Montmartre’da Üzüm Hasadı Şenliği

Şarabın ve Eğlencenin Tadı

Paris’te bağ olduğunu duyduğumda kulaklarıma pek inanamamıştım. parisin banliyösündedir demiştim kendi kendime. Gerçekten de çok yakın banliyölerinde bağlar var ama Paris’in surları içinde? Evet Paris surları içinde de Montmartre bölgesinde 1500 m2 kadar büyüklükte bir bağ var. Yamaç aşağı duruyor.  İlk okul çocuklarını kültür sahibi yapmak için getirdikleri bu bağın bir de festivali oluyor. Paris’in en sevilen etkinliklerinden biri olan Montmartre Üzüm Hasadı Şenliği, bu yıl 91. kez kapılarını açtı. Şenlik, 1934’te ünlü Fransız sanatçılar Fernandel ve Mistinguett tarafından başlatılmış ve o günden beri her yıl coşkuyla kutlanıyor. Ekinlik bu yıl “18. Bölge Hayal Gücünü Besliyor” temasıyla gerçekleşti, Montmartre’ın nostaljik havasını doyasıya yaşamak isteyenleri bir araya getirdi.

Daha ilk günden şenlik tüm neşesiyle başladı. Akşam saat 19.00’da, herkesin katılabileceği ücretsiz bir balo düzenlendi. Etkinliğin açılışında Fransız-İtalyan opera sanatçısı Marco Avallone bir katılımcı korosuyla sahne aldı. Ardından ise ünlü dansçı ve koreograf Serge Tsakap’ın büyüleyici dans gösterisiyle gece devam etti.

İkinci gün, üzüm bağlarının kalbine doğru bir yolculuk yapıldı. Bağ uzmanı Jean-Manuel Gabert ile Clos Montmartre bağlarını gezdirdi ve Montmartre’ın şarap üretim hikayesini anlattı. Şenlik sadece tadım ve tur gezileriyle sınırlı değildi; 10 Ekim’de düzenlenecek 5 kilometrelik bir gece koşusu da yapıldı. Renkli kıyafetleriyle katılımcılar, Rüyalar Dağı’na kadar koşarak Montmartre’ın zirvesine ulaştılar.

Üzüm Hasadı Şenliği, aynı zamanda müziğin de tadını çıkarmak isteyenlere hitap ediyor. Dört günlük “Décibels Vendanges” adlı festival kapsamında, 18. Bölge’nin farklı mekanlarında ücretsiz konserler düzenlendi. Akşam sahne alacak isimler arasında hip hop sanatçısı Yend, folk müziği ile Vanesse Vulcane ve elektro pop tarzıyla Chéri vardı. Bu enerjik performanslar, Montmartre’ın gecesini müziğin ritmiyle canlandırdı.

Montmartre bağlarındaki üzüm hasadı 2 Ekim’de tamamlandı. Her yıl, Paris belediyesinin yaklaşık on beş bahçıvanı ve gönüllü ekipler üzüm salkımlarını toplamak için sabahın erken saatlerinde işe koyuldu. Toplamda 1726 üzüm asmasının bulunduğu Montmartre, Paris’in en büyük bağlarından birine ev sahipliği yapıyor. Bu yılki hasat biraz düşük olsa da, 939 kilogram üzüm toplandı.

Şenlik sırasında tadabileceğiniz şarap ise geçen yılın mahsulünden elde edilen 2023 yılı üretimi şarap ve ben bir adet elde etme şansına sahip oldum. Tadmak için uygun bir zaman bekliyorum. Clos Montmartre adıyla üretilen bu şarap, 27 farklı üzüm çeşidinden oluşuyor, ancak ağırlıklı olarak gamay ve pinot noir üzümleri. 2023 yılında 2400 şişe kırmızı ve roze şarap üretildi. Şenlik süresince bu özel üretim şaraplar, şenlik komitesinin stantlarında satışa sunuldu ve tabii ki kalırsa yıl boyunca Montmartre Müzesi’nde satılıyor olacak.

Üstelik, bu şaraplardan elde edilen gelir, 18. Bölge Üzüm Hasadı Şenliği ve Sosyal Yardım Komitesi Derneği’ne bağışlanarak bölgedeki sosyal yardımlaşma projelerine destek sağlıyacak. Hem şarabınızı yudumlarken hem de bu özel etkinliğin bir parçası olmanın keyfini çıkarmak için Montmartre’a gitmekten mutlu olduğumu ifade etmeliyim.

 

 

4o

 

window.__oai_logHTML?window.__oai_logHTML():window.__oai_SSR_HTML=window.__oai_SSR_HTML||Date.now();requestAnimationFrame((function(){window.__oai_logTTI?window.__oai_logTTI():window.__oai_SSR_TTI=window.__oai_SSR_TTI||Date.now()}))

Kayıp Aşk

Kayıp Aşk

New York’un gökdelenlerle dolu siluetinin ardında, Central Park’a bakan lüks bir apartmanda yaşayan Hayal, herkesin dikkatini çeken, olağanüstü güzel, büyüleyici bir kadındı. Zarafeti ve şıklığıyla, şehrin high sosyete diye bildiğimiz kalbur üstü kesim çevrelerinde göz kamaştırıyor sürekli adından bahsettiriyordu. Sesi, tıpkı femme fatal bir film yıldızı gibi derindi, iç gıcıklayıcıydı. Podyumda yürüyen bir modelin zerafeti ile yürüyordu. Üzerindeki kıyafetler, Dior, Chanel, Hermes, Isabel Marant ve benzeri tasarımcılardan  geliyor her zaman pırlantalarla süslü oluyordu. Hayal, bir moda dergisinin kapağından fırlamış gibiydi, kusursuzluk onun doğasında vardı.

Hayal’nin Manhatan’daki yaşamı New York’ta yaşayan her kadının rüyasıydı. Central Park’a bakan penthouse’unda, şehir ışıklarını izleyerek geçirdiği geceler sonsuz bir lüks içinde akıp gidiyordu. Onun dairesinde az kişi tarafından görülmüş olsa bile  en dikkat çeken sanat eseri, evin az görünen karalık bir duvarına asılmış, kaçak yollarla elde edilmiş bir modern sanat eseriydi, çok ünlü bir ressamın tablosuydu. New York’un sosyetesi onunla vakit geçirebilmek için sıraya giriyordu. Her biri geçmişini hatırlatan bir parça olarak Rolling Stones plakları duvarda asılı duruyordu.

Yaz aylarında, Hamptons’ın altın kumlu plajlarına doğru yol alır, arkadaşlarıyla en seçkin plaj partilerinde dans ederek gözleri üzerine çekerdi. Onun kusursuz şekilde tasarlanmış mayosu üzerine mükemmel bir şekilde oturur, çizgilerini ortaya çıkartır ve  Hamptons’ın sahilini bir podyuma çevirirdi. Kışın, Aspen’deki kayak merkezlerinde mutlaka süre görünürdü. New York jet sosyetesiyle Delamain, Augier, Ferrand, Hine ve Prunier gibi asırlık markaların adı az duyulmuş en pahalı konyaklarını yudumlarken, dudaklarını bardağa değermiş gibi yapmasıyla tanınmıştı. Sanki hiçbir şeyden tam anlamıyla tat almak istemezmiş gibi dudakları kadehe uzaktı ama bakışları çevredeki zengin erkeklere çok yakındı .

Adı, New York’un elit çevrelerinde sürekli anılıyordu. Wall Street baronlarının bile dikkatini çekmişti, dedikodu dergilerinde ünlü aktörlerle yan yana resimlerde görülüyordu. Rivayete göre, ona isminin ortaya çıkmasını istemeyen bir iş adamı yılbaşı hediyesi olarak bir mega yat göndermişti, bu kişinin Abramovitch olduğundan şüphelenilmişti. Ancak Hayal, yata sadece eğlence için bir kaç kez binmiş sonra yat gözden kaybolmuştu. Hayatının her köşesi bir sergi gibiydi, herkes onu kıskanıyordu.  Rivayet sattığı yönündeydi. Ancak Hayal’in içinde bir yerde, kimsenin göremediği, anlamadığı bir boşluk, derin bir yara vardı.

Hayal’in geçmişini çok az kişi biliyordu. Onun hayatında hala duran biri vardı, ancak bu kişi New York’un ışıltılı dünyasından değil, Hayal’in unutmaya çalıştığı eski dünyanın gizemli bir ülkesinden geliyordu. Hayal’in çocukluk yılları İstanbul’un arka sokaklarında geçmişti. Boğaz’ın tatlı serin rüzgarında sokaklarda koşturan bir çocuk fotoğrafı sık sık gözlerinin önüne geliyordu. Fotoğrafta yanında hep aynı çocuk vardı. O çocuk onun en iyi arkadaşı, birlikte büyüdükleri ve düşünce dizdeki yaraları temizlemek, eve geç kalınca anne ve babaya söylenecek yalanları bulmak gibi  zorlukları birlikte aştıkları güzel bir çocuktu.

O zamanlar Hayal ve o çocuk birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı, İstanbul’un dar sokaklarında hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Her ikisi de yoksulluktan kaçmaya, daha iyi bir yaşam kurmaya çalışmak üzerine hayaller  kuruyorlardı. Daha o zamanlar Hayal’in gözlerinde büyük hayaller, büyük hedefler vardı. Yanındaki çocuğun da öyle. Birlikte büyüdükleri mahalleye dönüp baktığında, oradan nasıl kurtulacakları konusundaki umutlarını ve düşüncelerini hatırlayabiliyordu.

Sonra yolları ayrıldı. Hayal, Amerika’nın yolunu araladı ve buldu ve Amerikanın en görkemli şehrinin kalbine, Manhattan’a yerleşti. Güzelliği ve zekası onu doğrudan zirveye taşıdı. Modanın ve sanatın merkezinde, sosyetenin sevgilisi haline geldi. Ama İstanbul’un o küçük sokaklarında kalan çocuk, onun kalbinde derin bir iz olarak kalmıştı. Hayal, her gece New York’un parıltısına baktığında, aslında eski yaşantısından ve  Istanbul’dan ne kadar uzaklaştığını çok iyi hissediyordu. Geçmişini de bir türlü unutamıyordu; geçmişini bıraktığı yer dipdiri zihninde, hem de en merkezinde duruyordu.

Geceleri yalnız başına yatağında yatarken, Hayal tüm bu lüksün ardında başka bir gerçeğin saklandığını biliyor, hissediyordu. Bir zamanlar bir çocukla birlikte İstanbul’un sokaklarında koşmuş, düşmüş kalkmış birlikte yalanlar uydurmuş, komşunun bahçesinden erik çalmıştı. Bir zamanlar onunla hayatı paylaşmış, onunla birlikte hayaller kurmuştu. Ama şimdi, o çocuk bilmediği bir yerde hatta  nerede olursa olsun, Hayal’in şu anki hayatında hiç bir yeri yoktu. Sadece hayalindeydi.  Ona olan duyguları, kaybolmuş bir masalın unutulmuş sayfaları gibiydi. Yerine ulaşmamış pulsuz bir mektup gibiydi.

Bir kış gecesi, kar New York’a ince bir örtü gibi yağarken, Hayal apartmanında tek başına oturuyordu. Şehir, karın altında kaybolmuş ve  sessizliğinde boğulmuş gibiydi. Şöminede çıtırdayan ateş yanıyor, odadaki loş ışık nedeniyle Hayal’in gölgesini duvarda dans ediyordu. Ece, Picasso tablosunun önünde durdu, parmaklarını tablonun kenarlarında gezdirdi.  Düşünceleri çok uzaklara, Boğaz’ın yukarıda bahsedilen tatlı serin rüzgarına, İstanbul’un sokaklarına kaydı. O eski sokakları gözünün önünde canlanıyor, rüzgarın Boğaz’dan esişini teninde hissedebiliyordu. Tabii ki çocukluk arkadaşı da bu fotoğrafta yerini alıyordu.  Tablodan uzaklaştı, hatıralarının ağırlığı kalbinin üzerine ağır bir yük gibi oturdu. Yıllar boyunca geçmişini gömmeye çalışmıştı, ama bu gece, işte o hatıralar yüzeye çıkmıştı. Pencereye yürüdü, aşağıda karla kaplanmış sokaklara baktı ve onun da bir yerlerde, onu düşünüp düşünmediğini merak etti. Uzaktayken bile onun varlığını hissedebiliyordu.

İşte tam o sırada ansızın kapı çaldı. Hayal yerinden sıçradı, kalbi hızla çarpmaya başladı. Bu saatte kimse kapısını çalmazdı. Tereddüt etti, sonra kapıya doğru yürüdü ve açtı.

Kapının önünde o vardı.

Yıllar onun yüzüne izler bırakmıştı, ama gözleri aynıydı. Dünyanın tüm acılarını gördüğü anlaşılan bir yüz ve geçmişe ait olan o yoğun bakış. Hiçbir şey söylemedi, sadece durdu, bekledi.

Hayal’in nefesi boğazında düğümlendi. Unutmaya çalıştığı geçmiş, şimdi onun önünde duruyordu. Ağzını açtı ama kelimeler çıkmadı.

Sonunda sessizliği yine fotoğraftaki çocuk bozdu.

