuriyetçi birliklerin Madrid’den çekilmesini belgelerken bir tankın tarafından ezilerek hayatını kaybetmiştir. Genç yaşında ardında savaşın insani yanını yakalayan fotoğraflar bırakarak yaşamdan ayrılmıştır.

21 yaşında Vietnam Savaşı’nı fotoğraflamaya  cebinde tek yön bilet ve 100 dolarla yola çıkan Fransız Catherine Leroy (1944-2006) ise  mesleğine tutkuyla bağlı bir fotomuhabirdi. Çenesi şarapnel tarafından kırıldı. Değişik cephelerde yakalanıp serbest bırakıldı ama hiçbir şey onu yıldırmadı, her seferinde  cepheye geri dönüdü. Ardında çarpıcı derecede gerçekçi fotoğraflar bıraktı. 

Savaş fotoğrafçılığı sadece bir erkek işi değildir. Dünya Kadın Hakları Günü’nde, kadınların da savaştığını ve cepheye giderek erkekler gibi fotomuhabirlik yaptıklarını hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. da medyada yer almak için cepheye gittiklerini hatırlamakta fayda var. Birçok kadın fotoğrafçı küresel krizleri, çatışmalardan etkilenen insanları göstererek toplumları uyarmaya ve şavaşları engellemeye çalıştılar.

Bu sergi, seçilmiş sekiz fotoğrafçı üzerinden 1936 ve 2011 yılları arasında kadınların çatışmalar sırasında görüntüledikleri anların izini sürüyor: Gerda Taro, Lee Miller, Catherine Leroy, Christine Spengler, Françoise Demulder, Susan Meiselas, Carolyn Cole ve Anja Niedringhaus; Bu kadınların hepsi yaşadıkları dönemlerde bir dönem tanındılar. Gerda Taro İspanya İç Savaşı’nı, Lee Miler İkinci Dünya Savaşı’nı, Catherine Leroy ve Christine Spengler Vietnam, Kamboçya ve İrlanda’daki savaşları, Françoise Demulder Kamboçya, Angola, Lübnan, Irak’taki çatışmaları, Susan Meiselas Nikaragua ve El Salvador’daki savaşları fotoğrafladı. Carolyn Cole ve Anja Niedringhaus, Irak ve Afganistan’da olan bitenleri gösterdi.

“Kadın savaş fotoğrafçılarının erkek meslektaşlarından farklı bir bakış açısı var mı?” sorusu hep gündeme gelir. Bunun cevabı en azından savaş fotoğrafçılığı açısından  “Hayır”dır. Çünkü fotoğrafçılık mesleği  kadın erkek ayırmadan savaş bölgesinde fotoğraf çekmeyi gerektirir. Ancak  kadınların belirli çevrelerle özellikle kadınlarla ve çocuklarla daha kolay iletişim kurdukları düşünülebilir.

Kadın fotoğrafçılar çatışmalarda hem tanık hem de aktördürler, bazen de maalesef kurbandırlar.

Kadın fotoğrafçılar erkeklerin karşılaştığı bazı engelleri kaldırarak, bazen daha samimi fotoğraflar yakaladılar diyebiliriz ama bunun objektif bir kıstası yoktur tabii ki. Ukranya-Rusya savaşının gündemde olduğu şu günlerde savaş fotoğrafçıları göçmenleri, sivil mağdurları, acı çeken askerleri dünyaya göstermektedirler.

Bu yaptıkları işin önemi ve etkisi tabii ki zaman içinde çeşitli etkenler nedeniyle değişmekte azalıp çoğalmaktadır. Bazı fotoğrafların toplumları harekete geçirerek savaşların sonlanmasına neden olduğu yakın geçmişten çok iyi hatırlanmaktadır.

Sergi 8 ayrı bölümde geziliyor. her fotoğrafçıya 10 kadar fotoğrafını sergilediği bir bölüm ayrılmış. İç içe geçen bu bölümleri gezerken insan duygulnamaması etkilenmemsi mümkün değil. Savaştan nefret etmenize, tüylerinizin diken diken olmasına neden olan fotoğraflar görüyorsunuz. Bunlardan bazılarını buraya taşıdım. Bunlar arasında en çok beğendiğimi sorarsanız; Carolyn Cole’un yaralı filistinlinin hastaneye götürülürken çektiği ölüm anı fotoğrafıdır. “Bütün hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti,” sözünü aklıma getiren bu fotoğrafın gerçekçiliğinden çok etkilendiğimi söyleyebilirim.

