Kayıp Aşk

Kayıp Aşk

New York’un gökdelenlerle dolu siluetinin ardında, Central Park’a bakan lüks bir apartmanda yaşayan Hayal, herkesin dikkatini çeken, olağanüstü güzel, büyüleyici bir kadındı. Zarafeti ve şıklığıyla, şehrin high sosyete diye bildiğimiz kalbur üstü kesim çevrelerinde göz kamaştırıyor sürekli adından bahsettiriyordu. Sesi, tıpkı femme fatal bir film yıldızı gibi derindi, iç gıcıklayıcıydı. Podyumda yürüyen bir modelin zerafeti ile yürüyordu. Üzerindeki kıyafetler, Dior, Chanel, Hermes, Isabel Marant ve benzeri tasarımcılardan  geliyor her zaman pırlantalarla süslü oluyordu. Hayal, bir moda dergisinin kapağından fırlamış gibiydi, kusursuzluk onun doğasında vardı.

Hayal’nin Manhatan’daki yaşamı New York’ta yaşayan her kadının rüyasıydı. Central Park’a bakan penthouse’unda, şehir ışıklarını izleyerek geçirdiği geceler sonsuz bir lüks içinde akıp gidiyordu. Onun dairesinde az kişi tarafından görülmüş olsa bile  en dikkat çeken sanat eseri, evin az görünen karalık bir duvarına asılmış, kaçak yollarla elde edilmiş bir modern sanat eseriydi, çok ünlü bir ressamın tablosuydu. New York’un sosyetesi onunla vakit geçirebilmek için sıraya giriyordu. Her biri geçmişini hatırlatan bir parça olarak Rolling Stones plakları duvarda asılı duruyordu.

Yaz aylarında, Hamptons’ın altın kumlu plajlarına doğru yol alır, arkadaşlarıyla en seçkin plaj partilerinde dans ederek gözleri üzerine çekerdi. Onun kusursuz şekilde tasarlanmış mayosu üzerine mükemmel bir şekilde oturur, çizgilerini ortaya çıkartır ve  Hamptons’ın sahilini bir podyuma çevirirdi. Kışın, Aspen’deki kayak merkezlerinde mutlaka süre görünürdü. New York jet sosyetesiyle Delamain, Augier, Ferrand, Hine ve Prunier gibi asırlık markaların adı az duyulmuş en pahalı konyaklarını yudumlarken, dudaklarını bardağa değermiş gibi yapmasıyla tanınmıştı. Sanki hiçbir şeyden tam anlamıyla tat almak istemezmiş gibi dudakları kadehe uzaktı ama bakışları çevredeki zengin erkeklere çok yakındı .

Adı, New York’un elit çevrelerinde sürekli anılıyordu. Wall Street baronlarının bile dikkatini çekmişti, dedikodu dergilerinde ünlü aktörlerle yan yana resimlerde görülüyordu. Rivayete göre, ona isminin ortaya çıkmasını istemeyen bir iş adamı yılbaşı hediyesi olarak bir mega yat göndermişti, bu kişinin Abramovitch olduğundan şüphelenilmişti. Ancak Hayal, yata sadece eğlence için bir kaç kez binmiş sonra yat gözden kaybolmuştu. Hayatının her köşesi bir sergi gibiydi, herkes onu kıskanıyordu.  Rivayet sattığı yönündeydi. Ancak Hayal’in içinde bir yerde, kimsenin göremediği, anlamadığı bir boşluk, derin bir yara vardı.

Hayal’in geçmişini çok az kişi biliyordu. Onun hayatında hala duran biri vardı, ancak bu kişi New York’un ışıltılı dünyasından değil, Hayal’in unutmaya çalıştığı eski dünyanın gizemli bir ülkesinden geliyordu. Hayal’in çocukluk yılları İstanbul’un arka sokaklarında geçmişti. Boğaz’ın tatlı serin rüzgarında sokaklarda koşturan bir çocuk fotoğrafı sık sık gözlerinin önüne geliyordu. Fotoğrafta yanında hep aynı çocuk vardı. O çocuk onun en iyi arkadaşı, birlikte büyüdükleri ve düşünce dizdeki yaraları temizlemek, eve geç kalınca anne ve babaya söylenecek yalanları bulmak gibi  zorlukları birlikte aştıkları güzel bir çocuktu.

O zamanlar Hayal ve o çocuk birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı, İstanbul’un dar sokaklarında hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Her ikisi de yoksulluktan kaçmaya, daha iyi bir yaşam kurmaya çalışmak üzerine hayaller  kuruyorlardı. Daha o zamanlar Hayal’in gözlerinde büyük hayaller, büyük hedefler vardı. Yanındaki çocuğun da öyle. Birlikte büyüdükleri mahalleye dönüp baktığında, oradan nasıl kurtulacakları konusundaki umutlarını ve düşüncelerini hatırlayabiliyordu.

