Covid-19 günlerinde Mutluluk Paradoksu

Covid-19 günlerinde Mutluluk Paradoksu

Mehmet Ömür

Mutluluk konusu hep kafamı meşgul etmiştir. Bugün daha çok meşgul ediyor. Ben meslekten hekimim ama psikolog değilim. Bu yazıyı kendi gözlemlerime, psikososyal ve felsefi çıkarımlarıma göre yazıyorum, mutlaka eksiklerim vardır. Tek amacım mutlu olmak. Sait Faik gibi değilim, yazmasam çıldırmam, ama yazarsam mutlu olurum. İçimi döker rahatlarım.

Yazının başlığı mutluluk paradoksu. Çünkü konu çok çelişkili. Bu yazıda “Mutluluk öğrenilebilir mi?” ve “Bilgelik, felsefe bir insanı mutlu eder mi?” sorularına cevap aramaya çalışacağım.

Orada içimde -ne olduğunu bilmiyorum- ama biliyorum ki içimde

Nedir bilmem -bir ismi yok- söylenmemiş bir söz

Hiçbir sözlükte yok, hiçbir ifadede, hiçbir sembolde

Üzerinde salındığım dünyadan daha da fazla salınan bir şey

Ona göre yaratılış sarılışıyla beni uyandıran dosttur

Anlıyor musunuz kardeşlerim?

Kaos ya da ölüm değil -biçim ahenk, plan- sonsuz yaşam o

O “mutluluk”

Bu satırların yazarı modern Amerikan şiirinin yaratıcısı Walt Whitman.

Mutluluğun tanımını başlangıçta yapmak isterdim ama bu o kadar zor ki bunu mutluluğun tarihçesi içinde anlatmaya karar verdim.

Antik dönemde mutluluk erdemli yaşam ve ahlaklı olmakla eşdeğerdir. Platon, Aristo, Seneca ve Epiktet gibi Stoacılar böyle düşünüyorlar ve toplumları bu düşüncelerle biçimlendiriyorlardı. Ortaçağda mutluluk “öteki dünyaya” gönderildi. Ne kadar sevap işlersek öteki dünyada o kadar mutlu olacaktık. Rönesans’la birlikte Aziz Thomas Aquinas ve Dante gibi düşünürler mutluluğu öteki dünyadan bu dünyaya geri getirdiler. Uzun süre dini ve laik mutluluk tanımları arasındaki tartışmalar sürüp gitti.

17’nci yüzyıldan itibaren de mutluluk konusunda “iyi olmaktan” çok kendini “iyi hissetme” kavramı öne çıktı. Fransız devrimi, Rousseau, İnsan Hakları Bildirgesi, Hobbes, Locke, Humes gibi filozoflar ”özgürlük” kavramını öne çıkardılar. İngiliz Protestan düşüncesi de aynı yönde ilerledi.

Mutluluk da böylece Sokrat’ın “ne şekilde yaşamam gerekir” sorusunu dikkate alan erdemli yaşam tarzından “gerçekten ne istiyorum” sorusuna cevap arayan özgürlükçü tarza yöneldi.

20’nci yüzyılın başlarında konuyla sosyoloji ilgilenirken 20’nci yüzyılın geri kalan kısmında psikoloji mutlulukla ilgili araştırmalara başladı. Bir önceki yüzyılda bu konuda 16 tane araştırma varken 20’nci yüzyılda binlerce araştırma yayınlandı. Acaba bu kadar araştırma mutluluğun ne olduğunu anlamamıza yardım etti mi? Bu tartışılır. Larkin’e göre “mutluluk” 1963’te icat edildi.

Ahlaki alandan uzaklaşıp bireysel ihtiyaçlara yönelik eğilim o günden beridir değişken bir seyirle günümüze kadar gelmiş ve belirgin bir zıtlık ortaya çıkmıştır. Mutluluk kavramının bugünkü kullanımı yeni bir gelişmedir ve tarihin diğer dönemlerine uygulanamaz.

Bugünkü mutluluk anlayışının temelinde Amerikan anayasasına bunu madde olarak koyduran Thomas Jefferson vardır. Bu maddeye göre;

  • İnsanlar eşit yaratılmışlardır. Tanrı tarafından devredilemez haklarla donatılmışlardır. Bu haklar arasında YAŞAMA, ÖZGÜRLÜK VE MUTLULUK ARAYIŞI vardır.

Aydınlanmanın iyimserliğine karşın mutluluk siyasi bir kavram olarak başarı sağlayamadı. Sorunun temelinde “Bu devredilemez hakkın bizi yetkili kıldığı mutluluk ne tür bir mutluluktur” sorusu yatmaktadır…

Mutluluk kavramının kötü politikalara yol açmasının nedeni, tanımlanması çok zor olan bu kavramın, her türlü eylemi haklı çıkarmak için kolayca kullanılabilmesidir. Yani bu kavramdan yola çıkarak mutlu olmak için “her yol mübahtır”a gidilmektedir, ki asıl tehlike burada yatmaktadır.

Kanser koğuşu adlı eserinde Soljenitsin konuya şöyle yaklaşır; ”mutluluk bir seraptır. İşte o mutluluk için ben, içinde gerçekleri barındıran tüm kitapları yaktım.” Son lokmamızı paylaşabilirsek eğer, işte o zaman mutlu olabiliriz. Eğer sadece “mutluluk“ ve “bolluk” fikirlerine takılıp kalırsak yeryüzünü duyarsızca tıka basa doldurarak tarihin en dehşet verici toplumunu yaratacağız. Soljenitsin çok da haksız gibi durmuyor. Amin Maalouf da “Çivisi Çıkmış Dünya” adlı kitabında benzeri konulara değiniyor. Göçmen sorunları ve çevresel değişiklikler nedeniyle dünyanın başının belada olduğunu vurguluyor. Aynı son yılların önemli düşünür ve tarihçisi Harari gibi.

Erdemi “mutluluk” kavramının bir parçası haline getirdiğimizde; ahlaki ve toplumsal nasihatler alıp başını giderken, erdemin yerine “kendini iyi hissetme” unsurunu koyduğumuzda her şeyin mübah olduğu bir “mutluluk” kavramı ortaya çıkmaktadır. 

Kitapçılara girdiğimizde diyet kitapları ile mutluluk üzerine yazılmış kitapların rafları doldurduğunu görüyoruz. Mutluluk ne kadar bilinmez ki herkes mutluluk üzerine yazıyor. Mutluluk gurularının kitaplarını incelediğimizde temel olarak şunları görüyoruz;

“Mutluluk kovaladığımız için hep son anda elimizden kaçırdığımız, oysa sakince dursak üzerimize konacak bir kelebek gibidir.”

Veya

“Eğer bilinçli bir şekilde mutluluğu seçerseniz hedefinize çok daha rahat ulaşabilirsiniz.”

“Mutluluk için harekete geçmeniz gereken doğru zaman şu andır. Mutluluğu bir alışkanlığa çevirebilirsiniz. Kelebeği kovalayın.”

“Azmederek mutluluğu yaratabilirsiniz. Bunun için iyilik yapın, övgü ve minnet kazanın, ama bunları talep etmeyin.”

“Kendini tanı, başkalarının isteklerinden çok kendi gerçek ihtiyaçlarını karşıla.”

“Değişmek için yeterince cesur ol ve en az yürünen yolu seç.”

Elindekiyle yetinmeyi bil ve “Erkeklerin Mars’tan Kadınların Venüs’ten” geldiklerini unutma.

Mutluluk gurularının nasihatleri benzer şekillerde sürüp gider. Biz de mutluluk kavramı hakkında tek bir tanım bulamasak da onun nasıl bir şey olduğunu biraz da olsa anlarız.

Psikolojik araştırmaların çoğu da popüler mutluluk kitapları gibi çok karmaşıktır. Sosyal psikolog Michael Argyle yüzlerce psikolojik araştırmayı taradıktan sonra şöyle bir sonuca varır:

— Mutluluk kısa vadede olumlu bir ruh haline geçiştir. Geçmişteki hoş olayları hatırlama, eğlenceli filmler seyretme, neşeli müzikler dinleme, gülümsemeler, şakalar, oyunlar, hediyeler bunu sağlayabilir. Ama etkileri kısa sürelidir. 

Aşırıya kaçmamak koşulu ile alkolü de tek tedavi aracı olarak göstermektedir Michael Argyle. Yüzlerce araştırmayı inceleyip sonuçta bize mutlu olmamız için eğlenceli filmler, TV seyretmeyi ve alkolü önermesi düşündürücüdür.

Bugün mutluluk erişilmez bir kavram, çünkü ikilem içeriyor. Günümüz bizi ahlaki geçmişimizi bir kenara bırakıp arzularımızın peşine düşmeye zorluyor. Siyahı bırak beyaza geç. Şaşkınlık içinde bocalıyoruz. Covid-19 bize yol göster lütfen!

Özgürlük tek başına her şeye yetmiyor, diğer taraftan eski ahlaki otorite de yetersiz kalıyor. 

Demek ki mutluluk arayışının “gerçekten ne istiyorum” sorusuna onun eski çağlardaki karşılığı olan “Ne şekilde yaşamam gerekir” sorusu ışığında yanıt vermek gerekir. Psikolojik olarak birinci soru özgürlük hissine duyulan ihtiyacın ifadesi iken ikinci soru onaylanma hissine duyulan ihtiyacı gösterir. Benliğimizin zıtlıklarında bütün mistik ve birbirleri ile çatışan ihtiyaçlar insan olma durumunun özünü oluşturur.

Freud meşhur kuramında ego ile süper-ego’yu karşı kutuplar olarak karşı karşıya getirir. Ego “Gerçekten ne istiyorum”a karşı gelirken süper-ego bize “Nasıl yaşamamız gerektiğine” dair ahlaki komutlar verir.

Abraham Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisinde insanları ikiye ayırır. Kendini gerçekleştirmeye çalışanlarla (iç güdümlüler), toplumsal ve statü kazanmaya çalışan insanları (dış güdümlüler) iki grupta toplar. 

Her toplumun çekirdeğini oluşturan ahlaki alanları özerklik ve ortaklık olarak tanımlayan antropologlar vardır.

Bu karmaşık ve çelişkili kavramları bir süzgeçten geçirelim; çağımızda kendini özgür hissetme ihtiyacı ile kendini onaylanmış hissetme ihtiyacı arasında çatışma vardır. Kişinin onaylanmaya duyduğu ihtiyacın özgürlük ihtiyacından farklı olarak ahlaki bir boyutu vardır. Bu durum özgürlükten vazgeçmeyi de beraberinde getirir. Bu onaylanma ihtiyacı her zaman tanrı ve gelenekler tarafından karşılanamıyor. Modern batı toplumlarında onaylanmanın diğer insanlar ve toplum tarafından da yapılması gerekiyor. Yani ahlak bir yerde özelleştirilmiş oluyor. Özgürlük diğer insanların gittiği yollardan ayrılma, kullandığı dilden kaçma ve kuralları çiğneme ihtiyacını temsil ederken onaylanma ise kurallara boyun eğme ve alkış arama ihtiyacını anlatıyor.

Özgürlük ve onaylanma arzularının gerçekleşememesi insanda depresyonun iki değişkeni olan kapana kısılmışlık ve aşağılanmışlık hislerini ortaya çıkarır. Freud’a göre mutlu yaşamın iki bileşkesi çalışma ve sevgidir. Yani iş ve ilişki. İnsanlar işlerinden ve ilişkilerinden yakınıyorlarsa ya özgürlükleri yoktur veya onaylanmadan yoksundurlar. Onaylanma peşinden fazla hevesle koşanlar, muhtaç ve korkak bir izlenim verirler. Aşırı özgürlük heveslileri ise bencil, çocuksu ve dengesiz görünürler. Özgürlük arzusu ve onaylanma arzusu birbirleriyle doğrudan çelişir. “Mutluluk arayışı” özgürlük ve onaylanma arasındaki bu ikilemi çözme arzusunun bir ifadesidir. 

Buraya kadar yazdıklarım genel psikososyal, tarihi ve felsefi olarak bildiğiniz kavramlar, benim size söylemek istediğim, mutluluğun içindeki bu çelişkili özgürlük ve onaylanma kavramlarının nasıl çözümleneceği konusudur, sorunsalıdır. Ben birbiriyle zıt gibi görünen iki kavramın bazı ortamlarda bir amalgam haline gelebildiğini düşünüyorum. Özgürleşmeyi ve aidiyeti bir arada insanlara sunan dostluktur, sevgidir, paylaşımdır, aidiyettir. 

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Rüknettin Resuloğlu’na yazdığı bir mutluluk şiiri ile geçiş yapalım.

MUTLULUK

Tap burada

Tap şurda

Tap kapının arkasında

Tap göklerin ortasında

Ne Hint’tedir ne Çin’dedir

Gözlerimin içindedir

Bazen bana benden yakın 

Bazen bana benden uzak 

Yine benim içimdedir

Anlık mutluluk ile zamana yayılmış mutluluk bir değildir. İkisini de bize sevdiklerimiz, yoldaşlarımız aynı anda sağlamaktadır.

Özgürlük ve onaylanma ihtiyaçları birbirleriyle çatışır gibi görünseler de birbirlerinden beslenirler. Bu iki kavramın iç içe ahenk içinde yaşanabileceğini düşünmek ve anlamak zor olsa da bu mümkündür. İşte bu yüzdendir ki mutluluk sözcüğüne tam karşılık gelecek bir sözcük bulunamıyor. Oysa var. Kavram zıt ihtiyaçların sentezini içinde barındırıyor. Yaşamda siyah ve beyaz yan yana duruyor. Dualite kavramını kavramamız gerekiyor. Özgürlük ve onaylanma, mutluluk arayışı bakış açısına bağlı olarak, birbirleriyle derin bir ilişki içinde olan kavramlardır. Bu iki kavram iki uçta yer alan zıt kutuplar olarak görülmelerine rağmen bunlar bir ahenk içinde değerlendirilebilir. İkisi bir arada mabetlerimizde bir erdem döngüsü çiziyor.

Bir başka görüşe göre insanoğlu hem tanrının eseri hem de şeytanın parçasıdır. Türlü meziyetleri ve melanetleri bir arada taşır. Kaosu ve düzeni bir arada yaşamaktadır. Vahdet-i Tezat yani zıtlıkların birlikteliği adı verilen bu karşıtlıklardan “İlahi Denge” doğmaktadır.

Şimdi mutluluğa bir de dışarıdan bakalım. İktisatçıların mutluluğu ölçebildiklerini görüyoruz. Ortalama kişi başına düşen gelir, sağlık, ortalama yaşama süresi, eğitim, çevremizdeki su ve havanın temizliği. Güvenlik, eşitlik, çalışma imkânları iktisatçıların mutluluk kriterleri olarak karşımıza çıkıyor. Bugün bu rakamlar süratle değişiyor. “Apocalypse now”.

Ama onlara göre bile belirli bir kazancın üzerindeki para mutluluk getirmiyor. Buna Easterlin paradoksu adı veriliyor. İnsanlara kazançlarının seviyesinden çok aynı yaşlardaki kişilerle kendilerini kıyaslamaları mutluluk getiriyor. Erişkin dönemlerde kadınlar erkeklerden daha mutlu ama yaşlanınca erkekler kadınlardan daha mutlu oluyorlar. Din, aile ve dostlar kendini iyi hissetme duygularını besliyor. Eğitim seviyesinin de insanı daha mutlu etmediği, araştırmalarla gösterilmiş. Mutlu olmak öğrenilebilir. Mutlu olmak için kişisel gelişim önemlidir. Mutluluğun içimizden geldiğini de biliyoruz. Mutlulukta dış etkenlerin sadece %10-15 rol oynadığı gösterilmiş. Oysa %50’si genetik özelliklerimiz ile belirleniyor. Mutlu bir beyin çocukluktan itibaren şekilleniyor. Çocuklukta mutsuzluğu öğrenmiş bir kişi, tüm yaşamında bunu üzerinde taşımaktadır. Mutluluk beynimizin sol ön kısmı ile ilgilidir. Mutlulukla ilgili en önemli madde de beynimizde salgılanan dopamindir. Prozac ve serotonin dopamini harekete geçirerek etki ediyor. Bütün uyuşturucuların dopamini aktive ettiği biliniyor. Biz istersek dopaminlerimizi dost ortamlarında, sevdiklerimizin arasında aktive edebiliriz. Mutlu insanlar kardiyovasküler hastalıklara, kansere, astıma, romatizmaya hatta nezleye, belki de Koronavirüs’e daha az yakalanıyorlar. Mutlu olmak için anı yaşamak, meditasyon veya yoga yapmak ve psikoterapi faydalı. İlişkileri arttırmak yerine derinleştirmek de mutluluk veriyor. Vücuduna önem vermek, sağlıklı beslenmek ve spor yapmak mutluluğu artırıcı faktörler. 

Yazımı şöyle bitireyim, mutluluk karmaşık bir kavram ve daha çok bizim içimizde sevgili okurlar! Ne kadar çok bir araya gelir ve sevgimizi paylaşırsak o kadar mutlu oluruz. Neden Korona günlerinde Zoom toplantılarını arttırdığımızı sanıyorsunuz? Değişimlere uyum sağlarsak ve kendi kendimizi kandırmazsak, yani Mevlana’nın da dediği gibi “Göründüğümüz gibi olur ya da olduğumuz gibi görünürsek” mutlu oluruz. Bu zorlu bir çalışmadır.

Ama çalışmadan da mutlu olunmayacağını biliyoruz. 

Farinelli: Kralın şarkıcısı veya müzik aletlerinin kralı…

Farinelli: Kralın şarkıcısı veya müzik aletlerinin kralı…

Muhteşem sesinin özelliği bir sır olarak kalan seslerin kralı Farinelli’nin sesi iki ayrı sesin üst üste kaydıyla yeniden yaratıldı. 

Mehmet Ömür 

Son Koronavirüs günlerinde çok sayıda film seyrettim. Çok müzik dinledim. Yenilendim diyebilirim. Paris’te kısa süre kaldığım 1994 yılında Fransa-Belçika yapımı Farinelli adlı filmi hayranlıkla seyrettikten sonra şarkıcı sesi ve şarkı söyleme ile ilgili bu yazıyı derlemeye karar vermiş ve bir yazı hazırlamıştım. O yazıyı ortaya çıkardım ve yeniden okudum. Ne kadar güzel bir iş yapmış olduğum konusunda kendimi ikna edip kendime bir Vivaldi dört mevsimi ısmarladım. Spotify tabii ki.

