Le Vin et le Nez

Le Vin et le Nez

Dans la littérature du vin, l’expression « In vino veritas » est souvent citée. Signifiant « La vérité est dans le vin », cette locution latine doit être complétée par « In aqua sanitas », soit « Il y a de la santé dans l’eau ». Isolée, « In vino veritas » peut sembler prétentieuse, voire insuffisante. D’autre part, « Vita vinum est » (« Le vin est la vie ») révèle une certaine exagération des Romains quant à l’importance du vin dans la vie quotidienne.

En affirmant « In vino veritas », les Romains s’éloignent de la vérité. La question fondamentale ici est : « Qu’est-ce que la vérité ? » Un dilemme philosophique complexe et profondément humain. La réponse à cette question nécessite une grande érudition. Peut-être le vin nous aide-t-il à atteindre cette sagesse ?

Dans un monde où les mensonges abondent, il est difficile de discerner la vérité. Les mensonges peuvent venir de partout, y compris du vin. L’art du mensonge crée une dichotomie dans notre cerveau, divisant nos deux hémisphères.

L’image du nez de Pinocchio est un symbole puissant de cette tension entre vérité et mensonge. Si quelqu’un affirme « Je mens », et dit la vérité en le faisant, est-il un menteur ou non ? Ce paradoxe rend difficile de distinguer un menteur d’une personne honnête, et c’est notre propre nez qui pourrait nous révéler les vérités et mensonges sur le vin.

En dehors de Pinocchio, digne d’un « prix du nez d’or », d’autres nez célèbres ont marqué l’histoire, comme celui de Cléopâtre ou de Cyrano de Bergerac. Pascal a dit de Cléopâtre que « Si son nez eut été plus court, la face du monde en aurait été changée ». Ce nez, qui avait conquis Antoine et permis à Cléopâtre d’étendre son règne, était considéré comme le plus important un siècle avant Jésus-Christ.

Le nez de Cyrano, immortalisé par Edmond Rostand, devient un symbole littéraire de grande envergure. Honteux de son nez, Cyrano cache son identité par des lettres anonymes à sa bien-aimée.

En parlant de vin, le “nez” désigne ses arômes. Lors de la dégustation, nous examinons d’abord sa couleur, puis nous le sentons. On agite le vin dans le verre pour libérer ses odeurs. Notre odorat, bien que moins développé que chez d’autres mammifères, reste un sens fondamental.

Peut-être, avec un peu d’entraînement, pourrions-nous distinguer un Cabernet Sauvignon d’un Merlot. Mais si les chiens pouvaient goûter le vin, ils identifieraient immédiatement le cépage, la région, voire la date de récolte avec une précision inégalée par l’homme.

Nos gènes récepteurs d’odeurs ne représentent que 3 % de tous nos récepteurs sensoriels, limitant notre capacité olfactive. Cependant, en sentant régulièrement du vin, nous pouvons enrichir notre palette d’arômes.

Alors, ouvrez une bouteille de Champagne, refroidie à 6-8 degrés, pour célébrer un moment heureux. Choisissez un vin qui vous parle, comme un Tradokya, un Bianca ou un Altın Köpük, et laissez-vous emporter par les arômes.

Pour finir, considérons l’histoire de six banquiers anglais dans un grand restaurant londonien. Après une opération financière réussie, ils commandent des vins d’exception, dépensant une somme astronomique. Ironiquement, la plupart se retrouvent licenciés, leur banque craignant que cette extravagance n’entache son image.

Cette anecdote souligne notre difficulté à distinguer les faits de la vérité, même en Angleterre, patrie de grands penseurs.

Karşıtlıkları benimsemek…

Çoğu zaman hayatımızda zıt unsurları veya bakış açılarını tanımak, kabul etmek ve hatta bütünleştirmek  gerekir. Bu durum kendisini  çeşitli şekillerde  gösterebilir:

  1. Çeşitli Perspektifleri Aramak: Kendi fikirlerinizden farklı olan görüşleri veya fikirleri aktif olarak aramak ve onları anlamaya ve dikkate almaya gösterilen isteklilik.
  2. Dengeli Karar Alma: Farklı açılardan artıları ve eksileri tartmak ve karşıt görüşlerin bulunduğu yerlerde uzlaşmaya açık olmak.
  3. Farklı Durumlara Uyum Sağlamak: Değişen koşullara, hatta kendi alışık olduğunuz ortamınıza veya inançlarınıza zıt olan durumlara uyum sağlayarak davranış ve düşüncede esneklik göstermek.
  4. İç Çatışmaları Kabul Etme ve Bütünleştirme: Kendinizdeki çelişkili duyguları veya düşünceleri tanımak ve bunları inkar etmek veya bastırmak yerine uyumlu bir denge bulmaya çalışmak.
  5. Çeşitliliği Değerlendirmek: Kültürlerin, fikirlerin ve yaşam tarzlarının çeşitliliğini takdir etmek ve farklı unsurların birleşmesindeki gücü görmek.
  6. Empati Uygulamak: Kendi deneyimlerinizden veya bakış açınızdan çok farklı olan görüşlere ve deneyimlere anlayış göstermek ve empati yapmak.
  7. Yaratıcı Problem Çözme: Karşıt fikirleri veya prensipleri kullanarak yaratıcılığı ve yeniliği teşvik etmek, genellikle yeni çözümlere veya yaklaşımlara yol açar.
  8. Kişisel Gelişim: Kendi önyargılarınızı ve önceden var olan kavramlarınızı sorgulayarak kişisel gelişimi sergilemek, daha yuvarlak ve kapsayıcı bir dünya görüşüne yol açar.

Karşıtlıkları benimsemek, dünyanın sadece siyah ve beyaz olmadığını, çeşitli tonlar ve renklerin bir spektrumu olduğunu derin bir şekilde anlamanın bir anahtarı olan duygusal zeka ve olgunluğun önemli bir yönüdür.

Design Prototiplemede en çok ihmale uğrayanlar.. Kullanıcı geri bildirimi..

