Aykırı sanat; Art Brut

 

Aykırı sanat; Art Brut

 

Mehmet Ömür

 

 

Aykırı sanat olarak da bilinen Art Brut, 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan bir sanatsal harekettir. Bu hareket, sanatsal geleneklere bağlı kalmadan ve ham malzemeler kullanarak gerçekleştirilen işlerle karakterizedir.

Art Brut sanatı, hastanede yatan psikiyatri hastaları, mahkumlar, marjinalleştirilmiş insanlar, akıl hastalığı olan insanlar ve kendi kendini yetiştirmiş insanlar gibi toplumun marjinallerindeki insanlar tarafından üretilen sanat eserlerini toplamaya başlayan Fransız sanat koleksiyoncusu Jean Dubuffet tarafından popüler hale getirildi. Art Brut, belirli bir kendiliğindenlik ve tam yaratıcı özgürlük ile karakterize edilir ve sanatsal eğitimin veya baskın kültürün etkisi olmaksızın gerçekleştirilir.

Bugün Art Brut, yaşayan bir sanatsal hareket olmasa da, birçok çağdaş sanatçı için hala ilham kaynağı olmaktadır. Bu hareketin eserleri, dünya genelindeki galeri ve müzelerde sergilenmektedir. Ham malzemelerin kullanımı ve sanatsal geleneklerden bağımsızlığı sayesinde Art Brut eserleri, insan yaratıcılığının benzersiz ve otantik ifadeleri olarak kabul edilir.

Art Brut, sanatın evrensel doğasını vurgulayan bir harekettir. Bu hareket, sanatın herhangi bir kültürel veya sosyal sınıf tarafından icra edilebileceğini ve her insanın potansiyel olarak sanatsal bir ifadeye sahip olduğunu gösterir. Bu nedenle, Art Brut, sanatın sadece profesyonel sanatçılar tarafından icra edilebileceği bir etkinlik olarak algılanan birçok insanı da etkilemiştir.

Sonuç olarak, Art Brut hareketi, sanatsal geleneklere bağlı kalmadan ve ham malzemeler kullanarak gerçekleştirilen işlerle karakterize edilen bir sanatsal harekettir. Bu hareket, insan yaratıcılığının benzersiz ve otantik ifadelerinin önemini vurgular ve dünya genelinde birçok çağdaş sanatçı için ilham kaynağı olmaya devam eder.

Montpellier’de Art Brut müzesi 250 sanatçıyı bir araya getiriyor. Müzenin 800 m2’lik alanı boyunca psikiyatri hastalarının, ötekileştirilmişlerin, mahkumların ya da hayatın zorluklarında çok hırpalanmış insanların eserlerine rastlıyoruz. Eserlerinde toplama kamplarının cehennemini çağrıştıran Alman Rosemarie Koczy veya  İkinci Dünya Savaşı’nı durduracak güce sahip olduğuna inanan Fransız medyum Fleury-Joseph Crépin hatta gözaltında tutulmuş İsviçreli Aloïse Corbet gibi bir imparatora delicesine aşık olan başka bir sanatçı. Genellikle trajik olan, ancak ziyaretçilerini çok değişik renkte ve  çok sayıda eseri keşfetmeye davet eden ve her seferinde şaşırtıcı olan bir müze bu Montpellier’deki Art Brut müzesi.

 1997 Fashion Big Bang

 

Palais Galliera’da 7 Mart – 16 Temmuz 2023 tarihleri arasında düzenlenen  1997 Fashion Big Bang sergisine ilgi büyük. Bunu anlamak kolay çünkü Moda denilince akla Paris,  Londra, Milano, New York geliyor. Bu sergi, çağdaş moda tarihinin dönüm noktası olan 1997 yılını anlatıyor. Bu yıl hem 1990’ların modasının zirvesi hem de yeni milenyuma geçişin eşiği oldu. 1997’de bugün bildiğimiz moda sahnesini şekillendiren koleksiyonlar, defileler, atamalar, açılışlar ve etkinliklerin hızlı bir şekilde ardı ardına geldiğini görüyoruz. Bu etki o kadar büyük ki 1997 yılı 21. yüzyıl modasının başlangıcı olarak kabul edilebilir.

Yıl, sembolik koleksiyonlarla öne çıkıyor: Comme des Garçons’un “Body Meets Dress, Dress Meets Body” koleksiyonuyla deforme edilmiş bedenler, Martin Margiela’nın “Stockman” koleksiyonuyla kavramsallaştırılmış giysiler, ya da Raf Simons’un “Black Palms” koleksiyonuyla yeniden tanımlanan erkek güzelliği standartları… Vogue Paris dergisi, 1997 ilkbahar-yaz haute couture sezonunu Paris’in ekonomik kriz ve yoğun küresel rekabet döneminde uluslararası moda başkenti olarak yerini yeniden kazanması için ihtiyaç duyduğu “Big Bang” olarak tanımlıyor. 1997 yılı gerçekten de modada iyi bir  yıldır; 1980’lerin yıldız tasarımcıları Jean Paul Gaultier ve Thierry Mugler gibi isimler haute couture’e girerken, yeni bir İngiliz tasarımcı kuşağı Alexander McQueen’in Givenchy’de ve John Galliano’nun Christian Dior’da olduğu gibi tarihi ve büyük  Fransız moda evlerinin başına geçiyorlar.