İnsana en yakın konuşmayı yapabilen ve anlayabilen yaratıklar olan bonobolar veya şempanzeler, ancak iki yaşında bir çocuğun konuşmasına ve algılamasına sahip olabiliyorlar. Sentaks yapma ve konuşma, insanoğlunun ayrıcalığı. Ya şarkı söyleme? Puccini, Caruso’yu dinledikten sonra “Seni bana Allah mı gönderdi?” diye haykırmıştır. Her ne kadar “Opera en güzel uyuyarak dinlenir” diye düşünenler varsa da, insan gırtlağının yaptığı sanatın ulaştığı doruk noktası, şan sanatçısının performansıdır. “Farinelli” adı ile ülkemizde de gösterilen film, insan sesi ve ses teknolojisi açısından birçok özellik taşıyor. Farinelli 18. yüzyılda sesi ile büyük başarı kazanmış, İspanya Kralı V. Philippe’in maiyetine girmiş, Haendel’in Londra’daki tiyatrosuna yaptığı rekabet sonucu iflasına neden olmuş İtalyan bir kastratodur (hadım edilmiş şarkıcı). Farinelli’nin kaydedilmiş sesi olmadığından filmdeki şarkıları iki sanatçı söylemiş. Bunlardan biri en ince erkek sesine sahip olan bir kontrtenor: Lee Ragin, diğeri bir soprano: Ewa Malas-Godlewska. Bu iki sesin tını ve renkleri birbirine yakın ve iki sanatçı da çok yetenekli. Sanatçılar parçaları okuduktan sonra iş montaja kalıyor ve teknoloji burada devreye giriyor. İki ses tek bir ses haline getiriliyor. 3000 yerde montaj yapılıyor. Ses mühendisi Philippe Depalle ekibi ile birlikte bu işi başarabilmek için 7 ay çalışmış. Çünkü her şarkıcının a veya o sesli harflerini telaffuz etme şekilleri farklı, ayrıca bunları yorumlamaları da farklı. Sonuçta elde edilen ses, sentetik bir ses olmaktan çok, iki yaşayan sanatçıdan alınan ortak bir ses. Günümüzde Farinelli’nin çıkardığı 2 dakika süren sesi çıkarabilecek bir kişi yok. Halen sırlarını saklayan bu ses sayesinde Farinelli tüm Avrupa aristokrasisi tarafından davet ediliyor ve büyük bir servet sahibi oluyor. Melankoli hastalığına tutulmuş Kral V. Philippe’i bir tek Farinelli’nin sesi yaşama döndürebiliyor. Birkaç aylığına gittiği Madrid’de tam 22 sene kalıyor ve sadece krala şarkı söylüyor. Erişkin bir akciğerin üzerinde bir akciğere ve aynı zamanda çocuk gırtlağına sahip olmanın avantajını kullanıyor. Kralın müzik terapisinde kullanılan ve müzik aletlerinin kralı olan insan gırtlağının şarkı söylerken yaptığı işler oldukça fazla! Ancak şarkı sadece gırtlakla da söylenmiyor. Tüm organlar ve vücut işe karışıyor. Bunlar arasında beynin ve dolayısıyla duyguların çok ayrı bir yeri var. Sesle ilgili araştırmalar son 25 yıl içinde çok verimli bir dönem yaşamaktadır. Şarkı sesinin akustiği ve biyomekaniği ile ilgili birçok bilinmeyen çözülmüştür. Vibrato, şarkıcı formantı, ses rejisterleri, subglotik basınç, ses sınıflaması, ses tellerinin titreşim özellikleri, şarkı söylerken larinksin pozisyonu gibi konulara yazımda yer vermeye çalıştım. Sabah kalkınca, işe giderken, işte, evde hemen hemen her zaman her yerde şarkı dinliyoruz ve bundan çok etkileniyoruz. Şarkılar yaşamı çok etkiler ve çoğu kişi bu işin nasıl olduğu konusunda kafa yorar. Bazıları şarkı söylemeyi çok kolay gerçekleştirir. Bazılarını dinlerken oradan kaçmak gelir içimizden. Bu işi en mükemmel yapan şarkıcılar da opera sanatçılarıdır. Opera sanatçısı bir opera eserini kusursuzca icra edebilmek için yıllar boyu çalışmak zorundadır. Çünkü diğer müzik aletlerinde olduğu gibi görme ve dokunma duyularının katkısı olmaksızın sinir ve kas sistemini otomatik olarak kullanmayı öğrenmek çok uzun zaman istemektedir. 

Ses organlarının kullanımı

Ses organlarının konuşma için kullanımından çok farklı biçimde kullanılması, ayrı bir beceri gerektirmektedir. Pop şarkıcısından aynı performans beklenmez, çünkü gerek yaptığı müziğin türü gerekse ulaştığı kitlenin beklentisi farklıdır. Ancak amatör de olsa şarkı söyleyen herkesin ses organlarını iyi kullanma becerisine sahip olması gereklidir. Ses organlarının kullanımı nefesli bir saza benzetilebilir. Nefesli bir saz üç kısımdan oluşur: Havayı pompalayan bir körük, titreşimleri sağlayan bir vibratör ve rezonansı sağlayan rezonatör bir boşluk. İnsanda körük akciğer, vibratör ses telleri (vokal kordlar), rezonatör ise ses tellerinin üzerinde bulunan farinks ve larinks boşluklarıdır. Konuşurken veya şarkı söylerken akciğerlerden pompalanan hava trakea denilen hava yolunda yukarı doğru çıkar ve vokal kord denilen ses tellerine çarpar. Ses telleri yere paralel pozisyonda duran ve dudağa benzeyen iki kastan oluşmuştur. Bu ses telleri açılıp kapanarak havanın küçük miktarlarda yukarıya kaçmasına izin verirler. Ses tellerinin açılıp kapanma sıklığı sesin bas ve tiz olmasını belirler. Ses telleri ne kadar sık açılıp kapanır ve titreşirse ses o kadar tiz çıkar. Bilinen en tiz sesi ünlü opera solisti Mado Robin çıkarmıştır. Mado Robin’in ses telleri saniyede 2349 kez titreşerek insan sesinin ulaşabildiği en tiz notaya ulaşmıştır (Re 6). Hava kaynağı olan akciğerler beyinden çıkan bir emirle genişler. Bu genişlemeyi göğüs kafesinin tabanındaki diyafram denilen kas sağlar. Bu kas kasılınca kendisine yapışık 6 kaburgayı kendine çekerek akciğer dokularının genişlemesine neden olur. Bu genişleme çevredeki atmosfer basıncına göre negatif bir basınç doğurur. Bu negatif basınç dış ortamdan hava emer ve akciğerler pasif olarak havayla dolar. Nefes verirken diyafram ve göğüs kafesi gevşer, akciğerler küçülmeye başlar ve hava dışarı çıkar. Nefes alıp verme normalde insan farkına varmadan refleks olarak dakikada 16-17 kez tekrar eder. Her nefes almada akciğerlere 500 ml hava dolar. Ancak şarkı söylemek 1000-1500 ml hava ve buna bağlı olarak daha çok enerji gerektirir. Bu nedenle şarkı söylerken solunum hareketleri bilinçli ve istemli olarak gerçekleştirilir. Nefes alırken hava gereksinimi artarsa göğüs boşluğunu çevreleyen bazı yardımcı solunum kasları devreye girerek akciğerlere daha fazla hava girmesini sağlarlar. Akciğerlere giren hava miktarı artınca karın boşluğunu iterek yer kazanma durumu söz konusu olur. Karın boşluğuna yukarıdan gelen basınç, karnın üst kısımlarının öne doğru itilip dışarıya doğru bombe olmasına neden olur.

Şarkı söylerken neler oluyor?

Normalde nefes pasif olarak verilir. Konuşurken veya şarkı söylerken soluk verme aktif, bilinçli ve istemli bir şekilde yapılmaktadır. Şarkı söylerken havanın verilmesi çok ince bir ayarla yapılır. Diyafram yavaşça gevşerken karın kaslarının buna uygun ve koordinasyonlu bir şekilde yavaşça kasılması gerekir. Şarkı söylerken havanın verilmesi çok ince bir ayarla yapılır. Diyafram yavaşça gevşerken karın kaslarının buna uygun ve koordinasyonlu bir şekilde yavaşça kasılması gerekir. Şarkı söylerken düzenli bir ses şiddetine gereksinim vardır. Ses şiddeti ses tellerinin altındaki akciğerlerden gelen hava basıncına bağlıdır. Bu basıncı sabit tutabilmek için şarkıcı nefes almaya ve nefes vermeye yarayan kasların koordinasyonunu çok iyi yapabilmelidir. Bu koordinasyon veya denge; nefes almaya yarayan kasların uzun süre aynı şekilde tutulmasını sağlarken diyaframı yavaş yavaş gevşetmeye ve karın kaslarını da aynı şekilde yavaş yavaş kasmaya dayanmaktadır. Şarkı söylemede en önemli nokta nefesi iyi ayarlayabilmektir. Amaç çok miktarda hava hapsetmek değildir. Amaç nefesi vermeyi çok iyi kontrol altında tutmaktır. Bu sayede düzenli bir akım ve ses telleri altında sabit bir basınç sağlanmaktadır. Şarkıcılar buna diyafram kullanmak derler. Şarkı söylerken en etkili nefes alma şekli, ses çıkarma işlevini hiç etkilemeden en süratli nefes alma yöntemidir. Bu nedenle kaburgalar yardımı ile yapılan nefes alma işlevi şarkı söylerken yasaklanır. Çünkü kaburgalar kullanılarak yapılan nefes alma sırasında omuzlar kaldırıldığı için gırtlak yükselir ve ses çıkarma işlevi doğal olarak etkilenir. Şarkıcıların en çok kullandıkları solunum şekli kosto-abdominal solunum denilen, göğüs kafesinin alt kısmı ile karın kaslarının kullanıldığı solunum şeklidir. Çünkü bu solunum yöntemiyle nefes verme sırasında basınç ve hava akımı ayarı en ince şekilde yapılabilir. Bu kasların bir hafta süreyle düzenli çalıştırılması sonucunda ses gücünün 6-7 dB arttırılabildiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Nefesin uzun süre tutularak uzatılması gereken durumlarda mutlaka karın kaslarını kullanmak gerektiği, kaburgalar arası kasların ancak kısa süreli seslerde yeterli olacağı bilinmektedir.

Ölümün ölümü….

“Her canlı ölümü tadacaktır.”

“Mors certa hora incerta.”

— Latince: Ölümün kesin saati belirsizdir.

“Daima yalnız ölünür.”

— Blaise Pascal

“Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi

Müşkül budur ki, ölmeden evvel ölür kişi”

—Yahya Kemal Beyatlı’nın “Düşünce” şiirinden

Ölüm hem korkunç, hem de büyüleyicidir. Korkunçtur, çünkü birbirlerini sevenleri bir daha kavuşmamacasına ayırır. Öldürmek için silah yapmayı bilen tek canlı insandır.

Geçen asırda 198 savaşta dünya nüfusunun %0,5’i, bu yüzyılın ilk yarısında 117 savaşta dünya nüfusunun %2,1’i, ikinci yarısında ise 120 savaşta dünya nüfusunun % 10,1’i ölmüştür. Bu ritimde gidilirse 21’inci yüzyılın ilk yarısında 120 savaşta dünya nüfusunun %40,5’i yok olacaktır.

İnsanlığın doğuşundan bu yana savaşlarda 3,5 milyardan fazla insan ölmüştür. Ölümün tanımını yapmadan bu konulara girmemin iki sebebi var. Birincisi, ölümün tanımı karmaşıktır. İkincisi, ırk ve din ve köken kriteri olmadan tüm insanların doğru dürüst bir yaşam sürdürebilmenin yanı sıra huzur içinde ölebilmek için de mücadele etmeleri gerektiğine inanıyorum. Ayrıca modern toplumun ürettiği tüm öldürücü girişimlere karşı çıkılması gerektiğine inanıyorum.

Ölüm, yaşam kapısının anahtarıdır. Ölüm, insanın var oluşuna anlam verir. Ölüm, bize yol gösterir. Yeryüzünde zamanımızın sınırlı olduğunu bilsek de, ne zaman biteceğini bize gösterecek güvenilir bir aygıtımız olmadığından, her günümüzü son günümüzmüş gibi yaşamalıyız.

Onsekiz yaşında seksen yaşındaki bir insandan daha çok yaşamışlar vardır. Tabii ki “bunlar çılgındır” gibi bir anlam çıkartılmasını istemem… Ölümü sadece yaklaştığı zaman değil, her gün değerlendirmek ve kabullenmek gerekir. Ölümün insan hayatına değer kazandırması gerekir. Yaşamın anlamı ve gelişmenin anahtarı ölümdedir.

Ölümün tanımını yapmak zordur. Gerçeküstü bir kavram olarak ortaya çıkıp, söz konusu olduğu her defasında insanı düşünmeye iter. Çeşitli ölüm türlerinden bahsedilebilir. Biyolojik ölüm canlının yaşlanıp can çekişip ölmesi veya enerjisini tüketmesidir. Bu durum insanda kendini vücudun soğuması, katılaşması, göz belirtilerinin ortaya çıkması, ölüm lekelerinin belirmesi ile kendini gösterir. Daha sonra ölü beden yıllar içinde çürür, toz haline gelir ve mineralleşir. Tabii ki batı ülkelerindeki gibi yakma (cremation) ile bu süreç kısaltılmaz ise.

Biyolojik olarak ölmeden de ölünebilir. Yani yaşarken de ölebiliriz. Örneğin içine kapanan psikiyatrik bir hastada psişik ölüm gerçekleşmiştir. Hapsederek, psikiyatri kliniğinde kapatarak, kimsesizler yurduna terk ederek toplumsal ölüme neden olunmaktadır. Büyük günahlar işleyenler bazı dinlerde “Ruhu ölmüş” olarak kabul edilirler. Buna spiritüel ölüm diyoruz…

Ölüm sadece canlılara özgü değildir; zaman içinde toplumlar, kültürler, eşyalar, hatta yıldızlar bile yok olurlar.

Türkiye’de saatte ortalama 100’e yakın kişi ölüyor. Yılda 1 milyon kişi aramızdan ayrılıyor. Hepimiz bir gün ölmek zorunda olduğumuzu biliyoruz. Ama buna gerçekten inanmıyoruz. Hâlbuki ölümden daha gerçek, daha evrensel, daha kaçınılmaz bir şey yok. Muhtemelen zaman yasasının programına göre her şey gibi insan da çürümeye ve yok olmaya mahkumdur.

Ölümle ilgili bilgilerimiz arttıkça belirsizlikler de artmaktadır.

Konumuz yaşam ve ölüm. Ölüm bu kadar karmaşıkken yaşamın tanımına ve anlamına girmenin şu an ne kadar zor ve gereksiz olduğunu takdir edersiniz. Zaten yaşam-ölüm-değer üçlüsü bir bütündür, biri diğer ikisi olmadan anlaşılamaz. Ölüm duygusu olmayan hayvanlarda değer duygusu da yoktur. Bu nedenle yaşamı ölümü öğrenerek anlamaya çalışmamızın iyi bir yöntem olacağı düşüncesindeyim.

Ölümün biraz önce bahsettiğim fiziksel ve biyolojik tanımları dışında, felsefi tanımları da vardır, ki bunları ait oldukları felsefelerin bütünü içinde değerlendirmekte yarar vardır. Kant’a inanan Simenon’a göre ölüm zamandan ve bilinçten eyleme geçiştir. Buna göre doğum ve ölüm var oluş biçimleri değil düşünme biçimleridir. Feuerbach’ın tanımı daha da ilginç: Ölüm ölümün ölümüdür. Canlıya hayat veren özün materyalist bakış açısıyla değerlendirildiğinde anlaşılabileceğine inanan Marksist anlayış ise ölüm için albüminlerin bozulması, canlı maddenin tükenmesi şeklinde bir tanımlama yapmaktadır.

İnsanın ölüm karşısındaki davranışlarından biraz bahsettikten sonra konunun diğer yönlerine eğileceğim. Ölmekte olanın yaşadıklarına, refakat olayına, iki tarafın psikolojisine, istatistiklere, ötanaziye, törenlere ve yas olayına hiç değinmeyeceğim. Ancak bu konuları da düşünmemizin yaşamı değerlendirme açısından yararlı olduğuna inanıyorum.

Ölüm, insanın en büyük iki korkusundan birisidir. İnsan, öleceğini bilen tek canlı yaratıktır.

Issız bir adada tek başına büyümüş bir çocuk, bir bitki veya bir köpek kadar ölümden habersiz olur. Ölümden korkulmasaydı, her üzüntüden sonra kendimizi öldürmek isterdik. Ölüm karşısındaki bilgisizliğimiz, şaşkınlığımız ve çaresizliğimiz, onu ne kadar incelersek inceleyelim devam edecek gibi görünse de, felsefi düşünce bize bu konuda da nasıl davranmamız gerektiğini gösterecektir.

Bugün batı toplumlarında birey öne çıkmış, ölüm tabulaştırılmıştır. Eskiden ölüler için büyük törenler yapılan toplumlarda bugün bu iş profesyonellere yaptırılmakta, ölüleri ziyaretler azalmakta, konu mümkün olduğunca açılmamaktadır. Yaşlılar özel yurtlarda ölümlerine terk edilmektedirler. “Eskiden toplum içinde ölünür, gizli bir biçimde aşk yapılırdı; şimdiyse ölüler saklanıyor, ortalıkta seks yapılıyor,” demiş Louis Vincent Thomas. Bu toplumsal davranış biçimi tıbbın ölümü bir başarısızlık gibi gösterme eğiliminden kaynaklanmıştır. Oysaki ölüm doğaldır.

Jankelevitch çok güzel biçimde bunu formüle etmiştir: Mors certa hora incerta (Ölümün kesin saati belirsizdir).

Ölüm karşısında eşitsizlik vardır.

Çeşitli şekillerde ölünür, yani ızdırap çekmeden güzel ölmek veya can çekişerek erken ölmek gibi. Ölüm karşısında önce ret sonra umut sonra isyan gibi davranışlar gösterilir. Hindu ve Buda dinlerinde ölüm korkusu yoktur, yaşlı ve inanan insanlar gerçekten ölmeyi ve Tanrı’ya kavuşmayı arzu ederler.

Yaşam bize verilmiş bir şanstır. Bu şansı iyi kullanabiliriz, çarçur edebiliriz veya yakabiliriz. Bunu yaparken tamamen kendimiz sorumluyuz. Bu arada Pasteur’ün çok sevdiğim sözünü söylemeden geçemeyeceğim: “Şans ancak yetişmiş kafalara yardım eder”. Bizim kendi kendimizi yetiştirmemiz gerekir. Bunu yapmayıp gününü gün eden kimse tabii ki ölümden korkar, çünkü ölüm onun için zevklerin sonu olacaktır.

Hâlbuki yaşamın gerçek değerini bilen kişi, ölümü aşıp ötesine geçmeyi başaracaktır. Aynı şekilde ölümü anlayan kişi de yaşamı gerçek anlamda değerlendirebilecektir. Ölümsüzleşecektir. Sizce Mozart ölmüş müdür? Bence eserleri çalınan veya adından bahsedilen kişi, adı son defa telaffuz edilene dek ölmemiştir. Şu veya bu şekilde bir şey bırakmış bir kişi de ölümün ötesine geçmiş demektir. Aynı şekilde, insan olmanın gereklerini yerine getirdikten sonra göçüp giden bir kişi ölmemiştir, sadece yer değiştirmiştir. O bir kadavra değildir, bir ruhtur.

Bilgi ve vicdanen olgunlaşmış kişi, normalde ölüm ve ötesinden korkmaz. “Benim bedenimin ruhu var” şeklinde değil “Benim ruhumun içinde bulunduğu bir bedenim var” diye düşünür.

Bu görüş Eflatun’un Phaidon adlı eserinde ortaya çıkıyor. Sokrates “Filozofun çalışmasına beden engel olur” diyor. Ruh, bedenden ayrılıp tanrı katına çıktığında, bedensel hiçbir ihtiyaç hissetmediği için, sonsuz bir çalışma ortamına kavuşmuş olacaktır. Sokrates, bir bilge için bundan daha iyi bir ortam olamayacağını ve bu nedenle ölümden korkmadığını söylüyor.

Ruhun ölmezliğine inanmayan bir şair olan Nazım Hikmet bile şöyle demiş:

“Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha,

güzelim dünya elvedâ,

ve merhaba

                    k â i n a t . . .”