“Sen, seni hatırlıyor musun?” diye sordu, sesi alçak ve tedirgin.

Hayal başını salladı, gözyaşları gözlerinde belirmeye başladı. “Evet,” diye fısıldadı.

Adam bir adım daha yaklaştı, bakışları onun gözlerinden hiç ayrılmadı. “O zaman kalbine bak ve lütfen bana doğruyu söyle! Kendi kendinle yalnız kaldığında nerelere gidiyorsun? Hangi düşüncelere dalıyorsun?”

Kadın başını öne eğdi, gözlerine bakmaya cesaret edemedi. “İstanbul’a dönüyorum,” diye fısıldadı. “Sokaklara. Sana.”

Adam, çenesini hafifçe kaldırdı, onu zorla gözlerine bakmaya yöneltti. “O zaman beni hatırla,” dedi. “Ama beni sonsuza kadar da unut. Çünkü biz bence bu hayat için yaratılmadık.”

Hayal gözyaşlarını tutamadı, ama bu sefer onları durdurmaya çalışmadı. Adam doğru söylüyordu, bunu o da biliyordu. Sessizce başını salladı. Ve adam, hiç arkasına bakmadan döndü ve gitti. Gecenin karanlığında kayboldu, Hayal’i geçmişin hatıraları, pişmanlıkları ve hiç yaşanmamış bir aşkın gölgesiyle baş başa bırakarak.

Kapıyı yavaşça kapattı. Kalbi eskisinden daha ağırdı, ama belki de artık gerçeğe daha yakındı. Gerçeğe mi daha yakındı? yoksa hakikate mi? bunu düşünecek kadar bile takati kalmamıştı.

Şarap Şişesinde ‘Yarın’ Nasıl Şekillenecek?

am

 

Geleneksel Cam şişesinin in Geleceği: Çevresel Etkiler ve Yenilikçi Çözümler

Günümüzde cam şişe, günlük yaşamın ve koleksiyonların vazgeçilmez bir parçası olmasına rağmen, çevresel etkileri nedeniyle çok eleştirileri alıyor. Plastik ve alüminyum şişeler söz konusu ve belli ki şarap endüstrisi geleceğin şişesini yeniden yaratmak zorunda. Bu durum son zamanlarda sektörde önemli bir araştırma konusu haline geldi.
Son yıllarda, şarap şişelerinin çevresel etkisini azaltmaya yönelik birçok yenilikçi yaklaşım ortaya çıktı. Almanya’nın Düsseldorf kentindeki ProWein 2024 fuarında, alüminyum şarap şişeleri ve köpüklü şarap için plastik PET şişeler tanıtıldı. 2023 yılında Paris’teki Wine Paris & Vinexpo fuarında, üzüm bağlarının atıklarından üretilen biyolojik olarak parçalanabilir bir kılıf olan Vinsulation, Tomorrow Wine Yenilik Yarışması’nda birincilik ödülünü kazandı.
Aynı yıl, şarap sektöründeki ambalaj atıklarını yöneten Adelphe, ekotasarım yarışmasında çeşitli inovasyonları ödüllendirdi. Öne çıkanlar arasında Bordeaux’dan Château La France’ın karton şişesi, Maison Telmont’un %100 geri dönüştürülmüş camdan yapılmış hafif şampanya şişesi ve Jacques Frelin Vignobles’ın şişelerini geri alıp %100 yeniden kullanması ilgi çekiyor. ( https://www.jacquesfrelin.com/en/ ) Ayrıca, Cellier des Dauphins ve Parsat tarafından tercih edilen geliştirilmiş Bag-in-Box (Bib) modelleri ve Cordier by InVivo grubu tarafından geliştirilen PET şişelerdeki şarap serisi de dikkat çekiyor. Plastikten yapılmış düz bir şişe ile sektörü “değiştirmeye” hazır olduğunu iddia eden ve “Şişe, önümüzdeki on yıl boyunca şarap sektöründeki ana konu” diyen üreticiler var.
Cam Şişenin Tarihsel Yolculuğu
Cam şişenin şarapla olan aşk hikayesi, 17. yüzyıla ve İngiliz Sir Kenelm Digby’ye kadar uzanıyor. Digby, kalın ve koyu camla, dibinde küöük bir “çukur” olan şişeler üreterek şarap şişesinin seri üretimini başlattı. Bu yenilik, şarabın ışığın bozucu etkisinden korunmasını sağladı ve mantarla daha iyi kapatılan silindirik bir boyun yapısı ekledi. Böylece şarap şişesi, içindeki şarabı en iyi şekilde taşımayabilmesi için kullanılır hale geldi.
Teknik ve ticari bir yenilik olarak başlayan şarap şişesi zamanla, bir sanat haline geldi. Bugün, dünya çapında her yıl on milyarlarca cam şarap şişesi üretiliyor. Fransızlar her yıl çöpe bir milyon tondan fazla cam şarap ve alkollü içki şişesi atıyorlar. Cam şişe, şarabın geleneklerine saygının bir simgesi olarak kabul ediliyor ve kullanım kolaylığı nedeniyle de tercih ediliyor. Ayrıca, şişe şarap hakkında bilgi taşıyor; şekli, tasarımı ve etiketi üzerinden şarabın türü hakkında ipuçları veriyor.
Çevresel Baskılar ve Yeni Yaklaşımlar
Tek kullanımlık cam şişe, malzeme sıkıntısı, enerji fiyatlarındaki artış ve çevresel etkileri nedeniyle bugün ciddi bir baskı altında. Örneğin, Champagne bölgesindeki bir şarap üreticileri, şişelerini bir yıl önceden sipariş etmek ve daha pahalıya satın almak zorunda kalmaya başladılar. Şöyle düşünün sadece Moet & Chandon ve Veuve Cliquot markaları yılda 50 milyondan fazla şişe şampanya üretiyor. Bu kadar şişeyi hangi tesis üretebilir? Belki Paşabahçe ve benzerleri.. Bir çok şarap üreticileri için artık büyük miktarlarda şişe stoklamak finansal yük oluşturuyor. Şişe fiyatlarındaki artışlar, üreticileri stratejilerini değiştirmeye zorluyor; hafifletilmiş şişelere yöneliyorlar.
Şarap şişesinin karbon ayak izinin yüksek olması da endişe kaynağı. Bir şişe şarabın karbon ayak izinin yarısını cam şişe oluşturabiliyor. Bu nedenle, sektör hafifletilmiş şişeler, alternatif malzemeler ve yeniden kullanım gibi çözümlere yöneliyor.
Hafifletilmiş Şişeler ve Alternatif Malzemeler
Hafifletilmiş şişeler, en belirgin çözüm olarak öne çıkıyor. Bazı üreticiler, şişe ağırlıklarını önemli ölçüde azaltarak karbon ayak izini düşürmeye çalışıyorlar. Örneğin, Şampanya üreticileri şişe ağırlıklarını ortalama 900 gramdan 835 grama düşürdü ve daha da hafif şişeler üzerinde çalışıyorlar. İngiltere’de dokuz büyük şarap dağıtıcısı, şişe ağırlıklarını 2026’ya kadar 420 gramın altına indirmeyi taahhüt etti.
Alternatif malzemeler ise karmaşık bir konu. PET plastik şişeler, hafiflikleri ve düşük karbon ayak izleri ile öne çıkıyor, ancak şarabın saklama süresini kısaltıyor ve potansiyel sağlık riskleri taşıyor. Alüminyum ve karton şişeler de benzer avantajlara sahip olsa da, şarabın uzun süreli saklanması konusunda cam şişe ile rekabet edemiyorlar. Tabii ki bir de tüketicilerin bu yeni malzemelere alışması ve kabul etmesi zaman alabilir.
Şişelerin Yeniden Kullanımı ve Engeller
Şişelerin yeniden kullanımı, çevresel açıdan en etkili çözüm olarak görülüyor. Yeniden kullanım, şişenin karbon ayak izini önemli ölçüde azaltabiliyor. Ancak bu yaklaşım, lojistik ve kültürel engellerle karşılaşıyor. Şarap üreticileri, şişelerin yeniden kullanımı konusunda çekincelere sahip; ihracatla uyumlu olmaması, lojistik zorluklar ve pazarlama üzerindeki etkileri belirsizlik yaratıyor. Tüketicilerin alışkanlıkları da önemli bir engel oluşturuyor. Geleneksel cam şişe, tüketiciler tarafından tercih ediliyor ve alternatif kaplara yönelik talepler bu nedenle sınırlı kalıyor.
Kültürel Engeller ve Tüketici Alışkanlıkları
Şarap dünyasında lüksü ve geleneksel kodları koruyan, gösterişli bir şişe ve altın varaklı bir etiket gibi unsurlara bağlı tutucu bir yaklaşım mevcut. Şişenin ağırlığı bile kalite algısını etkileyebiliyor; ağır şişeler, şarabın kalitesinin bir göstergesi olarak kabul ediliyor. Pazarlama uzmanları, tüketicilerin alışkanlıklarından vazgeçmelerini sağlamanın zor olduğunu belirtiyor. Özellikle hediye olarak sunulduğunda, şişenin değeri konusunda belirsizlik istemiyorlar.
Sonuç ve Geleceğe Bakış
Sonuç olarak, geleceğin şarap şişesi konusunda birçok yenilikçi yaklaşım olsa da, hangi yöne doğru kayma olacağı henüz net değil. Geleneksel cam şişe, şarabın değerini ve geleneklerini yansıtmaya devam ediyor, ancak çevresel baskılar ve teknolojik yenilikler değişimi zorunlu kılıyor. Şarap endüstrisi, geleneksel cam şişeye olan bağlılık ile daha sürdürülebilir alternatifler arasında bir denge aramaya çalışıyor.
Teknolojik gelişmeler ve tüketici eğilimleri ile birlikte, şarap şişeleri hem işlevsellik hem de estetik açısından yeniden şekillenecek gibi görünüyor. Çevresel farkındalık arttıkça ve sürdürülebilirlik talepleri yükseldikçe, şarap dünyasının gelecekte hangi yöne gideceği, sektörün bu dengeyi nasıl kuracağına bağlı olacak. Yenilikçi alternatifler kaçınılmaz olarak daha fazla ilgi görecek, ancak geleneksel değerler ve tüketici beklentileri de bu süreçte önemli rol oynamaya devam edecek.

Uluslararası Bağcılık ve Şarapçılık Örgütü 100 yaş gününü kutluyor

 

Uluslararası Bağcılık ve Şarapçılık Örgütü (OIV), yasaklar, hastalıklar ve dünya savaşının ardından kuruluşunun 100. yılını kutluyor. Ancak küresel ısınma tehdidi altında olmasına rağmen, bağcılığın değişen dünyaya bir kez daha uyum sağlayabileceğine güveniyor.

Öne çıkan konular:

  • OIV’nin 45. kongresi 14-18 Ekim tarihleri arasında Dijon’da yapılacak ve iklim değişikliği ile tüketici tercihindeki büyük değişiklikler ana gündem maddeleri olacak.
  • 2023 yılında, dünya şarap üretimi, 1961’den beri en düşük seviyesine indi ve tüketim %3 oranında azaldı. Ancak OIV direktörü John Barker, bu dayanıklı sektör için iyimser.
  • OIV, 1924’te, uluslararası bir şarap krizi sonrası sekiz ülke tarafından kuruldu. Bugün 50 ülke üye, Çin’in de Kasım’da katılması bekleniyor.
  • OIV’nin misyonu, norm ve uygulamaları uyumlu hale getirmek, araştırmaları desteklemek ve veri sağlamak. İklim değişikliği, sektörün en büyük zorluklarından biri olarak görülüyor.

Değişen tüketici tercihleri:

  • Kırmızı şarap tüketiminde azalma yaşanırken, köpüklü, beyaz ve roze şaraplar daha iyi performans sergiliyor.
  • Alkol oranı düşük veya alkolsüz ürünler, geleceğin trendlerinden biri olarak kabul ediliyor ve bu konu da kongrede geniş şekilde ele alınacak.

OIV sektörü, geçmişte olduğu gibi gelecekte de dayanıklı ve yenilikçi bir yapıya sahip olduğu inancıyla hareket ediyor.

İki Elin Senfonisi

Arles’ı severiz, her yıl gideriz; Arles Fotoğraf Karşılaşmaları 2024

Arles’ı severiz, her yıl gideriz; Arles Fotoğraf Karşılaşmaları 2024

Les Rencontres d’Arles fotoğraf festivali bu yıl da sadece sergilerin gezildiği bir festivalin çok ötesinde. 55.ci yılın programının ana başlığı “Yüzeyin Altında” olarak  belirlenmiş. Fotoğraf dünyasının kaçırılmayacak bu önemli etkinliği bu yıl 1 Temmuz – 29 Eylül 2024 tarihleri arasında gerçekleşiyor.