Sonra yolları ayrıldı. Hayal, Amerika’nın yolunu araladı ve buldu ve Amerikanın en görkemli şehrinin kalbine, Manhattan’a yerleşti. Güzelliği ve zekası onu doğrudan zirveye taşıdı. Modanın ve sanatın merkezinde, sosyetenin sevgilisi haline geldi. Ama İstanbul’un o küçük sokaklarında kalan çocuk, onun kalbinde derin bir iz olarak kalmıştı. Hayal, her gece New York’un parıltısına baktığında, aslında eski yaşantısından ve  Istanbul’dan ne kadar uzaklaştığını çok iyi hissediyordu. Geçmişini de bir türlü unutamıyordu; geçmişini bıraktığı yer dipdiri zihninde, hem de en merkezinde duruyordu.

Geceleri yalnız başına yatağında yatarken, Hayal tüm bu lüksün ardında başka bir gerçeğin saklandığını biliyor, hissediyordu. Bir zamanlar bir çocukla birlikte İstanbul’un sokaklarında koşmuş, düşmüş kalkmış birlikte yalanlar uydurmuş, komşunun bahçesinden erik çalmıştı. Bir zamanlar onunla hayatı paylaşmış, onunla birlikte hayaller kurmuştu. Ama şimdi, o çocuk bilmediği bir yerde hatta  nerede olursa olsun, Hayal’in şu anki hayatında hiç bir yeri yoktu. Sadece hayalindeydi.  Ona olan duyguları, kaybolmuş bir masalın unutulmuş sayfaları gibiydi. Yerine ulaşmamış pulsuz bir mektup gibiydi.

Bir kış gecesi, kar New York’a ince bir örtü gibi yağarken, Hayal apartmanında tek başına oturuyordu. Şehir, karın altında kaybolmuş ve  sessizliğinde boğulmuş gibiydi. Şöminede çıtırdayan ateş yanıyor, odadaki loş ışık nedeniyle Hayal’in gölgesini duvarda dans ediyordu. Ece, Picasso tablosunun önünde durdu, parmaklarını tablonun kenarlarında gezdirdi.  Düşünceleri çok uzaklara, Boğaz’ın yukarıda bahsedilen tatlı serin rüzgarına, İstanbul’un sokaklarına kaydı. O eski sokakları gözünün önünde canlanıyor, rüzgarın Boğaz’dan esişini teninde hissedebiliyordu. Tabii ki çocukluk arkadaşı da bu fotoğrafta yerini alıyordu.  Tablodan uzaklaştı, hatıralarının ağırlığı kalbinin üzerine ağır bir yük gibi oturdu. Yıllar boyunca geçmişini gömmeye çalışmıştı, ama bu gece, işte o hatıralar yüzeye çıkmıştı. Pencereye yürüdü, aşağıda karla kaplanmış sokaklara baktı ve onun da bir yerlerde, onu düşünüp düşünmediğini merak etti. Uzaktayken bile onun varlığını hissedebiliyordu.

İşte tam o sırada ansızın kapı çaldı. Hayal yerinden sıçradı, kalbi hızla çarpmaya başladı. Bu saatte kimse kapısını çalmazdı. Tereddüt etti, sonra kapıya doğru yürüdü ve açtı.

Kapının önünde o vardı.

Yıllar onun yüzüne izler bırakmıştı, ama gözleri aynıydı. Dünyanın tüm acılarını gördüğü anlaşılan bir yüz ve geçmişe ait olan o yoğun bakış. Hiçbir şey söylemedi, sadece durdu, bekledi.

Hayal’in nefesi boğazında düğümlendi. Unutmaya çalıştığı geçmiş, şimdi onun önünde duruyordu. Ağzını açtı ama kelimeler çıkmadı.

Sonunda sessizliği yine fotoğraftaki çocuk bozdu.

“Sen, seni hatırlıyor musun?” diye sordu, sesi alçak ve tedirgin.

Hayal başını salladı, gözyaşları gözlerinde belirmeye başladı. “Evet,” diye fısıldadı.

Adam bir adım daha yaklaştı, bakışları onun gözlerinden hiç ayrılmadı. “O zaman kalbine bak ve lütfen bana doğruyu söyle! Kendi kendinle yalnız kaldığında nerelere gidiyorsun? Hangi düşüncelere dalıyorsun?”

Kadın başını öne eğdi, gözlerine bakmaya cesaret edemedi. “İstanbul’a dönüyorum,” diye fısıldadı. “Sokaklara. Sana.”

Adam, çenesini hafifçe kaldırdı, onu zorla gözlerine bakmaya yöneltti. “O zaman beni hatırla,” dedi. “Ama beni sonsuza kadar da unut. Çünkü biz bence bu hayat için yaratılmadık.”

Hayal gözyaşlarını tutamadı, ama bu sefer onları durdurmaya çalışmadı. Adam doğru söylüyordu, bunu o da biliyordu. Sessizce başını salladı. Ve adam, hiç arkasına bakmadan döndü ve gitti. Gecenin karanlığında kayboldu, Hayal’i geçmişin hatıraları, pişmanlıkları ve hiç yaşanmamış bir aşkın gölgesiyle baş başa bırakarak.

Kapıyı yavaşça kapattı. Kalbi eskisinden daha ağırdı, ama belki de artık gerçeğe daha yakındı. Gerçeğe mi daha yakındı? yoksa hakikate mi? bunu düşünecek kadar bile takati kalmamıştı.