Bazı inanç felsefelerinde “Kötülüklerle geçen bir yaşamın sonundaki ruhun ölümsüzlüğü, ölümlü olmasından daha kötüdür” denilmektedir. Yani “Geride sizi hatırlatacak bir şey bırakmadıysanız ömrünüz boşa geçmiştir” denilmektedir.

Yunus Emre, şu sözlerle bu felsefeyi ne kadar güzel dile getirmiş, değil mi?

“Yunus öldü deyu sela verirler

Ölen hayvan durur, âşıklar ölmez”

Epikuros da ölümden korkmaya gerek olmadığını, çünkü ölümün olmadığını düşünmüştür.

“Ölüm Allah’ın emri de, şu ayrılık olmasaydı.”

—“Şu Kışlanın Kapısına” türküsünden

Sonsuzdan gelip sonsuza giden bu evrende çok küçük birer noktayız. Çok genç olan Dünya’mızın oluştuğundan bu güne kadar geçen süre bin saat sayılırsa, yaşamımızın süresi bir saniye bile değil. Bu nedenle, yaşamımızı salt bir var oluş şeklinde değil, gerçek bir yaşam olarak geçirelim, ölümümüz de korkulan son değil, sadece bir ilüzyon olsun.

Fotoğrafın Gücü

Fotoğrafın Gücü

Mehmet Ömür

Fotoğraflarla ilgili yazıların çoğu fotoğrafın tanımıyla başlar ve kelimelerin anlamından yola çıkılarak bu ışıkta yazmaya gönderme yapılır. Oysa ben, fotoğrafın özelinden çıkılıp görüntü, görsel, imaj, imge ve resme gidilerek hatta 1 saniyede ardı ardına gösterilen 24 fotoğrafa yani hareketli fotoğrafa söz vererek konuyu anlatmak daha yerinde olacaktır diye düşündüm. 

Resim mi Fotoğraf mı?

Fotoğraf ve resim ilişkisine gönderme yapan bir slogan vardı bir süre “ resim yapılır fotoğraf çekilir” diye. Oysa fotoğraf da bir resimdir. Dış dünyamızdaki görüntünün fırça boya yerine makine aracılığı ile gösterilmesi resmedilmesidir. 

Mehmet Yılmaz’ın “Fotoğraf resimdir” adlı kitabı çok güzel bir şekilde bu sloganı çürütmektedir. Kitapta Aysel Gürel‘in şarkısındaki sözlerine yer verilir. Aysel Gürel “Hiç titremedi elim sanki sen değildiler. Resimleri indirdim duvardan birir birer” der “O şarkıyı henüz yazmadım” adlı şarkısında. 

Buna benzer başka şarkılar da var.

Erol Evgin’in “İşte Öyle bir şey” şarkısından bir bölüm;

Hani eski bir resme bakarken

Hani yılları sayarda insan

Hani gözleri dolar ya birden

İşte öyle bir şey, işte öyle bir şey.

Sonra Cem Karaca’nın söylediği sözleri Mehmet Soyarslan’a ait Resimdeki göz yaşları;

 Birgün belki hayattan

Geçmişteki günlerden

Bir teselli ararsın

Bak o zaman resmime

Gör akan o yaşları

Benden sana son kalan

Bir küçük resim şimdi

Cevap veremez ama

Ağlar yalnızlığına

Hangi sevgiliye dökülen gözyaşları?.

Yeni Türkü’nün çaldığı, Sözleri Meral Özbek’e ait Resmin şarkısından  bahsetmeden geçmeyelim.

O kadar sevdim ki resmini

İşte bugün konuştu benle

Yorulmuştum çalışmaktan

Karda uzun yürürdük senle

Geceleri resmine baktım

Olanları anlattım

Resim kelimesi fotoğrafla özdeşleşmiş ve selfi çektirmenin moda olduğu şu günlerde dilimize “Haydi bir Resim çekinelim mi” olarak da girmiştir.

Fotoğrafın Gücü 

Kevin Carter’in 1994 Pulitzer ödüllü fotoğrafı; Akbaba ve çocuk

Fotoğrafın gücü denilince aklıma hemen Kevin Carter’in “Akbaba ve Çocuk” Fotoğrafı gelir. Kevin Carter bu fotoğrafla 1994 Pulitzer ödülü almış, üç yıl sonra da intihar etmiştir. Fotoğraf açlıktan ölmekte olan bir çocuğun ölümünü belkeyen bir akbabayı gösterir. 

Çoğu insanda yoksa akbaba fotoğraf peşindeki fotoğrafçı mı düşüncesi oluşmuştur. Fotoğrafı görünce insanın aklına  ilk başta “Ne vicdansız bir fotoğrafçı çocuğu kurtarmak yerine fotoğraf çekmekte”  düşüncesi gelir. Ardından da hassas insanlara ”Dünyanın çektiği açlık sorunu” gelir. Aslında bu fotoğrafta da her fotoğrafta olduğu gibi bir görünen bir de görünmeyen kısım vardır. Bu durum fotoğrafın doğasında olan bir şeydir; fotoğrafçı tercihini kullanarak bazen de mecburiyetten kadrajının içine bazı konuları sokar bazılarını da dışarıda bırakır. Kevin Carter da bu fotoğraftaki çocuğun hemen ötesinde yemek kuyruğunda bekleyen akrabalarını kadraja almamış ve çocuğu ölüme terk edilmiş çocuk gibi göstermiştir. Basında uzunca bir süre polemik konusu olan bu fotoğraf ve fotoğrafçının zaten bozuk ruh sağlığı, fotoğrafçısını ölüme götürmüştür. Çocuk da 14 yıl sonra sıtmadan ölmüştür.

Eğer konu “Açlık” olmasaydı fotoğrafın gücüne çok taze bir görüntüyle başlardım. George Floyd’un 8 dakika 43 saniye boynunun üzerine çöken amerikan polisinin fotoğrafını burada ilk sıraya getirirdim. Bu görüntüler o kadar güçlü ki Amerika Birleşik devletlerinde neredeyse devrime yol açacak hissi yaratmaya başladı. En azından seçimlerin sonucunu değiştirebilecek bir kızgınlığa yol açtı. Biz de fotoğrafa bakarken nefessiz kaldığımızı hissettik. Billboardlara da “George’un resmiyle birlikte “I CAN’T BREATH” cümlesi döşendi.  

İktidarın bunları dikkate almamış olması mümkün değildir diye düşünüyorum. Fotoğraf o kadar güçlü bir araçtır ki bırakın iktidarların değişmesini savaşların bitmesine bile yol açar. İşte size 2 fotoğraf. Bu fotoğraflar amerikan halkını bilinçlendirerek savaş karşıtı hareketleri arttırmış ve hükumetin savaşı durdurma kararında önemli bir rol almıştır.

Nick Ut Napalm Girl AP 1972
Eddie Adams Saigon Vietnam da 1 şubat 1968 Albay infaz ettikten sonra fotoğrafçıya dönüp “onlarda bizimkilere aynısını yapıyorlar” der.

Bu fotoğraflara bakarken öfke duyarız, üzülürüz, hatta göz yaşı dökeriz. İşte fotoğraf bu kadar güçlüdür. Ancak Photoshop çıkalı beri belki de çok daha öncesinden beri fotoğraflar manipüle edilir ve onlara bilinçli olarak yalan söyletilir. Bu durum çeşitli amaçlarla yapılır. Reklamlarda, politik kampanyalarda, propaganda aracı olarak veya sanatta kullanılabilir. İşte bir kaç örnek.

Hypplitte BOYAR, Boğulmuş adam 1840

Fotoğraf 1839 da bulunmuş ve Fransız Daguerre adlı fotoğrafçı buluşu için devletten yardım almıştır. Bir kaç sene sonra fotoğraf tekniğinde önemli bir aşama kaydeden Hyppolite Boyer kendisinin devlet tarafından desteklenmemesini protesto etmek için kendisin nehirde intihar etmiş olarak gösteren bir fotoğraf çeker. Bu fotoğraf ilk fotoğrafın ilk manipüle edilmesidir. Yıl 1840 fotoğrafın bulunuşundan tan bir yıl sonra. 

Henry Peach Robinson “Baygınlık” 1858

Daha sonra Henry Peach Robinson’un “Baygınlık” adlı fotoğrafı gelir. 5 değişik negatif kullanarak 1858 de, o günün koşullarında mükemmel bir görüntü elde etmiş ve kafasındaki öyküyü, gerçek olmasa da anlatmıştır. Bugün photoshop aracılığı ile fotoğrafa söyletilen yalanların haddi hesabı kalmamıştır. Hangi fotoğrafa inanacağımızı bilemez hale gelmişizdir. Fotoğrafa şüpheyle bakılmaya başlanılmıştır. Fotoğraf propaganda aracı olarak kullanılmaktadır.  

Bir kaç örnek isterseniz işte; bazı politikacılar arkalarındaki 30 kişiyi 3000 kişi diye yutturmaya çalışmaktadırlar. 

Melanchon kalabalıklar önünde konuşuyor
Gerçek kalabalık, teleobjektifin gücü

Avrupaya kapı açtıran fotoğraf

En son örnek Bodrum’da kıyıya vuran Aylan bebeğin Avrupanın göçmenler kapıyı açtırtması vardır. 

Aylan Kurdi. Fotoğraf Nilüfer Demir 2015 DHA

İşte fotoğrafın gücü budur.Fotoğrafların yaşamları vardır. Görüntünün yaşamı ve ölümü adlı eserinde Régis Debray bu konuya değinmektedir. Görüntüler ölür mü? diye sorduğunuzu duyuyorum. Buradaki ölüm görüntüden çok bakışımızın ölmesidir. Fotoğraflara inancımız azaldıkça şöyle bakar geçer oluyoruz. Tabii ki bakışın olmadığı yerde görüntü de olmaz veya ölür. Aynı insanın olmadığı yerde sesin olmadıgi gibi. İnsanın olmadığı bir ormanda yaprağın düşmesi sesi var mıdır?

Fotoğrafın gücü derken fotoğrafla intikam alanlar da var. İşte isimleri lazım olmayan bir manken ve intikam almak için cinsel içerikli videolarını sosyal medyada paylaşan eski sevgilisinin hikayesi. 2000 li yılların başında tüm basının odağı olmuş ve görüntünün bu yöndeki gücünü de kanıtlamıştır.

Reklam, sinema, televizyon, bilgisayarlar, hatta oyun ekranları ve güvenlik kameraları görüntü her yerdedir. 

Sanatsal imge, benzersizliği ve yayılması üzerinde yazılan yazılar çoğunlukla ticari ve / veya politik yönlere ağırlık verir. Daha sonra Reklamcılık ya da gazeteciliğin sansasyonları konuşulur.

Görüntünü taşıdığı bilgilerle ile hayal gücümüzü zorlar. Her şey sonuçta bir eğitim meselesi değil midir?

İmge kendisini gerçeklik olarak dayatır, oysa onu taklit etmek için tüm araçlara sahiptir: fotoğraf montajlarında bu durum gayet güzel görülür.

Yine görüntü çoğu zaman  sanatsal zenginliğe ulaşmaz, çünkü klişeleşmiş bir hayal gücü taşır; örneğin reklamlarda olduğu gibi.

Görüntü mahremiyeti ihlal ediyor ve sadece ticari amaçlara hizmet ediyor olabilir  örneğin paparazziler bu konuda uzmandırlar.

Görüntü güçlü bir sembolik yoğunlaştırma gücüne sahiptir ve anlamaya yardımcı olur:

örneğin eğitimde kullanılan görüntüler.

Fotomuhabirlik ve savaş fotoğrafçılığı ise  bambaşka bir alandır burada fotoğrafın evrensel bir dili vardır.

Vietnam, asker. Don MacCullin 1969. Fotoğrafçı asker konuşamadığı için ben eş ve çocuklarının resimlerinin yanına koyarak onun adına konuştum demiştir.

Görüntü, enstantaneyi yakalamanın yanı sıra bir duyguyu doğurma kapasitesinde kendi başına bir sanat oluşturur:

Fotoğraf, günlük yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır.

Toplumlarımızdaki aşırı yayılım hızıyla, fotoğrafın aşırı mevcudiyeti bizde artık bir görme uyuşukluğuna, bir görme körelmesine neden olduğunu iddia edebilir.

Başkaları üzerinde  hakimiyet kurmak, fotoğrafçılığa, sosyal ilişkileri içeren üstün bir rol biçer.

Susan Sontag’a göre, “bu tür görüntüler gerçekliğin yerini alma gücüne sahiptir, çünkü başlangıçta (altını çizmekte yarar varıdır) fotoğraf sadece bir görüntü değil gerçekliğin bir yorumudur; aynı zamanda bir izdir.

Fiksel anlamda “etki sahibi olma” veya “bir davranışı değiştirme” anlamında kullandığı bir güçtür fotoğraf.

Acı veren, öldüren, heyecanlandıran, rahatlatan fotoğraflar vardır. 

Mide bulandıran, tüylerinizi diken diken eden, sizi ürperten, ağzınızın suyunu akıtan, ağlatan, cinselliği kışkırtan (bu konunun dünyanın en önemli sektörlerinden bir olduğu hepimizin malumu), bazı fikirlerin doğmasina neden olan, yaratıcılığı kışkırtan, karar verdiren, ihtiyacınız olmayan şeyleri satın aldıran, başkanları seçtiren fotoğraflar sanıyorum hepimizin gözleri önüne geliyor. Bu kadar özelliği üzerinde toplayan fotoğrafın gücünden şüphe etmeye gerek var mı? Biraz örneklerle süsleyelim mi? Bunlara süs demek bile zor tabii.

Tiananmen Meydanı; bir gün önce güvenlik günlerinin onlarca kişiyi öldürdüğü meydanda kimliği bilinmeyen bir kişi tankların önünde durarak tankları durduruyor.
Tank Man Jeff Widener 1989

Bosna’da öldürdüğü orta yaşlı kadını tekmeleyen sırp. Ron haviv 1992

Duyguları bu kadar kışkırtan ve fotoğrafın hareketlisi olan sinema ise başka bir konu, ona burada girmeye gerek yok.,

Régis Debray, “Vie et mort de l’image” yani “Görüntünün yaşamı ve ölümü”adlı eserinde kelimelerin toplum üzerindeki etkisini inceledikten sonra, görüntünün kullanımının evrimini inceler.

Fotoğraf kendini belirli sosyal ve politik meselelerle donatılmış özerk bir yetkinlik alanı olarak iddia etmektedir. Dünyada olup biten ciddi olaylardan dünyanın tamanın haberdar olmasını sağlamak, bilinçlendirip harekete geçmek gibi bir hedefi vardır.

Siyah- Beyaz ayırımcılığını gösteren bir fotoğraf. Trolley—New Orleans Robert Frank 1955

Artık fotoğraf teknik bir araç olmaktan çıkıp ideolojik bir araç olma aşamasına geldi.

Kanada Başkanı Trudeau Trump’ın elini sıkmadı gibi görünüyor.
Ama 2-3 saniye sonra çekilen fotoğraflarda eli sıktığı görülüyor. İstediğinizi koyup altına politik yazınızı yazabilirsiniz.

Fotoğraf başlangıçta fotoğrafçının yaptığı seçimler iken bugün bir seçimden daha fazla manipüle edilecek bir gerçeklik haline gelmiştir.

Fotoğraf görüntüsü artık özerk bir nesne değildir, bir niyettir, kendisini tamamen iletişimin hizmetine vermiştir.

Beklentilerimiz zaman içinde değişti.   

Artık görüntünün büyüsünü veya estetik değerini pek fazla aramıyoruz. 

Beklentilerimiz “Görüntülerdeki hayal kırıklığımızdan” bahsediliyor.

Görüntülerin çoğalması görüntünün değerini düşürüyor. 

Fotoğraf artık fotoğraf olarak analiz edilmiyor, “dünyanın bir işareti” haline geliyor. 

Burada görsel/visual dil gündeme geliyor. Bazı kalıplar, kodlar, logolar görüntü kolay algılamamızı sağlamaya çalışıyor.

Uzun bir süre önce fotoğraflara , sihir, yani görüntüde görünmez olanı görmeye çalıştığımız, görüntünün Tanrı ya da tanrı gibi bir yücelme ile ilgili olduğunu düşünürdük

Daha sonra fotoğraflara estetik girdi.

Şimdi ise fotoğrafların ekonomik boyutu ağır basıyor. Yani fotoğrafla ilgili görüşlerimiz zaman içinde değişiyor. 

Ama artık yavaş yavaş gerçekte bazı şeylere bakmıyoruz bile.  Artık başkalarına, bazı yüzlere bakmıyoruz yani fotoğraflarda  başkaları olduğunda  erkekler, kadınlar, manzaralar, insanlar, gariplikler olduğunda bize başka şey söylüyor. Görsellerde ise kalıplar, logolar, reklamlar, işaretler bize başka şeyler söylüyor. Görüntü enflasyonu veya devalüasyonu ortaya çıkıyor. Görüntüler, fotoğraflar, görseller birbirine karışıyor ve biz bu kadar görüntü karşısında aptallaşıyoruz. Tükeniyoruz. Bir tükeniş, bir bitiş  söz konusu. Bakmaktan vaz mı geçelim? Bu mümkün mü? Bütün kaynaklardan bize dayatılan bu görüntü bombardımanına nasıl karşı durulur?  Belki bundan sonra kendimize sormamız gereken sorular bunlar.

Televizyon seyrederken kanallar arası zaplama hızımız giderek artıyor.  Görüntü tüketimi hızlanıyor. Yakında bir görüntüden diğer görüntüye belki de ışık hızında geçmeye başlayacağız.

Acaba gözümüz ve algılamamız hatta duygularımız bu sürate yetişebilecek mi? Burada da afrikada yerlinin beyaza soruduğu sorusu  aklıma geliyor. Niye bu kadar süratli gidiyorsunuz? ruhunuz yetişemeyecek” gibi bir şeyler hatırlıyorum. Bir film de görmüştüm.

Görüntüler mi yoksa kelimeler mi daha güçlü

Gelelim kelimeler mi daha güçlü görüntüler mi daha güçlü konusuna. Yukarıda bazı fotoğrafların yarattığı dönüşümlere dikkat çekmiştik. Sözler de çok güçlüdür. Kudüste bir din adamı çıkar ve dünyanın en çok satan kitabını yazar dünyanın yarısını kendine mürid yapar. Karl Marx adlı bir başkası bir başka şey söyler bazı ülkelerin kendi düşünceleriyle yönetilmesini sağlar.

Söz mü resim mi konusu derindir. Ama belli ki söz yazıdan doğru geçerek tarih içinde yerini resme bırakmıştır veya bırakmak üzeredir. Her ne kadar sözleri ve yazdıkları ile kitleleri etkileyip toplumları ölüme sürükleyen Hitler gibi liderler daha çok yeni  olsalar ve hafızamızda büyük yer kaplıyor olsalar bile görüntü çok önemlidir. Luther ve bazı politikacıların sözleri çok etkili olsa bile bugün fotoğrafların desteği olmasa o kadar güçlü olamazlar.

İmaj var imajinasyon da var

Sözümü “imaj var ama imajinasyon da var”  diyerek bitirmek istiyorum.

“İmajinasyon yani hayal, bilgiden daha güçlüdür” demiş Einstein. Ne güzel söylemiş. Bence artık bulantı hissi yaratan görüntü kirliliğinden hatta görüntü çöplüğünden başımızı dışarı çıkarıp gökyüzüne bakıp biraz hayal kurmanın zamanı geldi.