Les Rencontres d’Arles festivalini onlarca sayıdaki bir ekip bütün bir yıl boyunca çalışarak hazırlıyor ve her yaz  bizi fotoğrafla buluşturuyor, gözlerimize ve kulağımıza bayram ettiriyor. Sanat fotoğrafı ağırlıklı ama diğer alanlarla da geçirgenliği var ve bu benim 7. cı gelişim. Burada bir taraftan  genç fotoğrafçıların dinamizmini hissederken diğer yandan fotoğraf dünyasının büyük isimleri ile tanışma olanağı buluyorum. Rencontres d’Arles yani Arles karşılaşmaları  fotoğrafçılar ve izleyicilerin kaynaşmasını ve diyalog kurmasını kolaylaştırıyor. Fotoğrafa en fazla bir kaç saniye bakılan şu fotoğraf dolu  dünyada, farklı bakmaya ve bir fotoğrafın derinliklerine inmeye çalışmak, hikayesinin içine girmek önemli hale geldi. Festival misafirlerine bunu sağlıyor. Fotoğraf severleri mutlu etmeyi başarıyor. İşte bu nedenle 2 ay boyunca bünyesine yüz binleri çekmeyi başarıyor.

Basın toplantısında festival direktörü Christoph Wiesner; “Fotoğrafçılar, sanatçılar ve küratörler, insanlık hikayelerini bazen çelişkili, dirençli, ama aynı zamanda vizyoner yaklaşımlarla sunuyorlar” diyor. Bu yaz boyunca, ziyaretçiler beş büyük tema altında festivali gezebilecekler.

Sergiler, bu çeşitli temalar aracılığı ile bir dönemin ruhunu yaşamamızı hissetmemizi sağlayan eserler  sunuyor ve alternatif anlatılarla bizim ufkumuzu genişletiyor.

Bu yıl bizi çok mutlu eden olay Arles OFF diye adlandırılan 96 galerinin bu festival için seçip kabul ettikleri fotoğrafçıların işlerini sergilemeleri ve bu sergileri bedavaya gezdirmeleri. Bazı OFF sergilerin resmi sergiler kadar etkileyici olduğunu da söylemeliyim.

“Dalgalanmalar” bölümünde, dünyanın nabzını yakalamaya çalışan sanatçıların projeleri var.  Espace Van Gogh’un zemin katında bana göre Diane Arbus’a benzer tarzı ile ilgi çeken ve onun  kadar önemli bir fotoğrafçı olan Mary Ellen Mark’ın, Arles’daki ilk retrospektif sergisi açılmış. Fotoğraflardaki duyarlılık  içimizin derinliklerine kadar işliyor. Portre ve belgesel fotoğrafçı  Mary Ellen Mark’ın çektiği, ünlülerin ve marjinallerin  portrelerini seyrediyoruz bu sergisinde. Türkiye’de fotoğrafa başladığını bildiğimiz Mark’ın maalesef  Türkiye fotoğraflarını göremedik.

Bu senenin  afişini tasarlayan Cristina De Middel, Meksika’nın güneyinden Kaliforniya’nın Felicity şehrine gelen göçmenlerin muhteşem bir serisini hazırlamış. Fotoğraflarıyla onların yolculuğunu gözlerimizin önüne seriyor ve  umutla beslenen sergisini bir destana dönüştürüyor.   Göçmenlerin gözümüzde birer kahraman haline dönüşmesine neden oluyor.

Bu yılın misafir ülkesi Japonya. Festival açılış haftasında birkaç Türk fotoğrafçısına rastladık ama festivali gezmeye gelen Türkçe konuşan dudaklara rastlamadık.  Dileriz ki Türk fotoğrafı önümüzdeki yıllardan birinde Arles’da geniş sahne alır ve daha çok ziyaretçi bakış açılarını zenginleştirmek üzere buraya gelir.

“Quelle joie de vous voir” yani ‘Sizi gördüğümüze sevindik’ sergisi, 1950’lerden bu yana Japon kadın fotoğrafçıların işlerini Arles’a taşımış. Bu sergi, fotoğrafçılık tarihindeki kadın fotoğrafçıların  erkek fotoğrafçıla göre bakış açılarındaki farklı boyutları açığa çıkarıyor. Bu yıl “Women In Motion”  ödülü  Japon kadın fotoğrafçı Ishiuchi Miyako’ya verildi ve bir  retrospektif  sergisi açıldı .

“Ruhlar (Yōkai)” bölümünde Uraguchi Kusukazu’nun, Japon kadın dalgıçları anlatan siyah-beyaz fotoğrafları sergileniyor. “Replikalar – 11/03/11” sergisi ise Japonya’yı sarsan depremleri gözler önüne seriyor.  Marine Lanier, Hannibal’in Bahçesi ile bizi Alp Dağlarına götürerek, dünyayı ve özellikle bitki örtüsünü distopik bir bakış açısıyla gezdiriyor.

 

Yeni anlatım biçimleri de var

Her yıl olduğu gibi, Les Rencontres d’Arles, fotoğrafım evrimini çeşitli şekillerde ele alıyor.

“İzler” teması altında bu yılın baş aktörlerinden Sophie Calle’in “Finir en beauté” yani ‘Güzellikle Bitirmek’ adlı eseri izleniyor. Kriptoportikler Republique meydanının iki kat altında  nemli büyük bir dehliz, Sophie Calle, kötü hava şartları nedeniyle mantar enfeksiyonuna yakalanan  ve yok olmaya mahkum bazı eserlerine son bir hayat vermeye karar vermiş, onları toprağın iki kat altında mezara gömmeyi tercih etmiş. Sophie Calle’in çok farklı tarzda  çalışmalar yapan, fotoğrafı bir araç olarak kullanan kavramsal çağdaş bir sanatçı olduğunu biliyoruz. BMW Art Makers programının kazananı Mustapha Azeroual ise okyanusların yüzeyindeki gün doğumu ve batımı ışıklarını ölümsüzleştirmiş. Pantone renk katalogu kıvamındaki bu görsellerin fotoğrafla ilişkisini kurmaya çalışıyoruz. Kurabiliyor muyuz? Onu  bilmiyorum.  Marjolaine Lévy ile birlikte gerçekleştirdiği “The Green Ray” serisi, Cloître Saint-Trophime’de sergileniyor. “Relectures” bölümü ise fotoğrafçılığın yeni yaklaşımlarını bize  sunuyor. Matthieu Nicol, Amerikan ordusunun arşivlerine bir kez daha dalarak giyim kuşamları incelemiş.

“En parallèle” ile yeni anlatım biçimlerini gösteriyor. “Les Vampires n’ont pas peur des miroirs” yani ‘Vampirler aynalardan korkmazlar ‘adlı sergi, 1970’ler ve 1980’lerde Kolombiya’da aktif olan El Grupo de Cali çetesindeki vampirizm ve tropikal gotik kavramlarını ele alıyor. “Cennet ve Cehennem” sergisinde Nhu Xuan Hua ve Vimala Pons, performans ve fotoğrafçılığı iç içe geçiriyor. “Adın adına” sergisinde ise küratör Hugo Vitrani, 8. sanat olarak graffiti sanatını geniş bir bağlamda inceleyip bize sunuyor. Arles buluşmaları “yarının yeteneklerini keşfetme ve arama” misyonuna sadık kalarak, Louis Roederer Vakıf Ödülü finalistlerinin projelerinin sunulacağı “Emergences” kategorisine de ev sahipliği yapıyor. Yarışan sanatçılar arasında bir Türk fotoğrafçı vardı. Cemil Batur Gökçeer. Ancak birincilik François Bellabas adlı fotoğrafçının oldu. Silva Bingaz, Olgaç  Bozalp ve Çağan Okuyan adlı üç türk fotoğrafçısının fotoğrafları da açılış haftasının son gecesinde  dev ekranda döndü.

LUMA Mekanik atölyeleri ise Festivale çok farklı bir boyut kazandırıyor. LUMA binasını  Roche İlaçlarının  kurucusunun torunu  sanat koleksiyoneri Maja Hoffmann Frank Gehry’ye yaptırmıştı. Bina ayrı bir güzellikte etrafındaki büyük park da ayrı bir güzellikte. Eski devasa tren tamir atölyelerinde artık çağdaş sanat eserleri sergileniyor. Bu yıl LUMA’da fotoğrafta Lee Friedlander öne çıkıyor. LUMA’nın diğer önemli sanatçısı Gustav Metzger (1926-2017), Alman-İngiliz sanatçı ve aktivist. 20. yüzyılın en etkili ve radikal sanatçılarından biri olarak kabul edilir ve  “Oto-Destrüktif Sanat” ve “Oto-Kreatif Sanat” kavramlarını geliştirmiştir. Ama nedense LUMA baş rölü William Kentridge’e vermiş. William Kentridge, 1955 doğumlu Güney Afrikalı bir sanatçı. Johannesburg’da doğmuş ve büyümüş, resim, baskı, heykel ve animasyon gibi çeşitli sanat dallarında çalışmalarıyla tanınıyor. Özellikle kömür ve pastel kullanarak yaptığı büyük ölçekli çizimler ve bu çizimleri kullanarak yarattığı animasyon filmlerle ün kazanmıştır. LUMA’da Troçki’nin hayatından aldığı ve İstanbulda geçirdiği günler üzerine kurduğu enstalasyon dikkatimizden kaçmıyor. Türkçe tango eşliğinde girdiğimiz odada çeşitli kapılar var ve kapıların üzerinde Türkçe ‘Girilmez’ ‘Müdüriyet’ gibi sözcükler bizi ister istemez etkiliyor.  Kentridge’in eserleri, belgesel ve kurgu arasında gidip gelerek bizi  düşünmeye itiyor. Bu alandaki diğer dikkatimizi çeken sergi Mo Yi’nin sokak fotoğrafları sergisi oldu. Genellikle kalça seviyesi hatta daha da alt seviyeden çektiği fotoğraf serisinin son kısmına da yakın planı kırmızı ışıkla aydınlatarak özel çizgisini de bize göstermiş oldu.

Arles fotoğraf festivali yıllardır büyük şirketleri büyülüyor.

Arles karşılaşmaları dünyanın 8 milyon euro bütçeye sahip en önemli fotoğraf festivali. Gelirlerinin %20’si sponsorluklardan geliyor.

Açılış haftasında gelen 20.000 ziyaretçinin yarısının yabancı olduğu, bunların çoğunun Amerikalı olduğu biliniyor.

Arles Fotoğraf Buluşmaları sırasında bölgenin nasıl canlandığını hayal etmek zor. Görmek lazım. Hem halk hem fotoğrafçılar hem de fotoğraf profesyonelleri tarafından çok büyük ilgi gören bu festival, halen Temmuz Ağustos aylarında 2 ay yapılmakta iken gelecek yıl üç aya uzayacak. Temmuz – 29 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek.

Bu etkinliğin uluslararası ünü, sponsor şirketleri de cezbediyor. “8 milyon euroluk bütçenin %20’si sponsorluklardan, %50’si devlet ve yerel yönetim hibelerinden, %30’u ise bilet satışları, ürün satışı, kataloglar ve atölyeler gibi diğer kaynaklardan geliyor. “ Bu homojen gelir dağılımı Festivali daha özgür ve bağımsız kılıyor. Bu yıl festivalin açılış haftası, Fransa’da meclisin feshedilip seçimlerin yapıldığı haftaya denk gelmesine rağmen  katılım sayısında bir düşüş görülmedi.

Festival sürekli işbirlikleri yapıyor

Sponsorlar genellikle sadık. BMW, on dört yıldır festivale sponsorluk yapıyor. BMW Art Makers programı ile sanatçı ve küratör birlikteliğini destekliyor. Toplumsal sorunlar üzerine sanatsal projeleri teşvik ediyor. Roederer Vakfı’nın Ödülü de sekiz yükselen yeteneğin ikisine veriliyor. Biri jüri tarafından diğeri halkın oyları ile veriliyor.

“Sponsorların her biriyle gerçek bir ortaklık kuruyoruz ki böylece  işbirliklerini uzun vadeli ve sürdürülebilir kılınmasını sağlıyor” diyor festivalin başkanı Wiesner.

Festival bugüne kadar 3.500 ila 4.000 eserlik bir fotoğraf koleksiyonu oluşturmuş durumda ve bu eserler Arles’teki Réattu müzesinde depo edilmiş,  zaman zaman sergilenmektedir.

Açılış haftası kapanış konuşmasında festivalin başkanı Wiesner; ’20.000 profesyonel ve fotoğraf sever Arles’te bir araya geldi. Arles Buluşmaları, açılış haftasında hiç bu kadar çok festival katılımcısı ağırlamamıştı; bu, fotoğrafçıların ve sanatçıların başarısıdır. Fotoğrafçılığın tüm çeşitliliği ve çok yönlülüğüyle dünyaya açık bir toplumun göstergesidir. Festivallerin, paylaşım, dayanışma ve buluşma alanları olduğu gerçeğini bir kez daha doğruluyor. Arles’teki çeşitli ve çok yönlü girişimler, bu açılış haftasını kolektif bir başarıya dönüştürdü. Festivalde, ifade özgürlüğü, diğerine saygı ve farklı bakış açıları gibi değerleri her yıl yeniden vurgulamak istiyoruz. Bugün festivalin hümanist ve evrensel değerleri her zamankinden daha fazla anlam kazanmaktadır’ dedi.