Prototipleme sürecinde, ister ürün tasarımı, yazılım geliştirme ya da başka bir alanda olsun, sıklıkla unutulan veya göz ardı edilen temel bir unsur “Kullanıcı Geri Bildirimi”dir. Bunun neden bu kadar önemli olduğunu inceleyelim:

  1. Kullanıcı İhtiyaçları ve Gereksinimlerinin Doğrulanması: Prototipleme, sadece ürünün bir modelini oluşturmakla ilgili değildir, aynı zamanda kullanıcı ihtiyaçlarını karşıladığından emin olmakla da ilgilidir. Kullanıcı geri bildirimlerini dikkate almadığınızda, kullanıcıların aslında ne istediği veya ihtiyaç duyduğu konusunda hedefi şaşırmak riski ile karşı karşıya kalırsınız.
  2. Kullanılabilirlik Testi: Prototipler kullanılabilirlik testi için mükemmeldir, ancak bu yön sıklıkla göz ardı edilir. Kullanıcıların prototiple nasıl etkileşime girdiğini test etmek, tasarımcıların veya geliştiricilerin farkında olmadığı tasarım hatalarını ve iyileştirme alanlarını ortaya çıkarabilir.
  3. Yinelemeli Tasarım Süreci: Prototipleme doğası gereği yinelemelidir, ancak her iterasyonda kullanıcı geri bildirimi alınmadığında bu süreç yeterince kullanılmamış olur. Her prototip versiyonu, kullanıcılardan öğrenmek ve gerekli ayarlamaları yapmak için bir fırsat olmalıdır.
  4. Maliyet Etkinliği: Prototipleme aşamasında sorunları ele almak, ürün tamamen geliştirildikten sonra değişiklik yapmaktan maliyet açısından  çok daha uygundur. Kullanıcı geri bildirimlerini ihmal etmek, daha sonra pahalı yeniden tasarımlara yol açabilir.
  5. Gerçek Dünya Bağlamı: Prototipler genellikle kontrollü ortamlarda test edilir ve tasarımcılar ürünün gerçek dünyada nasıl kullanılacağını göz önünde bulundurmayı unutabilir. Kullanıcı geri bildirimleri, pratik kullanım durumları ve çevresel faktörler hakkında içgörüler sağlayabilir.
  6. Çeşitli Perspektifler: Sadece tasarım ve geliştirme ekibinin perspektifine dayanmak, ürüne dar bir bakış açısı getirebilir. Kullanıcı geri bildirimleri, daha geniş bir kitleye hitap eden ürünün çekiciliğini artırabilecek çeşitli görüşler getirir.
  7. Duygusal Tepki: Kullanıcıların prototiple nasıl duygusal bir etkileşim içinde olduğunu anlamak sıklıkla göz ardı edilir. Duygusal tepki, kullanıcı memnuniyeti ve ürün başarısı için önemli bir faktördür.
  8. Erişilebilirlik ve Kapsayıcılık: Prototipler erişilebilirlik ve kapsayıcılık açısından test edilmelidir, ancak bu faktörler genellikle göz ardı edilir. Kullanıcı geri bildirimleri, çeşitli yeteneklere sahip insanlar tarafından kullanılabilir olması için ürünle ilgili erişilebilirlik sorunlarını ortaya çıkarabilir.

Özetle, prototipleme aşamasında kullanıcı geri bildirimlerini ihmal etmek, kullanıcı ihtiyaçlarını tam olarak karşılamayan, kullanılabilirliği eksik ve potansiyel olarak daha sonraki aşamalarda değişiklikler nedeniyle daha yüksek maliyetlere neden olan bir ürüne yol açabilir. Kullanıcı merkezli, başarılı bir ürün yaratmak için prototipleme süreci boyunca kullanıcı geri bildirimlerini dikkate almak esastır.

Fransanın gelecek 20 Yılı..

Jerome Fourquet’nin aynı adlı kitabından alıntıdır.

“Jean-Laurent Cassely ile birlikte ‘La France sous nos yeux’ (Gözlerimizin Altındaki Fransa) kitabında, ülkemizin 1980’lerin ortalarından günümüze kadar yaşadığı ekonomik, sosyal, manzaralı ve kültürel dönüşümleri ele aldık. Bu büyük dönüşüm, bizim ‘sonrasının Fransası’ olarak adlandırdığımız, önceki Fransa’dan belirgin şekilde farklı olan çağdaş Fransa’yı tanımlamaya çalışan kitabı doğurdu. Elbette, bu büyük çaplı ekonomik ve sosyokültürel metamorfoz, seçimler açısından da etkili oldu. 2017’deki politik patlamanın ardından, 2022’deki başkanlık seçimi ve parlemanto seçimleri, parti manzarasının, Macronistler arasında popüler bir terim olan ‘disruptif’ bir biçimde değiştirildiğini doğruladı.

Bu güçlü etkinin ardından, James Coburn’un ‘Il était une fois la révolution’ (Bir Zamanlar Devrim) filmde ustalıkla kullandığı nitrogliserininkine benzer bir etkiyle,bu sinema başyapıtında da söylendiği gibi ülkenin politik haritaların eskimiş olduğu görüldü. Savaş alanının görüntüsü gerçekten şaşırtıcı. Valérie Pécresse ve Anne Hidalgo’nun, son on yıllarda siyasi hayatı domine eden iki oluşumun temsilcileri olarak  toplam oy oranının %6,5’ini oluşturuyor, Jean Lassalle (%3,1) Komünist Parti adayı Fabien Roussel’i geride bırakıyor (%2,3). Marine Le Pen, ikinci kez ikinci tura çıkıyor ve, oyların %41,5’ini alarak, babasının (amcasının?) yirmi yıl önce karşılaştığı camdan tavanı kırıyor; o zaman Le Pen  sadece %17,8 almıştı. Son olarak ama en önemlisi, François Hollande’ın başkanlığının başında halk tarafından tanınmayan bir Élysée danışmanı, 2017’de başkanlık seçimini kazanıyor ve ikinci bir dönem için tekrar seçilmeyi başarıyor; bu, beşinci cumhuriyet tarihinde ilk kez gerçekleşiyor.

Bu başarı, geleneksel referans noktalarının bulanıklaşması ve seçmen davranışlarındaki dramatik değişikliklerle birlikte geliyor. Böylece, başlangıçta merkez-sol olarak işaretlenen mevcut başkan, Paris’in XVI. bölgesinde ilk turda %46,8 oy alıyor, beş yılda bu sağcı kaledeki oy oranı %20 artıyor! Öte yandan, Marine Le Pen, François Mitterrand’ın Nièvre’deki kalesi Château-Chinon’da (%26,5) ve Jean Jaurès’ın seçim bölgesi Carmaux’da (%27,2) önde gidiyor.”