Zamanın tadının çıkartıldığı dönemden gelen bir kadın

“KULAĞIMIZIN GÖZ KAPAĞI YOKTUR.”

“KULAĞIMIZIN GÖZ KAPAĞI YOKTUR.”

Prof. Dr. Mehmet Ömür

Kulağımızın göz kapağı yoktur. Olmamalıdır da… Çünkü kulağımız, gözümüz gibi dinlenmez. Görevi 24 saat sürer. Kulağımız, tıpkı kalbimiz gibi, hayatımız boyunca, gece-gündüz çalışır. Gücü yettiğince ve biz gürültüyle onu sağır etmediğimiz sürece bize bekçilik yapar. Görevi bizi tehlikelerden korumaktır. Gözümüzün görmediği zamanlarda karanlıkta sesler bizi yönlendirir. Uyuduğumuz zaman, kulağımız seçici çalışmaya başlar, bizi rahatsız etmemek için gereksiz yere uyandırmaz. Evde uyurken köpeğimiz dolaşırsa uyanmayız da, kapının ufacık bir tıkırtısıyla acaba hırsız mı diye hemen yatağımızdan fırlarız.

Günümüzde insanların en çok şikayetçi oldukları konular arasında şehirde güvenlik, çevre kirliliği, gürültü ve trafik gelmektedir. Burada inceleyeceğimiz konu çevre gürültüsüdür. Çevre gürültüsünün temel kaynağı trafiktir. Trafik deyince kornalar, araba alarmları, arabalarda dinlenen yüksek volümlü müzik, motorsikletler, ambulans sirenleri, trenler, uçaklar da işin içinde demektir. Trafiğin yanı sıra komşu gürültüsü, köpek havlaması, diskolarda, barlarda yüksek volümlü müzik, vd. de gürültü kaynağıdır.

Gürültü nasıl oluşur?

Gürültü değişik kökenli, değişik şiddet ve değişik tınıdaki seslerin anarşik bir şekilde bir araya gelmesiyle oluşur.

Gürültü çok eskiye dayanır…

Gürültü kirliliği, esas anlamıyla endüstri devrimiyle başlamıştır. 18. yüzyılda buharlı makinelerin çalışması ve çelik üretiminin aşamaları başlıca gürültü kaynağıydı. Gürültünün zararları daha yeni yeni ortaya çıkmaktadır.

Seneka ve Horacius’a göre, 20 asır önce Antik Roma’da pencerelerin camları yoktu. Evler birbirine çok yakındı. 2. yüzyılda insanlar sokaklarda itiş-kakış halindeydi. Roma’da 1,5 milyon kişi yaşıyordu. Gürültü kaynağı olarak hayvanlar, satıcılar, taşıyıcılar, zanaatkarlar, altyapının ve yolların yapımı ve onarımı, çöplerin atılması, yüksek sesle yapılan kavgalar vardı. Ancak bunlar o günlerde doğal karşılanıyordu. Gürültü kavramı henüz gelişmemişti. Arabalar, yollar tıkanmasın diye, geceleri haraket halindeydi. Astrolojik hareketlere göre bazı geceler insanlar tencere ve tavaları birbirlerine vuruyorlardı.

Paris’te 13. yüzyılda yüz bin kişi yaşıyordu. Sokaklar arnavut kaldırımıydı, ayaklarda sabolar vardı ve araba tekerlekleri tahtadandı. Cenaze törenleri dahil her türlü haber kralın adamları tarafından bağrılarak veriliyordu. Sokak arabaları, satıcılar, hayvan sesleri, sarhoş naraları, insanların kavgaları şehri gürültüye boğuyordu. Londra ve Berlin de aynı durumdaydı. 1930’da Paris emniyet müdürü klakson çalmayı yasaklamıştı.

Kulağı tanıyalım…

“Kimsenin bulunmadığı bir ormanda yere düşen bir yaprak kaç desibel ses çıkarır” diye sorulan tuzak sorunun cevabı “ses çıkmaz” olmalıdır. Çünkü kulağın olmadığı yerde ses yoktur. Sadece dalga boyu ve frekansı vardır. Kısaca, sesin var olması için duyan bir kulağa ihtiyaç vardır.

Gürültünün insan üzerindeki etkisini anlamak için kulağın yapısı hakkında biraz bilgi sahibi olmak gereklidir.

Kulak kepçesi anten gibi çalışır; ses dalgalarını dış kulak yoluna doğru yönlendirir ve yoğunlaştırır. Kanala giren ses dalgası, zara gelene kadar 3-4 cm yol kat eder. Ses dalgasının zara değmesi ile birlikte zar titreşime girer. Zarın arkasında kemikçikler vardır. Bunlardan birincisi çekiçtir ve zara yapışıktır. Çekiçin başı örsle eklem yapar. Örs de üzengi kemikçiğine uzanarak onunla eklem yapar. Oval pencere, üzengi kemiğinin tabanında iç kulak girişini kapatan ikinci bir zardır. Orta kulağın görevi, havadaki ses titreşimlerini katı maddede ilerleyen ses titreşimlerine çevirmektir. Oval penceredeki titreşimler bu kez salyangoz içindeki sıvıları ve diğer anatomik oluşumları titreşime sokar. Koklea diye de adlandırdığımız salyangozun uzunluğu 35 milimetredir.

Kemikçiklerin boyu 10 milimetredir. Ağırlıkları 50 miligramdır. Zar ve kemikçik sistemi daha geniş bir yüzey olan kulak zarından daha küçük yüzey olan oval pencere zarına sesi taşırken 21 defa amplifiye eder.

Salyangozun içi iki bölmeden oluşur. Bu ikiye bölünme, bir kanal aracılığı ile olur. Bu kanalın adı koklea kanalıdır. Koklea kanalının üst kısmında kalan bölmenin adı vestibüler bölme, alttakinin adı ise timpanik bölmedir. Koklea kanalının içinde ses titreşimlerini elektriksel enerjiye çeviren ve bunu hangi şifreleme sistemine göre yaptığı henüz çözülememiş olan Corti organı vardır. 19. yüzyılda yaşamış olan İtalyan fizyolojist Corti, bu organı ilk tanımlayan kişi olduğundan, organa onun ismi verilmiştir.

Corti organında 15 bin tüylü hücre bulunmaktadır. Bu hücreler 4 sıra halinde yerleşmiştir. 3 sıra dış tüylü hücre, bir sıra iç tüylü hücre vardır. Oval penceredeki hareketler yayılarak koklea kanalındaki zarın harekete geçmesine neden olur. Bu hareket tüylü hücreleri uyarır.

Koklea zarının adı baziler zardır. Salyangozun girişinde, kalın ama dar olup, tepeye doğru incelip genişler. Salyangozun girişindeki bölgeler tiz seslerle titreşime girerken, seslerin frekansları düştükçe daha ilerdeki bölgeler titreşime girerler.

Baziler zarın titreşimleri ses dalgasının spektral analizini yapar. Dış tüylü hücreler daha önce uyarılırlar ve seçici amplifikatör gibi çalışırlar. Koklea yan yana dizilmiş filtreler gibi davranır. Her filtre bir frekansı alır ve ileriye doğru yan bölge bir alt frekansı algılar. Sıvı ortamdaki hareketler tüylü hücreleri uyarırlar. Uyarılmış tüylü hücreler titreşimleri elektrik akımına çevirirler. Bu elektrik akımı artı ve eksi olarak 30 bin liften oluşan işitme siniri ile beyne taşınır. Beyin korteksine belirli bir şifreleme ile gelen bu elektrik akımı kortekste Brodmann 41 ve 42 no lu alanlarda (Heschl gyrus’u veya kıvrımının yanında) deşifre edilerek algılanır.

Kulak, sesleri büyük bir hassasiyetle tespit ve analiz eder. Kulağın hassasiyeti bütün ses frekansları için aynı değildir. Sesler tizleştikçe daha zor duyarız.

Hassas bölge 500 ile 3.500 Hz arasındadır. Desibel (dB) bu hassasiyeti en güzel göz önüne alan ölçü birimidir. Ancak logaritmaya bağlı bir ölçü olması biraz kafa karıştırır. 3 dB’lik bir artış, akustik enerjinin 2 misli arttığını gösterir. Bu 3 dB’lik artış, kulağın fark edebildiği en hafif ses artış düzeyidir. 0 dB, ses olmadığının göstergesi değil, sadece normal bir kişinin ses algılama düzeyidir. Bazı insanlar, özellikle müzisyenler, -5, hatta -10 dB sesleri duyarlar.

Ses kaynakları değişken olduğundan, kişinin zaman içindeki gürültüye maruz kalma düzeyi değişir. Bir anlık gürültüye maruz kalmanın geometrik olarak ölçümü, kişinin gerçek gürültü altındaki durumunu göstermez. Bir saat, bir gün, bir hafta gibi belirli bir zaman dilimindeki toplam gürültü dozunu ölçmek için daha uygun yöntemler kullanılır. Belirli bir T zamanında dB olarak bir ölçüm level equivalent (düzey eşdeğeri) denilen bir birim olarak belirlenir ve LEQ olarak ifade edilir. LEQ uluslararası bir birimdir ve gürültüye bağlı rahatsızlığı ifade eder. İzin verilen gürültü miktarları da, sektörlere göre, LEQ cinsinden ifade edilir. Örneğin Fransa’da otoyollarda saat 08:00 ve 22:00 arasında 60 dB LEQ’e izin verilirken, bu değer gece 22:00 ile 06:00 arasında 55 dB LEQ’e düşer.

Normal bir işitme, bütün insanların hatta anne karnındaki bebeklerin en önemli ihtiyaçlarından biridir. Anne karnındaki bebekler bazı seslere tepki verirler. Bebek telefon sesini, annesinin şarkı söylemesini algılar. Ama 80 dB’lik bir sesten rahatsız olur. Anne vücudu, karnındaki bebeği gürültüye karşı bir yere kadar korur. Yüksek volümlerde koruyamaz. Bebek huzursuz olur. Anne karnında seslere cevap vermeyen bebekte, işitme kaybından veya başka bir sorundan şüphelenilmelidir. Bebeğin sesle olan ilişkisi, kulağın gelişmesine etki eder. Bu nedenle annenin yüksek şiddetli seslerden uzak durması gerekir. Ancak bütün seslerden uzak durmak da, çocuğun kulak eğitimi açısından sakıncalıdır.

Ellimizden sonra fizyolojik bir durum, kulağın yaşlanması demek olan, presbiakuzi başlar. Herkesin başına gelir ve zaman içinde ilerler. Geriye dönüşü de söz konusu değildir. Bu durum, gözdeki yaşlanmaya bağlı olarak görme keskinliğinin azalması gibi değerlendirilmektedir. Ancak, bu duyma kusuru, bütün insanları aynı derecede etkilemez. Bazı insanlarda daha erken ve daha çok olurken, bazılarında geç ve hafif olur.

Fransa’da 65 yaş üstü 3 milyon kişide presbiakuzi vardır. Bazı faktörler presbiakuziyi hızlandırır. Bunların arasında kalıtım, daha önceleri geçirilmiş kulak hastalıkları, psikolojik hastalıklar, damar hastalıkları ve gürültü sayılabilir.

Presbiakuzide üst tonlarda işitme kaybı daha çok olur. Üst tonları az duyup, alt tonları normal duymak, kişinin iletişimini ve algılamasını bozar. Yaşlılıkta işitme sisteminin dışında sinir sistemi de bozulduğundan, sözlerin anlaşılabilirliği de bozulmaktadır. Yaşlı kişi duymadığından değil, anlayamadığından yakınır.

Normal bireyde işitme ile anlama aynı andadır. Az işitende ise işitme ile algılama arasında ayırt etme süreci vardır. İşte bu yüzden yaşlılar kendilerini zor durumda hissederler ve kızgın bir ruh hali içinde çevrelerini dışlamaya başlarlar. İçlerine kapanırlar. Önce tiyatro ve sinemayı bırakırlar, sadece aile içi toplantılara katılırlar, sonraları tamamen izole olurlar. Bazı yaşlılar, bu eksiklerini kabul etmezler ve cihaz takviyesini istemezler. Uzun süre cihaz kullanmadan bekleyenlerde ise sonradan cihaz uygulanmasında sorunlar yaşanır. Yaşlılar cihaza adapte olamazlar. Bu nedenle yaşlılarda presbiakuzinin başladığı fark edildiğinde hemen cihaz kullanmak çok yararlı olur.

İstatistiklere gör, Danimarka’da az duyanların % 60’ı Almanya’da, % 30’u, Fransa’da % 10’u cihaz kullanmaktadır. Türkiye’de ise bu oranın % 3 civarında olduğu düşünülmektedir. İnönü ve Reagan gibi birçok ünlü, cihazla bütün işlerini sağlıklı biçimde sürdürmüşlerdir. Dünyada her yıl 4 milyon işitme cihazı satılmaktadır.

Gürültünün etkileri:

Gürültünün sağlığa fiziksel etkileri, akut ya da kalıcı işitme kaybı olarak ortaya çıkar. Akut işitme kaybı durumunda antioksidan özelliğe sahip Edaravone ilk 24 saatte verilirse tedavi mümkündür.

Gürültünün fizyolojik etkileri kan basıncının artışı, dolaşım bozukluğu, solunumda hızlanma, kalp atışında hızlanma, ani refleks, kalp enfarktüsü, mide-bağırsak sistemi sorunları ve kadın hastalıklarıdır.

Psikolojik etkiler, davranış bozukluklukları, agresyon ve şiddetle kendini belli eden aşırı sinirlilik, stres, anksiyete, kızgınlık, üzüntü hali, depresyon, bulimiya, insomniya ve cinsel isteksizliktir.

Gürültünün performans etkileri iş veriminin düşmesi, konsantrasyon bozukluğu, hareketlerin yavaşlaması, okuma skorunun düşmesi, çocuklarda konuşmanın gecikmesidir.

Gürültüye bağlı işitme kayıpları

160 dB ses şiddetinin üzerindeki şiddet, kulak zarını yırtar. Kemikçikler yerlerinden ayrılabilirler. Gürültü bazen geçici bir işitme kaybına yol açabilir. 4.000 Hz’i 5 dB’de duyarken, 20 dB’e kadar açmak gereği hissedilebilir. Birkaç saat veya gün sessiz ortamda dinlenen kulak, eski işitmesine kavuşabilir. Bu duruma temporary shift (geçici kayma) diyoruz. Ancak iç kulak hücreleri harap olursa işitme kaybı kalıcıdır. Buna ise permanent shift (kalıcı kayma) denir.

80 dB üzeri ses şiddeti, dış tüylü hücrelerde akustik travma yapar. Çünkü bu hücreler seslere daha hassastırlar. Bu hücreler ölürlerse, iç hücreleri uyarmak için 40–50 dB daha fazla ses şiddeti uygulamak gerekir. Tüylü hücrelerin ölümü, geri döndürülemez işitme kayıplarına yol açar. TVnin elektronik devrelerinin yanması gibi bir durum ortaya çıkar. TV cihazında devreler değiştirilebilir, ama insanın iç kulağına yeni tüylü hücre yerleştirmek bugün için mümkün görünmemektedir. Hele bu hücreleri imal etmek hiç mümkün değildir.

Gürültünün şiddeti tek başına işitme kaybı nedeni değildir. Titreşimlerin frekans dağılımı, süresi, başlangıç şekli, gürültünün oluştuğu ortam, işitme kaybını etkileyen faktörlerdir. Örneğin aynı şiddet ve frekanstaki bir gürültü, tek noktadan çıkıyorsa başka, çok noktadan çıkıyorsa başka türlü etkiler. Çok noktadan çıkan gürültü, kulağı daha olumsuz etkiler ve işitmeyi daha çok bozar.

Süre-şiddet ilişkisi gürültünün tehlike boyutunu gösterir. Aynı şiddet ve frekansta tekrarlayan sesler devamlı sesten daha zararlıdır.

Gürültü seviyesi ile hissedilen rahatsızlık her insanda aynı değildir. Bazı insanların gürültüden rahatsızlık duymadıklarını, bilakis zevk aldıklarını biliyoruz. İnsanlarda gürültüden rahatsızlık duyma oranı % 25 olarak bulunmuştur. Örneğin sessiz bir bölgeden şehre taşınmış bir ailede gürültüden şikayet, yıllardır şehirde yaşayan bir aileye göre daha azdır, çünkü yeni taşınanlar bunun ödenmesi gereken bir bedel olduğunu düşünmektedirler.

Gürültüden rahatsızlık çok düşük seviyelerde bile duyulabilir. Gürültünün bazı özellikleri bu rahatsızlıkta rol oynamaktadır. Tekrarlayan gürültü veya gürültüyü kontrol etmedeki güçlük gibi. Gürültünün rahatsız edici diğer bir özelliği, başkasından geliyor olmasıdır. Kendi gürültümüzden o denli rahatsız olmayız. Gürültünün yaptığını somut bir ölçü birimiyle ölçmek ve derecelendirmek mümkün değildir. İnsanlar komşularının 50-60 dB’lik gürültülerinden rahatsız olurlarken, işyerlerinde 80 dB’lik gürültüye razı olmakta ve seslerini çıkartmamaktadırlar. Sosyoekonomik düzeyi iyi olan kesimin gürültüden daha fazla rahatsız olduğu ortaya konmuştur. Kişinin psikolojik yapısı da gürültüden rahatsız olma düzeyini belirlemektedir.

Stres

Kulağın taşıdığı işitsel uyarılar, kulak dışında tüm vücudu etkilemektedir. Havaalanı yakınlarındaki bölgelerde tansiyon ilacı kullanımının fazla olduğu saptanmıştır. Yine bu bölgelerde, psikiyatri konsültasyonlarının diğer bölgelerden daha fazla olduğu anlaşılmıştır. Sakinleştirici ilaçların ve uyku ilaçlarının bu bölgede yaşayanlarca daha fazla tüketildiği de ortaya konulmuştur. Sonuç olarak gürültüye maruz bölgelerde yaşayan insanlarda hastalıklı bir hal olduğu görülmüş ve bu kişilerin tedavi arayışında oldukları anlaşılmıştır. Gürültünün stres kaynağı olduğu çeşitli çalışmalarla gösterilmiştir. Titreşimler kişiyi hasta edebilir. Sürekli titreşimler atardamarlarda ve toplardamarlarda beslenme bozukluğuna yol açmaktadır. Titreşimler kişilerin sinir sistemlerini bozarak nevroza kadar götürmektedir. Gürültünün depresyona yol açtığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Gürültü altında çalışanların kronik olarak yorgun oldukları da gösterilmiştir.

Gözle ilgili sorunlar

Gürültü gözde de rahatsızlıklara yol açmaktadır. 100 dB gibi yüksek bir gürültüye uzun süre maruz kalan kişilerin görme alanlarında 10 derece daralma olduğu saptanmıştır. Bunun yanı sıra görme derinlik duygusu azalmakta ve gece görüşü bozulmaktadır.