Savaşın vahşetine nasıl tanıklık edilir? Ziyaretçi, sergilenen fotoğraflar arasında, bu soruyu yanıtlamak için bir çok fotoğraf görüyor. Bunlar arasında savaş sırasındaki günlük hayattan insanların samimi bakışları, vahşet görselleri, savaşın saçmalığına ve sonuçlarına yapılan göndermeler de var. Bu fotoğraflar, savaş alanında ve cephe gerisinde gerçekte neler olduğunu herkese açık bir şekilde göstermeye çalışıyor.

İsterseniz biraz da serginin kadın savaş fotoğrafçılarını inceleyelim. 1907 doğumlu Amerikalı Lee Miller, kariyerine model olarak başladı. 1930’ların sonunda Paris’te Man Ray asistanlığını yaptı, ardından New York’ta önce kendi stüdyosunu açtı. Vogue dergisi kendisini işe aldı. 1942’de Amerikan ordusunda akredite savaş muhabiri oldu ve savaşın bitişini herkesten önce yakaladı. Toplama kamplarını ilk haber yapan gazetecilerden oldu.

Gerda Taro 1910 yılında Almanya’da doğmuş, 1933 yılında Paris’e göç etmiş bir fotoğrafçıdır. Robert Çapa ile çalıştı ve fotoğrafçı oldu. Fransız komünist basını için Capa ve Seymour ile 1936’da İspanya İç Savaşı izlemeye gitti. Temmuz 1937’de Brunete’de bir tank tarafından ezildi ve öldü, muhtemelen cephede öldürülen ilk kadın savaş fotoğrafçısıdır.

Paris’te doğan Catherine Leroy, 1966’da basın fotoğrafçısı olarak akredite oldu ve 1969’a kadar Vietnam savaşı’nı izledi; 1968’de Vietkonga tutsak oldu. Ardından Lübnan’daki çatışmayı fotoğrafladı. Catherine Leroy, 1976’da Robert Çapa Altın Madalyasını alan ilk kadın fotoğrafçıdır.

Christine Spengler dil eğitimi aldıktan sonra savaş fotoğrafçısı olarak Çad’a gitti. Kuzey İrlanda, Vietnam’da ve Kamboçya’da, Batı Sahra’da, Orta Doğu’da, Afganistan’da, Irak’ta birçok çatışmayı fotoğrafladı. Corbis Sygma, Gökşin Sipahioğlu’nun Sipa press’inde ve Associated-Press’de çalıştı.

Françoise Demulder, savaşı fotoğraflamak için Vietnam’a gitmeden önce felsefe okudu. Gama ajansı için çalıştı. Daha sonra Kamboçya, Angola, Lübnan ve Irak’a gitti. 1977’de Dünya Basın Ödülü’nü alan ilk kadın fotoğrafçı oldu.

Amerikalı Susan Meiselas, görsel sanatlar bölümünden mezun oldu. Magnum ajansına katılmadan önce Amerika’da kadınlar üzerinde birkaç seri fotoğraf çalışması yaptı. Güney Amerika’da, Nikaragua, El Salvador’daki çatışma bölgelerinde çalıştı ve 1979’da “Robert Capa” Altın Madalyası ile ödüllendirildi.

Carolyn Cole, Amerika Birleşik Devletleri’nde foto muhabirliği okudu. Çeşitli gazetelerde fotoğrafçı olarak çalıştıktan sonra 1994 yılında Los Angeles Times ekibine katıldı. Kosova’da savaş muhabirliği yaptı, ardından Afganistan ve Irak’taki savaşları fotoğrafladı. Liberya’dan yaptığı haber nedeniyle Pulitzer Ödülü’nü aldı.

Alman Anja Niedringhaus ve felsefe ve gazetecilik eğitimi aldı. 1990’da European Pressphoto Agency tarafından işe alınan ilk kadın fotoğrafçı oldu. 2002 yılında Associated-Press için çalıştı. Yugoslavya, Irak, Orta Doğu ve Libya’ya da fotoğraf çekti. 2014 yılında Afganistan’daki çatışmalarda öldürüldü.