“Yeni Seçim Haritasının Gerekli Ölçümü

Eski seçim haritası tamamen yeniden yapılandırıldığından, bu yeni topografyayı yeniden çizmek ve tanımlamak gerekiyordu. Bunu yaparken, yüz yıl önce ‘Fransa’nın Batı’sının Siyasi Tablosu’nu yayınlayan André Siegfried’in öncü ve temel çalışmasından ilham aldık. Onun yaptığı gibi, hem mecazi hem de gerçek anlamda toprakları ölçtük, istatistiksel veriler topladık, haritalar çizdik ve seçim davranışları ile çeşitli sosyolojik veya ekonomik parametreleri karşılaştıran grafikler oluşturduk. Yirminci yüzyılın başlarında, hala büyük oranda kırsal olan Batı Fransa’sında Siegfried, toprakların doğasına ve büyük/küçük mülkiyetin ağırlığına özel bir önem vermişti, bugün ise ’oy verme davranışlarını belirleyen bağlamsal değişkenler tamamen farklıdır (metrekare başına fiyat, turizm ekonomisinin ağırlığı, suç yoğunluğu vb.).

Ancak, toplum derinden değişmiş olsa da, Siegfried’in başlattığı yaklaşımı hala çok anlamlı ve politik görüşlerin ve oy kullanma davranışlarının bir bölgede nasıl oluştuğunu anlamak için verimli buluyoruz. Bu nedenle, farklı ölçeklerdeki haritalandırma ve diğer sosyal olaylarla oy kullanma davranışlarını karşılaştırmak bu kitabın merkezinde yer alıyor, çünkü Siegfried’in “Genel olarak, tek bir açıklamadan şüpheyle yaklaştım […] Bunun yerine, bu karmaşık meselede, hiçbiri tek başına yeterli olmayacak, ancak bir araya geldiğinde değerli açıklamalar getirecek birçok nedeni hemen hemen her zaman kullanmak gerektiğine inanıyorum.” sözlerine tamamen katılıyoruz.

2013 yılında, ‘Fransa’nın Batı’sının Siyasi Tablosu’nun yayınlanmasının yüzüncü yıldönümünde, coğrafyacılar, siyaset bilimciler, tarihçiler ve sosyologların katıldığı bir konferans Normandiya’daki Cerisy’de düzenlendi. Burada, doğal olarak, Siegfried’in çalışmasının güncelliği, mirası ve sınırları üzerine tartışmalar yapıldı. Coğrafyacı Pascal Buléon, Siegfried’in çeşitli faktörlerin kombinasyonuna odaklanmasını, onun adını verdiği “kombinatoryal”ı, Siegfried’in başlıca katkısı olarak gördü. Ancak şunu da ekledi:

“Siegfried tarafından ortaya konan kombinatoryalın ötesine geçmek gerekiyor, şu anki zamanda değil, grubun, yerel toplulukların, sosyal ve mekansal yapıların tarihinde, ideolojik mirasların, kolektif hikaye tarafından vurgulanan, sertleşen, dönüşen, keskinleşen mirasların, yerel toplulukların geniş kapsamlı ve uzun menzilli tarihi ve mekansal matrisler içindeki yerleşmelerinde araştırma yapmak gerekiyor. Aynı zamanda, bireysel ve kolektif pratiklerin ‘yapımında’ belirleyici olan medyanın dünya görüşü üzerindeki ve kamuoyunun oluşumu üzerindeki radikal yeni rolünü de entegre etmek gerekiyor.”

Bu geniş program, bu kitabın ilham kaynağıdır. Yirmi beş yıldan fazla bir süre boyunca yapılan çalışmaların ve birçok gezintinin sonunda, bu ‘Fransa’nın Sonrasının Siyasi Tablosu’ esasında, 1990’ların sonlarında başlamış olduğum bir tezin, belirli bir… Pascal Buléon’un yönetiminde yazılmış tezin vücudu niteliğindedir. Bu kişi, öğrencisinin yazımı tamamlamada gösterdiği gecikmeyi affetsin.”

Harita ve Kamamber Peyniri

Aynı konferansta, başka bir coğrafyacı Michel Bussi şunları kaydetti:

“Siegfried’e yöneltilen belki de en önemli eleştiri, ekolojik yaklaşımı [bir grup bireyin oylarını coğrafi ve sosyolojik ortam çalışması üzerinden inceleyen yaklaşım] olacaktır. Çalışması esas olarak kartografik karşılaştırmaya dayanıyor. Ancak, bir belediye düzeyinde bile, iç organizasyonlarını bilmediğimiz iki nüfus topluluğunun karşılaştırılması, yorumlarda tersine çevirmelere yol açabilir.”

Bu yüzden, Siegfried yaklaşımını zenginleştirmek ve tamamlamak için, döneminde mevcut olmayan bir sosyolojik araştırma aracına da başvurduk: ankete. Anket, 1930’ların sonlarında Fransa’da Jean Stoetzel tarafından tanıtıldı ve Ifop’u (Fransız Kamuoyu Araştırmaları Enstitüsü) kurdu, ben de bu enstitüde uzun yıllardır çalışıyorum. Siegfried’in başlattığı yaklaşım seçmenin yaşadığı ve geliştiği ortam ve çevrenin etkisini ölçmeyi amaçlarken, anket bireysel özellikleri (eğitim düzeyi, meslek, yaş…) dikkate almayı sağlar, bunlar genellikle eğriler ve diğer “kamamber peynirleri” ile sembolize edilir. Bu iki yaklaşım birbirine zıt değildir, tamamlayıcıdır ve bu yüzden Siegfried ve Stoetzel’i bir şekilde “evlendirmeyi” denedik. Michel Houellebecq’in ünlü bir romanının başlığına atıfta bulunarak “Harita ve Kamamber Peyniri” bu kitabın merkezinde yer aldı, çünkü  bunlar uzun süre Fransa’da ayrı şekilde gelişse de coğrafi ve sosyolojik yaklaşımların birbirini tamamladığına inanıyoruz. Bu konuda Michel Bussi, Raymond Aron’un 1955’te yazdığı bir alıntıyı aktarır:

“Fransa’nın tamamını ‘Siegfried’ araştırmasına tabi tutarak, kaç işçinin sosyalist veya komünist partiye oy verdiğini asla bilemeyeceğiz. Sadece anket tekniklerini kullanmak, bunu yeterli bir şekilde bilmemizi sağlar.”