Kalp-damar sistemiyle ilgili sorunlar

İngiltere’de otobüs şoförleri ile arkada duran biletçiler arasındaki tansiyon sorunlarının çok farklı boyutlarda olduğu anlaşılmış. Sürekli gürültü ile ani ve tekrarlayıcı gürültülerin farklı etki ettiği gösterilmiş. Uçak gürültüsüne maruz kalanlarla, otoyolların kenarlarında oturanlarda tansiyonun daha yüksek olduğu bulunmuş. Tansiyon ile gürültü seviyesi arasında doğrusal bir ilişki olduğu bulunmuş. Tansiyonu yükselten çok faktör vardır. Uzun süre gürültülü bir ortamda çalışmanın kalp-damar sisteminde hasar yaratma riski % 60 olarak bulunmuş. Gürültüye bağlı işitme kaybı olanlarda kalp-damar sorunlarının da paralel olarak bulunduğu ortaya konulmuş. Tansiyonu normal olan kişiler laboratuvar ortamında gürültüye maruz bırakıldıklarında, değişik oranlarda geçici tansiyon yükselmeleri saptanmış.

Uyku ve gürültü

Uyku sorunlarının % 75’i gürültüye bağlanmaktadır. En çok da trafik gürültüsü sorumlu tutulmaktadır. Gürültü nedeniyle uyku uyumakta güçlük çekenler, ertesi gün yorgunluk hissetmekredirler. Bu durum süreklilik gösterirse, depresyona kadar giden sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Gürültüye alışmanın rahat uyku uyumaya veya kalp-damar hastalıklarından korunmaya fayda etmediği de gösterilmiştir. Gürültü 40 desibelin üzerine çıktığında uykuyu bozar. Bu konuda kişisel farklılıklar gözlenmektedir. Kadınlar erkeklere göre gürültüden daha çok rahatsızlık duymaktadırlar. Uzun süre gürültülü yerde yaşamanın gürültüye karşı alışkanlık oluşturduğu anlaşılmıştır. Askeri tatbikatların yapıldığı bölgelerde yaşayanların gece yapılan tatbikat sırasında uyuyabildikleri gösterilmiş.

Gürültü ile ilgili bazı istatistiki bilgiler:

Yapılan araştırmalarda İsviçre’de sadece trafik gürültüsü nedeniyle 500.000 kişinin sağlık sorunu yaşadığı ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak yapılan masraf ise yarım milyar İsviçre Frankı olarak hesaplanmış.

Fransa’da 5 milyon kişide kulak sorunu olduğu saptanmış. Bu kişilerin 2 milyonu 55 yaşın altındaymış. Fransız işçilerin %7’si işyerlerinde tehlikeli boyutta gürültüye maruz kalıyormuş.

Sekiz Amerikalıdan birisi kulağından rahatsızmış.

Gürültüden en çok kağıt ve odun sektöründe çalışan işçiler gürültüden etkileniyormuş.

Erkekler kadınlardan 5 kat daha fazla gürültüye maruz kalmaktaymış.

Gürültü ile ilgili bazı araştırmaların sonuçları:

Fareler üzerinde yapılan araştırmalarda gürültüye maruz kaldıklarında farelerin kalp kaslarındaki hücrelerinde mitokondriyalarının harap olduğu gösterilmiştir. Mitokondriyaların kristaları erimiş, matrisleri sulanmıştır.

Uyku sırasında hissedilen uçak veya ağır vasıta gürültüsü subkortikal bölgedeki Amigdalia denilen anatomik bölgede algılanır ve hemen stres hormonu salgılanır. Bu hormonun regülasyonundaki bozulma kalpte iskemi yaratır. Bu da miyokard enfarktüsü riskini arttırır.

Extasy miyokard hücrelerinde myositolize yol açarak ani ölümlerden sorumlu tutulmaktadır. Extasy kullananlarda taşikardi, aritmi ve hipertansiyon yaygındır. Extasy genellikle yüksek volümlü ortamlarda kullanılır. Yüksek volüm de tek başına miyokardı etkiler. Hem extasy, hem de yüksek volüm birlikte olduğunda mitokondrialarda değişiklikler olduğu bilimsel olarak gösterilmiştir.

Hipofiz ve böbreküstü bez arasında (HPA hipotalamus-pituitary adrenal axis) bir eksen ve bağlantı vardır. Bu eksen üzerinden stres hormonları salgılanmaktadır (corticotropin releasing hormon ve ACTH adrenokortikotropin hormonu). Gürültü uyaranı korteks altında amygdalia denilen bir bölgeyi uyararak bu eksenin devreye girmesine ve stres hormonlarının salgılanmasına neden olmaktadır. Bu etki özellikle uykuda ve sabaha doğru saatlerde daha fazladır ve korteks tarafından kontrol edilememektedir. Eğer bu eksen uzun süre uyarılırsa bir çok yan etkiler ortaya çıkmaya başlamaktadır. Örneğin bağışıklık sistemi çöker (immünosüpresyon) eosinofili ile kendini belli eder. İnsüline resistans oluşur (diyabete eğilim). Kardiovasküler (kalp-damar sistemi) hastalıkları, hipertansiyon ve ateroskleroz ortaya çıkar. Kalsiyum metabolizması bozulur (osteoporoz). Bağırsak sorunları (stres ülseri) oluşur. Stres dismenoresi yapar.

Almanya’da Griefahn adlı araştırmacı gürültünün psikolojik etkilerinin incelemiş. İletişim sorunları, uyku sorunları, performans düşmesi, iç sıkıntısı ve davranış bozukluklarının gürültüyle ilişkili olduğunu bulmuştur. Almanların % 16’sı gündüz saatlerinde zararlı derecede gürültü düzeyine maruz kalmaktadırlar.

İsveç’te yapılan bir araştırma, gürültüye maruz kalan çocukların kulaklarının diğer çocuklardan 4 kat daha fazla çınladığını göstermektedir.

Finlandiya’da yapılan bir araştırma ise gürültüye karşı kişisel hassasiyet farkının kalıtsal bir özellik olduğunu göstermiştir.

Polonya’da yapılan bir çalışmada gürültüye maruz kalanların arteryal hipertansiyon, peptik ülser, lokomotor sistem hastalıklarına daha fazla yakalandıklarını göstermiştir. Aynı araştırma, kalpte kan akımının azalması,diyabet, tümoral oluşumlar ve sinir sistemi hastalıklarıyla gürültüye maruz kalma arasında ilişki olabileceğini göstermektedir. Başka bir çalışmada, bu ülkede kulak çınlamalarının bir numaralı nedeni olarak gürültü bulunmuştur.

Portekiz’den Bronco adlı bir araştırmacı Vibroakustik hastalık diye bir hastalık tanımlamıştır. Bu hastalığın özelliği, 10 seneden fazla süreyle 500 hertz ve 90 desibele maruz kalınca, sinsi bir şekilde, hücrelerin matrislerinde değişikliklerin olmasıdır. Bu ülkede yağ fabrikalarında çalışan ve gürültüye maruz kalanların tansiyonları normalden yüksek bulunmuştur.

Brezilya’da 6 sene otobüs şöförlüğü yapanların kulaklarında akustik travma bulunma riskinin, normal kişilere göre 20 kat daha fazla olduğu hesaplanmıştır.

Kore’de havaalanında çalışanlardan sigara içenlerde, hipertansiyonu olanlarda, ilaç kullanan ve kulak koruyucusu kullanmayanların kulaklarında işitme kaybının kayda değer şekilde fazla olduğu bulunmuştur.

Amerika’da Detroitli Seidman, 2003 yılında farelerle bir deney yapmıştır. Farelerin yarısına su, diğer yarısına da şarap içirmiştir. Şarap içenlerde gürültüye bağlı eşik kaymasının yani olumsuz etkilenmenin daha az olduğunu göstermiştir. Bu etkinin şaraptaki antioksidan özellikten kaynaklandığını düşünmüştür.

Amerika’da 10 işçiden birisi tehlikeli boyutta gürültü altında çalışmaktadır.

Avustralya’da yapılan bir çalışmada işçilerin kulaklarını korumadıkları anlaşılmıştır. İşitme kaybı olanlar da olmayanlar da kulak koruyucu kullanmamaktalarmış.

Kimyasallar, gürültünün sağlık üzerindeki olumsuz etkisini arttırmaktadır. Böcek ilaçları, çözücüler, tiner gibi maddelerin içinde bulunan karbon monoksit, hidrojen siyanid ve benzeri maddelerin gürültüye maruz kalanlarda işitmenin bozulmasına fazladan katkıda bulunduğu ortaya çıkartılmıştır. Kaliforniya’da yapılan bu çalışmanın sonucunda bu konuda özellikle çocuklarda çok dikkatli olunması gerektiği vurgulanmıştır.

Çeşitli çalışmalarda, darbeli gürültünün sürekli gürültüden daha zararlı olduğu gösterilmiştir.

Desibel cehennemi: Gürültülü bir dünyada yaşam

Gürültüyü arzu edilmeyen bir ses olarak tanımlayanlar var. Ancak bir kişi için istenmeyen ses, başka birisi için zevk kaynağı olabilmektedir.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre dünyadaki etkisi geri döndürülemeyen en önemli mesleki hastalık, gürültüye bağlı işitme kaybıdır. Her yıl 120 milyon kişiyi etkilemektedir. Bu kadar önemli bir hastalık olmasına rağmen maalesef yeterli önlem alınmamakta veya alınamamaktadır. Bunun nedeni olarak, çoğu kez, dünyanın giderek elektronik bir kimliğe bürünmesi görülmektedir. Çeşitli gürültülü, güçlü ses veren cihazların üretimi, çok sayıda arabanın trafiğe çıkması, hava trafiğinin artması, giderek gürültü kaynaklarının artmasına neden olmaktadır.

Trafik en önemli sorundur. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde 100 milyon kişi trafik gürültüsü içinde yaşamaktadır. Yine aynı ülkede 30 milyon kişi zararlı seviyede ses düzeyine maruz kalarak çalışmaktadır. Bu insanlar inşaat, ziraat, maden, eğlence, ulaşım sektöründe, çeşitli fabrikalarda ve askeri sektörde çalışmaktalar. ABD endüstrideki gürültüyü tam olarak ölçüp engellemede güçlük çekmektedirler. Avrupa’nın bu konuda Amerika Birleşik Devletleri’nden daha başarılı olduğu kabul edilmektedir.

Gürültü genelde onu yaratmayanların tanımladıkları bir sestir. Pasif sigara içiciliğine benzer. Arzu etmezsiniz, ama kontrol de edemezsiniz. Günümüzde ev aletleri bile gürültü üretiyorlar. Elektrik süpürgeleri, saç kurutma aletleri, 90 dB’e kadar varan sesler çıkarıyorlar.

Formula 1 yarışlarında, 2002’de, Almanya’da 177 dB’lik ses rekoru var. Bazı arabaların stereo müzik setleri, pencere açık olduğunda, arabanın dışına 140-150 dB ses verebiliyorlar.

Avrupa çevre örgütlerine göre Avrupa’nın % 65’i 55 dB ve % 17’si 65 dB gürültüye maruz kalarak yaşamaktadır.

Havaalanları ve uçaklar, hızlı trenler ve otoyollar çevrelerinde hayatını sürdüren yüzbinlerce kişiye gürültü cehennemi yaşatmaktadırlar. Günümüzün modern teknolojisi gürültüye kolay kolay çare bulunma imkanının olmadığını düşündürmektedir.

Taşra da gürültüden zarar görüyor. Çiftçilerde bile gürültüye bağlı çeşitli derecelerde işitme kaybına oldukça sık rastlanmaktadır. Japonya’da çevreye anons yapan hoparlörlerin sesinden korunmak için insanlar işlerine giderken kulak tıkacı kullanmaktadırlar.

Bugün arabalarımızda dinlediğimiz müzik setleri 1960’lı yıllarda Beatles konserlerindekinden daha fazla ses üretebilmektedir.

Kömür madenlerinde çalışanlar 52 yaşlarına gelinceye kadar % 90’ında işitme kaybı gelişmektedir. Halbuki toplumda bu oran ortalama % 9 olarak saptanmıştır.

İnşaat işçilerinin yarısında, 50 yaşlarına geldiklerinde belirli bir derecede işitme kaybı oluşmaktadır. Gürültü, kulak çınlamasına yol açmaktadır. Amerika’da 12 milyon kişi kulak çınlamasından yakınmaktadır. Bu nedenle 1 milyon kişi günlük işlerini yürütmede zorlanmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde çocukların % 12’sinde gürültüye bağlı olmak üzere, tek veya iki kulakta, değişik derecelerde işitme kaybı saptanmıştır. Bu işitme kaybını yapan araçların arasında stereo müzik aletleri, konserler, diskolar, oyuncaklar, çim biçme makineleri ve çatapatlar sayılmaktadır.

Birçok müzisyen ve ses mühendisinin işitme kaybı vardır.

Gürültünün etkisi ve zararı kulakla sınırlı kalmamaktadır. Gürültü tansiyonu yükseltir, solunumu zorlaştırır, uykuyu kaçırır, nabzı arttırır, beyin kimyasını değiştirir ve bunların hepsi de ölçülebilir. Bu değişikliklere bağlı olarak da iş verimi düşer, öğrenme kapasitesi azalır, okulda ve işte devamsızlık artar, ilaç kullanımı ve kazalar artar. Çocuklarda da kan basıncında ve nabızda artış saptanmıştır. Bu konuda yoğun araştırmalar devam etmektedir. Ama sorunları bulmak, işi çözmemektedir. Dünya bu gürültüyü durdurmakta zorlanmaktadır.

Tren yolu tarafındaki dershanelerde öğrenim gören çocukların diğer taraftaki çocuklardan daha zor okuma yazma öğrendikleri de bir araştırmayla gösterilmiştir.

Havaalanları gürültü kaynaklarının başında sayılmaktadır. Frankfurt havaalanının çevresinde sadece 2002 eylül ayında gürültüye bağlı olarak 56.330 adet şikayet yapılmıştır. Bu rakam bir önceki yılın şikayet sayısından % 30 daha fazladır. Yine 2002 yılında Londra’da bir havaalanına yapılacak ek üç pist için her gün 100 civarında itiraz dilekçesi verilmekteydi. 2003 yılında, Amerika’nın Oregon eyaletinde, Portland havaalanı genişletme çalışmaları çevrede oturan insanların yaptıkları gösterilerle engellenmiştir. Havaalanı zaten yoğundu. Yılda 12 milyon kişi ve 29.000 kargo uçağının trafiğini sağlamaktaydı.

“Gürültüsüz Amerika Derneği” ümidini yitirmiş durumda. Amerika’da gürültüye karşı savaşan bu derneğin yetkilisi bir eyalette araba müzik setlerini engelleyici bir yasa geçirmeye çalıştıklarında bile karşılarına çıkan lobilerin etkisini gördüklerini ve önerinin kısa bir süre sonra ortadan kaldırıldığını söylemektedir.

Gürültüyle mücadele konusunda Amerika Birleşik Devletleri de yetersiz kalmaktadır. Verilen gürültüyü önleyici yasa teklifleri bir şekilde rafa kalkmaktadır. Reagan, 1982’de gürültü için ayrılması düşünülen fonlara onay vermemiştir. Böylece o yıllarda gürültüye karşı yapılacak çalışmalar için para ve insan kaynağı bulunamamıştır. Ancak 1997’de yıllık 21 milyon $ ayrılmaya başlanmıştır.

Hükümetlerin halkın sağlığını koruma ile ilgili sorumlulukları vardır. Ciddi eğitim programlarının her seviyede geliştirilmesi zorunludur. Şehirlerin gürültü haritalarının çıkartılması gerekmektedir. Paris şehri bu işi başarmıştır. Bu haritalar bilgisayar programları aracılığı ile incelemeye alınıp yeni yapılacak yapılara buna göre izinler verilmelidir.

Hastaneler bile gürültü konusundan arınmış değildir. Vardiya değişimleri, dosya gürültüleri, yürüyen arabalar hastane içinde bile bir gürültü kirliliği nedeni olmaktadırlar.

Konu 21. yüzyılın en önemli çevre sağlığı konusudur ve elbirliği ile çözülmesi gerekmektedir.

Türkiye’de durum

Prof. Dr. Selma Kurra, gürültünün tamamen sıfırlanamayacağını, ancak kabul edilebilir değerin altına düşürülebileceğini düşünmektedir. Hazırlanan gürültü haritasında 65 dB kara bölge, 65-55 dB arası gri bölge, 55 dB altı da beyaz bölge olarak belirleniyor. Haritayı incelerken, Türkiye’de kara bölgelerin fazlalığı dikkat çekmektedir.

Prof. Dr. Selma Kurra, yaptığı bir araştırma ile İstanbul’da her iki çevre yolunda ve boğaz köprülerindeki gürültü düzeylerinin insan sağlığını etkileyici düzeyde olduğunu ve bu gürültü seviyelerinin her yıl belirli bir oranda arttığını bulmuştur. Buna bağlı olarak 3. boğaz köprüsü yapımının boğazda sessiz kalan son noktaları da ortadan kaldıracağı konusunu gündeme taşımıştır.

İstanbul İl Çevre ve Orman Müdürlüğü’nce yapılan araştırmanın kapsamında, kentte gürültüyle ilgili 184 şikayet alınmış. En çok şikayet konuları, ”müzik, sanayi, inşaat, işyeri, hayvan kesimi, ezan, okul zili, taşıt, pazar yeri, soğutucu, spor ve trafo” olarak belirlenmiş.

Ülkemizde gürültüden rahatsız olan, Gürültüyle Mücadele Birimi’ne başvurabilir. İl Mahalli Çevre Kurulu kararı ile 1994 yılında oluşturulan Gürültüyle Mücadele Birimi, İl Çevre ve Orman Müdürlüğü İdaresi’ne bağlıdır. Bu birim Ankara’da gürültü kirliliğinin önlenmesi için, 09.00-18.00 ve 18.00-03.00 saatleri arasında iki ekip halinde çalışıyor. Gürültüyle Mücadele Birimi, eğlence yerleri, meskenler ve trafikten kaynaklanan gürültülerin önlenmesine yönelik olarak denetimler yapıyor. Eğlence yerleri rutin olarak denetlenirken, gürültü izleme kontrollerinde ses seviyesinin 90 desibelin üzerine çıkıp çıkmadığına bakılıyor. Kent genelinde bu kapsamda, düğün salonlarıyla birlikte yaklaşık 800 işletme periyodik olarak kontrol ediliyor.

Trafik alanındaki çalışmalar, araçlara takılan havalı korna ya da patlak egzozlar dolayısıyla gelen şikayetler üzerine gerçekleştiriliyor. Bu araçların tespiti halinde, emniyetin trafik birimleri aracılığıyla işlem yapılıyor.

Şikayetler “176 Gürültü İhbar Hattı”na telefonla, yazılı dilekçeyle ya da bizzat birime gidilerek yapılabiliyor. Gürültü kirliliğinin tespiti halinde, şikayet kaynağının ortadan kaldırılması ya da izole edilmesi için 30 gün süre veriliyor. Yapılan uyarılara rağmen gerekli düzenlemeyi yapmayanlara, Çevre Kanunu’na dayanılarak ceza kesiliyor. Buna göre, şahıslara 145 milyon 933 bin lira, tüzel kişilere 437 milyon 811 bin lira, 212 sayılı Vergi Usul Kanunu’na göre defter tutma zorunluluğu olan yerlere ise 729 milyon 697 bin lira para cezası uygulanabiliyor.

Kayıtlara göre Gürültüyle Mücadele Birimi’nde, 2003 yılında mevcut eğlence yerlerinin rutin denetimleri çerçevesinde 2 bin 375 çalışma yapılmış. Birime 205 şikayet ulaşmış, denetimler sonucunda 33 işyeri ile vatandaş, kişilerin huzurunu, beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde gürültü yaptıkları için yaklaşık 73 milyar 300 milyon lira para cezasına çarptırılmış.