Küreselleşme fenomeni hızlanıyor, 2000’li ve 2010’lu yılları önceden gördüğü anlaşılıyor. Devrimci bir yıl diyebiliriz. Daha sonraki 20 yıla damgasını vuruyor. Genç ve o zamanlar pek tanınmayan sanat yönetmenleri ortaya çıkıyor, büyük moda evlerinin başında ya da kendi başlarına: Hedi Slimane, Stella McCartney, Nicolas Ghesquière, Olivier Theyskens… Bugünkü modayı şekillendiren isimler.

Bir dizi olay yeni bir çağın başlangıcını işaretliyor; örneğin 20 yıl boyunca modanın merkezi olan konsept mağaza Colette’in açılışı ya da Gianni Versace’nin trajik ölümüyle bir kopuş.

Kronolojik olalarak düzenlemiş olan bu sergide Palais Galliera koleksiyonlarından seçilen 50’den fazla siluet ile müzelerden, uluslararası koleksiyonerlerden ve moda evlerinden alınan ödünç parçalar var. Sergi ayrıca çok sayıda video ve eşsiz arşiv belgeleriyle zenginleştiriliyor.

“1997. Fashion Big Bang” sergisi, modanın tarihindeki bu “bomba gibi” yılın ritmini belirleyen en önemli olayları yaşamaya  davet ediyor.

r.

Fırtınadan Önce

Fırtınadan Önce

Mehmet Ömür

Bourse de Commerce’deki “Fırtınadan Önce” sergisinin küratörü Emma Lavigne, Pinault koleksiyonunun bir bölümünü, yirmi sanatçının iklim değişikliğini konu eden eserlerini  inceleyerek bir sergi oluşturmuş. Dünyayı bekleyen çevre faktörlerine bağlı hava kirliliği ve küresel ısınma sonrası büyük yıkıntıdan önce bizleri karanlıktan aydınlığa çıkmaya çağırmak için  8 Şubat – 11 Eylül 2023 tarihleri arasında 2 rue de Viarmes 75001 Paris adresinde gezilebilecek.

Sergi, Borsa’nın yaklaşık 20 metre yüksekliğindeki kubbesini saran devasa bir resmin altında gerçekleşiyor. Bu panorama, 1889 Dünya Fuarı’nda Fransız Üçüncü Cumhuriyet’inin idealize edilmiş ticaret vizyonunu yansıtmayı amaçlıyor, ancak bu dekor artık aynı beklentileri paylaşmıyor. Sanatçıların mesajları, tavanın iddialı görsellerinden uzaklaşarak doğanın tamiri ile hayal gücünün el ele gitmesini sağlamak yönünde.

Pinault koleksiyonundaki eserler, çoğunlukla küreselleşmenin getirdiği zorluklar ve doğanın tahribatı gibi konuları ele alıyor. Ana mekanda, meşe gövdeleri ve Nasturtium çiçekleri gibi doğal unsurlar kullanılmıştır. Sergideki yaklaşık 20 kadar eser temaya uygun olarak seçilmiş ve hayli etkileyici işler. Özellikle, Tacita Dean’in “Dış Politika” ve Diana Thater’ın “White is the Color” adlı eserleri, küresel ısınmanın yol açtığı yangınların yıkıcı etkilerini göstermektedir.

Bu sergide, farklı disiplinlerden ve dünyanın dört bir yanından gelen Pinault koleksiyonuna yeni katılan bazı sanatçılar ve eserleri ile bazı sanatçıların daha önce sergilenen eserlerini yeniden yorumladıkları eserleri yer almıştır.

Serginin küratörü, sergiyi “bir kasırganın gözü” olarak tanımlıyor. Sergi, müzenin farklı alanlarında ziyaretçileri şaşırtan ve etkileyen enstalasyonlarla dolu. Bazı eserler, mekanın mimarisine uyum sağlarken, bazıları ise mekanla çatışarak yeni bir gerçeklik yaratıyor. Ziyaretçileri doğanın güzelliğini ve kırılganlığını fark etmeye ve insanın doğaya karşı sorumluluğunu hatırlamaya davet ediyor. Serginin başlığı, hem mevsimsel hem de metaforik bir anlam taşıyor. Sergi bize Fırtınadan Önce’nin “bir uyarı, bir çağrı, bir umut” olduğunu söylüyor.

Sergide yer alan sanatçılardan bazıları şunlar:

Hicham Berrada: Fiziksel ve kimyasal süreçleri kullanarak doğal fenomenleri taklit eden video enstalasyonlarıyla tanınan Faslı sanatçı. Sergideki eseri Présage (2018), müzenin girişinde yer alıyor ve ziyaretçileri büyüleyici bir manzara ile karşılıyor.

Danh Vo: Kültürel kimlik, tarih ve miras gibi kavramlarla ilgilenen Vietnamlı asıllı Danimarkalı sanatçı. Sergideki eseri Untitled (2015), müzenin merkezindeki Rotonde’da yer alıyor ve devasa bir altın yapraklı heykel olarak dikkat çekiyor.

Tacita Dean: Zaman, bellek ve anlatı gibi temalarla uğraşan İngiliz sanatçı. Sergideki eseri Antigone (2018), müzenin ikinci katındaki Galeri 2’de sergileniyor ve ziyaretçilere iki perdede gösterilen 35 mm film olarak sunuluyor.

Dineo Seshee Bopape: Güney Afrikalı sanatçı; toprak, su ve bitkiler gibi doğal malzemelerle çalışarak duyusal ve sembolik enstalasyonlar yaratıyor. Sergideki eseri Sedibeng (2016), müzenin üçüncü katındaki Galeri 3’te yer alıyor ve ziyaretçileri suyun akışına katılmaya davet ediyor.