Ancak anket, belirli bir sosyal grubun ulusal düzeydeki oylama tercihleri hakkında değerli veriler sağlasa da, aynı sosyal grupta bölgesel oy verme farklılıklarını ortaya çıkarmaz. Örneğin, Nord-Pas-de-Calais maden havzasındaki işçiler, Mayenne veya Vendée’deki meslektaşları ile aynı dünya görüşünü veya seçim davranışlarını paylaşmazlar.

Bu nedenle, yaklaşımımız aynı zamanda çok sayıda bölgesel monografiyi, tanıklıkları ve portreleri de içermekte. Ayrıca, çağın Zeitgeist’ını sıkça özetleyen ve bazen sosyolojik bir analizden daha fazlasını söyleyen çağdaş kültürel eserlere (romanlar, sinema, şarkılar…) atıfta bulunmaktan da çekinmeyeceğiz. Annales Okulu’ndan alçakgönüllü bir şekilde ilham alarak, günlük yaşamın ekonomik süreçlerine ve yaşam tarzlarına da yoğun bir ilgi göstereceğiz

“Arkeoloji, Kültürel Katmanlar”

Fransa’nın son dönemlerini araştırdığımız bu süreçte, ilginç şekilde ortaya çıkan veya belirli yerlerde yeniden canlanan eski kültürel katmanları gözlemleyebildik. Bu ideolojik ve kültürel tabakalar zamanla, jeolojik katmanlar gibi, ülkenin çeşitli bölgelerinde farklı kalınlıklarda birikti. Bu alt tabakaların arkeolojisini, çağdaş yüzey manzaralarının anlaşılması gerektiğinde gerçekleştireceğiz. Bölgelere göre, uzun yıllar boyunca birçok kırsal alan üzerinde etkisini bırakan eski Katolik ve agropastoral katmanlardan, bazı bölgelerde komünist kültürün bıraktığı “kızıl katman”dan, Fransa’nın güneyindeki “pied-noir katmanı”ndan ve toplumun Amerikanlaşmasının sonucu olarak ortaya çıkan daha yeni “Yankee katmanı”ndan bahsedeceğiz.

Ancak, birçok bölgede (örneğin büyük Paris Havzası gibi), eski kültürel katmanların yok olduğunu veya neredeyse tamamen silindiğini göreceğiz. Jeolojik metaforu devam ettirirsek, bu alanlar yağışlar ve zamanın etkisiyle aşınmış ve yıkanmış topraklara benzetilebilir. Geniş alanlarda, zamanla oluşan seçim manzarası, hidroponik ortamda yetiştirilen bitkiler gibi, nötr ve inert bir substrat üzerinde (kum, ponza taşı, kil topakları vb.) mineral tuzları ve besin maddeleri içeren bir çözeltiyle sulanarak gelişmiştir. Bu hidroponik bölgelerin dikkate alınması, işleyişteki yeniden yapılanmaları ve genellikle tarihimizle ve uzun süreli pratiklerle çelişen yeni sosyal politik pratiklerin ortaya çıkışını anlamak için hayati öneme sahiptir.

“Son on yıllarda ülkede meydana gelen derin değişikliklere dair bir geri dönüş

Eski kültürel ve ideolojik katmanların arkeolojisi, hala yüzeye çıktıkları yerlerde bazı yerel özellikleri, aynı zamanda Bonnets rouges hareketinin Centre-Bretagne’daki, Jean Lassalle’ın adaylığının d’Oc ülkelerinin kırsal bölgelerindeki yankısının gibi belirli seçim olaylarını açıklamamıza olanak tanıyacaktır. Bu olaylar, bu gömülü tabakaların anlık bir şekilde yeniden aktifleşmesi sonucudur. Bununla birlikte, toprakların büyük bir bölümünde eski kültürel tabakaların yıkanması yoğun olmuş ve alt tabaka artık işlev görmemektedir. Son on yıllarda kademeli olarak ortaya çıkan yeni seçim ve toplumsal manzarayı anlamak için, bu canlılığını yitirmiş alt tabakayı besleyen ve sulayan akıntıların doğasına bakmalıyız. Çünkü hidroponik bir kültür sistemindeki besinlerle dolu çözeltiler gibi, bu akıntılar orada yetişecek bitkilerin büyümesini ve özelliklerini mümkün kılar.

Bu bağlamda, Fransız toplumunun hem ekonomik hem de kültürel ve toplumsal açıdan uluslararasılaşmasının hızlanması ve derinleşmesi gibi önemli bir fenomen üzerinde duracağız. Bu fenomen, eski sol/sağ ayrımının aşınmasına güçlü bir şekilde katkıda bulunmuş ve kendini öncelikle Avrupa Birliği inşasına olan bağlılığı ile tanımlayan bir sosyolojik grubun ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Bu grup, Emmanuel Macron’un programı ve yaklaşımında kendini bulacaktır. 2017’deki Büyük Seçim Patlaması ve macronizmin yükselişi, aslında 1980-1990’ların döneminde başlayan ülkenin hızlandırılmış uluslararasılaşmasının sadece bir yan ürünü olmuştur. Aynı şekilde, 2022’deki başkanlık seçimlerinin ikinci turunda %41,5 oy alan Rassemblement national adayının yükselişi, yirmi yıl önce babasının (amcasının) sadece %17,8 oy almasına kıyasla önemli bir artış göstermektedir. Bu durum, sürekli artan suç eğilimleri, güçlü göç dinamikleri ve eğitim devrimi ile tüketim toplumuna eşit olmayan erişim gibi diğer önemli fenomenlere de dikkat çekmektedir. Bunlar, giderek daha karmaşık hale gelen ve gelişen, üniversite eğitimlerinin demokratikleşmesinin ve büyük tüketimcilerin dışında kalanların önemli bir kısmını oluşturan, bilindiği üzere milliyetçi seçmenlerin bir kısmını oluşturur.