Rakamlarla Arles Karşılaşmaları AÇILIŞ HAFTASI

  • Açılış haftasında 20.000 ziyaretçi.
  • Arles Resmi programında 41 sergi.
  • Arles Express yani Arles çevresi bölgesinde 10 sergi.
  • 27 sergi mekanı
  • 196 sanatçı.
  • 46 küratör.
  • 4.200 sergilenen eser.
  • OFF paralel sergi sergi sayısı 96

Şehir genelinde, sanatçılar ve küratörler, sergi turları, tartışmalar, konferanslar gibi etkinliklerde geniş bir izleyici kitlesiyle buluştu.

Bu yıl festival için seçilen mekanlar, programla uyumlu olarak farklı atmosferler ve sahnelerle dolu. Buluşmalar, şehir merkezindeki tarihi ve kültürel mekanları, LUMA Arles’teki Ateliers Parkı’ndaki Genel Mekanik Atölyesi’ni, Croisière’i ve Yaz Bahçesi’ni kullandı. İlk kez, Monoprix alış veriş mağazası 2024 Louis Roederer Vakıf Ödülü’ne ev sahipliği yaptı.  55. Arles  Buluşmalarında, 2023’te yeniden kullanılmaya başlanan efsanevi mekan Cryptoportiques, Sophie Calle’in “Güzellikle Bitir” adlı sergisiyle bir kez daha ziyaretçileri ağırladı.

FOTOĞRAF GECELERİ

Festival, antik tiyatroda düzenlenen ve yaz boyunca festivalin internet sitesinde yayınlanacak 3 özel gece sundu:

  • 2 Temmuz Salı: Kitap Ödülleri töreninde; 2024 Women In Motion fotoğrafçılık ödülünün Ishiuchi Miyako’ya verilmesi, 26 Japon fotoğrafçının eserlerinden oluşan “Sizi Görmek Ne Büyük Sevinç! 1950’den Günümüze Japon Kadın Fotoğrafçılar” sergisinden ilham alan Higashi Yoko’nun müzikal performansı ve Sally Mann’in eserlerine atıfta bulunan Clara Ysé’nin konseri.
  • 4 Temmuz Perşembe: 2024 Madame Figaro Arles Fotoğraf Ödülü’nün verilmesi, 10. Picto Ödülü sahibi Gauri Gill’in eserlerinin sunumu; William Kentridge’in özel film serisinin gösterimi.
  • 5 Temmuz Cuma: Luma Rencontres Dummy Book Award kazananlarının açıklanması, 2024 Louis Roederer Vakfı Ödülü’nün verilmesi. Rencontres Live Magazine Canlı Dergi olarak her yıl çeşitli sanatçıların fotoğrafla olan ilişkilerini dev ekrana yansıtıyor..

Bunların yanı sıra, açılış haftası boyunca, festival katılımcılarının akşamlarını renklendiren birçok etkinlik düzenlendi, bunlar arasında

  • Arles’te Tënk molası: Çevrimiçi belgesel platformu Tënk ve Rencontres, Fanton avlusunu açık hava sinemasına dönüştürerek uzun ve kısa metrajlı filmler gösterdi.
  • Croisière’de Arte gecesi: Rencontres d’Arles’in sadık ortağı ARTE, Çek fotoğrafçı Libuše Jarcovjáková’nın hayatı üzerine özel bir gösterim sundu.

ARLES ve FOTOĞRAF YAYINCILIĞI

Bu yıl Arles Fotoğraf festivali ve  France PhotoBook işbirliğiyle, fotoğraf yayıncılığının zenginliği ve çeşitliliğine gösteren çok geniş katılımlı Arles Kitap Fuarı vardı. Bu etkinlik yetmiş uluslararası yayın evini bir araya getirdi. Festivalde çok sayıda, genç fotoğrafçıları yüreklendiren çok sayıda ödüller dağıtıldı.

FOTOĞRAFÇILIK UYGULAMALARI

FOTOĞRAF ATÖLYELERİ

Festival, fotoğraf severlere, amatörlere ve profesyonellere, bir hafta sonu veya bir haftalık önemli bir fotoğraf  profesyonelin rehberliğinde bakış açılarını ve tekniklerini zenginleştirmeleri için 65 atölye ve workshop düzenlemektedir. Festival sırasında, atölyelerde yapılan çalışmaları sergileyen geçici sergiler, 12 Temmuz – 16 Ağustos arası her Cuma  Croisière’de düzenlenecektir.

FOTOĞRAF YÜRÜYÜŞLERİ

Bu yıl ikinci defa, 10 Temmuz – 21 Ağustos tarihleri arasında Pazartesi ve Çarşamba günleri fotoğraf yürüyüşleri düzenleniyor. Şehir genelinde yapılan bu turlarda, küçük gruplar halinde, bir profesyonel fotoğrafçının rehberliğinde bakış açısını geliştirme fırsatı sunuluyor.

Önümüzdeki yıl Arles karşılaşmaları fotoğraf Festivalinin 56.cısında buluşmak üzere….

 

 

 

 

 

 

Sophie Calle; Konseptüel bir Çağdaş Fransız fotoğrafçısı

Virginia Woolf’un feminist polemiği ‘Kendine Ait Bir Oda’ adlı denemesi, Woolf’un Oxbridge kasabasındaki kütüphaneye kadın olduğu için girememesiyle başlar. Bu olay, kadın sanatçının sanatsal özgürleşme ihtiyacını gösterir. Woolf, modern bilinç akışıyla Baudelaire’in ‘dérive’ kavramını tartışır. Sapma, kayma anlamına gelen ‘Dérive’, Guy Debord ve Asger Jorn tarafından gündelik karşılaşmaların sanatsal değerini vurgulamak için yeniden canlandırılmıştır. Bu kavram, çağdaş sanatçıların ve Sophie Calle gibi kavramsal sanatçıların çalışmalarını etkilemiştir.

Sophie Calle’nin çalışmaları, postmodern çağımızda önemli bir kültürel değere sahiptir. Eserleri, gerçek ve kurgu arasındaki sınırları bulanıklaştırır ve gözetim etiği ile ilgili soruları gündeme getirir. Calle, flanör ile flanöze arasındaki ilişkiyi araştırır. Bu konu da yukarıdaki derive ve psikocoğrafya konusu gibi bir konu olup her biri başlı başına birer yazıyı hakediyor. Şimdilik aşağıya Not olarak bir tanımını koydum.

Sophie Calle belgesel formun çağdaş sanat pratiğindeki rolünü yapısal olarak analiz eder. Performans, tiyatro ve Barthes’ın punctum kavramlarını tartışır. Calle’nin eserleri, bireyler arasındaki iş birliğini ve aktif katılımı vurgulayarak sanatta sosyal dönüşümü temsil eder.

Nicolas Bourriaud, ‘ilişkisel sanat’ kavramını ortaya koymuştur ve çağdaş sanatın sosyal bağlamdaki zayıflıkları onarmayı amaçladığını savunur. Bourriaud, sanatın özerk ve özel sembolik alan iddiasından öte bir olgu olduğunu belirtir. Jacques Rancière de ilişkisel sanatın, çağdaş toplumdaki ‘bağlantı eksikliklerini’ ele aldığını vurgular. Calle’nin çalışmaları, sanat eserinin anlamını ve estetik değerini sorgulamaktadır. ‘Gotham Handbook’ (1994), yazar Paul Auster’in Calle’e verdiği talimatlardan türemiştir ve görüntü ile metin aracılığıyla sosyal yoksunluğu araştırır.

Sanat eleştirmenleri ve sanatçılar, ilişkisel estetiğin sorunlarını araştırmışlardır. Joe Scanlan, bu tür durumların sosyallik ve samimiyet modellerinden uzak olduğunu savunmaktadır. Ancak Calle’nin ‘Suite Vénitienne’, ‘The Shadow’ ve ‘Cash Machine’ gibi eserleri, bu eleştirilerin aksine, katılımcıların habersiz olması nedeniyle farklı bir durumu ortaya koyar. Calle’nin çalışmaları, belgesel fotoğrafçılığın doğasını sorgular ve belirsizliği bir güç olarak kullanır.

Fotoğrafı belgeleme yerine eleştiri biçimine dönüştüren sanatçılar, 1960’ların kavramsal sanatından etkilenmişlerdir. Fotoğrafın gerçekliğe olan bağını da sorgulayan bu sanatçılar, belgeleme işlevini eğlenceli bir yapısöküm aracına dönüştürürler. Bu süreç, fotoğrafın sanat üzerindeki baskın kavramlarını sorunlu hale getirir. Green ve Lowry, fotoğrafların gerçeklik üretiminde önemli rol oynadığını savunur.

Calle  ‘The Shadow’ (1981) adlı eserinde, annesinden bir özel dedektif tutmasını ve kendisini takip ettirip fotoğraflatmasını ister. Bu çalışma, gerçek ve kurgu arasındaki farkı gözler önüne serer. Dedektifin raporları ile Calle’nin deneyimleri arasındaki büyük tezatı gösterir. Debord’a göre, ‘dérive’i gerçekleştirirken birey, tüm olağan motivasyonlarını bir kenara koymalı ve kendisini mekânın cazibesine bırakmalıdır. Bu süreç, arzularımızı ve korkularımızı keşfetmemizi sağlar.

Calle’in çalışmaları, sanat ve sanat fotoğrafçılığında tiyatrosallığın erdemleri üzerine tartışmayı gündeme getirir. Michael Fried ve Clement Greenberg’in modern sanat anlayışının aksine, tiyatrosallığın estetiği, izleyici ile sanat eseri arasındaki ilişkiyi zaman içinde  net bir biçimde kavrar. Barthes da punctum kavramıyla bu düşünceyi destekler.

Calle’in ‘Suite Vénitienne’ adlı eserinde, kişiler habersizce fotoğraflanır. Bu durum, anti-teatral bir idealdir. Calle, ataerkil toplumda bakışın geleneksel rolünü tersine çevirir ve erkek izleyicinin aktif bakışını kadın olarak üstlenir. Rosler’in terimleriyle, fotoğraf fotoğrafçı ve konu arasında bir ‘güç aktarımı’ haline gelir. Ancak Calle, güç ilişkisini ile bakış arasındaki mücadeleyi belgeler. Calle’in çalışmaları, gözetim ve etik ile ilgili sorular içerir ve izleyicinin bağlamın farkına varmasını sağlar.

Calle için, sormadan alarak bir şeyler geri vermek önemlidir. Eserleri, gözetleme ve etik arasındaki sınırları zorlar ve sanatın toplumsal rolünü yeniden değerlendirir. Sanatçının kuralları, kendi kendine dayattığı tuhaf ve takıntılı ritüellerle ilişkilidir. Postmodernist dünyada, doğru veya yanlışı belirleyen evrensel bir ahlak kuralı yoktur, sadece öznel yorumlar vardır. Ancak Calle’in çalışmalarının amacı, insan etkileşimlerini vurgulamak ve toplumsal bağlantıları ele almaktır. Bu eserler, etik ve estetik soruların ötesine geçerek, izleyicinin sanatı ve gerçekliği algılama biçimini yeniden tanımlamaya çalışır.

Sophie Calle, Fransız bir fotoğrafçı ve konseptual sanatçıdır. Onun sanatı, kişisel hikayeler ve gizli anılar üzerine yoğunlaşarak anlatısal ve kişisel bir yaklaşım göstermektedir. Çalışmalarında sıkça kendi hayatı, anıları ve deneyimlerini merkeze alır. İnsan davranışlarını gözlemleyerek ve başkalarının yaşamlarını keşfederek voyeuristik (röntgenci) ve ilişkisel bir bakış açısı sunar. Örneğin, bir eserinde başkalarının otel odalarına girerek onların kişisel eşyalarını ve alışkanlıklarını belgelemiştir.

Calle, fotoğrafçılığı metinler, günlükler ve diğer medya türleriyle birleştirerek eserlerinde daha derin ve katmanlı olmasını sağlar. Sanatı ve yaşamı arasındaki sınırları bulanıklaştırarak, sanatsal çalışmalarına kendi yaşamını ve deneyimlerini dahil eder. Bu da izleyiciye hem görsel hem de duygusal olarak hitap eden eserler üretmesini sağlar. Çalışmalarında genellikle bir araştırma veya belgeleme süreci yer alır ve belirli bir konu üzerinde derinlemesine araştırma yapar. Örneğin, “Exquisite Pain” adlı projesinde, sevgilisinin kendisini terk etmesinin ardından yaşadığı kendi acı çekme deneyimini diğer insanların acı hikayeleriyle karşılaştırarak bir dizi fotoğraf ve metin oluşturmuştur.