Sergide beni en çok etkileyen eser İnsan Maskesi adlı video oldu. Mükemmel surround ses ile zifiri karanlık bir odada tam ekran olarak görmek başka bir şeydi. İnternette geniş çapta yayılan bu video Tsunami sonrası gerçek bir olaydan esinlenmiştir. https://www.are.na/block/11981625

Nô tiyatrosundan gönderme yapan ve Pierre Huyghe tarafından yeniden tasarlanmış bir eserdir.  Beyaz maske takan genç kız kılığına girmiş bir maymun baş roldedir, olay ışık-gölge tarzı ve yan ışıkla ışıklandırılmış bir restoranda geçer. İnsan Maskesi adlı eser 19 dakikalık video enstalasyondur ve Japonya’da bir restoranda hizmet vermek üzere eğitilmiş maymunu göstermektedir, Burada sanatçı tarafından kendi tarzında işlenen filmde derin bir insanlık hissediliyor ve hayvan ile insan arasındaki uçurumu azaltıyor.

Pierre Huyghe, 1990’ların başından beri gerçeklik ve kurgu üretimi arasındaki sınırları araştıran bir sanatçı. Huyghe, performanslar, filmler, nesneler, fotoğraflar ve çizimler gibi farklı formlar üzerinde çalışıyor.

Bilim, bilimkurgu, edebiyat, felsefe, arkeoloji, sinema, müzik, mimarlık, işle boş zaman arasındaki ilişkiyi, çağdaş topluma özgü pek çok kültürel, popüler veya akademik temayı ele alıyor. Genellikle diğer sanatçılarla, müzisyenler, mimarlar veya bilim adamlarıyla işbirlikleri yapmaya özen göstermektedir.

Emanuele Coccia’nın “Dünyadaki en kötü şey pis hava. Bu sergide toplanan eserler de buna tanıklık etmek istiyor. Sonuçta; fırtınadan önce mi, sonra mı olduğumuzu gerçekten bilmiyoruz, çünkü tüm dünya bir fırtınaya dönüştü. Ve fırtına hayatın şarkısından başka bir şey değildir.” sözleri serginin adeta bir özeti gibi durmaktadır. Ve Pinault Koleksiyonu’dan oluşturulmuş bu “Fırtınadan Önce” sergisi, çağdaş sanatın sınırlarını zorlayan, ziyaretçileri düşündüren ve yeni sezonda kaçırılmaması gereken bir sergidir bence.

 

 

 

Nan Goldin, ‟All the beauty and the Bloodshed”

 

Nan Goldin, ‟All the beauty and the Bloodshed”

Mehmet Ömür

Nan Goldin, Amerikalı bir fotoğrafçı. Goldin’in fotoğrafları, kendisinin ve en yakınlarının, özellikle de LGBTQ topluluğu ve eroin bağımlılığı alt kültürünün  portreleridir. Goldin’in fotoğrafları, görsel otobiyografi görevini üstlenir. Goldin’in en ünlü eseri The Ballad of Sexual Dependency (1980-1986), 1980’lerde New York’taki hayatını anlatan 700 fotoğraftan oluşan 40 dakikalık bir slayt gösterisidir. Bu slide gösterisi bir kitap halinde fotoğrafseverlere de sunulmuştur. Goldin, aynı zamanda bir aktivisttir ve Sackler ailesinin opioid krizindeki rolüne karşı mücadele etmiştir. Goldin, OxyContin bağımlılığı yaşamış ve P.A.I.N. (Prescription Addiction Intervention Now) adlı bir örgüt kurmuştur. Bu örgüt, Sackler ailesinin sanat kurumlarına yaptığı bağışları protesto etmektedir. 

All the Beauty and the Bloodshed, Laura Poitras’ın Nan Goldin’in sanatını ve aktivizmini anlatan bir belgesel filmi. Film, Goldin’in OxyContin bağımlılığı ve Sackler ailesine karşı yürüttüğü protestoları gösteriyor. Film, eleştirmenlerden olumlu yorumlar aldı. Örneğin, Rotten Tomatoes film için şöyle yazmış: “All the Beauty and the Bloodshed amacına ulaşan bir film. Goldin’in yıllar boyunca yaptığı işlerin çarpıcı bir şekilde yansıtıyor.” The Guardian’da ise film için şöyle söylemiş: Nan Goldin’in Sackler pharma ailesine karşı hesaplaşması. Film, Oscar’a aday gösterildi ve Paris’te Mart 2023’te vizyona girdi.

Film, Nan Goldin’in sanatını ve aktivizmini yedi bölüme ayırarak anlatıyor. Her bölüm, Goldin’in hayatının bir dönemine ait fotoğraflar veya arşiv görüntüleriyle var ardından P.A.I.N. (Prescription Addiction Intervention Now) adlı örgütle yaptığı protestolar ve hesaplaşmalar var. Film, Goldin’in OxyContin bağımlılığının etkilerini ve Sackler ailesine karşı verdiilen sıradışı hukuk  mücadelesini gözler önüne seriyor. Filmde, Goldin’in Met, Louvre ve Guggenheim gibi müzelerde yaptığı eylemler de yer alıyor. Filmi seyrettiğiniz sinemadan yumruk yemiş gibi çıkıyor olabilirsiniz.

All the Beauty and the Bloodshed – Movie Reviews – Rotten Tomatoes. https://www.rottentomatoes.com/m/all_the_beauty_and_the_bloodshed/reviews.

All the Beauty and the Bloodshed review – The Guardian. https://www.theguardian.com/film/2023/jan/28/all-the-beauty-and-the-bloodshed-review-nan-goldin-sackler-pharma-family-laura-poitras-documentary-oscar-nominated.