Siegfried’in referans kitabı “La France d’après” gibi, “Tableau politique” siyasi bir atlas olarak sunulmamaktadır, ancak okuyucuyu çağdaş Fransız toplumunun derinliklerine dalmaya davet eden bir deneme olarak sunulmaktadır. Seçim boyutu elbette merkezi bir öneme sahiptir, ancak bu, Fransa’nın meandrosunu gözlemlemek ve onun yapısal dinamiklerini anlamaya çalışmak için bir anahtar olarak kabul edilir. Bunu yaparken, yerlerin, farklı fenomenler ve ideolojik akımlara maruz kalmanın, aynı zamanda yaşam tarzlarının görüşlerin yapılandırılması ve oluşturulması üzerinde nasıl etkili olduğunu kombinatoryal bir yaklaşımla analiz ederek, aslında Fransızların kafasında neler olduğunu anlamaya çalışacağız. Bu konuda, Siegfried’in okuma çerçevesine katılmayacağız, bu çerçeve ırkların  veya belirli bir bölgenin sakinlerinin doğal mizaçlarına büyük önem verir. 20. yüzyılın başından bu yana büyük ölçüde ilerleyen sosyal bilimler, bu kategorileri uzun zaman önce geçersiz kılmıştır. Biz Mans doğumlu ve uzak köylü kökenli olduğumuz için, şu şekildeki söylemleri, yani “Doğal bir Manceau veya Angevin pasifliğiyle, bu miras alınan itaati doğal bulur ve bunun getirdiği küçük avantajlardan fazlasıyla memnun oluruz.” türünden ifadeleri benimsememiz zor olur.” Angevin’ler içinde benzer ifadeler vardır ve biz bunlara da rağbet etmeyiz. “Genellikle köylü ve çiftçi baskıya direnmezler: bu ırkın yumuşaklığı, gevşekliği (Andegavi molles, Cesar yazmıştı!) onları pasif ve miras alınan bir itaate eğilimli kılar ve bu, miras alındığı için daha doğal görünür.”

Buna rağmen, Siegfried’in “Tableau politique” eseri elbette büyük bir çalışmadır. Bu eser, yolculuğumuz boyunca bize eşlik etmiştir.”

Yabancılaşma, kimlik arayışları, göç ve direniş ağırlıklı bir ilkbahar sezonu; Paris Çağdaş Sanat Müzelerinden Palais de Tokyo..

Palais de Tokyo’nun 2024 İlkbahar sezonu program  özeti şu şekilde:

  1. Mohamed Bourouissa: SIGNAL (16/02/2024 – 30/06/2024): Mohamed Bourouissa’nın işlerinin retrospektifi, en yeni yapıtlarından ilk dönem eserlerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Bedenlerin ve düşüncelerin hapsedilmesi, kimliklerin temsili, dillerin kontrolü, bitkiler, müzik ve renk aracılığıyla iyileşme, paralel ekonomiler, yabancılaşma ve direniş gibi temaları ele alıyor.
  2. Dislocations (16/02/2024 – 30/06/2024): Farklı kökenlerden ve kuşaklardan on beş sanatçının eserlerini bir araya getiren bu sergi, sürgün deneyimi ve farklı yerler ve zamanlar arasındaki gerilimi konu alıyor. Ancestral zanaatkarlık ile çağdaş teknolojileri birleştirerek, yer değiştirme, hapis, savaş, direnç ve onarım bağlamında sanatsal yaratıcılığın hayati önemini ve yoğunluğunu vurguluyor.
  3. Past Disquiet (16/02/2024 – 30/06/2024): Sanatçıların katılımı ve 1960-1980 yılları arasındaki uluslararası anti-emperyalist harekete dayanışma gösteren dört müze olggusunu izleyen bir belgesel sergi. Özellikle Filistin, Nikaragua, Şili ve Güney Afrika’daki halkların özgürleşme mücadelelerine sanatçıların desteğini ve “sürgünde müzeler” veya “dayanışma müzeleri”ni odak alıyor.
  4. Toucher l’Insensé (16/02/2024 – 30/06/2024): Bu sergi, “kurumsal psikoterapi” adı verilen 20. yüzyıl ortalarında başlatılan psikiyatrik bir uygulamadan ilham alıyor. İzolasyon alanlarını toplumun şiddetinden korunaklı yerlere dönüştürme yollarını ve sanatın sosyal, politik, psikolojik ve etik işlevlerini inceliyor.
  5. Chloé Bensahel – Palais de Tokyo’nun 2023 Arkadaşları Ödülü (25/04/2024 – 30/06/2024): Palais de Tokyo’nun Arkadaşları Ödülü’nün 14. edisyonunun kazananı Chloé Bensahel, çalışmalarını sergiliyor. Sanatı, performans, dokuma ve çoklu medya kullanarak dil ve kimlik arasındaki ilişkiyi irdelemeye amaçlıyor.

 

Ünlü Fotoğrafçıların Kariyerlerinde Ailenin Etkisi

Ünlü Fotoğrafçıların Kariyerlerinde Aile Etkisi

Özünde her karede bir hikaye anlatan  fotoğrafçılık dünyasında, Annie Leibovitz ve Steve McCurry gibi ünlü fotoğrafçılar kendi  vizyonlarıyla kendilerine özel bir yer edinmişlerdir. Bu etkileyici görüntülerin arkasında, sanatçı biyografilerinde bazen göz ardı edilen ancak güçlü bir etkiye sahip olan ailelerinin mutlaka bir  etkisinin olduğunu düşünmekteyim . Bu yazıda, aile mirasının bu fotoğraf ikonlarının kariyer yollarını nasıl şekillendirebileceğini anlatmaya çalışıyorum.

Genç Terry Richardson, ünlü fotoğrafçı Bob Richardson’ın oğlu olarak, babasının sanatsal mirasının gölgesinde büyümüştür. Babasından aldığı sadece bir sanatsal miras değil, aynı zamanda sanat dünyasıyla erken yaşta tanışmasını sağlayan bir dizi ilişki ve deneyimdir. Bu ailesel destek, duygusal destekten de öteye giderek önemli ekipmanların alımı için mali yardımı da beraberinde getirmektedir. Dahabaşka etkiler olduğu da tabii ki düşünülebilir.