Sophie Calle’in 2012’den günümüze kadar gerçekleştirdiği bazı önemli çalışmaları şunlardır:

  • “Voir la mer” (2011-2012): İstanbul’da denizi hiç görmemiş insanları denizle tanıştırmış ve bu anları fotoğraflamıştır. Katılımcıların denizi ilk gördükleri andaki ifadeleri, çalışmanın merkezindedir.
  • “Take Care of Yourself” (Prenez soin de vous) (2007-2012): Sevgilisinin ona e-posta ile gönderdiği bir ayrılık mesajına odaklanarak, bu mesajı 107 kadına göstermiş ve onların düşüncelerini ve yorumlarını kaydetmiştir.
  • “Rachel, Monique” (2010-2014): Annesi Monique’in ölümünden sonra onun anısına yapılmış bir çalışmadır. Kişisel eşyalar, fotoğraflar ve metinlerle dolu bu enstalasyon, ölüm ve yas temalarını işler.
  • “Purloined” (2013): “The Sleepers” adlı 1979 tarihli eserinde yer alan fotoğrafların çalınması üzerine odaklanmış ve çalınan eserlerin hikayesini araştırarak, kayıp sanat eserleri üzerine bir sergi oluşturmuştur.
  • “What Do You See?” (Que voyez-vous?) (2013): Görme engelli bireylerin sanat eserlerini ve heykelleri nasıl “gördüğünü” keşfetmeye çalışmış, katılımcılar heykellere dokunarak hissettiklerini anlatmışlardır.
  • “Because” (Parce que) (2014-2016): Çeşitli fotoğrafların yanında “Parce que” (Çünkü) ile başlayan kısa metinlerle sunulmuş, her fotoğrafın hikayesini kısa ve öz bir şekilde ifade eden bir çalışma ortaya koymuştur.
  • “My mother, my cat, my father, in that order” (2018): Annesi, kedisi ve babasının ölümünden sonra yaşadığı kişisel kayıpları ve yas sürecini ele alır.
  • “The Bronx Museum” (2018): New York’taki Bronx Museum’da kayıp ve yok olma temalarını işler.
  • “Sophie Calle: Beau doublé, Monsieur le marquis!” (2019): Musée d’Orsay’da sergilenen bu çalışmada, François-Marie Banier ile birlikte Manet’nin “Olympia” tablosu üzerinden bir diyalog kurar.

Calle’in eserleri, izleyiciyi hem duygusal hem de entelektüel olarak etkileyen, derinlemesine düşündüren ve kişisel hikayelerin sanatsal bir anlatımı olarak nitelendirilebilir.

Calle’in ölüm ve mezarlık temalı çalışmaları arasında “Rachel, Monique” ve “Que faites-vous de vos morts?” öne çıkar.  “Que faites-vous de vos morts?” ise mezarlık ziyaretleri ve kaybedilen sevdiklerinin anısını yaşatma biçimlerini araştırır, ölüm ve yas tutma süreçleri hakkında duygusal ve dokunaklı bir perspektif sunar.

Calle’in kitapları da sanatçının çeşitli temaları ve projelerini belgeler. Örneğin, “Des histoires vraies: 66 Récits” hayatından ve çalışmalarından alınmış 66 kısa öykü içerirken, “Picalso” annesi Monique’in Picasso ile olan karşılaşmasını anlatır. “Sans lui” ayrılık deneyimini işlerken, “Noire dans Blanche” siyah beyaz fotoğrafların bir koleksiyonudur. “Sophie Calle” monografisi, sanatçının kariyerine kapsamlı bir bakış sunarken, “Erratum” yanlış anlaşılan veya yorumlanan projelerine odaklanır. “Sophie Calle: And So Forth” çeşitli projelerini ve performanslarını belgeliyorken, “Aveugles” görme engelli bireylerin en son gördükleri şeyler hakkında hikayeler sunar.

Bu kitaplar ve projeler, Sophie Calle’in sanatsal yolculuğunu ve farklı temalar üzerindeki araştırmalarını belgeleyen önemli eserlerdir ve sanatçının kendine özgü vizyonunu yansıtır.

Yaptiği işlerden, kitaplardan ve portrelerinden bir kaç örneği aşağıda poaylaşıyorum.

 

Not.

Flanör kavramı, 19. yüzyılın ortalarında Fransız şair ve yazar Charles Baudelaire tarafından ortaya atılmıştır. Baudelaire, “Les Fleurs du mal” (Kötülük Çiçekleri) adlı eserinde flanör kavramını detaylandırarak, bu figürü modern şehir hayatının gözlemcisi ve düşünürü olarak tanımlamıştır. Flanör, özellikle Paris sokaklarında dolaşarak şehir yaşamını izleyen, modern hayatın inceliklerini ve çelişkilerini keşfeden bir karakterdir. Bu kavram daha sonra Walter Benjamin gibi düşünürler tarafından da ele alınmış ve geliştirilmiştir.

 

 

Paris’te bir restoran; La Tour d’Argent, Fransız Gastronomisinin efsane amiral gemisi..

APE Yabancı Basın Mensupları Derneği olarak Paris’in en eski ve en ünlü restoranlarından birini ziyaret ettik. Ziyaretimizin amacı restoranın yenilenip güzelleşmesi ve yeniden açılıyor olmasıydı. Giriş katındaki barında içtiğimiz kahveden sonra sırasıyla müzesini, mutfağını restoranını ve muhteşem terasını sahibi André Terrail’ın rehberliğinde gezdik. Ardından alt katındaki muhteşem manzaralı apart otelini de gördük. Özel küçük grupların toplantılar için kiraladığı bu mekanda bir zerafet örneğiydi. Kolay kolay La Tour d’Argent efsanesi olunamayacağını zaten biliyorduk bir kez daha tanık olduk. Kapak resmi olarak da müzede çektiğim Dali’nin restoranda şarabını yudumlarken çekilmiş bir fotoğrafını kullandım. Les Diners de Gala adlı kitaptan alınmış bu fotoğraf Dali ile Andre’nin babası Claude Terrail’ı gösteriyor. O Claude ki tiyatro ve sinema oyuncusu olmak isterken mecbur kalıp baba mesleği olan restorancılığa girmek zorunda kalmış ve Japon imparatoru Hirohito’yu, Kraliçe Elisabeth II’yi, John Kennedy’yi, Orson Welles’i, John Wayne, Marilyne Monroe ve Ava Gardner gibi ünlüleri ağırlamış.

 

 

 

Önce bar ve müzeden bir kaç fotoğraf koyayım buraya.

 

 

 

 

 

             

 

 

 

 

 

La Tour d’Argent: Fransız Gastronomisine Bir Övgü kabul edilebilir. La Tour d’Argent, Paris’in kalbinde yüzyıllardır süregelen bir yemek ikonudur. Buraya da genel görüntülerden bir miktar fotoğraf iliştireyim.

 

   

 

Seine Nehri’nin kıyısında yer alan ve muhteşem Notre-Dame Katedrali’ne kadar uzanan manzarasıyla La Tour d’Argent sadece bir restoran değil, Fransız mutfağının ihtişamını ve zarafetini simgeleyen tarihi bir anıttır. 1582 yılında kurulan bu efsanevi mekan, Paris tarihindeki yüzyılları aşan bir geçmişiyle mükemmelliğin sembolü olarak varlığını sürdürmektedir.

Tarih ve Kültürel Önemi La Tour d’Argent, Fransa’nın büyük kültürel ve mutfak evriminin yaşandığı Rönesans döneminde kuruldu. Restoranın adının, uzaktan gümüş gibi parlayan pencerelerinden esinlenerek konduğu söylenir. Yüzyıllar boyunca, kral ve kraliçelerden yazarlara ve ünlülere kadar pek çok önemli kişi burada ağırlandı ve bu mekan, üstün bir mirasın simgesi haline geldi.

  1. yüzyılda Kral Henri IV’ün sık sık ziyaret ettiği bilinir; bu, restoranın başlangıcından itibaren yüksek statüsünün bir göstergesidir. La Tour d’Argent’in altın çağı 19. ve 20. yüzyıllarda da devam etti ve Franklin D. Roosevelt, Charlie Chaplin ve Marlene Dietrich gibi ünlü isimleri ağırladı. La Tour d’Argent’in duvarları sadece Fransız mutfağının evrimini değil, aynı zamanda tarihi olayları ve toplumsal değişimleri de tanıklık etti.

Gastronomik Sanat ve Ünlü Yemekler La Tour d’Argent mutfağı geleneksel köklerine sıkı sıkıya bağlı olup, çağdaş Fransız gastronomisinin de simgesel yeniliklerini içerir. En ünlü yemeklerinden biri olan “Caneton Tour d’Argent” (sıkılmış ördek), restoranın mükemmeliyetine olan bağlılığını gösteren bir kulinér başyapıttır. Her ördek numaralandırılır ve özenle hazırlanır; bu gelenek, kuşaklar boyunca müşterilere keyif vermiştir. Tarif, ördeğin kemiklerini sıkarak sularını çıkarmayı ve bu suları zengin ve lezzetli bir sos yaratmak için kullanmayı içerir.

La Tour d’Argent’in şarap mahzeni prestijinin bir başka simgesidir. 300,000’den fazla şişeyle dünyanın en geniş koleksiyonlarından birine sahiptir. Bu hazine, Fransa’nın her köşesinden nadir şarapları ve seçkin şarapları içerir; bunlar restoranın bilgi ve tutkuyla seçtiği öğelerdir. Her yemeğe eşlik etmek üzere mükemmel şarabı seçme konusunda şarap uzmanının rehberliği, gastronomik deneyimin ayrılmaz bir parçasıdır.

İşte ansiklopedi niteliğindeki efsane şarap listesi;

     

La Tour d’Argent Modern Çağında Son yıllarda La Tour d’Argent, Claude Terrail’in mirasını devralan mevcut sahibi André Terrail’in liderliğinde evrim geçirmeye devam etti. André, restoranın zamansız cazibesini ve geleneğini korurken modernizasyonu da benimsemiştir. Bu hassas denge, menüde klasik Fransız tekniklerini onurlandırırken çağdaş unsurlar ve mevsimlik malzemelerle birleşir.

Restoranın sürdürülebilirlik ve yerel tedarik konusundaki taahhüdü modern yaklaşımının bir başka yansımasıdır. Tarım işletmecileri ve yerel tedarikçilerle yapılan ortaklıklar, en taze ve yüksek kaliteli malzemelerin kullanılmasını garanti eder; bu, küresel düzeyde sürdürülebilir gıda uygulamalarına verilen artan önemi yansıtır.

Müşteri Deneyimi ve Etkinlikler La Tour d’Argent’de akşam yemeği sadece bir yemek değil, tüm duyuları içine alan bir deneyimdir. Misafirler, lüks yemek salonuna adım attıklarında, Paris manzarasıyla birlikte sanat ve tarihle harmanlanan bir dünyaya taşınırlar. Dikkatli servis, zarif sunum ve lezzetlerin uyumu, unutulmaz bir simfoni oluşturur.

Restoran, ayrıca mutfak kursları ve şarap tadım etkinlikleri de sunar; bu, Fransız mutfağının sanatına ve yemeklerin şaraplarla uyumuna derinlemesine dalma fırsatı sunar. Bu deneyimler, ustalardan öğrenme ve restoranın mükemmellik altındaki titiz süreçleri anlama konusunda eşsiz bir fırsat sunar.

Sonuç La Tour d’Argent, Fransız mutfak mirasının bir feneri olarak yükselir; burası tarih, gelenek ve yeniliğin kesiştiği bir yerdir. Kalıcı mirası, restoranın tutkulu ve özverili kuşaklarının bir kanıtıdır. Tarihin yüklü duvarları arasında akşam yemeği şansına erişenler için La Tour d’Argent, sadece bir yemek değil, Fransız kültür ve gastronomisinin zengin dokusunda bir yolculuktur.

 

Buraya da La Tour d’argent’ın sahibi Andre Terrail, şef Yannick Franques, APE başanı Magdalena Banach’ın fotoğraflarını koyarak yazıyı sonlandırayım.

 

       

La Tour d’Argent : une ode a la gastronomie Française

 

 

La Tour d’Argent est une icône culinaire depuis des siecles au cœur de Paris

Niché sur les rives de la Seine, avec une vue s’étendant jusqu’à la majestueuse cathédrale Notre-Dame, La Tour d’Argent est bien plus qu’un restaurant ; c’est un monument historique qui incarne la grandeur et l’élégance de la cuisine française. Fondé en 1582, cet établissement légendaire a traversé des siècles d’histoire parisienne et reste un symbole d’excellence gastronomique.

Histoire et Importance Culturelle

La Tour d’Argent, signifiant “La Tour d’Argent”, a été fondée pendant la Renaissance, une période de grande évolution culturelle et culinaire en France. Le nom du restaurant est dit avoir été inspiré par les reflets scintillants de ses fenêtres, qui lui donnaient une apparence argentée de loin. Au fil des siècles, il a accueilli une pléiade de figures notables, des rois et reines aux écrivains et célébrités, chacun contribuant à son héritage illustre.

Au 17ème siècle, le roi Henri IV était un visiteur fréquent, témoignant du haut statut du restaurant même à ses débuts. L’âge d’or du restaurant a continué jusqu’aux 19ème et 20ème siècles, attirant des personnalités telles que Franklin D. Roosevelt, Charlie Chaplin et Marlene Dietrich. Les murs de La Tour d’Argent ont non seulement été témoins de l’évolution de la cuisine française, mais aussi des événements historiques et des changements sociétaux.

Art Culinaire et Plats Célèbres

La cuisine de La Tour d’Argent est profondément enracinée dans la tradition tout en embrassant l’innovation qui caractérise la gastronomie française contemporaine. L’un de ses plats les plus célèbres, le “Caneton Tour d’Argent” (canard pressé), est un chef-d’œuvre culinaire qui illustre l’engagement du restaurant envers l’excellence. Chaque canard est numéroté et préparé avec un soin méticuleux, poursuivant une tradition qui ravit les clients depuis des générations. La recette implique de presser la carcasse du canard pour en extraire les jus, qui sont ensuite utilisés pour créer une sauce riche et savoureuse.