‘All the Beauty and the Bloodshed’ Review: Nan Goldin’s Art and …. https://www.nytimes.com/2022/11/22/movies/all-the-beauty-and-the-bloodshed-review-nan-goldin.html.

 All the Beauty and the Bloodshed – Wikipedia. https://en.wikipedia.org/wiki/All_the_Beauty_and_the_Bloodshed.

All the Beauty and the Bloodshed Is a Must-See Oscar Movie. https://time.com/6261100/all-the-beauty-and-the-bloodshed-review/.

All the Beauty and the Bloodshed Reviews – Metacritic. https://www.metacritic.com/movie/all-the-beauty-and-the-bloodshed.

ALL THE BEAUTY AND THE BLOODSHED : STREAM IT OR SKIP IT?. https://decider.com/2023/03/20/all-the-beauty-and-the-bloodshed-hbo-max-review/.Nan Goldin ve

Paris’te bir Amerikalı; Elliott Erwitt

Paris’te bir Amerikalı

“Aslında fotoğraflarımda hümanizma olduğunu söylemek, şimdiye kadar aldığım en büyük iltifat. » Elliott Erwitt

Mehmet Ömür

Belki bu şehirde doğduğundan o Paris’i, Paris’te Elliott Erwitt i çok sever. Sık sık onun retrospektif sergilerini açar. Hümanist bir Magnum  fotoğrafçısı, Amerikalı Doisneau olarak da anılan Elliott Erwitt 2010 da MEP Avrupa Fotoğraf Evinde sonra da 2012 de L’elephant Paname’da Personal Best/Personal Choise adlı kitabının lansmanı için sergiler açmıştı. Bu kez ise bugüne kadar yapılmış en büyük sergisini Musee Maillol da açtı. Sergi 23 Mart 20923 den 15 Ağustos 2023 e kadar devam edecek. Ancak New York ta yaşayan Erwitt yaşı nedeniyle bu uzun yolculuğu göze alamadı.

İzis, Doisneau, Ronis, Riboud, HCB (Henri Cartier Bresson), hümanist akımın öncüsü isimler… Sokaklarda dolaşırken, ellerinde genellikle bir Leica, dünyaya insancıl bir bakışla bakıp, hassas kağıt üzerine kayıt geçen ustalar. Çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris sokaklarını, banliyölerini fotoğraflayan Fransızlar … ‘Instant decisif’ yani ‘karar anı’ denilen kavramı ortaya atanlar…
Bu Fransızların bazılarından yazılarımızda söz ettik. Bu kez Paris’te sergisini yakaladığımız, bu akımın Amerikalı bir temsilcisi Elliott Erwitt.

Elliott Erwitt dünyaya siyah beyaz ve gri tonlarından bakan, ama bakmakla kalmayıp ikon fotoğraflarını da fotoğraf tarihine bırakan önemli bir fotoğrafçı.
Paris’te Rus anne babadan doğup çok küçük yaşta Amerika’ya göçen Erwitt önce karanlık odada çalışır. Daha sonra Los Angeles ve New York’ta fotoğraf ve sinema eğitimi alır. 1948’den itibaren dönemin en önemli fotoğrafçılarıyla yan yana durur. Fotoğraf akımı yaratan Edward Steichen, Robert Capa ve Roy Striker, Erwitt’in ilk fotoğraflarına hayran kalır ve onu kanatları altına alırlar. Fotoğraf tarihinde önemli yer tutan ve ünlü fotoğrafçıların içinde bulunduğu ‘Farm Security Administration’ organizasyonunda çalışır. 1949’da Fransa ve İtalya’yı turlar. Ardından 1951’de askerlik görevi için yeniden Almanya ve Fransa’ya gider. Askerde fotoğrafçı olarak görev yapar. En güvendiği makinesi orta format Rolleiflex’dir. Kariyeri uzun ve çok verimli olur. Capa ile Magnum ajansına girer. Yıl 1953’tür. 1968’e kadar üç dönem Magnumun yöneticiliğini üstlenir. Bu yıllar Magnum’un Magnum olduğu yıllarıdır. Yaşamı boyunca belgesel, foto röportaj ve reklam alanlarında dolaşır durur ve 20 kitaba imza atar. 84 yaşına geldiğinde hala aktiftir, fotoğrafa hizmet etmektedir. Fotoğrafları dünyayı dolaşır durur. Che Guevera’yı, J.F Kennedy’yi, Jackie Kennedy’yi, Cassius Clay’in ünlü boks maçlarını çeker. İkon fotoğrafları arasında Marilyn Monroe’ninkileri de unutmamak gerekir. Köpek fotoğrafları ise onun imzası sayılabilir.

HÜZÜN VE MUTLULUK

Ewitt’e göre hüzün ve mutluluk birbirine benzer. Belki de bu nedenle Erwitt’in fotoğrafları bu kadar şaşırtıyor insanı. Bu kadar naif bir fotoğrafla bu kadar düşündürücü ve derin anlamlar taşıyan bir fotoğrafı yan yana görmek heyecan yaratıyor. Birçok fotoğraf insanın yüzünde gülümseme bırakıyor. Erwitt yaşamla dalga mı geçiyor?
Çoğu fotoğrafı şiirsel, insanı derin rüyalara daldırıyor ve hiç tartışmasız bu fotoğraf dehası ve görsel yaratıcı insana şapka çıkartıyoruz.
Elliott Erwitt’in teNeues yayınlarından çıkan ‘Personal Best’ adlı eserinde fotoğraflarından çok çeşitli ve güzel örnekler var.