Şimdi de Andreas Gursky’i düşünün, çocukluğundan itibaren ailesinin ticari fotoğrafçılık işiyle iç içe büyümüş ve erken yaşta görsel dünyaya sıkı bir ilişki kurmuştur. Bu gibi ortamlar sanatsal  ilgi uyanması konusunda çok bereketli bir zemin oluşturuyor ve genç yaşta ciddi bir duyarlılığa yol açmıştır.

Ancak, tabii ki böylesi aile hikayeleri evrensel bir sabit değildir. Steve McCurry ve Sebastião Salgado gibi fotoğrafçılar,   geleneksel  yollarından uzaklaşarak kendi yollarını çizmişlerdir. Başarıları, doğrudan bir sanatsal aile mirasıyla bağlantılı olmayıp  cesur kararlar ve üstesinden gelinen kişisel zorluklarla örülmüş muhteşem bir mozaiktir.

Bazı durumlarda, aile fotoğrafçı için bir ilham kaynağı haline gelir. İlişki dinamikleri, kuşaklar arası hikayeler ve kişisel deneyimler, bir fotoğrafçının eserlerinde hissedilebilir. Jacque Henri Lartigue örneğinde olduğu gibi dokunulabilir bir gerçeklik ve duygu katıp fotoğrafçıların sanatlarına derinlik katmanları ekleyebilir.

Bir ailenin kültürel ve sosyal çevresinin etkisini de küçümsememek gerekir. Göçler, gelenekler ve hatta sosyoekonomik mücadeleler bir sanatçının bakış açısını etkileyebilir ve eserlerine de bir şekilde yansıyabilir.

Sonuç olarak, bir fotoğrafçının kariyeri, genellikle aile mirasının somut veya ince iplikleriyle renklenir ve şekillenir. Yine de, başarılarının temelinde  aile ortamının oynadığı role bakılmaksızın tutku, yetenek ve azim ön planda gelir. Bu şekilde aileden gelen miras ve bireyselliğin kimyası birbirine karışarak, fotoğraf dünyamızın büyük ustalarını yaratır.

İsterseniz bu ustalar kimler ve nasıl ortamlardan gelmişler kısa bir göz atalım;

Annie Leibovitz: 1949 doğumlu Leibovitz, Yahudi kökenli bir aileden geliyor. Babası ABD Hava Kuvvetleri’nde yarbay olduğu için aile sık sık taşınmak zorunda kalmış.

Mario Testino: Peru’da İtalyan ve İrlanda kökenli bir ailede doğan Testino, zengin ve çeşitli bir kültürde büyümüş, bu da muhtemelen moda alanındaki çalışmalarını etkilemiştir.

Steve McCurry: McCurry, ABD’nin Pensilvanya eyaletinde doğdu. Ailesinin özel kökenleri hakkında çok fazla kamuoyuna açık bilgi yok, ancak sinema ve fotoğrafçılık eğitimi aldığı biliniyor.

Richard Avedon: Avedon, Rus Yahudi bir aileden geliyor. Babası bir giyim mağazası sahibiydi ve annesi giyim üreticileri bir aileden geliyordu.

Peter Lik: Lik, Çek göçmeni olan ebeveynlerin Avustralya’da doğmuş bir çocuğu. Genç yaşta fotoğrafçılığa ilgi duymaya başlamış.

Andreas Gursky: Almanya’da doğan Gursky, ticari fotoğrafçılıkla uğraşan bir ailede büyümüş, bu da muhtemelen ona erken yaşta fotoğrafla tanışmasını sağlamıştır.

Terry Richardson: Ünlü fotoğrafçı Bob Richardson’ın oğlu olan Terry Richardson, muhtemelen ailesinin sanatsal çevresinden etkilenmiştir.

Cindy Sherman: New Jersey’de doğan Sherman, nispeten normal bir Amerikan ailesinden geliyor. Sanata olan ilgisi, kendi keşifleri ve kişisel meraklarından doğmuş gibi duruyor.

Sebastião Salgado: Brezilya’da doğan Salgado, önce ekonomi okumuş, daha sonra fotoğrafçılığa yönelmiştir. Ailesinin özel kökenleri hakkında çok fazla bilgi yok.

Ansel Adams: Adams, San Francisco’da zengin bir ailede doğdu. Babası iş adamıydı ve ailesi sanat topluluğunda yer alıyordu.

Jacques Henri Lartigue, fotoğrafçılığı 6 yaşında babasından öğrendi. Oğlunun fotoğrafa olan ilgisine duyarsız kalmayan varlıklı babası , 1902’de 8 yaşına geldiğinde ona ilk fotoğraf makinesini verdi. O andan itibaren, araba gezileri, aile tatilleri ve hepsinden önemlisi ağabeyinin icatlarını fotoğtaflayarak çocukluk hayatındafotoğraf makinesini elinden hiç bırakmadı.

Henri Cartier Bresson, daha çocukluğunda  Brownie marka fotoğraf makinesi vardı. Profesyonel anlamda fotoğrafçılığa 22 yaşında  başladı.

Tabii ki bu liste uzayıp gidebilir. Ancak söylemeye çalıştığım çocukluk çağında çocuğa verilecek bir fotoğraf ve sanat sevgisi yeteneki ve arzusu olan çocukların ileride sürüden ayrılarak fotoğraf alanında önemli bir yere gelebilecekleridir. Ailesinde çocukluğu sırasında fotoğraf sevgisi aşılanmamış ama çok başarılı olmuş fotoğrafçılar yok mudur? Olmaz mı? Var tabii ki. Hem de istisnalar kaideyi bozmaz diyebileceğimizden çok daha fazla. O zaman bu yazıyı neden yazdığımı merak ediyorsunuzdur. Pazar keyfi olsun işte…. Bu noktaya kadar okumaya devam edenlere de teşekkür ederim…

Herkese aydınlık, güzel ışıklı pazarlar…

Annie Lebowitzch

Annie Lebowitz

Steve Mc Curry

Ansel Adams

Andreas Gursky

Henri-Cartier Bresson

Sebastian Salgado

Richard Avedon

Jacques Henri Lartigue

 

Cindy Sherman

Kısaca yaratıcılık…

 