Sonuç olarak; gürültü sağlık açısından giderek artan bir tehlike oluşturmaktadır ve çözümü de oldukça zor gibi görünmektedir.

Koku Alma ve Sanat

KOKU ALMA VE SANAT 

Sanat, bugün her yerde. Sınır tanımıyor. Çöp de sanat oluyor, para da, çevre kirliliği de, arkeoloji de, koku da. Sanat burnumuzun içinde… 

Koku almayı sanatta ilk kullanan özgünlüğü ile 20. yüzyıla damga vurmuş sanatçılardan Marcel Duchampdır. 1938’de Paris’te düzenlenen Uluslararası Sürrealizm Fuarı’nda yer alan bir enstalasyon, meşe yaprakları, çimen ve eğreltiotu kaplı bir zemin, nilüfer ve sazlıkla doldurulmuş bir gölet ve Brezilya’nın kokusunu yaymak üzere taze kavrulan kahve çekirdeklerini sunar.  Şair Benjamin Péret ise bir kahve kavurma makinesiyle sergi mekânında kahve kokusunun yayılmasını sağlar. Marcel Duchamp, sergiyi daha sürreal kılmak için kahve kokusunun bilinçli olarak ortama verildiğini söyler.

İkinci hareket 1965’te Fluxus kurucu üyesi Takako Saito’dan gelir. Saito sahneye koku şişelerinden oluşan bir satranç çıkartır. Fluxchess adını verdiği bu satrancı New York Soho’daki Flux mağazası için bir başka Flux kurucu üyesi Georges Maciunasa yapmıştır.(2) Baharat satrancı ve koku satrancı için örnek vermek gerekirse, şah şeytantersi diye de bilinen asafoetida adlı baharattan, vezir cayenne biberinden,  fil ise kimyondan yapılmıştır. 

1978’de Belçikalı sanatçı Guy Bleus “Smell Manifesto The Thrill of Working with Odours” (Kokularla çalışmanın heyecanı, koku manifestosu) adlı manifestoyu yayımlar. Bu manifesto ile ilk sergisi de gelir. Sergide kokulu resimler, objeler, aromatik instalasyonlar ve koku performansları vardır.

İki yıl sonra Saint Picasso adlı sanatçı seyircilere Fransa’nın parfümleriyle ünlü kasabası Grasse’da ürettiği parfümleri sıkar ve yanarak koku çıkaran bir zamk ile duvara adını yazar. 1994’te Clara Ursitti adlı sanatçı İskoçya Çağdaş Sanatlar Merkezinde kurguladığı küçük özel odada hareket sensörleri ve koku vericilerle bir performans düzenler. Adını da Kokulu Self-Portre koyar. (3) 

2009 yılında Gugenheim önemli bir koku-müzik etkinliğine sahne olur. Nico Muhly’un bestelediği Scent Opera (Koku Operası) çalınırken, ünlü Fransız parfümcü Christophe Laudamel, 148 koltuğa yerleştirdiği aygıtlarla dinleyenlere değişik kokular püskürtür. Kokular üç değişik grupta sınıflandırılmıştır. Doğal olanlar, sanayii tipi olanlar ve mutlak sıfır grubunda olanlar.(4) 

Brian Goeltzenleuchter ‘Sillage’ adlı eserinde vatandaşlardan çeşitli mahalle kokularını tanımlamalarını ister. Bu kokuları üretip sergi alanına püskürterek izleyicilerin duygularını değerlendirir. Bu sergi 2014’te Los Angeles Çağdaş Sanat Enstitüsü’nde ve 2016’da Baltimore’daki Walters Sanat Müzesi’nde düzenlenmiştir. 

Çek sanatçı Frederico Diaz, Shangai’da 2012’de düzenlediği sergide,  tasarladığı eserle insanların altın bir gözyaşı karşısındaki 5 dakikalık beyin dalgalarının oranına göre bir koku karışımı yaratıp kendilerine hediye eder..

Peter de Cupere, Sissel Tolaas, Guy Bleus, Azzi Glasser, Brian Goeltzenleuchter, Christophe Laudamel, Annick Menardo, Gayil Nalls, Maki Ueda, Clara Ursitti, önemli ‘Olfactory Art’ sanatçılarındandır.  

GEÇİCİ, UÇUCU

Yıllarca boş bir alan olarak kalan koku ile yapılan sanat son yıllarda giderek artmıştır. Performans ve enstalasyonlarla yeni yaratımlara gidilmiştir. Koku geçici olduğundan daha çok performans ve enstalasyonlara yönelmiştir. Koku uçucu olduğu için koku ile yapılan sanat bu nedenle izleyicinden zaman ister, kokunun havaya yayılması sırasında orada olunmasını gerektirir.

Fransız sanatçı Michel Blazy 2000 yılında galerinin duvarlarını havuç ve patates püresi ile kaplar. Taze ve bayatlamış olanlar zaman içinde değişik kokular, renkler almakta, üzerlerinde oluşan küfler de duvarları renk ve koku olarak değiştirmektedir. Blazy’nin eseri gerçekte bir yemek tarifidir. Bunu gerçekleştirmek için herhangi bir girişimi olmaz, sadece tesadüfün, doğanın işini yapmasını bekler. Biraz Duchamp yaklaşımıdır bu. Blazy müze çalışanlarına püreleri nasıl yapacaklarını ve nerelere nasıl süreceklerini söylemiştir. http://www.artwiki.fr/wakka.php?wiki=MichelBlazy

Günümüzün en önemli 10 çağdaş sanatçısı arasında gösterilen, Fransız Sophie Calle,2003 yılında koku ustası Francis Kurkdjian’dan sergisi için dünyayı dolaşmış bir doların kokusunu oluşturmasını ister. Kağıt, yeşil mürekkep, ter ve yağ kokusunun karışımıdır bu… 

Julie Fortier; sanat dünyasına önce fotoğraf ve video ile adım atan, manzara ve performansı deneyen ve süratle yeme-içme sanatına ve ardından da koku sanatına ilgi duyan Belçkalı genç bir sanatçıdır. Olfactory art konusunda önemli işlere imza atmıştır. Aşağıdaki fotoğraf, (La chasse- Av) 2014 yılındaki sergisinden alınmıştır. Sanatçı ürettiği 80 bin değişik kokuyu ince kağıtlara sürüp bir sanat merkezinin duvarına asmıştır. https://www.juliecfortier.net

Eduardo Kac, ‘Osmobox’ ve ‘Feeling of smell’ sergilerini 2014 yılında gerçekleştirmiştir. Kac, Brezilyalı genç bir sanatçıdır. Daha çok internet üzerinde interaktif yaptığı sanatla ve bioart ile bilinir. 80’li yıllarda telekomünikasyon sanatının öncüsü olmuştur. Şimdilerde genetiği ile oynanmış organizmalarla “Transgenetik sanat” diye bir sanat alanına girmiştir. Çeşitli ülkelerde sergiler açan ve Yeşil Fluoresan Tavşan adlı eseri ile adından bahsettiren Kac, olfactory eser olarak osmoboxe dediği koku kutularını yaratmıştır. Dış görünüşleri aynı olan pencereler açıldığında farklı kokular yayılır. Bunlar parfüm değildir, gizli kokulardır. Her kutu farklı koku saldığından ziyaretçi her kutuyu açar. 

http://www.ekac.org/index.html

Ernesto Neto da Kac gibi uluslar arası çağdaş sanat alanında çok tanınan Brezilyalı bir sanatçıdır. Abstre minimalizmin ötesi olarak tanımlanabilen eserleri tüm sergi alanını dolduran yarı-vücut, yarı-mimari, biomorf ve büyük yumuşak heykellerden oluşur. Malzeme, koku, denge ve yer, ana temalarıdır. Seyircisi ile iletime geçmeyi seven eserler yaratan sanatçının heykelleri beyaz poliamidden yapılmış zamk gibi uzayıp şekil değiştirebilmektedir. Sanatçı bunların içini kokulu baharatlarla doldurur. Odorama denilen marjinal sanatsal yaklaşım ise daha çok sinema sanatına eşlik eder. Örneğin Angela Ricci Lucchi’nin yönettiği 1975 yapımı Alice Profumata di Rosa (Gül kokulu Alice) adlı filmde salona koku salınmıştır. 1981 yapımı Polyester adlı John Waler filminde ise içeri girerken seyirciye dağıtılan kartın üzerindeki rakam, filmin uygun yerinde kazındığında pizza, zamk, çiçek ve dışkı kokusu alınmaktadır. 

Aynı oyun TV için de yapılmıştır. Telerama dergisi kartları dağıtmış Televizyonda Nuls ( Hiçler) adlı 1988 yapımı filmi seyreden izleyiciler, Telerama dergisinin dağıttığı  kartı kokladıklarında dışkı kokusuna maruz kalmışlardır. Kanadalı Nguyen’in 2014 yapımı  “Koku” adlı Oscar adayı film ise bu konudaki sanat olmasa bile sanatı anlamamıza büyük katkı sağlayacak bir dokümanter. Koku ile ilgilenen herkesin izlemesi gereken bir film.

http://theempireofscents.com/#movie

Sinemadan tekrar plastik sanatlara dönelim. Sissel Tolaas Norveçli bir kimyager ve provokatör, güzel kokmanın üzerine giden sanatçıdır. Salona elindeki koku şişesiyle girer ve salondakilere “Dikkat edin bu kokuya tahammül etmek zordur” der. Elindeki flakonu açıp içindeki kokuyu salona yayınca izleyiciler çok rahatsız olurlar. Çünkü yayılan koku leş, sıcak kan, barut, ıslak toprak, ter ve çürüme kokularından oluşmuştur. Salondakilerdeki bu kusma derecesindeki rahatsızlığı görür görmez Sissel Tolaas ekşer: “Ben size demiştim rahatsız olacaksınız diye, bu Birinci Dünya Savaşı kokusu çok fena duygular uyandırır”. Alman askeri müzesi tarafından sipariş edilen bu eseri düşünüp ortaya çıkartmak bence en az kimya kadar sanatın da işi. Tolaas varoluşunu simgeleyen sis, yıldırım, yağmur gibi öğelerin üzerine de gidiyor. Burnunu bu meteorolojik etkenleri algılamak üzere kullandığını iddia eden sanatçı bir gün Newton’un kafasına düşen elma durumunda hissediyor kendisini. Bu uyanış bir tutkuya dönüşüyor. 7 senede 7 bin koku yaratıyor. Ardından burnundan haberi olmayan kitleleri uyarmak için çalışmaya başlıyor. Bunun da en güzel yolu sanattır tabii ki. 

Parfüm sanayii sadece güzel kokulara yönelmiş ve tamamen kazanç amaçlı, kendisi koltuğunun arkasına üzerinde No 5 Chanel yazılı bir çöp torbası ile insanlara güzel kokulardan önce kokuları tanımalarını öneriyor. ‘Kokuları iyi veya kötü diye ayırmayalım’ diyor. Kendisi parfüm kullanmıyor, kokulu mum yakmıyor, kendi kokusunu parmak izi gibi üzerinde bulundurmak istiyor. ‘Neden saklamalıyım’ diye de sorguluyor. 1996 yılında Oslo Çağdaş sanat müzesinde aynalı kabinlerdeki koku performansı ile le MoMA à New York, la Fondation Cartier à Paris, la Serpentine Gallery à Londres, Venedik Bienalinde de yükselen yıldız sanatçı oluyor. 2004 yılında uluslararası koku şirketi International Flavors and Fragrances (IFF) kendisinin emrine ortamdaki her kokuyu algılayabilen çok gelişmiş bir araç veriyor. Bu araç hayatını değiştiriyor. Reddettiği parfüm dünyasına mesajlar vermesini sağlayan sanatını ve araştırmalarını bu araçla gerçekleştiriyor. Görsel malzeme ile satüre olmuş dünyanın koku duygusunu uyararak başka bir boyuta geçmesini sağlamaya çalışıyor. Sanatçının bir görevi de insanların uyanışına, varoluşlarını farketmelerine katkıda bulunmak değil midir? Tolaas düşüncelerimizi değiştirmeye devam ediyor. Adidas’tan aldığı kullanılmış ayakkabıların (David Becham’ın ayakkabısı da dahil) içindeki bakterilerden peynir yapıyor. Önce insanlara tadım yaptırıyor, insanlar çok beğendiklerini söyleyince de nasıl yaptığını anlatıyor. İnsanlar bozuluyorlar. Onlara yanındakilerin kokularına tahammül etmeyii öğrenmeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyor.

https://www.lemonde.fr/m-styles/article/2012/11/23/sissel-tolaas-odeurs-detrouble_1794326_4497319.html

Sissel « the FEAR of Smell: the Smell of FEAR » adlı sergisi için 21 paranoyak ruh hastasından aldığı koku örneklerini küçük kapsüllere hapsedip galerinin duvarında sergilemiş bir sanatçı.

https://www.deutschland.de/fr/topic/vie-moderne/life-style-arts-culinaires/lart-de-lodorat

Koku her ne kadar estetik algılama alanından uzun süre çok uzaklarda kalmış ve sanatın yetim çocuğu olsa da sanat için çok önemli, çünkü doğrudan duygulara hitap ediyor. Hep Freudiyen söylentiler ve hayvani duygularla doğrudan ilişkilendirilerek geri planda tutulmuş olsa da yıllar içinde sanat dünyasında hak ettiği yeri bulacağına inancımız tam. Tolaas bu konuda tam gaz ileriyor. Paris havasındaki değişik bölgelerden topladığı kokuları masere edip sergi salonunda bir bar masası üzerinde 21 şişe olarak sergilemiş, adına da ‘SİRAP mon amour’ demiştir. Paris’i tersten yazmış olması dikkatlerden kaçmamıştır.

Bunun üzerine Tolaas’ın Aralık 2014 de İkinci İstanbul tasarım bienalinde yaptığı sergi/manifestoya gelelim. Bu büyük koku tasarımcısı Nasalo Sözlük adını verdiği manifestosunda kötü kokunun olmadığını ancak bu algının düşüncelerimizde oluştuğunu iddia ediyor. Kokuların insanlar tarafından çoğu kez tanınamadığını ve tarif edilemediğini düşünürsek belki bir sözlük işe yarar diye düşünüyoruz. Sözlükte CHIISH : çin dükkanı CLII : doğa DTO : parfüm karışımı ENGEA : sport FIICH : kuş GIISH : para HISIS : at HAQLA : idrar HIIN : büyü anlamına geliyor. Şehirleri, koku duyumu ile yan yana getirerek çalışmak heyecan verici bir harita ortaya koyuyor. 

Sanatta koku konusunda söz kelimeler ve dilden açılınca doğrudan felsefeye doğru bir geçiş olması da beklenir. Chantal Jacquet bu konuda yaptığı çalışmalar sonucu kelimelerle kokular arasındaki ilişkileri kurmuş. Örneğin pü (pürülan, pütrifikasyon) kötü koku anlamına gelir. Putaine (Püten okunur) fahişe demektir yani kötü kokan anlamı çıkar. Buna benzer örnekler ve alt konular Jacquet’nin kitabında bulunabilir. (5) 

Bir diğer genç çağdaş sanatçı “ready-made” koku-heykel çalışmaları ile tanınan Boris Raux’dur. Sanatçı, kötü koku yayan beyaz bir tuvali asarak ziyaretcileri sergi salonundan kaçırmıştır.  Bir sergisinde duvarlara et suyu küpleri yapıştırmış, bir diğerinde  240 kilo kokulu sabundan heykel-merdiven yapmıştır.. Daha sonra marketten aldığı şampuan ve deodoranlardan yola çıkarak renk, şekil ve koku ilişkini irdelemiştir. http://borisraux.com/index.php?/critiques/lart-olfactif-contemporain-le-livre/ Koku ve sanat konusunu inceleyen bu bölüm önümüzdeki yıllarda çok daha genişlemeye adaydır. Sanat ve koku alanında yapılan çalışmalar sınır tanımadan genişlemektedir. İnsana heyecan veren bu genişleme sonucunda önümüzdeki yıllarda koku alanındaki sanatçı ve sanat eserlerin süratle artacağından emin olmamak için hiç bir neden yok. (1) 

Kaynakça 

(1) Salon to Biennial – Exhibitions that Made Art History”, Volume 1: 1863-1959 Hardcover – July 2, 2008 by Bruce Altshuler

(2) Ashraf Osman, Historical Overview of Olfactory Art in the 20th CenturyArchived 2018-01-06 at the Wayback Machine 2013

(3) Ursitti, Clara. “Self Portrait in Scent, sketch no. 1”. 

https://www.wikiwand.com/en/Olfactory_art.

(4) Lubow, Arthur. (2009). The Scent Of Music. New York Mag. 2017-04-06.

(5) Chantal Jacquot; Philosophie de l’odorat 2010 Puf ISBN 2130579140

Neşeli boz, hüzünlü gök …

Neşeli boz, hüzünlü gök …

Mehmet ÖMÜR

Aşağıda 2000 li yılların başında Tempo dergisi için yazdığım bir yazı… 20 yıl olmuş.. Dünya çok değişmiş. Acaba Gökçeada da değişti mi ? Rüyaların öldüğü ada adlı kitap geçen yıl İletişim yayınlarından çıkmış. Konca Altan, yıllarca dostluk edip ömrünün seyrini dinlediği Madam Maria’nın ağzından, hüzünlü bir tarih ve acı tatlı insan hikayeleri anlatıyor. Okunmalı diye düşündüm..

Neşeli bozdağ artık İstanbul düğünleri yapılıyor, filmler çekiliyor. Cabernet sauvignon şarapları üretiliyor. Sanatçılar yerleşiyor ve karadan yarım saatte ulaştığınız bozcaada neşeli ve ‘in’ oluyor. 

Oysa hüzünlü “Gök”te  “out”luk devam ediyor. İki saat vapur yolculuğuyla ulaştığınız adaya inerken, bazı yolcuların”Yine şu lanet olası yere geldik” diye yakınmalarına kulak misafiri oluyorsunuz. Hoş bu sözler adada yaşayan genç bir kızın medeniyet dediği Çanakkale veya İstanbul’dan dönüşündeki duygularını yansıtıyor olabilir ama adaya iner inmez de bir ıssızlık ve terk edilmişlik hissi çevremizi sarıyor doğrusu. Bozcaada’nın sevimli pansiyonu Rengigül’de yer bulamazken Gökçeada’nın yeni butik otellerinde sadece bir veya iki oda dolu.

Issız köy

Hüzünlü adanın hüzünlü köyü Bademli yarı yarıya terk edilmiş. Güzel bir sonbahar gününde, öğle saatlerinde 1 saat boyunca köy içinde bir Allahın kuluyla karşılaşmıyorsunuz. Biz Bademli köyünde acıbademi düşünürken terk edilmiş bir evin kapısının önünde çıkmış bir incir ağacı, bu ocağa da incir ağacının dikildiğini simgeliyor. Kapı numarası hala yerinde 99 ve dimdik ayakta duruyor. Yanında hem terk edilmiş hem de yarısı yıkılmış evin kapısı yan yatmış ve kapı nosu 69. Aklımız karışıyor, acaba bu evde neler yaşandı. “Yasak aşklar ve güncel konu aldatmalar bu evde, sadakat karşı komşuda mıydı?” diye aklımızdan geçiriyoruz.

Oradan ayrılıp Kale köy’e inerken yol kenarında kuru otları yakan 80’lik bir ihtiyar ve yemyeşil ceviz ağaçları arasında çakı gibi bir jandarma eri ile karşılaşıyoruz. Ada, çok askeri ve çok hüzünlü. Akşam Yakamoz Restoran’da güneş batışının ardından, tek tük, izinli askerlerin ziyaretlerine gelmiş aileleriyle yemek yiyip rakı içmelerine tanıdık oluyoruz.