DERİN İÇERİK

İnsan ustanın fotoğraflarına bakmaya doyamıyor. Erwitt’in her yıl sergisi açılsa insan sıkılmadan gidip tekrar tekrar hayranlıkla seyredebilir, diye düşünmeden edemiyorum.
“İyi fotoğraf nedir? Güzel fotoğraf nedir?” soruları da aklım sokan kişidir Erwitt. O konuya bir kaç eğildik geçmişte. Şimdi burada Erwitt’in sanatına baktığımızda zarif, ironik, melankolik zaman zaman da komik yaklaşımlarını fark ediyoruz. Mizah ve duyguyu harmanlayarak, sadece kendisine ait bir bakışla günlük hayatın anlarını ölümsüzleştiren bir tarzı var. Daha da öteye gidiyoruz. Değişik sanat alanlarında olduğu gibi, Picasso’nun resimlerine, Giacometti’nin heykellerine nasıl bakıyorsak Erwitt’in fotoğraflarına da öyle bakıyoruz. Her fotoğrafında yakalanmış derin bir içerik var, derin bir “Şey” var. Özellikle renkli çekimlerinde, Charles de Gaulle, Ernesto “Che” Guevara, Alfred Hitchcock, Nikita Kruşçev ve daha bir çok önemli şahsiyet değişik atmosferlerde bize görünüyor..
1970’li yıllarda sinema dünyasına geçen Erwitt birçok belgesel filme de imza atmıştır. Sergide karşıt cinsiyetler, çocuklar, köpekler, şehirler  ve plaj adlı bölümler var. Tüm sergide 3 katta 215 siyah beyaz ve renkli fotoğraf sergileniyor.  Sergi, işlenen konuların çeşitliliğini ve işin derin bütünlüğünü yansıtıyor.

Musée Maillol, 59-61 rue de Grenelle  75007, Paris

Art Paris 2023 Fuarında iki Türk Sanatçı

 

Art Paris 2023 Sanat Fuarı ve 2 galeri 2 Türk sanatçısı

 

Sanatçı, başka ruhlarda uyuklayan hareket etme potansiyelini uyandırma gücüne sahip olan kişidir.  Friedrich Nietzsche

 

 

Gördüğünüz eserler 30 Mart 2023 te Paris’te Grand palais de açılacak Art Paris sanat fuarından alındı

Art Paris: 25.ci yıl; Güçlü bir yıldönümü kutlaması olacak.
30 Mart-2 Nisan 2023 Grand Palais Ephemere’de 12:00-20:00 arası

Sergi iki ana konu üzerine kurulmuş. Birincisi Marc Donnadieu tarafından yönetilen ‘Fransız Sanatına Odaklanma’ diğeri ise Amanda Abi Khalil tarafından yönetilen ‘Sürgün: Mülksüzleştirme ve Direniş’.

25.ci yıl Art Paris sanat fuarı, modern ve çağdaş sanat dünyasını derinlemesine incelemeyi amaçlayan, yenilikçi bir sanat fuarı olarak karşımıza çıkıyor. Sanki ilkbaharın gelişini müjdeliyor, içimizi şenlendiriyor. 25 farklı ülkeden yaklaşık 134 galeriyi bir araya getiriyor. Katılımcıların %60’ı fransız galeriler, %40’ı ise uluslararası galerilerdir. Fuarda özellikle yeni galerilere ve yükselen yeteneklere odaklanan “Solo Show” bölümü dışında yeni yeteneklerin keşfedilmesini kolaylaştırma rolünü üstlenen ‘Promises’ yani ‘İstikbal vaadedenler’ bölümü var.

1999 yılında kurulan Art Paris, Julien Lecêtre ve Valentine Lecêtre’e ait aile işletmesi olan France Conventions tarafından organize edilmektedir. Geçtiğimiz yıllarda Rusya (2013), Çin (2014), Singapur ve Güneydoğu Asya (2015), Güney Kore (2016), Afrika (2017), İsviçre (2018), Latin Amerika (2019) ve İber Yarımadası (2020) gibi ülke ve bölgeleri misafir eden fuar bu yıl 4 gün sürecek ve Perrotin, Templon ve Almine Rech gibi dünyaca ünlü galerileri ağırlayacak.
Bizim için hoş sürpriz iki türk galerisinin katılıyor olması. Türkiye’yi bu yıl iki galeri Martch Art Project ve The Pill temsil ediyor. Martch Art Project 4 sanatçıyla; Sinem Dişli, Irmak Dönmez, Bence Magyarlaki ve Merve Morkoç la fuara katılıyor.
Küratör Marc Donnadieu şöyle konuşuyor;
Avrupa sınırlarında savaşların yapıldığı, totaliter devletlerin dünyanın çeşitli bölgelerinde mantar gibi çoğalmaya başladığı, kimlik çatışmalarının toplumları ve demokrasileri tehdit ettiği bu karamsar dönemlerde sanat ne yapabilir? İklim değişikliğine çözüm getirebilir mi? Cevap belki hiçbir şeydir belki de herşeydir.

Gelelim Fuardaki Türk sanatçılardan birine. Irmak Dönmez kimdir?