  1. Yaratıcılık Nedir?: Yaratıcılık, yeni ve orijinal fikirler üretmek, problemleri çözmek ve hem yenilikçi hem de kullanışlı eserler yaratmakla ilgili karmaşık ve çok yönlü bir kavramdır.
  2. Yaratıcılığın Aşamaları: Yaratıcılık genellikle belirli aşamaları takip eder:
    • Hazırlık: Bilgi ve kaynak toplama.
    • Kuluçka: Problemin bilinçaltında işlenmesi.
    • Aydınlanma: Ani içgörü ya da ‘aha’ anı.
    • Doğrulama: Fikrin veya çözümün değerlendirilmesi ve geliştirilmesi.
  3. Yaratıcılık Türleri ve Birbirini Tamamlamaları: Sanatsal yaratıcılık, bilimsel yaratıcılık ve iş dünyasında yaratıcı problem çözme gibi farklı yaratıcılık türleri vardır. Bu türler birbirini sıkça tamamlar. Örneğin, sanatsal yaratıcılık teknolojide yenilikçi tasarıma ilham verebilirken, bilimsel yaratıcılık sanatta yeni tekniklere yol açabilir.
  4. Yanal ve Sapmalı Düşünme:
    • Yanal Düşünme: Problemlere yeni ve alışılmadık açılardan bakmak anlamına gelir. Mevcut varsayımları sorgulamak ve ‘kutunun dışında’ düşünmekle ilgilidir.
    • Sapmalı Düşünme: Birden fazla fikir veya çözüm üretmekle ilgilidir. Genellikle fikirlerin hemen yargılanmadan, olabildiğince çok çözüm üretmeye odaklanılan beyin fırtınası oturumlarında kullanılır.
  5. Fikir Üretme Oturumlarında Çeşitli Düşünme Modları:
    • Analitik Düşünme: Karmaşık problemleri daha küçük parçalara ayırmaya odaklanır.
    • Sentetik Düşünme: Farklı fikirleri birleştirerek yeni kavramlar oluşturur.
    • Eleştirel Düşünme: Fikirleri nesnel bir şekilde değerlendirerek uygulanabilirlik ve değerlerini belirler.
    • Sezgisel Düşünme: Mantıksal analiz yerine içgüdü ve sezgilere dayanır.
  6. Beş Farklı Sapmalı Fikir Üretme Yöntemi:
    • Beyin Fırtınası: Grup ortamında  eleştirilmeden çok sayıda fikir üretmek.
    • Zihin Haritalama: Düşünceleri ve fikirleri görsel olarak düzenleyerek çeşitli olasılıkları keşfetmek.
    • SCAMPER: Bir ürünü veya problemin mevcut durumunu iyileştirmek veya değiştirmek için düşünülen yolları listeleyen bir yöntem.
    • Altı Şapka Düşünme Tekniği: Bir probleme altı farklı perspektiften bakarak, renkli şapkalarla simgelenen farklı yönlerini keşfetmek.
    • Rastgele Girdi: Rastgele bir uyarıcı kullanarak yeni fikirler tetiklemek.

Bu yaratıcılık yönlerini anlamak ve uygulamak, yenilikçi düşünme ve etkili problem çözme yeteneklerini büyük ölçüde artırabilir.Kısaca

Düşünceler

Düşünceler – Şadan Karadeniz

Kötü fikirler kötü müdür?

 

“Kötü Fikirlerle Fikir Üretme – Farklı Bir Fikir Üretme Yöntemi” , ‘kötü fikirler’ kullanmanın fikir üretme ve farklı düşünme becerilerini geliştirmek için bir yöntemdir. Farklı düşünme, fikir üretmenin erken aşamalarında önemli bir unsurdur ve kaliteden ziyade fikirlerin miktarına odaklanmayı vurgular. Kötü fikirler üzerine düşünmenin, iyi fikirler üretme baskısını azaltarak daha açık ve yaratıcı bir düşünce sürecini teşvik edebileceği düşünülmektedir.

Kötü fikirleri kullanma süreci birkaç adımdan oluşmaktadır:

  1. Bir zamanlayıcı ayarlayarak mümkün olduğunca çok kötü fikir yazmak.
  2. Bu fikirlerin neden kötü olduğunu analiz etmek ve olumlu bir açıdan bakılabilecek yönlerini keşfetmek.
  3. İyi yönlerini koruyarak ve kötü yönlerini değiştirerek bu fikirleri iyileştirmek.

Daha iyi ürünler ve hizmetler tasarlamak için çeşitli  yöntemler öğrenilebilir. Çeşitli fikir üretme yöntemleri ve yaratıcı düşünmeyi geliştirmek için çeşitli teknikler kuyllanılabilir.

 

“Çelişkili terim fikri” olarak tanımlanan ve mantıklı bir kullanımı olmayan veya genellikle saçma görünen bir fikri : çikolata çaydanlıktır. Bu bir oksimorondur. Bu fikrin neden kötüdür?   ve nasıl iyileştirilebilir.

Bazı olumsuz yönler şunlar:

  1. Eriyebilirlik: Bir çikolata çaydanlığının temel sorunu, çikolatanın eriyebilir bir madde olduğu için kullanışsız olmasıdır.
  2. Mantıksızlık: Çikolata çaydanlığı, çikolatanın tadını bozmadan çay demlemeyi zorlaştırır ve mantıksızdır.

Aynı zamanda bazı olası iyileştirmeler de söz konusu olabilir:

  1. Bağlamı Değiştirmek: Fikrin kötü olması, onun tamamen terk edilmesi yerine bağlamının değiştirilerek nasıl işe yarayabileceğini düşünmekle giderilebilir.
  2. Lezzet Koruma: İyileştirilmiş bir versiyon, çikolatanın tadını koruyarak çikolatalı içeceklerin yapılmasına yardımcı olabilir.
  3. İçeceklere Entegrasyon: Çikolata çaydanlığı fikri, sıcak içeceklere çikolata eklemeyi kolaylaştıran bir ürün olarak geliştirilebilir.

Sonuç olarak, kötü bir fikir olarak başlayan bir kavramın, bağlamı değiştirme ve iyileştirme yoluyla nasıl daha işlevsel ve kullanışlı bir hale getirilebileceğini düşünmemizi sağlayabilir.