Bozcaada Assos ve Ezine tarafına bakarken, Gökçeada Kabatepe ve Saroza bakıyor. Türkiye’nin balık çeşidi açısından en zengin denizinin balıklarını yiyoruz. Dev lüferler, mercan, karagöz ve sardalyeler masaları süslüyor. Adanın evlerde yapılmış şaraplarını içiyoruz. Adanın üzümlerinin kalitesi şira ve sirke yapma seviyesinde, bu nedenle pazarda adanın üzümlerini bulamıyorsunuz. Sebze ve meyvelerini de. Her şey Çanakkale’den geliyor. Çanakkale’ye nereden geliyorsa tabii ki! bir tanesi 750 gramlık domatesin öyküsü ise ayrı. Geçen yıla kadar adaya özgü bu pembe domatesler artık ekilmiyor çünkü geçen yıl bir kişi salçalık biber üretmiş ve çok tutmuş. Bu sene herkes salçalık biberin peşinde. Artık ada domatesi yok salçalık biber var. Önümüzdeki yıl ne moda ise o olur.

Adada Zaman durmuş gibi, hareket yok. Sadece uçan kuşların hareketleri dikkati çekiyor.  Karada kara kara kargalar, denizde beyaz martılar. Bozcaada bağları ile bilinir. Gökçeada da bağ var ama sınırlı, buna rağmen Tepe köyün ev şarapları ünlü. Barba Yorgo’nun veya Madam’ın ürettigi ev şaraplarını oracıkta tüketmelisiniz, bu şaraplar eklemeyen üretilip tüketilen “Le beaujolais” tarzı şaraplar.

Bomba  atılmış gibi

Adanın başka bir köşesinde hayrat bir evin duvarına yaslanmış eski, paslanmış bir karyolanın artık ölüme yatmış halini görüyoruz. Ayaklı boş uçlarındaki kalp motifleri içimizi burkuyor. Adada her şeyi hüzünlü. Nötron bombası atılmış gibi duran Türkiye’nin en kalabalık köyünde maalesef artık 3000 kişi yaşamıyor. Çay ocağında iki kişi kahve içiyor, 15 yaşlarında bir çocuk da onlara hizmet ediyor

Üç veya dört yıl önce bu köyde tecavüze uğrayıp sonra konusu sumenaltı edilmiş rum kızının hikayesi aklımıza geliyor. Yine hüzünleniyoruz. Hüzünlü adada azda olsa içimizi ısıtan şeyler de oluyor. Köyün kahvesinde “Ben bu işin dersini veririm” diyen 66 denilen kağıt oyunu oynaya yaşlılar ve her el alışta patlatılan kahkahalar!

Adanın elektriğinin 17’ye kadar kesileceğini öğreniyoruz. Trafa çalışması var. Buzdolabındaki etlerin bozulacağınadan yakınıyor Hristo. Türkiye’nin en batısı olarak bilinen bu adanın biz de en batısına gidiyoruz. Uğurlu köyü çok fakir, bizim market ve pansiyondan aldıklarımız 3.250.000 TL ( bugünün parasıyla 2-3 dolar karşılığı) tutuyor. Bunlarla iki kişi karın doyuruyoruz. Başka da çaremiz yok doğrusu, lahmacuncu kapanmış. Ekmek, peynir, domates, biber ve gazozlar bu fiyata dahil. Bu ucuzluğu marketteki bütün malların Türkiye’nin en ucuz ürünlerinden seçilmiş olmasına bağlıyoruz. Hepsi “no name” ürünler ve çeşit çok sınırlı, konserve bile bulamıyoruz. Uğurlu köyü bize uğursuz geliyor. Oradan ayrıldıktan sonra arabanın jantını düşürdüğümüzü fark ediyorz. Adayla ilgili bir broşür, kitapçık veya harita için girdiğimiz en büyük kırtasiyeci de bunların hiçbirinin olmadığını öğreniyoruz! Hüzün-hüzün-hüzün!

Tuz gölü denilen bölgede yani  diğer adıyla Kefaloz açıklarında balıkçı tekneleri görüyoruz. Her nedense yakaladıkları acaba kefal balığı mıdır? diye düşünüyoruz. Adanın hüzün veren başka yerleri de var. Örneğin Zeytinli ve Tepeköy köyleri. Nüfus bu köylerde kışın 50-80 arasında değişiyor. Yazın ise beş yüze kadar çıkıyor.  Bu köyler oturanlarının tamamının rum kökenli türk vatandaşların olduğu köyler. Türkiye’de bunun başka örneği var mı bilmiyoruz?

Yeni Avrupa Birliği uyum yasası içinde de korunmaya alınmaları gereken bu iki köyün bizce de dil, din ve güzel taş evleri mutlaka korunmalı. Cumhuriyetin ilk yıllarında ki o güzel mozağin tohumları belki yeniden ekilebilir, aynı zenginlikler yeniden kazanılabilir. Tabii devlet isterse! Ama burnun da hüzünlü bir hayal olduğunu biliyoruz.

İnişli çıkışlı

Gökçeada dağlık ve tepelik bir ada, oysa Bozcaada daha düz. Adanın bu inişli çıkışlı yapısı nedeniyle Homeros buraya Pepaloesa demiş. Yani dalgalı ada, biz ise “Hüzünlü ada” adını yakıştırıyoruz. Burada deniz bile durgun ve hüzünlü. Belki de patlamaya hazır!

Köylerde evlerinde dış boyamalarında, tentelerde mavi-beyaz renkler yayılmaya başlamış. Kırmızı-yeşil-sarı renkler Türkiye’nin doğusunda yayılırken mavi beyaz da batısında yayılmaya başlıyor. Bir anlamı olmalı diye düşünüyoruz!

Akdeniz’e1 kısrak başı gibi uzanan bu toprak artık gökkuşağı gibi rengarenk olacak mı? 

Adaya gelirken yol kenarında cinslerini bilmediğim beş değişik çeşit kavunu bostanında üretip satan Çamköy’lü Fazıl’ın kilosu 250.000 TL’ye sattığı kavunlarıyla “Allaha şükür” iki çocuğunu okutabildiğini öğrenip seviniyoruz.

Taze Keçi sütü

Adanın yerli halkının Yunanlarla karışması sonucu ortaya çıkan kuşakların en sonuncularından Atanaş kasapla tanışmamız çok hoş bir anı olarak kalıyor akıllarımızda. Eşeğinin üstünde otelimizin önünden geçerken “Neden selam vermiyorsun?” diye takılan otel görevlisine verdiği cevap çok hoşumuza gidiyor. Seksen iki yaşındaki ihtiyar delikanlı “Günde on defa geçiyorum, on defa selam mı verilir?” diyor ve bizi güldürüyor.  Diyarbakır’da kırk iki ay askerlik yapmış Zeytinli’nin rum köylüsü Atanaş.  “Üç sene önce şeker hastası olduğum ortaya çıktı, doktorun verdiği ilaçları aldım şekerim yükseldi” diye anlatıyor. Geçen yıl Atinadan gelen oğlunun düğününü, köyün şirin butik oteli Zeydali de yapmış. Köyün küçücük meydanında sabahın altısına kadar üç yüz elli kişi oynayıp eğlenmişler. Unutulmaz bir düğün olmuş. Oysa kışın sadece 80 kişi yaşıyor köyde ve bu köy adanın en kalabalık köyü. Bağkur’dan aldığı aylık ve bahçesinde yetiştirdi sebzelerle güç geçindiğini, yine de çok mutlu olduğunu ifade ediyor. Keçilerinden sağladığı sütünden sabah bize ikram etmeyi de unutmuyor bu sevimli insan.

Madam’ın meydandaki kahvesine gidiyoruz ve meşhur kahvesinin tadına bakarak hüzünle ayrılıyoruz hüzünlü adadan!

Eski Festivalin Yeni Tanıtımı

Eski Festivalin Yeni Tanıtımı

Mehmet Ömür

“İnsanlar kutup ayılarının ağlamalarına, gergedanların inlemelerine, kırlangıçların hıçkırmalarına, yardım isteyen arılara, kızıl ağaçların gökyüzüne yalvarışlarına duyarsız kalırlarsa,  hayvan ve bitkilerin kitlesel yok oluşlarına tanık olmaları kaçınılmaz olacakıtr.

Bernard Pivot- Fransız gazeteci, yazar

La Gacilly fotoğraf festivali halkla ilişkilerini yürüten Diana Jacquet “Fotoğraf Dergisi” için festivalle ilgili tanıtıcı bir yazı yazmamı istediğinde bunu memnuniyetle yapabileceğimi söyledim. Bu festivale yıllardır duyar ve doğayla ilgisini bilirdim. Her yıl gittiğim Arles fotoğraf festivaline bir de alternatif arayışı içinde olduğumdan bu fikir çok hoşuma gitti.

La Gacilly Fotoğraf Festivali, kurulduğu 2004 yılından beri dünyanın çevre sorunları üzerine tematik sergiler yapmaktadır. Her yıl 1 haziran-30 Eylül arasında çevre konulu hepsi doğa içinde 30 kadar açık hava sergisi düzenlemekte ve 4 bin kişilik küçük bir fransız köyüne 300 binden fazla izleyiciyi çekmeyi başarmaktadır. Bu yıl 1000 den fazla dev boyutta fotoğrafları görme fırsatı var. La Gacilly fotoğraf festivali coronavirüsün hayatımızın tam da içine girdiği şu dönemde doğanın dengelerini düşünmek için bize bir fırsat tanıyor. Bu yıl sergilerin hemen hemen yarısı Güney Amerika ile ilgili konulara ve Güney Amerikalı fotoğrafçılara ayrılmış.

Festivali kaygılarımız üzerine oturmuş durumda. Bizi dünya ile ilgili tartışmaya çağırıyor. Bize değişik hisler, sorular, duygular sunmaya çalışıyor. Temel düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmemize yardımcı oluyor.

Bu festival kendi amacını şöyle tanımlıyor; “Amacımız basit, misyonumuz insanları fotoğraf aracılığıyla heyecan verici bir gelecek etrafında birleştirmek.

Tek hücreliler zaman içinde çeşitli yaratıkları ortaya çıkarttılar. Hayat enerjisi ve yaratıcılık aldı başını gitti. diğer taraftan canlıların çöküşü, iklim değişikliği coronavirüs ve toplumsal krizler dünyaya şekil vermeye başladı. Dünya ile aramızdaki ilişkiler yeniden düşünülmeli ve harekete geçirilmelidir. Çünkü buna mecburuz. Bir bütünün parçası olarak buna mecburuz. Dünya çeşitli yaşam biçimlerinin birbirine bağlı ve bağımlı yaşadığı hassas bir konaklama birimi. Festival bu noktaya odaklanmış durumda. 

La Gacilly fotoğraf festivali Fransada 17 inci yaşını dolduran ve  Arles fotoğraf festivali kadar bilinirliği olan bir festivaldir. Sadece fotoğrafçılarla değil bu sanatın tanıtımı veya gerçekleştirilmesi için çalışan herkesle işbirliği yapar: yazarlar, galeriler ve ajanslar, laboratuvarlar, festivaller ve kurumlar, yayıncılar ve medya, meraklıları ve koleksiyoncular topluluğu ile birlikte çalışmalarını sürdürür.

Fotoğraf günümüzde çeşitli tehlikelere maruz bir durumdadır. Hepimiz bunun bilincinde olarak doğru politikaları seçmek zorundayız. La Gacilly festivali bunun bilincinde olarak çevre ve kültür  misyonu ile yoluna devam etmektedir.

Fotoğrafın başka bir yararına daha tanık olmak isteyen fotoğraf severleri Brötanya’nın bu sevimli bölgesine, bu özel festivale davet etmek istiyorum. Açık havadaki 30 kadar serginin girişlerinin tümü ücretsiz. Corona’dan sonra bu festivali gezmek ve doğa üzerine düşünmek çok iyi gelecektir diye düşünüyorum. 1 Haziran- 30 Eylül 2020 La Gacilly Fransa

Sergisi olan fotoğrafçıları şöyle bir tanıyalım isterseniz.

Festival afişini Michel Bouvet yapmış. Fotoğrafçılar;

Carolina Arantes

Cassio Vasconcellos

Sebastio salgado

Thomas Munita

Marcos Lopez

Emmanuel Honorato Vázquez

Luisa Dörr

Pablo Corral Vega

Tüm fotoğrafseverlere sesleniyor; Gençliğin Festivali “Circulation(s)”

Tüm fotoğrafseverlere sesleniyor; Gençliğin Festivali “Circulation(s)”

Mehmet Ömür

Circulations festivali girişi

Koronavirüs günlerinde WhatsApp’tan ve tüm diğer iletişim kanallarından hayatımızda hiç olmadığı kadar çok sayıda bağlantı alıyoruz. Bu bağlantılar bizi sanal ortamda dünyada bedave  kitap okumaya, sergi gezmeye ve opera izlemeye davet ediyor. 

Ben bugün sizi fotoğraf dünyasında kendini ispatlamış “Circulations” yani “Dolaşım adlı festivali gezmeye götüreceğim. Açıldığının ertesi gün sokağa çıkma nedeniyle kapanan bu talihsiz sergiyi zaten başka türlü gezebilmek mümkün değil.

Bu festival Avrupalı gençlerin festivali. Gençlerin ne kadar kararlı olduğunu anlamış bir festival. Gençler kendilerine yapılan eleştirilerin aksine sorumlu ve biz erişkin ve yaşlıların çelişkilerin omuzlarında taşıyorlar.

Festival her zaman görüş farklılıklarını ve çatışmaları bünyesinin merkezinde tutuyor ve seyircilerine Avrupa fotoğrafındaki çağdaş yaklaşımları sunuyor.

Bu yıl festivale 45 yeni sanatçı seçildi. 16 ülkeden gelen bu Fotoğrafçıların 300 fotoğrafı/eseri sergileniyor.

Avrupa’da Brexit ve ulusalcı hareketlerin yükseldiği şu dönemde “Circulations” festivali bu fotoğrafçıların birbirlerine sarılmalarına ve katkıda bulunmalarına yardımcı oluyor. En azından sanat projeleri aracılığı ile Avrupalılıklarını yaşamaya devam ediyorlar.

Bir çok fotoğraf şirketinin sponsor olduğu bu  festivalin temellerini bundan on yıl önce bir grup kadının  kurduğu “Fetart “adlı  dernek attı.

Bu kadınlar amaç olarak Avrupa’da yaşayan genç fotoğrafçıların önünlerini açmayı kendine düstur edinmişlerdi vehalen de aynı yolda ilerliyorlar.

Festival alanı olarak kendilerine “#104” adı verilen binayı buluyorlar. Bu bina 150 yıllık bir bina cenaze işleri merkezi olarak kullanılmış ama son zamanlarda belediye buradan çıkıyor ve kültür sana sanat işlerine devrediyor. Republique meydanı kadar büyük yani neredeyse 2000 metre² alana yayılan bu mekanda bugüne kadar 300.000 ziyaretçinin gezdiği “Circulations” sergileri yapılmış. Festival bu yıl 14 Mart‘ta açılışını yaptı . 15 Mayıs’a kadar devam etmesi planlanmıştı ama 15 Mart‘ta Paris’te sokağa çıkma yasa ilan edildi ve sergi açılışının ertesi gün kapatıldı. Ben bu önemli festivali gezebilen şanlı kişiler arasındaydım. Hala hasta olmadığıma göre o gece festivale  Covid-19 muhtemelen uğramamıştı.

5 bölümde en sevdiğim 10-15 kadar eseri, bazı projeleri, fotoğrafları gösterecek ve hikayelerini anlatmaya çalışacağım.

Bu yıl festivali tek bir küratör Audrey Hoareau’ya emanet etmişler. Festivalde 42 proje var. Ayrıca çeşitli workshoplar, konferanslar ve sürprizler var diyemiyorum ancak vardı diyebilirim çünkü maalesef gerçekleşemeyecekler. Sergi beş bölümde demiştik eserlerin tutarlılık içinde olmaları ve birbirleriyle daha iyi etkileşime girmeleri için bu beş grup belirlenmiş ve metinlerle de izleyicinin daha rahat takip edebilme sağlanmış.

Konular daha çok sosyal adaletsizlik, gelecekle ilgili sorun ve kaygılarla ilişki.

Bu kaygılar bugün daha da şiddetlenmiş durumda. Karmaşık kimlik sorunları da festivale dahil. Kullanılan malzemenin yani kısaca fotoğrafın doğasına dair deneysel çalışmalara da burada yer verilmiş. Doğrusu ben bunu takdirle karşıladım. Fotoğrafı bugünkü statik durumdan kurtarabilecek güzel ve önemli bir insiyatif.

Festivale 1955 yılında kurulan Person Projects Galerisi misafir galeri olarak katılıyor.

1995 yılında Helsinki’de kurulan “Person Projects” galerisi (eski adıyla Taik Persons) 2005 yılında Berlin’e taşındı. Galeri, seçilmiş ve gelişmekte olan bir grup sanatçıyı temsil ediyor. Bu galeri  fotoğrafın çeşitli uygulamalarına, kavramsal sanata özel ilgi gösteriyor. Helsinki Okulunu oluşturan seçilmiş sanatçıların galerisi olarak kabul ediliyor. Galeri, uluslararası sanat fuarlarına katılıyor ve sanatçılarını dünyanın çeşitli müzelerde sergiyor. Galeri ayrıca çeşitli sanat kitabları yayınlıyor.

Person Projects fotoğraf okulu

Festival her yıl bir misafir fotoğraf okulu ağırlıyor. 

Bu yıl Prag’daki FAMU okulu fotoğraf departmanında  2 sanatçı ile geldi. FAMU, 1975 de kurulmuş ve dünyanın en eski beşinci fotoğraf okuludur. Eğitiminin temelinde klasik fotoğraf teknikleri ile dijital ve multimedya teknikleri bir araya getirmesi yatar. Bu okul öğrencilerine sadece fotoğrafçılık teknikleri değil  aynı zamanda yeni dünya ile ilgili eleştirel düşünmeyi ve felsefi yaklaşımları da öğretmektedir.

GÖRÜLMEYENLER

Bu bölümde bireysel seferberlikten kollektif aktivizme, vatandaş eyleminden politik konuşmaya kadar birçok proje, çağdaş fotoğrafçılığın değerlerine tanıklık ediyor.

Bazı sanatçılar için bu işlev öncelikli oluyor. Fotoğrafı bir amaç uğruna kullanıyorlar . Bu sayede  fotoğraf bilinmeyeni ortaya çıkartan, eşitsizlikleri vurgulayan, ayrımcılıkları vurgulayan için bir ses haline dönüşüyor. Burada fotoğraflar gazetecilik alanına girmeden, gerçeği gösteren ve yorumlayan bir araç haline geliyor.

Sonuçta, tek başına bir görüntü fazla bir şey söylemez ancak hikayesi ve diğer fotoğraflarla bir arada projenin gücünü ve etkisini on kat arttırır. Bu bölümde temel olan, günümüzün bazı sorunlarına girmek ve onları görünür kılmaktır. Buraya iki sanatçı taşıdık. İspanyol Joan Alvado’nun “The last man on earth” adlı projesi ve Fransız Maxime Franch’ın “Les invisibles” adlı serisi ilgimizi çekti. Birincisinde km karede 7 kişi ile Avrupanın en az insanının yaşadığı bölge anlatılıyor. İkincisinde ise Fransadaki 143000 evsizin yok oluş hikayesine ışık tutuluyor.  