“Savaşın Kadın Fotoğrafçıları” sergisi, 31 Aralık’a kadar Paris’teki Musée de la Liberation’da devam edecek.

Serginin posterinin fotoğrafı Christine Spengler’in “Phnom Penh’in Bombalanması” adlı fotoğraftır. Onu da buraya alalım. Christine Spengler haklı olarak, “Kadın bakış açısı diye bir şey yoktur” diyor. Sergi, kadının erkek eğemen bir ortamdaki yerinden çok, bu fotoğrafçıların kendi zamanlarına bakışını göstermeye çalışıyor. Filmden dijitale, Avrupa’dan Afrika’ya, çok değişik fotoğraflarla sanki bizi çok derin bir yerimizden yakalamaya çalışıyor. Başlangıçta sıradan bir sergi ile karşılaşacağımı düşünürken tam tersine son yıllarda en etkilendiğim sergilerden birii ile karşı karşıya olduğumu fark ettim.

Christine Spengler’in en ünlü fotoğrafı Phnom Penh’in Bombalanması, serginin afişi olarak kullanılıyor. Birçok çatışmaya imza atan 77 yaşındaki fotoğrafçı, bu fotoğrafın öyküsünü şöyle anlatıyor.

Bu fotoğraf bence apokaliptik bir fotoğraftır. “Bu fotoğrafı çektiğimde öğlen saatleriydi”. Ama gökyüzü o kadar siyah, atmosfer o kadar ağırdı ki fotoğraf geceden fırlamış gibi görünüyordu. sahne o kadar gerçekti ki ön tarafa yığılmış cesetleri kadraja almamayı tercih ettim.

Christine Spengler, Associated Press için 1975’te Kamboçya’daki Phnom Penh’e gönderilir. Bir pazar günü elinde kamerayla dışarı çıkmak üzereyken tüm fotoğrafçılar ona pazar gününün ordular arasında gizli bir anlaşma günü olduğunu ve dinlendiklerini fısıldarlar. Mesleğe yeni başladığından ve meraktan dışarı çıkar ve şehrin dışı taraflarına gider.

Christine Spengler şöyle devam eder;

“Birdenbire gökyüzü karardı ve yirmi dakika boyunca Phnom Penh’in merkezine 220 mermi düştü. Kızıl Kmerler şehri ilk kez bombaladılar. Ve ben bu bombalamanın öncesinde, sırasında ve sonrasında oradaydım. Bu duman tüten harabelerden sadece iki kare tuttu, işte bunlardan biri serginin posteri olan “Phnom Penh’in Bombalanması” fotoğrafıdır.

Christine Spengler kardeşi ile birlikte Çad’da İsyancılar tarafından yirmi üç gün esir alınır. Kurtuldukları gün, iki askerin el ele cepheye gittiğini görür. Kardeşinin Nikon’unu alır ve anı yakalar. Yeni bir meslek keşfetmiştir.

“Her zaman mazlumların yanında olmayı istiyorum”

“Bir resmin bin kelimeye eşit olduğu doğru değil. »

“Bir resmin bin kelimeye eşdeğer olduğunu söylemek yanlıştır. Bombardıman fotoğrafında  çığlıklar, kokular, yaralıların çığlıkları, dumanlar içinde büyüyen atların kişnemeleri eksiktir. Daha sonra, fotoğraflayamadığım her şeyi yazmaya karar verdim. Bu yüzden Savaşta Bir Kadın adlı otobiyografimi yazdım. Bu kitapla çığlıkları ve kokuları da anlatmak istedim. »

Son olarak “Phnom Penh’in Bombalanması” fotoğrafı Paris’in dört bir yanına serginin afişi olarak asılırken Spengler bir posterin altında “tüm teçhizatıyla sokakta bir kadın” gördü. Kadının fotoğrafını çekti. facebook hesabında yayınladığı bu  fotoğraf  Ukraynalıları da bombalar altında ve evsiz olarak düşünmesine neden oldu. Sergi ziyaretleri serimize önümüzdeki sayılarda da devam edeceğiz.Kadın Sava