 

Kötü fikirlerin üç farklı kullanımı şunlardır:

  1. Eğitim Amaçlı Kullanım: Kötü fikirler, eleştiriye tabi tutulmadan yaratıcı düşünmeyi teşvik eder ve tasarımları eleştirmeyi öğrenmeyi kolaylaştırır.
  2. Tasarım Aracı Olarak Kullanım: İyi fikirler genellikle muhafazakâr düşünmeye yol açar, ancak kötü fikirler sıradışı ve yaratıcı sıçramalara izin verir.
  3. Anlayışı Geliştirmek: Kötü fikirlerin eleştirilmesi, tasarım alanının kritik boyutları ve kriterleri hakkında konuşmaya ve tasarım uzayını daha iyi anlamaya yardımcı olur.

Kötü fikirler yaratıcılığı teşvik eder, tasarım sürecini geliştirir ve tasarım alanını daha iyi anlamak için kullanılabilir.

Rothko; Renk sevmeyen renk ustası…

 

2024 yılının ilk günleri sergi gezme açısından çok verimli geçti. Aynı günde iki sergi gezme imkanı yakaladım. Birincisi Orsay Müzesinde Van Gogh’un intihar etmeden önce 2 ay geçirdiği Auvers-sur-Oise daki yaptığı eserlere yoğunlaşmış bir sergiydi. Onu başka bir yazıda anlattım. Bağlantısı burada: https://mehmetomur.net/blog/2024/01/03/van-goghun-son-gunleri/

Bu yazıda aynı gün gittiğim Rothko sergisi var. O da Van Gogh gibi yaşamına kıyan sanatçılar arasında sayılıyor. Modern sanatın önemli isimlerinden birisi.

Rothko ile ilgili bazı temel bilgileri şuraya aldıktan sonra sereginin özelliklerine geçelim;

Mark Rothko, 25 Eylül 1903’te Letonya’nın Daugavpils kentinde doğdu ve 25 Şubat 1970’te ABD’nin New York kentinde hayatını kaybetti. Markus Yakovlevich Rothkowitz olarak doğan Rothko, Yahudi bir eczacının oğluydu ve ailesiyle birlikte 1910’da ABD’ye göç etti. 1921’de Yale Üniversitesi’nde sanat eğitimi almaya başladı, ancak Yahudi karşıtı eğilimler nedeniyle altı ay sonra bıraktı. Daha sonra New York’ta sanat eğitimi aldı ve soyut dışavurumcu sanatçı Arshile Gorky’den etkilendi.

Rothko, 1932’de mücevher tasarımcısı Edith Sachar ile evlendi ve 1935’te The Ten adlı sanatçı grubuna katıldı. 1938’de Amerikan vatandaşı oldu ve adını Mark Rothko olarak değiştirdi. 1940’larda eserlerinde realizm ve sürrealizm etkileri görülen Rothko, 1943’te ilk eşinden ayrıldıktan sonra çocuk kitapları resimleyen Mary Alice Beistle ile evlendi. Bu dönemde ölüm, din, mitoloji ve ahlaki konulara odaklandı.

Rothko’nun tarzı, 1940’ların sonunda kendine has bir hale geldi ve soyut dışavurumculuğun bir dalı olan “Renk alanı resmi” olarak bilinen akımın önemli temsilcilerinden biri oldu. Büyük tuvaller üzerine tek renkli zeminlere canlı renklerle dairesel ve köşeli dikdörtgen şekiller ekleyerek tanındı.

1964’te Teksas, Houston’da bir şapel için 14 tablo yaptı, ancak depresyon nedeniyle şapelin açılışını göremedi. Rothko, 1970’te intihar ederek yaşamına son verdi. Onun eserleri, basit biçimlerle karmaşık duyguları ifade etme yeteneği ile tanınır ve günümüzde de büyük bir saygıyla anılmaktadır.

Segi 18 Ekim 2023 ile 2 Nisan 2024 tarihleri arasında Fondation Louis Vuitton’da gerçekleşen Mark Rothko sergisi, sanatçının 1999’dan bu yana Fransa’da gerçekleşen ilk büyük retrospektif sergisi olma özelliğini taşıyor. Sergi, dünyanın en prestijli kurumlarından ve özel koleksiyonlarından toplanan yaklaşık 115 eseri bir araya getirerek, Rothko’nun sanatsal evrimini ve eserlerinin önemini detaylı bir şekilde inceliyor.

Sergide, Rothko’nun kariyerinin farklı aşamaları sergileniyor. Erken dönem figüratif resimlerinden başlayarak, soyut tarza geçişine kadar olan süreç izlenebiliyor. Serginin öne çıkan bölümleri arasında Rothko’nun Multiformları, 1950’lerin klasik çalışmaları, Seagram Binası için yaptığı eserler ve Houston’daki Rothko Şapeli için hazırladığı çalışmalar yer alıyor. Serginin düzeni, Frank Gehry tarafından tasarlanan mekanın içinde, Rothko’nun sanatsal yolculuğunun kapsamlı bir görünümünü sunacak şekilde planlanmış.

Sergi, Christopher Rothko, Robert Motherwell, Suzanne Pagé ve Riccardo Venturi gibi sanat eleştirmenleri ve tarihçilerin Rothko’nun sanatsal yaklaşımları ve felsefeleri hakkında derinlemesine analizlerini içeriyor. Bu analizler, Rothko’nun duygusal yoğunluğu, renk kullanımı ve insan deneyimini aktarma şeklinne vurgu yapıyor.

Rothko’nun sanatı, özellikle duygusal yoğunluğu ve renk kullanımı açısından, modern sanatın en etkileyici örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Sanatçının eserleri, izleyicilere meditatif ve duygusal bir deneyim sunuyor. Rothko, eserlerinde insan deneyiminin temel duygularını ifade etmeye çalışmış ve renk blokları kullanarak görsel bir harmoni yaratmıştır. Soyut kompozisyonları, izleyicinin kişisel yorumlarına ve duygusal tepkilerine açık olup, zamanı aşan bir evrensellik sunuyor. Bu eserler, sadece görsel değil, aynı zamanda duygusal ve ruhsal bir deneyim sunarak izleyicilerle derin bir etkileşim fırsatı veriyor. İnsan bu kadar kalabalık olmayan bir ortamda büyük bir tablosunun karşısına geçip saatlerce başka dünyalara dalıp gitmek istiyor. Aynı günde iki sergi gezip Rothko gibi büyük bir ressamı tanıyıp  eserlerini görebilmiş olmaktan dolayı kendimi çok şanslı hissettiğimi söyleyebilirim.