Juan Alvado               Maxime Franch

Juan Alvado


Juan Alvado

Maxime Franch

YARININ DÜNYASI

Fotoğrafçılık tüm zamanları  kaydeder, ancak biz ona daha çok geçmişi ve nostaljiyi uygun görürüz. Oysa bu bölümde proje veren sanatçılar için gelecek şüphesiz daha çok heyecan vericidir. Geleceğe yaptıkları yolculuklarından biraz sağduyulu ama biraz da rahatsız edici fotoğraflarla geri dönüyorlar. Dünyanın durumu ve hepimizin sorumlu olduğu sorunlar göz önüne alındığında, endişelenmemek olası değildir.. Sanat her zaman insanların çılgınlıklarının karşısında  en etkili önlemlerden biri olmuştur. Hele Coronavirüsün kol gezdiği şu günlerde bu durum çok daha anlam kazanıyor.

İster durum tesbiti olsun ister kurgu olsun, eğer sanatçılar kendilerini bu konuları aydınlatmaya adıyorlarsa, her şeyden önce bu  bizi vicdanlarımızla başbaşa bırakmak  ve gelecekte çocuklarımıza ne bırakacağız? sorunu sordurtmak içindir.

Rusyadan Eugene Martikainen’in “Doesn’t Look Like Anything to Me” serisiyle ve Finlandiyadan Maija Tammi White Rabbit Fever” adlı çalışmasıyla dikkatimizi çekti. Birincisi bilim dünyasından gelen görüntülerin dijitalleşmesi ve program distrosiyonlarıyla insan algılamasının dışına çıkmaya başladığını vurguluyor. Diğeri ise başlangıcı olan herşeyin bir sonu da olduğunu anlatmaya çalışıyor.  

Eugene Martikainen

Eugene Martikainen

    Maija Tammi

Eugene Martikainen

Maija Tammi
Maija Tammi

AŞIRILIK

Biliyoruz, dünyanın görüntüye doyduğu bir dönemi yaşıyoruz. Yine de, mantıksız bir şekilde, dünyayı gereksiz fotoğraflarla doldurmaya  internetin karanlığında kaybolan görseller biriktirmeye devam ediyoruz.

Sistemimizin dönüşüme uğruyor.  Bu sistem içinde görüntü konusunu irdelememek mümkün değil. Burada üzerinde durulması gereken 2 nokta internet ve sosyal ağlar. Programlar ve veri tabanlarında boğulan bilgisayarlar artık bizi bizden iyi tanıyor.  Arzularımızı, zevklerimizi ve kararlarımızı kontrol etme hakkına elimizden almış durumda.

Yayınlanan tüm görüntüler erişilebilir ve aranabilir durumda ve fotoğrafçılık bundan rahatsız oluyor. Fotoğrafların artık tek sahibi yok ve görüntüler herkesin malı oluyor. Kişisel arşivlerimiz evrensel hale geldi ve umuma açıldı diye kabul ediliyor . Hayatımızın anlık görüntüleri ne kadar da  birbirine benzemeye başlıyor. Getty images gibi görsel bankalarda bulamayacağınız görsel malzeme bize sanki yok gibi geliyor . Tarihin en iyi saklanan sırları ve fotoğrafları bile artık yaygın bir şekilde yayınlanıyor. İtalyan Chiara Caterina “The After image” serisiyle 10 yıldır topladığı slideları  ve internetten topladığı görüntülerin birbirleriyle olan çapraşık ilişkisini ortaya koymuş. Bu iki görsel kitlesinin diyaloğu insanla makine arasındaki diyalogu çağrıştırıyor. Hollanda’dan Arjan Nooy &Anne Geene ise insanın beynini yitirebileceği güzellikte bir seri ve 400 sayfalık bir kitapla gelmişler. Kitabı hiç tereddüt etmeden alıp fotoğrafa dair düşüncelere daldım. İnsanı fotoğraf felsefesine zorlayan bu çalışmada U adlı fotoğrafçı hiç bir fotoğrafçının beceremediği kadar çok çeşitli konularda fotoğraf çekiyor ve çok değişik tarzlarda fotoğrafları bir araya getiriyor. Bu karakter Flaubert’in Buvard et Pecuchet adlı romanındaki karakterlere benzer. Türkçeye “Bilir bilmez” adıyla çevrilen ve Can yayınlarından çıkmıştır. Romanda yüzeysel bilgilerle kendilerini  herşeyi bilen insanlar gibi gösteren, hiçbir şeye derinlemesine ilgi duymadıkları halde daldan dala atlayan ve bu yüzden sık sık rezil olan iki küçük bujuvanın komik hikâyesinin anlatıldığı bir romandır. Sanatçılar sanki bazı insanların da bu tarz fotoğraf çekmeye düşkün olduklarının farkına varmışlar gibi anlaşılıyor.

Chiara    Caterina
Chiara    Caterina

                             Chiara    Caterina

Arjan Nooy &Anne Geene
Arjan Nooy &Anne Geene

                               Arjan Nooy &Anne Geene

KENDİNİ ARAMA

Fotoğrafçı çoğu bize dış dünyayı gösterir ama fotoğraf makinesinin  fotoğrafçıya dönüp fotoğrafçının kendisini gösterebilme özelliği de vardır. Fotoğrafçı bugün derinlemesine araştırmalar yaparak, kendi köklerini, geçmişini, kültürünün sorguluyor. Aile içindeki bir gizem, çoğu zaman bu projelerin başlangıç noktasını oluşturur. Çocukluk ve gençlikle bağlantılı bazı hatıralar da  buradaki gibi bazı fotoğraf serilerini ortaya çıkartmaktadır. Bu proje ve serileri ben merkezci çalışmalar olarak görmemeliyiz. Bunlar sanatçının hem kendisini hem de çevresini daha iyi anlayabilme yolunda attığı adımlarıdır.

Gerçek bir tutkuyla, sanatçı kişisel tarihinin bir bölümünü fotoğraflarla ortaya çıkartıyor. Duyarlı ve deneyimli sanatçı, fotoğrafçılığı içgörüleri için kullanıyor ve bunları bize sunuyor. Fransa’dan Nathalie Déposé “La Frontière” adı serisiyle bize İspanyadan göçen dedesinin Fransa’da bulduğu anneannesiyle olan hayat hikayesini anlatıyor. Aile fertlerinin fotoğraflarını toplayan sanatçı bulduğu fotoğraflardan herkesin farklı hikayeler çıkardığını vurgulayan başka bir öykü anlatmış. Tayland kökenli İtalyan fotoğrafçı Alba Zari ise hiç tanımadığı babasını kendi fotoğrafları üzerinden bulmanın yollarını aramış. The “Y” adlı çalışma insanı gerçekten duygulandırıyor. Hiç tanımadığı babasının izini sürerken onun esas babası olmadığını esas babasının Los Angeles’te evsiz barksız bir kişi olduğunu tesbit ediyor. Bunun üzerine kendi fizyonomisi üzerinden babasının üç boyutlu avatarını oluşturuyor. İlginç hem de çok ilginç.  

Nathalie Déposé                
Nathalie Déposé                

Nathalie Déposé                

  Alba Zari

  Alba Zari

FOTOĞRAF ARAŞTIRMALARI

Artık fotoğraflar eskisi kadar duvara asılmıyor. Bu nedenle bazı fotoğrafçılar gözlerimizi karşıya sabitlemek yerine hareket ettirmeye çalışıyor.

Bu bölümde, fotoğrafçılığın ötesine geçmek isteyen fotoğrafçılara yer verdik.  Bu sanatçılar geleneksel biçimde çalışmak istemiyorlar.  Çalışmalarını başka boyuta taşımak, hiyerarşilerden, perspektif ve uzay kaygısından uzaklaştırmak isteyen fotoğrafçıların işleri bu bölümde görülebiliyor.

Yaratıcı sanatçılar, artık çalışmalarının formatını kendileri belirliyorlar ve bunu bize sunuyorlar. Biz kabul edelim veya etmeyelim bu işler sergide gözümüzün önündeler. Perspektif ve sergileme kaygılarının ön planda olduğu anlaşılıyor. Neredeyse mimari bir yaklaşım, objelerin birlikteliği, üstüste bindirme  ve dekupaj teknikleri uygulanmış. Sanki burada çok daha fazla sanatsal kaygılarla yoğrulmuş ve neredeyse bir enstalasyona yakın işler ortaya çıkartılmış.

Bu deneysel çalışmaların her biri, sanki fotoğrafın duyusal karakterini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Burada  fotoğrafın sanatsal yönü genişletiliyor ama sanatın fotoğrafik eserin yani fotoğrafın önüne çıkmasına izin verilmiyor.

Belçikalı Jeroen  de Wandel “Amygdala” adlı çalışmasında (Amygdala tıp dilinde ve latince bademcik anlamına gelir) duygusal ve travmatik hatıraların beyindeki tam yerini göstermeye çalışmaktadır. Bazı anılar hafızamıza kazınırken bazıları yavaş yavaş yok olur giderler. Çifte pozlamalarla hafızamızın katmanlarına gönderme yapmış. 

Finlandiyalı Niina Vatanen “Time Atlas” projesinde çeşitli kaynaklardan elde ettiği görsellerle ve sezgisel mantığını kullanarak çok ilginç ilişkileri yakalamış. Zaman algısı sorgulayan bir seri ortaya çıkartmış.

Jeroan de Wandel
Jeroan de Wandel

Jeroan de Wandel

Niina Vatanen
Niina Vatanen

Niina Vatanen

Ne yazık ki Corona virüsün aldığı binlerce canla birlikte bu festivalde hiç bir ziyaretçinin karşısına çıkamadan fotoğraf tarihine gömülüp gidecek. Karantinada kaldığımız bu günler bize evde macro fotoğraf veya obje fotoğrafçılığı ile ilgilenme, fotoğraf tarihini veya kütüphanemiz koyup yıllardır bakamadığımız fotoğraf kitaplarımızı inceleme fırsatı veriyor. Ama sonsuza kadar da sürmesini arzu etmeyiz. Biraz da dışarı çıkıp sokak fotoğrafçılığı veya manzara fotoğrafları çekmek ruhumuza iyi gelecektir. Umarım yaz mevsimine bu dileklerimi gerçekleştirebiliriz.     

Giacometti; Kaybolan eserlerin peşinde…

Giacometti; Kaybolan eserlerin peşinde… Mehmet Ömür  Fotoğraflar; Bülent Özgören ve Giacometti arşivi Bu iki Henri Cartier Bresson fotoğrafını HCB severler iyi tanırlar. Giacomettinin fotoğraflarıdır. Ünlü heykeltraş ve sanatçı Giacometti geçtiğimiz asrın en önemli sanatçıları arasında sayılır. Geçtiğimiz hafta Giacometti Vakfı-Enstitü adlı müzeye/atölyeye davet edildim. Bu çok da iyi oldu çünkü yıllardır Paris’e gidip gelmeme ve Giacometti ve sanatına çok hayranlık duymama rağmen burasının hiç bilmediğim bir yer olduğunu fark ettim. 5, Rue Victor Schoelcher, 75014 Paris adresindeki bu mekana müze demek doğru değil (zaten vakıf da muhtemelen bu yüzden enstitü demiş) çünkü çok küçük ve yaşamı boyu içinde çalıştığı atölyesi dışında 4 büyükçe odadan oluşuyor.  Giacometti’nin kendi atölye binası yıkıldığından atölye olduğu gibi bu binaya taşınmış. Aslında burası daha önce Paul Follot adlı bir dekorasyon sanatçısı tarafından atölye olarak kullanılmış. Vakıf tüm binayı alıyor ve burada dönem dönem Giacometti’nin eserleri sergileniyor.  Alberto Giacometti ve ” Küçük Adam” 1926-1927 Anonim fotoğraf Alberto Giacometti, 1901’de İsviçre’de Stampa şehrinin Borgonova adlı köyünde doğmuştur. Babası Giovanni Giacometti Alberto’nun kendisi gibi bir ressam olmasını istediği için onu sanatla ilgilenmeye  teşvik ediyor. Sanatçı önceleri ailenin ve  arkadaşlarının portrelerini çiziyor. 1922 de Paris’e gelmeden önce Cenevre’deki Güzel sanatlar akademisine gidiyor . Paris’te kübizm, afrika sanatı ve yunan heykellerini keşfediyor  ve “La Grande Chaumière Akademisi”nde çalışmaya başlıyor. Heykellerini başlangıçta alçıdan yapıyor ve daha sonra bronza döküyor. Académie de la Grande Chaumière, Paris’te özel bir sanat okuludur. Giacomettinin Paris’te yaşadığı dönemde Parisin sanat merkezi Montparnasse’dır. Akademiyi Giacometti gibi bir  İsviçreli olan Martha Stettler kurulmuştur. 1926’da Giacometti Montparnasse bölgesinde 46 rue Hyppolite-Maindron’da 23m2 lik küçük bir atölyeye taşınıyor. Ve ölene kadar bu atölyede çalıyor. Başarılı kariyeri ve eşi Annette Arm onu bu küçük ve konforsuz atölyesinden kopartamıyor.  Kendisinden 13 ay küçük kardeşi Diego’yla arası çok iyi olan  Alberto, kardeşini 1927’de yanına alıyor ve onu atölyesinin karşısındaki bir binaya yerleştiriyor. Diego’da sanatçı ve Giacomettinin bir çok işinde yardım ediyor. Dieogo aynı zamanda abisine modellik de yapıyor. 1929 da Kadın, ve Erkek ve Kadın adlı heykellerini  yaptıktan sonra Giacometti, Joan Miró ve Jean Arp aracılığıyla gerçeküstü akımı ile tanışıyor. 1929’da Tristan Tzara, René Crevel, Louis Aragon, André Breton, Salvador Dalí, André Masson ile tanışıyor. 1931’de resmen Paris sürrealist grubuna katılıyor. René Crevel, Tristan Tzara ve André Breton’un kitapları için gravürler ve çizimler yapıyor. Grubun dergilerinde yazılar da yazıyor. 1930 da La Boule adlı heykeliyle Giacometti ilk “sembolik nesnesini” yaratıyor. Aynı yıllarda Giacometti: “Yıllardır sadece aklıma düşen heykeller yaptım; Hiçbir şeyi değiştirmeden, ne anlama geldiklerini merak etmeden kendimi onları uzayda çoğaltmakla sınırladım. Hiçbir şey bana bir tablo şeklinde görünmedi” diyor ve sanat anlayışını belirliyor. 1934 de “Görünmez Nesne” yi yapıyor ve ardından André Breton’u büyüleyen bir dizi sürrealist heykel yapıyor. Sürrealist eserlerinin çoğu, sanatçının yaşamının son on yılında yaptığı bronz eserlerdir. Endişe, hayal gücü, belirsizlik, şiddet bu heykellerin en önemli özelliklerindendir. Giacometti sürekli heykellerini üretir ve yok eder. Bazen konularını tekrarlar, gerçekliği “görme” denemeleri yapar. Baş, büst, ayakta, hareketsiz veya hareketli figürler onun takıntılı konularındandır. Bıkıp yorulmadan, tüm yaşamı boyunca sürekli üretir. Hayatının sonuna kadar heykel ve resim çalışmalarına devam eder. Ünlü sürrealist yazar André Breton Giacometti’nin ve eserlerini çok beğenir ve bunlar hakkında sürekli güzel yorumlar yapar. Ancak Giacometti, Breton’un 1947’de Maeght galerisinde yaptığı  Sürrealizm sergisine katılma önerisini kabul etmez. 1946/1947 yıllarında, Giacometti yeni stilini, uzun boylu ipliksi figürleriyle ortaya koyar. “İşaret Eden Adam” bu dönem bronz işlerinden bir tanesidir. Alberto Giacometti, 1949’da Annette Arm ile evlenir. 1950’deki Pierre Matisse galerisindeki sergisi için Giacometti, en ünlü bronz  heykellerini üretir: Kaide üzerinde dört kadın. Jean Paul Sartre, 1948 de Giacometti’nin New York’taki sergi açılış yazısını yazar. 1954 yılında Sartre sanatçıya başka bir referans metni daha yazar. Aynı yıl Giacometti, portresini çizdiği ünlü Jean Genet ile tanışır. Genet de “Alberto’nu atölyesi” adlı eserini yazar. Alberto Giacometti 1966’da İsviçre’nin Choire şehrindeki kanton hastanesinde ölür. Cesedi Borgonovo’ya nakledilir ve anne-babası ile aynı mezara gömülür. Eşi Anette 1993 te ölene kadar Giacomettinin eserlerini koruma altına almaya çalıştı ve sonunda 2003 yılında kamu yararına Giacometti Vakfı Paris’te kuruldu. Montparnasse’taki Giacometti Enstitüsü, küçük ve çok sevimli bir Art Deco konağında bulunuyor. Bu binadaki temel unsur heykeltraşın yaşam boyu çalıştığı atölyesi. Burada yaklaşık elli eser, heykel, resim veya sıklıkla yayınlanmamış çizimler keşfediyoruz. Bu eserlerin arasında şimdiye kadar hiç görülmemiş eserler var. Örneğin “Kafes”. Jean Paul Sartre’la arkadaşlığı onun heykelini yapmaya kadar gitmiştir. Jean Genet ile arkadaşlığı ise yazarın Balkon adlı eseri üzerine yaptığı çalışmalarla  sonuçlanmıştır.. Atölyesi İsviçre çakısına benzetilir. Küçük, kompakt ama maksimum kullanışlıdır. Sanatçı öldüğünde eşi geride kalan her şeyi büyük bir titizlikle korumaya almıştır. Sigara tablasındaki izmaritleri bile halen durmakta ve izlenebilmektedir. Bu atölye çok önemli sanatçı ve düşünürleri misafir etmiştir. Fırçalar, terebentin şişeleri daha neler neler, her şey yerli yerindedir.  Atölyeden sonra üst kattaki bölümleri gezdiğimizde sanatçının gölgede kalmış çizim defterlerini ve yok ettiği bazı eserlerinin fotoğraflardan yola çıkılarak yeniden yaratılan 3 boyutlu örneklerini görüyoruz. Çok fazla eser yok ama olanlar en önemli eserlerinde. Örneğin;1926 da yaptığı alçıdan Kompozisyon adlı eseri ve “Küçük adam” adlı eseri. Tabii insanın aklına bu eserlerin yeniden yaratılıp sirkülasyona sokulması bunun etik olup olmadığı sorunu getiriyor. Burada bir kaç çizim defterinin de sergilenmiş olduğunu görüyoruz. Tahta, bakır ve metalden “Sürrealiste Obje” si. Yeniden yaratılan “Oiseau Silence” yani “Kuş Sessizlik” adlı eseri. Brassai’nin fotoğrafladığı “Tahta Kafes”, alçıdan “Yürüyen Kadın”  ve “Manken” adlı eserleri. Stanley Tucci’nin “Son Portre” adlı filmi, ressam ve heykeltıraş Alberto Giacometti’nin  yaşamının son yıllarına adanmış bir film. Sanatçıyı sevenler, tanımak isteyenler önce bu filmi izlemelerini öneriyoruz. Daha sonra da Giacometti vakfının o nostaljik atmosferindeki muhteşem heykeller karşısında gözlerine bayram ettirsinler. Alberto Giacometti, Sürrealist obje, 1932 Fondation Giacometti, Paris Sergi ve Giacometti Vakfı enstitüsünden çeşitli görüntüler