La cave à vin de La Tour d’Argent est un autre pilier de son prestige. Avec plus de 300 000 bouteilles, c’est l’une des collections les plus étendues au monde. Ce trésor comprend des millésimes rares et des vins fins de chaque coin de la France, soigneusement sélectionnés avec l’expertise et la passion pour lesquelles le restaurant est renommé. Le guidage du sommelier dans le choix du vin parfait pour accompagner chaque plat est une partie intégrante de l’expérience gastronomique.

La Tour d’Argent à l’Ère Moderne

Ces dernières années, La Tour d’Argent a continué d’évoluer sous la direction d’André Terrail, l’actuel propriétaire qui a hérité de l’héritage de son père, Claude Terrail. André a embrassé la modernisation tout en préservant le charme intemporel et la tradition qui définissent le restaurant. Cet équilibre délicat se reflète dans le menu, qui honore les techniques classiques françaises tout en intégrant des éléments contemporains et des ingrédients de saison.

L’engagement du restaurant envers la durabilité et l’approvisionnement local est une autre marque de son approche moderne. Des partenariats avec des agriculteurs et des fournisseurs locaux garantissent que les ingrédients les plus frais et de la plus haute qualité sont utilisés, en harmonie avec l’accent croissant au niveau mondial sur les pratiques alimentaires durables.

Expérience Client et Événements

Dîner à La Tour d’Argent est bien plus qu’un repas ; c’est une expérience immersive qui engage tous les sens. Dès que les clients pénètrent dans la salle à manger opulente, avec ses vues panoramiques sur Paris, ils sont transportés dans un monde où l’art culinaire et l’histoire s’entrelacent. Le service attentif, la présentation élégante et l’harmonie des saveurs créent une symphonie qui laisse une impression durable.

Le restaurant propose également des cours de cuisine et des dégustations de vin, permettant aux passionnés de plonger plus profondément dans l’art de la cuisine française et les nuances de l’accord mets et vins. Ces expériences offrent une opportunité unique d’apprendre des maîtres et de comprendre les processus méticuleux qui sous-tendent l’excellence du restaurant.

Conclusion

La Tour d’Argent se dresse comme un phare du patrimoine culinaire français, un lieu où l’histoire, la tradition et l’innovation convergent. Son héritage durable est un témoignage de la passion et du dévouement des générations qui ont préservé son esprit. Pour ceux qui ont la chance de dîner entre ses murs chargés d’histoire, La Tour d’Argent offre non seulement un repas, mais un voyage à travers la riche tapisserie de la culture et de la gastronomie françaises.

 Çağdaş Fransız Fotoğrafı

 

Arles Fotoğraf Festivalinden iki enstantane…

 

Çağdaş Fransız Fotoğrafı

 

Türkiye Fotoğraf Vakfının 2023 yılında yayınladığı Çağdaş fotoğraf Özel sayısına hazırladığım Fransız Çağdaş Fotoğrafı başlıklı yazımı burada sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Çağdaş Fransız fotoğrafı, “Arles Karşılaşmaları” adı da verilen Arles Fotoğraf Festivali ile hemen hemen aynı yaştadır. Buna mukabil Paris Photo bu yıl 26 yaşına basmıştır ve bu iki fotoğraf festivali, dünyanın en önemli festivalleri olarak kabul görürler. Çağdaş Fransız fotoğrafı, genellikle bu iki festivalde boy gösterir ve bu mecralarda ilerler.

Fotoğraf, Fransa’da bulunmuş olmasına karşın, yakın fotoğraf tarihi içindeki yeri genelde ihmal edilmiştir. Gördüğüm kadarıyla bu konunun en önemli kitapları, fotoğrafın en önemli merkezleri arasına New York, Londra, Berlin ve Tokyo gibi şehirleri öne çıkarırken; Paris’i eklemeyi ihmal etmiş olmaları yetmezmiş gibi, dünya çapında önemli 20 çağdaş fotoğrafçı arasına Fransa’dan sadece Sophie
Calle eklenmektedir. Dünya çağdaş fotoğrafçılığı için olduğu gibi çağdaş Fransız fotoğrafı ile ilgili bir makale yazmak amaçlandığında, araştırma sırasında da çeşitli zorluklarla karşılaşılır. Bu zorlukların başında, çağdaş fotoğrafçılığın tanımı ve konuyla ilgili bölümlerin sınıflandırılması gelir. Bu konuda yazılmış önemli kitaplar, bu zorlukları net bir şekilde ifade ederlerken, her kitabın konuya farklı yaklaşımları olduğu görülür.
Biz önce bize uygun bir tanım yapacağız. Daha sonra da geçmişte gezdiğimiz ve hakkında yazılar yazdığımız Paris-Photo ve Arles fotoğraf festivalleri deneyimlerimizden de yararlanarak yaptığımız
bir sınıflandırma üzerinden ilerleyeceğiz. Çağdaş fotoğrafçılık, geleneksel fotoğrafçılık tekniklerini kullanarak, günümüzdeki toplumsal, kültürel ve bireysel deneyimleri yansıtan sanatsal bir yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşım, dijital teknolojilerin gelişimiyle birlikte daha da yaygınlaşmış ve çeşitlenmiştir. Çağdaş fotoğrafçılar, fotoğrafı bir ifade aracı olarak kullanarak kendi bakış açılarını, duygularını ve düşüncelerini aktarırlar. Çağdaş fotoğrafçıların, geleneksel kompozisyon kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalmak yerine deneysel ve yenilikçi yaklaşımlar kullandıklarını görüyoruz. Bu, kompozisyon, ışık, renk, dokular ve diğer görsel ögeleri manipüle etme özgürlüğü anlamına da gelmektedir.

Çağdaş fotoğrafçılık, aynı zamanda toplumsal ve politik konuları ele alarak güçlü bir mesaj iletmek için kullanılır. Fotoğrafçılar, çeşitlilik, eşitlik, cinsiyet, ırk, çevre ve diğer çeşitli sosyal konuları ele alarak toplumu sorgulayabilir ve farkındalık yaratabilirler. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte dijital fotoğraf makineleri ve görüntü işleme yazılımları çağdaş fotoğrafçılara daha fazla yaratıcılık ve özgürlük sunmuştur. Dijital manipülasyon teknikleri, fotoğrafçıların görüntüler üzerinde oynamalarına ve hayal güçlerini kullanmalarına olanak tanır. Özetlemek gerekirse çağdaş fotoğrafçılık, günümüzdeki toplumsal ve teknolojik değişimleri yansıtan, deneysel ve yenilikçi bir sanatsal yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşım, fotoğrafçıların kendi bakış açılarını ifade etmeleri, güçlü mesajlar iletmeleri ve yaratıcılıklarını sergilemeleri için geniş bir alan sunar.
Fransa, 1920-1940 yılları arasında dünyada fotoğrafın
başkenti olmuştur ve ön planda olduğu bu durumu daha sonra da uzunca bir süre muhafaza edebilmiştir. Fransa’da çağdaş fotoğrafçılığın geçmişine bakarsak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal ve ekonomik alanda çok verimli geçen 30 yılı görürüz ki Fransızlar buna, “Şanlı 30” derler. Bu dönemden sonra çağdaş sanatın temelleri atılmaya başlar.
Ancak 1970’lerdeki petrol krizi ile bolluk – bereket dönemi tersine dönmeye başlar. Fransa’nın sosyoekonomik, kültürel, demografik ve coğrafi görüntüsü değişmeye başlarken, fotoğraf da belgesel özellikleriyle bu değişimleri yansıtmaya başlar. Akabinde ulusal kimlik arayışları, cumhuriyet değerleri ve post-koloniyal konular ele alınır. Bu sırada sanatsal, kültürel, tarihi, politik ve entelektüel yakınlaşmalar da fotoğraf aracılığı ile ortaya çıkar. Michel Foucault’dan itibaren görsellik ve yazı birlikteliği çağdaş Fransız felsefesinin temel taşı olurken, aynı yıllarda Fransız filozoflar “fotoğraf felsefesini” de tanımlamışlardır. Sonuç olarak çağdaş fotoğrafçılık, Fransa’da böylesi felsefi ve yazınsal miras üzerinde gelişmeye başlamıştır. Bu arada bu konudaki dünyaca ünlü yazıların sahibi ve fotoğrafın ne olduğunu en güzel anlatan Roland Barthes’i de anmadan geçmeyelim.
Fotoğraf felsefesi konularında olumlu gelişmeler yaşanırken,
Fransa’da ekonomik model nedeniyle sanat dünyasında ciddi bir düşüş baş gösterir. Fransız sanatı, lideri olduğu dünya sanat piyasasından yavaş yavaş silinmeye başlar. Nicolas Sarkozy’nin liberal ekonomi hareketi başlayana kadar bu çöküş devam eder. 1972 yılında eleştirmen Jean Clair, “Atget ve Brassaï’nin Ülkesinde Fotoğrafın Sağlığı Pek İyi Değil” başlıklı bir yazı yayınlarken, aynı anda sadece HCB, Izis, Doisneau, Willy Ronis gibi Fransız hümanist fotoğrafçıların etkileri devam etmektedir.
Yıllar sonra 2018’de Paris’teki Avrupa Fotoğraf Evi’nin (MEP) düzenlediği sergi ile durum düzeltilmeye çalışılır. “Fransız Fotoğrafçılığı Hâlen Mevcut, Ben Gördüm” serginin adıdır. Serginin adını, New York Modern Sanat Müzesi (MoMa) Fotoğraf Direktörü John Szarkowski koymuştur. Szarkowski, Fransız fotoğrafçılığının öneminin farkında olduğunu belirtmek istemiştir. 1982’de François Mitterand başkan seçilince, yanına kültür bakanı olarak Jacques Lang’ı alıp bir kültür – sanat seferberliği başlatır. Bu seferberlik, farklı görüşlerde hükümetler döneminde de bugüne kadar devam etmiştir. Fransa, Avrupa’da kültür
ve sanata en büyük bütçeyi ayıran ülkedir. Günümüzde bu girişimler meyvelerini vermekte ve önemli çağdaş Fransız fotoğrafı ortaya çıkmaya başlamaktadır. Kişisel
değerlendirmelerime dayanarak seçtiğim 11 önemli çağdaş fotoğraf sanatçısını buraya taşımayı ve sizlere özellikleriyle tanıtmayı uygun gördüm. Bu fotoğrafçılar alfabetik sırayla şöyledir: Christian Boltanski, Mohamed Bourouissa,

 

Christian Boltanski Sees Dead People in Exhibition at Manege ...

 

“İnsanlar” / “People”, Christian Boltanski, Grand Palais, Paris, 2010.

Christian Boltanski: Paris’te Rusya’dan göçmüş bir Yahudi babadan ve Yahudi ataları olan Korsikalı anneden dünyaya gelmiştir. Yahudi kökleri, sanatını ciddi biçimde şekillendirmiştir. Babasının Nazi işgali sırasında 1,5 yıl bodrumda saklandığını biliyor olması ve 12 yaşında okulunu terk etmek zorunda kalması, yaşamında önemli travmalarıdır. 14 yaşında resim yapmaya başlayan Boltanski, yokluk ve varlık arasındaki sınırı sorgulayan bir sanatçı olarak bilinir. Eserlerinde yokluk kavramı önemli bir yer tutar ve medyaların yok olanları canlandırmak yerine yokluğunu daha da belirgin hâle getirdiğini savunur. Boltanski’nin çalışmaları, belleğin sahteciliği ve yaşam projelerimizin kırılganlığı gibi konuları ele alırken; temel konuları zaman, geçicilik ve ölümdür. Sanatçı
eski fotoğraflar, buluntu nesneler, oluklu mukavva, oyun hamuru, aydınlatma elemanları, mumlar gibi malzemeler kullanarak duygusal etkiyi yakalamayı amaçlar.
Eserlerinde fotoğraf, sinema, video gibi farklı sanat ifade biçimlerini kullanarak bellek, bilinç dışı, çocukluk ve ölüm temalarına sıklıkla yer verir. Boltanski’nin dikkate değer bir özelliği, sahip olmadığı nesnelerle yaşam anlarını yeniden inşa etme alışkanlığıdır. Bir hayat hayal eder, onu kendine mal eder ve bu nesnelerin büyük duygusal güce sahip olmaları sebebiyle dosyalar, kitaplar, koleksiyonlar gibi
her şeyi anılarla ilişkilendirir. Sanatçının eserleri, Shoah’ın anısıyla şekillenmiş olup, kendi geçmişi ve yeniden yapılanmasıyla yoğun bir şekilde ilgilenir. Boltanski, hazır nesneleri kullanarak tipik burjuva çocukluğunu parçalı
bir biçimde betimlemek için “Vitrinler” adlı eserlerini 1967 yılında yapmaya başlar. Ayrıca kişisel eşyalarını açık artırmayla satışa sunar. Kendisinin ve kurgusal karakterlerin yaşamlarının envanterlerini çıkarır ve bunları çeşitli müzelere miras olarak bırakır. Kukla bir palyaço için vitrinler kurarak bir antropoloji müzesi oluşturur.
Bu eserler, çocukluk hatıralarından ölü yakınlarının anılarına, kişisel bir öyküden hepimizin ortak hikâyesine kadar hatırlamaya çağrışım yapar. Boltanski’nin eserleri, pop art ve minimalizmden farklı olarak nötr bir eser ve öznellik reddini paylaşan bir yaklaşımı yansıtır. Sanatçının koleksiyonları, etnografik müze sunumlarının etkisinden ilham alır ve nesnelerin, sanatın temel belirsizliğine işaret eden sahnelemelerdir. Kişisel nesnelerin veya anılarının yanında, Boltanski yaşamının psödo-belgesel yeniden yapılandırmalarını da sergiler.