Irmak Dönmez (d.1987, İstanbul) Işık Üniversitesi Görsel Sanatlar BA , Işık Üniversitesi MFA, Resim dereceleriyle mezun oldu, Işık Üniversitesi’nde Sanat Teorisi doktorası okumaya başladı.
Danimarka Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’nde bir yıl doktora misafir araştırmacı olarak tez araştırmalarına ve sanatsal üretimlerine devam etti, bu süre zarfında ilk kişisel sergisini Kopenhag’da “Düşüncelerim Saçlarımı Kırıyor” adlı ile  açtı.
2018 yılında İzlanda’da bir sanat konutunda altı ay çalıştı. Döndüğünde mezun olduğu Işık Üniversitesi’nde resim dersi vermeye başladı.
Kunsthalle Mannheim’ın “Anne” (2021) sergisine Cindy Sherman, Picasso, Yoko Ono, Henry Moore, Magritte, Schiele gibi sanatçıların yapıtlarının yanı sıra heykeli (Oedipus’un Doğum Günü Pastası) da eklenmişti. Bu eser halen müzenin kalıcı koleksiyonuna bulunuyor.
Ağırlıklı olarak biyopolitika, oedip/anti-oedip, bir fenomen olarak beden, toplumsal cinsiyet politikaları, feminist&queer kuram üzerine odaklanıyor.
Başlıca endişeleri, kadın bedenine atfedilen kutsallık, annelik, kuşatma, dizginleme ve besleme değerleridir. Dönmez, farklı şekillerde tüm yetişkin yaşamını kapsayan bir imge olan memenin, öznelliğinden bağımsız bir cinsel nesne olarak meta fetişizmiyle nasıl iç içe geçtiğini inceliyor. Seramik eserinin bir kısmını buraya aldık.

Gelelim diğer Türk sanatçıya; The Pill galeri ile fuara katılan Leyla Gediz (d. 1974, İstanbul ) St. George Avusturya Lisesi mezunu bir ressam. Londra’da Chelsea College of Art, The Slade School of Fine Art ve Frankfurt gibi önemli sanat merkezlerinde sanat eğitimi almıştır. İstanbula ve Lizbon arasında yaşayan Gediz yurt içi ve yurt dışında pek çok bireysel sergi açmış ve karma sergilere katılmış. Leyla Gediz 2007 yılından beri sergi küratörü  olarak da faaliyet göstermektedir. Onun da bazı eserlerini buraya taşıyalım.

Her iki galeriye Martch Art Project ve The Pill e ve sanatçılarına Art Paris sanat fuarı sırasında başarılar diliyoruz.

.

Yukarıdaki Irmak Dönmez daha sergi sanatseverlere açılmadan VİP davetlilere yapılan açılışta satılmış eserlerinden bazılarını görüyoruz . Alt tarafta VİP açılıştan kareler.

Aşağıda ise Leyla Gediz’in eserlerini  ve bağlı olduğu The Pill in fuardaki standını görüyoruz.

 

Fuarın tanıtım broşürü şöyle diyor; Güvencesiz bir denge çökmenin eşiğinde, bir yumurta kırıldı, paramparça oldu. Leylâ Gediz’in resimlerinde kasıtlı olarak sınırlandırılmış bir ton aralığı kullanan iki farklı zamansallık karşımıza çıkıyor: Bir olayın beklentisi ve onarılamaz bir felaketin şoku. İster önceden tasarlanmış ister beklenmedik bir acil duruma tepki olarak yer değiştirmeyle el ele giden iki duygu. Gediz’in incelikli bir gerçekçilik ve dikkatle düşünülmüş bir anlatımla karakterize edilen kompozisyonlarda sunduğu gündelik nesneler, hayatın küçük bilmeceleri, günlük rutinimizde bulunacak ipuçları, çözülmesi gereken bilmeceler için metaforlar olarak anlaşılabiliyor.

 

Görmek bilmek midir?

Görmek bilmek midir?

 

Mehmet Ömür

Kısa bir süre önce yapay zeka ile üretilen fotoğraflarla ilgili yazımda yine bu konuyu irdelemiştim. Bugün de bu konuya farklı bir açıdan bakmak için klavyenin başına geçtim. Fotoğraf yalan söyler mi? Evet, fotoğraf icad edildiği günden beri yalan söylüyor, manipüle ediyor ve propaganda aracı olarak kullanılıyor. Uzun bir kuyrukla girilen bir kapının çıkış tarafında koltuğunun altında ekmekle duran bir adamın fotoğrafın altında  ‘Almanya’da fırınların önünde kuyruk oluştuğu’ yazılabilir. Oysa fotoğrafın üst kısmını da görseydiniz bunun bir tiyatro kuyruğu olduğunu anlayabilecektiniz. Fotoğrafın üst kısmı, alt kısmı, sağ ve sol kısımlarını görmezseniz bu fotoğrafın çekilmeden bir saniye öncesine ve bir saniye sonrasında neler olduğunu bilmeden değerlendirmek zordur. Bilgi gerektirir.

Maalesef sağımıza solumuza bakarak dünyanın nasıl bir yer olduğunu, dünyada neler olup bittiğini bilemiyoruz. Bunun için biraz çalışmak ve araştırmak gerekiyor. Bir etnolog ile bir turist dünyayı aynı şekilde gezmezler, bir haber fotoğrafçısı da Eyfel kulesi ile ilgili bir haber yaparken selfi yapan bir turistin çektiği fotoğrafı çekmez.

O zaman neye güveneceğiz? fake news denilen yalan haberler gırla gidiyor, optik yanılsamalar ve fotoşoplanmış fotoğraflar da öyle. Storytelling yani hikaye yazma dünyasında da fotoğraflar algı imparatorlukları oluşturmaya yarıyor.

Saint Thomas sadece gördüğüne inanırdı. Platon magara alegorisinde gördüğümüz gölgelerin gerçekler olmadıklarına karşı bizi uyardı. Descartes ise ünlü ‘Yöntem Üzerine Konuşma’ adlı eserinde sürekli gerçeklere şüpheyle bakıp ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ savına vardı.