Mohamed Bourouissa | L'Impasse (2007) | Artsy

“Çıkmaz” / “L’impasse”. Fotoğraf / Photo by Mohamed Bourouissa, 2007.

Mohamed Bourouissa: 1978 yılında Cezayir’in Buleyde şehrinde doğdu. Paris’te yaşıyor ve çalışıyor. Fotoğraf, video ve yerleştirme gibi farklı medya türlerini kullanmaktadır.
Çalışmaları, sosyokültürel konuları merkeze alan ve özellikle “varoşlardan gelen genç” prototipini sorgulayan bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bourouissa’nın eserleri, görsel kimliklerin oluşumunda imgelerin rolünü sorgulamakta, çağdaş ve uluslararası kentsel gençliğin kozmopolitliğini araştırmaktadır. Bourouissa’nın “Peripherals” adlı fotoğraf serisi, banliyölerdeki günlük yaşamdan sahneleri renkli fotoğraflarla sunmaktadır. Grup içinde yaşam, güç
ilişkileri ve erkekler arasındaki dinamiklere odaklanır. Bourouissa, varoşları bir kültüre dönüştürürken özcülük (esansiyalizm) kavramını da sorgulamaktadır. “Halles” adlı fotoğraf serisinde ise Parisli gençlerin portreleri yer
alırken, farklı kültürel modellerin varlığı da vurgulanmaktadır. Bourouissa’nın çalışmalarında çizimlerle temsil edilen antropomorfik figürler de bulunur. Koşan, spor ayakkabı giyen ve kapşonlu kıyafet giyinen figürler siyah eskizlerle betimlenir. “Screens” adlı serisinde ise toz hâline getirilmiş ekranların fotoğraflarını içeren ışıklı kutularda sunulur.
Bu eserlerde kültürel eleştiri ve sorgulama öne çıkar. Bourouissa, sanatsal pratiğiyle sosyal ve kültürel meselelere odaklanırken, görsel imgelerin gücünü ve çoğulluğunu keşfetmeye çalışmaktadır.

 

Works - Valérie Belin

“Işıltı” / “Aureole”, Valérie Belin, 2015.

Valérie Belin: 1964 yılında banliyösünde doğduğu Paris’te yaşayıp çalışmaktadır. Yaratıcı çalışmalarında sürekli arayış içindedir. Kendi düşüncesinin izini sürer ve her seferinde bu düşüncelerini takip ederek sonuca ulaşır. Belin, gerçekliğin enerjisini yansıtan nesneleri arar, minimal ve deneysel bir tarzda çalışır. İşlerinde optik bir büyütme ve çarpıtma teknikleri kullanır. Belin’in çalışmalarında mekanik bir yön vardır. Tuhaf şeylere ek olarak tüketim mallarını ve kırık aynaları da sevmektedir. Günlük hayatın akışkan dinamikleri ve çıplak heykeller,
ilgisini çeker. İnsan figürüne yönelik bir döngüye geçmeyi planlamaktadır. “Vücut Geliştiriciler” (1999), “Faslı Gelinler” (2000), “Siyah ve Beyaz Güzeller” (2001) gibi serilerinde insanların tuhaf ve bazen de klişeleşmiş güzellik algısını sorgular. Ayrıca Michael Jackson’ın benzerlerini fotoğrafladığı bir serisi de vardır ki bu çalışmalarında dönüşüm ve kimlik arayışı temalarını işler. Dijital araçları kullanarak sanal kaynaklara dalan Belin, hareketli yaşamın dışında kalarak dönüşümleri güçlü ışıklar altında kaydeder. Renkleri abartır ve siyah beyaza geri döner. Dansçıları, sihirbazları ve diğer karakterleri çekici bir şekilde fotoğraflar.

 

‘Kendinize dikkat edin’ ‘Prenez soin de vous’ Sophie Calle. Fotoğraf / Photo by Jean-Baptiste Mondino.

Sophie Calle: Koleksiyoncu Robert Calle’nin kızıdır ve Paris’te doğmuştur. Hâlen Paris’te yaşamakta ve
çalışmaktadır. Lübnan’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne ve çeşitli ülkelere seyahat ettikten sonra 25 yaşında sanatla ilgilenmeye başladı. 1978 yılında Guatemala’da sanatçı olacağını pek bilmeden, babasını memnun etmek ve hayatını iyileştirmek arzusuyla ilk mezar fotoğraflarını çekti. 1979 yılında ise kendi deyimiyle tesadüfen “hikâye yapımcısı” olarak çalışmaya başladı. Neredeyse bir hafta boyunca arkadaşlarını veya yabancıları yatağında uyumaya davet etti, fotoğraflarını çekti ve resimlere metinlerle eşlik etti. Paris Bienali’nde sunulan bu serisi, Sophie Calle’in sanatının çeşitli özelliklerini bir araya getirirken, bir oyun olarak otobiyografik bir ritüel etrafında bir görüntü ve anlatım tarzı yarattı.
Bir gün bir kafede otururken tanımadığı bir adamın nereye gittiğini merak edip peşine takıldı. Paris’ten Venedik’e giden adamın fotoğraflarını gizlice çekerek son durağa kadar onu bir detektif gibi takip etti ve bu seriye “Venedik Süiti” adını verdi. Ardından da benzer projeler geldi ve “La Filature”da (1981) annesinden kendisini takip etmesi için bir dedektif tutmasını istedi. “L’Hôtel”de (1981) ise müşterilerin odalarında bıraktıkları şeyleri gözlemlemek için bir otelde hizmetçi olarak işe girdi. 1983 yılında buluntu bir defterin sahibinin izini sürmek için defterdeki numaraları arayıp kayıtlı kişilerle konuştuğu “Adres Defteri” çalışması çok ilgi çekti. 1986 yılındaki “Aveugles” adlı dizisinde doğuştan kör olan insanların kendi güzelliklerini ve fiziki yapılarını tanımlamaya çalıştıkları, duygusal ama aynı zamanda estetik konuları araştırdı. Bu sorgulama, kendisinde yokluk teması ve sanatın yapısı üzerine karmaşık bir düşünceye yol açtı. Ardından “Last Seen” ve “La Couleur Blind” gibi müze ve sanat eseriyle bağlantılı iki sergi açtı.
1992’de başarısız bir romantik ilişki, ona uluslararasıtanınırlık ve ün kazandıran ilk filmi “Double Blind/No Sex Last Night”a ilham kaynağı oldu. 1990’lı yıllara yazar Paul Auster ile yaptığı iş birliği damgasını vurdu ve “Leviathan” adlı çalışmasıyla ikizi Maria’yı yarattı. Sophie Calle, daha sonra 5 Ekim 2002’de yüzlerce insanı Eyfel Kulesi’ne topladı. Yattığı yerden onların hikâyelerini dinledi ve hepsiyle kucaklaştığı bazı kurgusal eserlere de imza attı.
Sophie Calle, çok büyük bir triptik olan “Douleur Exquise” (Zarif Ağrı) adlı eserini 2003 yılında Pompidou Çağdaş Sanat Merkezi’nde sergilemiştir. Ayrılık temasını işleyen bu eser, Calle’in çağdaş ve popüler olma özelliklerini pekiştirmiş ve 2007 yılında Venedik Bienali’nde Fransa’yı temsil etmiştir.

 

La vie nue | Les Films Pelléas

“539 COVID-19”, Antoine d’Agata, hastane / hospital, Fransa / France.

Antoine d’Agata: Fransız belgesel fotoğrafçısı ve sinemacısıdır. 1961 yılında Marsilya’da doğmuştur. D’Agata, fotoğrafçılık kariyerine Magnum Photos üyesi olarak başlamış ve çeşitli kitaplar yayınlamıştır. Aynı zamanda film yönetmeni olarak da çalışmış ve birkaç film çekmiştir. Çalışmaları, genellikle gece, fuhuş, cinsellik gibi konuları ele
almaktadır. D’Agata’nın fotoğrafları, bedenlerin ve duyguların kopuşlarını yansıtmaktadır.
Çalışmaları, izleyicileri düşünmeye ve gördükleri gerçekliği sorgulamaya yönlendirir. D’Agata, küçük formatlı fotoğraf makineleri kullanarak çekimler yapar ve siyah beyaz, renkli, film ve dijital formatlarda çalışır. Fotoğrafları, genellikle rastlantısal buluşmalar üzerine kuruludur
ve konusunu önceden belirlemez. Belgesel çalışmaları, sadece kendisinden ve kendi deneyimlerinden bahsetmekle kalmaz, aynı zamanda yaşam anlarının anlık doğasına da tanıklık eder. Fotoğrafçılığa olan yaklaşımı, geleneksel belgesel görüntülerden farklıdır ve fotoğrafçının gözetleyici rolünü reddeder. Özetle Antoine d’Agata, çarpıcı estetiği ve cesur çalışmalarıyla tanınan önemli bir fotoğrafçı ve sinemacıdır.

 

The End of Italy's Asylums • Raymond Depardon • Magnum Photos

 

“Psikiyatri Hastanesi” / “Psychiatric Hospital”, Raymond Depardon, Torino / Turin, İtalya / Italy, 1980.

Raymond Depardon: 1942 yılında Villefranche-sur- Saône’da doğmuştur. Hâlen Paris’te yaşamakta ve çalışmaktadır. Kâşif ve ilham verici bir kişi olarak tanınır. Bu nedenle genç fotoğrafçılar sıklıkla kendisini takip etmektedir. Çiftlikte büyümüş, yazma kursları almış ve 1950’lerin sonlarında fotoğrafçı ve kameraman olma hayaliyle Paris’e gitmiştir. Bir basın ajansında çalışmaya başladı. Paparazi olarak haberler yaptı ve birçok deneyim biriktirdi. 1966 yılında Gamma Ajansı’nın kurucuları arasında yer aldı ve fotoğrafçı kimliğini yeniden değerlendirmeye başladı.
Paris’i, foto muhabirliğinin başkenti hâline getirmeye çalıştı. Valéry Giscard d’Estaing’in seçim kampanyasını belgeledi. Ancak d’Estaing, bu belgelerin yayınlanmasına uzun süre izin vermedi. Magnum Ajansı’na katıldı ve kurgusal çalışmalara başladı. Bir tımarhanenin, bir gazetenin, polis ve adalet mekanizmasının işleyişini anlattı. Ancak her nedense foto muhabirliği konusuna her zaman bir güvensizlik duydu. Beyrut’taki çatışmadan döndükten sonra, küçük bir manifestonun başlangıcını oluşturan “Notes” adlı kitabını yayınladı. Haber algısını bozma konusuyla ilgilendi. Basını sevdi ama çoğunlukla kitapları tercih etti, çok sayıda sergi açtı.

 

Holy triptych par JR sur artnet

“Kutsal Üçlü” / “Holy Triptych”, JR, 2006.

JR: Özellikle Orta Doğu ve Brezilya gibi aşırı gerilimli ve yoğun medyanın olduğu bölgelerde, küreselleşmiş medyanın indirgemeci bakış açılarından farklı perspektifler sunan görüntüler oluşturmayı hedefler ve bakış açısını, “küresel karşısında yerel deneyimler
yaşamayı deniyorum,” sözleri ile ifade etti. JR olan iki baş harfli takma adının ardına saklanan 40 yaşındaki sanatçı, Kibera’daki gecekondu mahallelerinden Filistin sınırına kadar birçok yerde insanlara zaman ayırdı ve onlarla yakın ilişkiler kurdu. Örneğin Rio de Janeiro’daki en eski ve tehlikeli favela olan Morro da Providencia’da haftalar geçirdi. Silahlı adamları ikna ederek serbestçe dolaştı
ve “Women are Heroes” adlı projesini gerçekleştirdi. Bu projede Brezilya, Hindistan, Kamboçya ve Kenya gibi ülkelerde tanıştığı, bazen ölümle ama çoğu zaman hayatla iç içe olan isimsiz kadınların portrelerini çekti.