‘Size yalan mı söylüyorum gözlerimle gördüm’ diyen bir kimseye ne kadar güvenebiliriz? Adgar Allan Poe ise ‘Çocukluğumdan beri diğer insanlar gibi olamadım. Benim gördüklerim başkalarının gördükleri gibi değildi’demiştir.

Kelimelerin ağırlığı varsa görüntülerin şok edici etkisi vardır.

Buraya da iki fotoğrafla girmek istiyorum birincisi hepimizin çok iyi tanıdığı Aylan Kurdi fotoğrafı.

Bodrum’da sahile vurmuş çocuk cesedi fotoğrafı. Bu fotoğraf yaşanan insanlık dramının en üst seviyede tartışılmasına yola açmış ardından da basında ölü fotoğraflarının sömürü olduğu, düzmece fotoğraf olduğu, fotoğrafçının babası göçmenleri yolcu ettiği gibi karalayıcı haberler çıkmıştı.

Bir başkası da sahte haberler üzerine yapılan  sahte bir fotoğraf kitabı. Sadece şehir adı doğru gerisi sahte ve kurmaca. Bunu yapan da Norveçli bol ödüllü Magnum  fotoğrafçısı Jonas Bendiksen. Bu kitaptan önce dört kitap yayınlamış. Perpignan Fotoğraf festivalinde sergilenen fotoğrafların bulunduğu kitabın adı ‘The Book of Veles’. Veles adlı bir şehir olduğu doğru, fotoğrafçı buraya gidip boş yerlerin fotoğraflarını çekiyor. Geri kalan hikayeyi ve fotoğrafları yapay zeka ile oluşturup kitabını çıkartıyor Amacının fake news konusuna dikkat çekmek olduğunu açıklıyor.. Kitap 2016 yılında Donald Trump’ın seçilmesini destekleyen sahte haberlerin üretimine büyük ölçüde destek veren Makedonya’daki Veles şehri hakkında bir kitap.

Görmek bilmek midir?

Gördüğümüz her şey bize doğrudan gerçeği söyleseydi bu çok kolay olurdu. Maalesef öyle değil. Çin’deki Tiananmen meydanında tankların önünde duran öğrenci fotoğrafı burada bir katliam yaşandığı mesajını vermektedir, oysa gerçek bunun öyle olmadığını söylüyor.

İşte çok iyi bilinen başka bir fotoğraf; aşağıdaki fotoğrafa yapılan yorum şöyle;

Sudan’da sürünerek Birleşmiş Milletler yardım kampına gitmeye çalışan çocuğun arkasında akbaba ölmesini bekliyor. Ölecek elbet açlıktan bizler burda yemek beğenmez çöpe dökerken.

Bu görüntüyü çeken gazeteci 2 ay sonra bunalıma girerek intihar ediyor.

Oysa gerçek öyle değil. Fotoğrafı çektikten sonra fotoğrafçı akbabayı kovalıyor ve çocuk da kadrajın hemen sağında kuyrukta bekleyen anne babasının yanına alınıyor. Fotoğrafçının intiharı ise çok nedenli; psikoz, uyuşturucu bağımlısı vs.

Görnek bilmektir konusunda üç görüş vardır diyebiliriz.

Birincisi; ‘Evet görmek bilmektir’. Bu bazı fotoğraflar ve bazı kişiler için doğru olabilir ama herkese genelleştirilemez. Bazı fotoğraflar yanlış bilgilendirebilir. Bazı kişler de yanlış algılayabilir ve yanlış değerlendirebilir.

İkincisi; Hayır, ‘görmek bilmek değildir’. Buna ancak saf insanlar inanır.

Üçüncüsü de gördüğünün içine girip anlamaya çalışmak, bilgilenerek bakmak. Sanıyorum ancak bu şekilde ‘görmek bilmektir’ anlamına gelebilir. Tabii ki bakıp görürken tüm sübjektif yargılardan uzaklaşmaya da çalışmak gerekmektedir.

Gerçek kavramı, bilinçten bağımsız, somut ve nesnel olarak var olan bir olgudur. Gerçek, varlığını ve özelliklerini insanların düşüncelerinden veya algılarından bağımsız olarak sürdürür. Bir şey gerçek olduğunda, onun varlığı herhangi bir insan veya hayvan düşüncesinden veya algısından bağımsız olarak var olur. Örneğin, bir dağ gerçektir ve varlığı, insanların varlığından veya düşüncelerinden bağımsız olarak sürdürür.

Hakikat kavramı ise gerçeğin bilinçteki yansısı olarak tanımlanabilir. İnsanlar gerçekliği algılama biçimleri ile hakikati oluştururlar. Örneğin, bir şeyin gerçek olduğunu algılamakla, o şeyin hakikatine ulaşırız. Hakikat, gerçeklik hakkındaki farkındalığımızı ifade eder. Bu nedenle, gerçeklik ve hakikat arasında bir ayrım yapılabilir. Gerçeklik, var olan şeyin somutluğunu ifade ederken, hakikat, gerçeklik hakkındaki bilincimizi ifade eder.

Farklı insanlar farklı hakikatler oluşturabilirler, çünkü her insanın algılama biçimi farklıdır ve her insanın farklı bir bakış açısı vardır. Ancak, gerçek, herhangi bir insan algısından bağımsız olarak varlığını sürdürür.

Sonuç olarak, gerçek kavramı, bilinçten bağımsız, somut ve nesnel olarak var olan bir olgudur. Hakikat kavramı ise gerçeğin bilinçteki yansımsı olarak tanımlanabilir.