JR, fotoğrafı müzelerde sergilemek yerine; duvarları, çatıları ve trenleri sergi alanı olarak kullanırdı. Örneğin Kudüs’te duvarın her iki tarafındaki fırıncılar, kuaförler, taksi şoförleri gibi meslek gruplarıyla konuştu. Onları projeye dâhil etti ve portrelerini duvarlara astı. Filistinlilerin ve İsraillilerin yan yana gülen veya mimikleriyle komik yüzler oluşturan insanları gösteren devasa siyah beyaz fotoğraflar, şehri ayıran duvarda sergiledi. Bu görüntüler, medyada görmeye alışık olduğumuz görüntülerden çok farklıdır. Bu görüntüler, uluslararası medya tarafından paylaşıldığında JR’ın sanatçı kimliği perçinlenmiş oldu.
JR, projelerinin nasıl karşılandığını görmek amacıyla yerel halkın tepkilerini gösteren videolar da çekti. Fotoğrafçı,
afiş yapıştırıcısı, sokak sanatçısı ve film yapımcısı olma özelliklerine sahip çok yönlü bir çağdaş sanatçıdır. “Women are Heroes” adlı projesinde, kadın portrelerini bir araya getirdi. Yaptığı filmler ise belgesel olmaktan ziyade imgelerin derinlemesine izlendiği bir tür yolculuktur. JR’ın çalışmaları, bize anonim insanlarla ilişki kurma duygularını yaşatır. Sanki Cartier-Bresson’un gözüyle 21. yüzyılda yapılan işler gibidirler.

 

 

‘Marie Le Buisson’ Jean-Luc Moulène, Galerie Chantal Crousel, Paris.

Jean-Luc Moulène: 1955 yılında Fransa’nın Reims kentinde doğmuştur. Hâlen Paris’te yaşamakta ve çalışmaktadır. 1990’ların başında “Disjunctions” serisiyle tanınan bir sanatçıdır. Çalışmaları, belgesel türünde gerçekçilik yaklaşımına benzerlik gösterir. Moulène, geleneksel fotoğraf temsili kategorilerini kullanarak sanayi sonrası toplumun ayrıntılarını kaydetmiş, “Grevdeki İşçiler” konusuyla ilgili seriler üretmiştir. 1997 yılında Kassel’deki Documenta X’e katılan Moulène, natürmort görüntülerden oluşan bir dizi ile bir manifesto sunmuştur. Moulène’nin çalışmaları, görüntülerin üretim, dağıtım ve görünüm biçimleri üzerine bir deney olarak nitelendirilebilir. Örneğin Louvre’da sergilenmek üzere davet edildiğinde, müze koleksiyonlarından seçilen nesnelerin fotoğraflarından oluşan bir dizi sergilemiştir. Son çalışmaları arasında “Grev Hedefleri” (1999) ve “Products of Filistin” (2002-2005) öne çıkar, “Amsterdam’ın Kızları” (2005) adlı sergisi ise yüz
ve cinsiyet eşitliği konularında odaklanmıştır. Moulène, imgelerinde karmaşık, çok anlamlılığa sahip olan eserler yaratır ve iletişim modelinden uzaklaşarak şiirsel gerçeklikleri ortaya çıkarmayı amaçlar. Jean-Luc Moulène bir fotoğrafçı, heykeltıraş, kolaj ve çizim sanatçısıdır.

 

Philippe le marin par Pierre et Gilles sur artnet

“Denizci” / “Le Marin”, Pierre et Gilles, 1985.

Pierre et Gilles: 1976 yılından beri birlikte çalışan ikilidir. Pierre fotoğrafçıdır ve basın alanında çalışmaktadır. Gilles ise ressamdır ve reklam sektöründe kariyer yapmıştır. Onların karakteristik tarzı, fotoğraflara boya
ile rötuş yaparak fotoğraf ve resim arasında bir köprü yaratmaktır. İkilinin bu işleri, Harcourt Stüdyoları tarafından popülerleştirilmiştir. Ünlüleri çekici olma ve kitsch olma çelişkisi arasındaki bir gelgite sokarak ilginç bir tarz ortaya koyarlar. Cilt kusurlarını silerek ve yüz ifadelerini yeniden çizerek, rötuşlu fotoğrafın paradoksal olarak önceden belirlenmiş bir gerçeği yansıtmasına olanak tanırlar. Pierre et Gilles dekor, kostüm, makyaj, aydınlatma ve pozlar
gibi tüm fotoğrafın ayrıntılarını fikirleri doğrultusunda titizlikle planlar. Bu hazırlık aşaması birkaç hafta sürebilir ve ardından Gilles’in titiz rötuş çalışmasıyla tamamlanır. İkili, 1970’lerin sonlarında Façade ve Playboy gibi dergiler için çalışarak çeşitli yöntemler geliştirdi. Estetikleri, o dönemin Fransız pop kültürü etrafında şekillendi. Hızla ünlü sanatçılar ve moda tasarımcıları için albüm kapakları, afişler ve tanıtım kampanyaları yaptılar. Paris’teki özel galeriler tarafından çok tutuldular ve kariyerlerinin ilerleyen dönemlerinde kurumsal tanınma elde ettiler. 1920’lerin renkli reklam afişlerine, Tom of Finland’ın illüstrasyonlarına, dinî imgelere dayanan benzersiz estetik anlayışları ve arayışları klasik konuları yenilemelerini ve yaratıcılıklarını başka boyuta taşımalarını sağladı. Ayrıca pürüzsüz
yüz görünümleri altında acı ve acımasızlık temalarını
keşfettiler. Çok sayıda kitap yayınlayan ikili, dünyanın farklı ülkelerinde büyük sergiler açmıştır.

 

WB #6, 2005#6 - Par les yeux de la coccinelle

“WB”, Sophie Ristelhueber, 2005.

Sophie Ristelhueber: 1949 yılında dünyaya geldiği Paris’te yaşamaya devam etmektedir. Sessiz ve kendine özgü bir Fransız sanatçısıdır. 1980’lerde Beyrut’tan Batı Şeria, Irak veya Vercors’a kadar uzanan bir çalışma yürüterek çeşitli savaş alanlarına sürüklenir. Kendisini, “şüphesiz bir sanatçı olarak ben de savaş hâlindeyim” diyerek ifade eden Ristelhueber, genellikle muhabirlerin görev alanlarında çalışarak sanata dönüştürdüğü görsel belgeler üretmiştir. Ristelhueber’in işlerinde savaş görüntüsünün, güncel olayların ötesine geçtiği zaman, nasıl radikal bir güce dönüşebileceğini görebiliriz.
Ristelhueber, siyah beyaz veya renkli olarak çalışsa da bize tarihi sorgulatarak görülmeyenlerde neyin kalıcı olduğunu düşündürmek için fotoğrafı seçmiştir. Uzun bir iç yolculuğun sonunda, âdeta bir jeopolitik arkeolog gibi çatışmaların izlerini araştırmıştır. Bir yerde askerî
enkazlardan görüntüleri, başka bir yerde yollardaki çukurları, başka bir yerde ise iklimin sertliğine direnen yalnız bir dikenin fotoğraflarını çeker.
Lübnan’daki savaşta, savaş kalıntılarıyla antik kalıntıları “Beyrut-Fotograflar” (1984) adlı çalışmasında karşılaştırmıştır. “Fai” (1992) serisinde, Birinci Körfez
Savaşı’nın izlerini ararken Irak ve Kuveyt çöllerinin üzerinden uçmuştur. “Every One” (1994) serisinde, Yugoslavya’da çatışmalar başladığında, cerrah bir babanın kızı olduğunu hatırlayarak hastalıkla mücadele eden bedenlerin yaralarını, çatışmanın metaforları olarak kullanmıştır. 11 yıl sonra
“Batı Şeria” (2005) serisi ile yeniden karşımıza çıkar ve bize inkâr edilen pastoral manzaralar, parçalanan ve işgal edilen bölgeler, kesilen yollar göstererek Filistin halkının maruz kaldığı baskı ve hor görme duygusunu hissettirir. Aynı yıl “Stitches” adlı beklenmedik bir eserle ABD eski başkanı George Bush’un sözlerini kullanarak savaşın kavramsal alanını dikişlerle göstermiştir.
Ristelhueber, 2006 yılında “Eleven Blowups” adlı çalışmasıyla bizi tekrar Irak ve Lübnan’a götürmüş ve yeni bir çalışma yöntemi başlatmıştır. Sanatçı, kendi
belgelerini ve Reuters Ajansı’nın video kliplerini kullanarak, bilgisayar ortamında sahneleri yeniden oluşturmuştur.
Bu yöntemle araba bombalarının patlamalarından sonra oluşan kraterlerde “yerin kendini yutmasını” göstermiştir. Bu çalışmada formatlar büyür, ölçekler ve mekânlar tersine çevrilir. İçsel bir dönüşüm gerçekleşir ve dijital bir şekilde ortaya çıkar. Bu etkileyici çalışmanın tutarlılığını sergileyen çalışma, Paris’teki “Jeu de Paume”da düzenlenmiştir. Özel olarak yapılan “Fatigues” (2008) adlı filmle tamamlanan bu
yolculuk, kamera hareketleri ve kurguyla önceki görüntülerle yüzleşme ve diyalog kurmuştur. Bu iç içe geçmişlik, sürekli olarak hafızamızı ve kültürümüzü harekete geçirerek, olayları fiziki olarak yaşamasak bile gerginlikleri, şiddet ve çatışmaları yaşama deneyimini bize sunmaktadır.

Bruno Serralongue à Beaubourg : une autre approche de la photo documentaire - Artais Artcontemporain

“Yıkımdan Sonra” / “Apres Destrction”, Bruno Serralongue,

Bruno Serralongue: 1968 yılında doğdu ve Paris’te yaşıyor. Son 10 yılda gerçekleştirdiği çalışmalarıyla fotoğrafın farklı varoluş nedenlerine, tarihine, kullanımına ve statüsü arasındaki kesişime dikkat çekmiştir. Fotoğrafın objektifliğini sorgularken, bunu geleneksel bir modele dayanarak tekniğin yanıltıcı yeteneklerini sorgulamaktan ziyade, fotoğrafçının ürettiği görüntülerin doğruluğuna odaklanarak yapmıştır.
Özellikle modern dünyanın stratejik, diplomatik ve medyatik yapılanmasını gösteren ve uluslararası büyük siyasi toplantıları (Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi, Bilgi Toplumu Zirvesi, Dünya Sosyal Forumu vb.) fotoğrafçının bireysel otoritesine karşı kolektif bir perspektiften ele almıştır.
1995 yılında Alain Juppé Hükümeti’ne karşı gerçekleşen gösteriler sırasında çektiği 691 fotoğrafın yer aldığı geniş bir kişisel sergi açmıştır. 2002 yılından bu yana, Sangatte Kampı’nın kapatılmasıyla birlikte Calais’te gerçekleştirdiği belgesel çalışması, İngiltere’ye geçiş fırsatını bekleyen mültecilerin evsiz bir şekilde otoyolların ve şehrin kenarlarında günlük yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini dünyaya göstermiştir. Bruno Serralongue, “Fireworks”, “Sérandon” (2000) ve “Mexico City” (2007) gibi, şehirlerin vahşi genişlemesini gösteren çalışmalarıyla da dikkat çekmiştir. Bu görüntüler, dünya ekonomisinin büyük küreselleşme hareketi ve yan etkileri bağlamında insanların yaşam koşullarına yönelik acımasız bir anlayışı yansıtan birer araç hâline gelmiştir. Bruno Serralongue fotoğrafın,
-Pierre Bourdieu’nün sosyoloji için ifade ettiği gibi- bir
“mücadele sporu”nun olduğunu düşünmektedir. Ancak yine de yüzey gerçekliğini, “yüzeysel karakterini” göz ardı etmemektedir. Bu çalışmalar, bir tür çağdaş tarih resmi olarak yorumlanabilir ve propaganda görevini reddederek “resim sanatçısının” estetik yaklaşımlarını gösterebilir.
Sonuç olarak bu yazımızla dünya fotoğrafçılık tarihi içinde biraz ihmal edilmiş olan çağdaş Fransız fotoğrafına küçük bir pencere açmak istedik.

 

 

 

 

 

KAYNAKLAR
Cotton, Charlotte, The Photograph as Contemporary. Art (London: Thames and Hudson, 2020).
Poivert, Michel, La photographie contemporaine (Paris: Flammarion, 2018).
Smith, Olga, Contemporary Photography in France: Between Theory and Practice (Leuven University Press, 2022).

 

 

 

 

Mehmet Ömür kimdir?
Ankara’da tıp fakültesinden mezun oldu. Uludağ Üniversitesi’nde uzmanlığını tamamladı. Paris’te üst uzmanlık eğitimi aldı. 1996 yılında profesör oldu. Paris’teki CE3P
Ecole de l’image’da fotoğraf eğitimi ve diploma alan Ömür, fotoğraflarını ulusal ve uluslararası kişisel ve karma sergilerde sanatseverlerle paylaştı. Fotoğraflarında “göze görünmeyen” görselliklerin peşine düştü. İstanbul ile Paris arasında mekik dokumaya başlayan Ömür, yeni tutkusu iPhone fotoğrafçılığı ve gastor-önoloji konularında yaptığı araştırmalara ağırlık verdi. iPhone fotoğrafçılığı ve sanatı ile ilgili ödüllerin yanı sıra; Photoshop World Congress tarafından verilen Vincent Versace Excellence Photography Ödülü’ne sahiptir.

 

 

Yazının Fotosfer dergisindeki orijinaline ulaşmak isteyenler aşağıdaki linke tıklayabilirler.

 

MehmetOmur

mehmetomur.net/…/2024/06/MehmetOmur-1.pdf

 

https://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2024/06/MehmetOmur-1.pdf