 

Her insan bir kaşiftir. Ama zamanı keşfedemez.

Her insan bir kaşiftir. Ama zamanı keşfedemez.

Bildiğim Bir Şey Var, O Da Hiçbir Şey Bilmediğimdir.
Sokrates

 

Mehmet Ömür

 

Cahillik en çok “zaman” konusundadır. Ne kadar kafa patlatırsanız patlatın sonuca varmazsınız. Tam anladığınızı sandığınızda ne kadar yanıldığınızı da  anlarsınız. Zaman görecelidir. Siz yaşlandıkça süratlenir. Oysa saatler hep aynı süratle dönmektedir. Nasıl olur bu?

Zaman, insanlık tarihinin en eski ve en önemli kavramlarından biridir. İnsanlar binlerce yıldır zamanı ölçmeye ve yönetmeye çalışıyorlar. Zamanın ölçülmesi, insanların hayatını planlaması, örgütlemesi ve koordine etmesine yardımcı olmuştur. Zamanın doğası, yıllar boyunca birçok bilim adamı, filozof ve düşünür tarafından tartışılmıştır.

Zaman, insanların hayatını planlamasına ve organize etmesine yardımcı olurken, zamanın yönetimi de oldukça önemlidir. Zaman yönetimi, insanların hayatında önemli bir rol oynar. Zamanı doğru bir şekilde yönetmek, insanların hayatındaki stresi azaltabilir ve daha verimli bir şekilde çalışmalarına yardımcı olabilir.

Zamanın en önemli özelliklerinden biri göreceli olmasıdır. Zaman, gözlemcinin hareketine bağlı olarak değişebilir. Bu fikir, Einstein tarafından öne sürülmüştür ve görelilik teorisinin temelini oluşturur. Göreceli zaman, hızlanan bir gözlemci için zamanın yavaşladığını gösterir. Zaman göreceli bir kavramdır ve her gözlemcinin zamanı farklı şekilde deneyimlediği söylenebilir.

Son zamanlarda zamanın neden yaşlandıkça süratlendiği konusuna merak sardım. Yaşlanmanın da böyle bir yararı var işte.. Takıntılı oluyorsunuz. Takıntı meraklı olmaktan farklı. Takıntı da hafızamızın bize oynadığı çeşitli oyunlardan biridir.

Yaşlandıkça zamanın hızlandığı fikri de oldukça ilginçtir. Çünkü birçok insan bu durumu tecrübe etmiştir. Yaşlandıkça, zamanın daha hızlı geçtiği hissi doğar ve birçok insan bu durumu sorgular. Bu fikir, yaşlanmanın nörolojik ve psikolojik etkileriyle ilgili birçok araştırmada ele alınmıştır. Bu çalışmalar, insanların yaşlandıkça zamanı daha hızlı geçirdiğini göstermiştir.

Hafızamızın da kendi iradesi vardır. Hiç unutamayız dediğimiz bir kokuyu veya bir anıyı bir yıl sonra hatırlamaya çalıştığımızda çok zorluk çektiğimiz olmuştur. Çünkü hafıza canı nereye oturmak isterse oraya oturan bir kedi gibidir.
“Hayatım gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti”
Near death sendrom denilen son anda ölümden kurtarılmış kimselerin yaşadığı deneyim, belki de zamanın yaşamın son saniyelerinde ne kadar çok hızlandığının bir göstergesidir.

Hollanda da dört ödül alan ülkemizde de 2008 yılında yayınlanan 306 sayfalık “Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer? Why Lif Seeds Up As You Get Older?” adlı eserini değerli arkadaşım Halit Yıldırım özetlemişti. İzniyle birkaç paragraf aktarmak istiyorum

Kum saatinin her çevrilişinde geçen zaman tekrar elde edilir; bir el hareketi yeterlidir bunun için. Ama biriken kumlar ne kadar sıklıkla akıtılırsa zaman o oranda hızlı geçer. Kum saatlerinde akan kum taneleri her defasında sürtünerek birbirlerinin yüzeylerini parlatır, sonunda bir kaptan ötekine neredeyse birbirine hiç sürtünmeden geçer ve her defasında saatin boynunu da bir parça genişletirler. Kum saati ne kadar eskiyse, kum o kadar hızlı akar. Böylece kum saati, fark edilmese de her defasında belli bir zaman aralığını daha kısa ölçer. Bu ölçüm hatası, içinde bir metafor barındırmaktadır: “İnsanlarda da böyledir, sonraki yıllar gittikçe daha hızlı akar, ta ki ölçüm kabı dolana kadar. İnsanın içi de zamanla izlenimlerle doldukça dolar.”

Günlük ritimler insanı daha çok gündüz yaşayan bir kişi veya gece yaşayan insan haline getirebilir. Sabah erken kalkan insanlarda vücut sıcaklığı erkenden yükselmeye başlar, öğleden sonra dört civarı zirveye ulaşır, sonra düşmeye başlar. Sabahçıların vücut saatleri gececiler vücut saatlerinden ileridir, akşam olup onların vücut sıcaklıkları düşerken gece insanları akşam karanlık çöktükten sonra daha faal ve zinde olurlar, vücut sıcaklıkları geç saatlerde zirveye ulaşır.
İnsan yaşlandıkça zamanla olan ilişkisi komik bir hale mi gelir yoksa acıklı bir hale mi gelir? İşte soru budur!

*Belleğimiz bazı şeyleri kafamızdan çıkartma emrimizi katiyen ciddiye almaz: “Keşke bunu görmeseydim, yaşamasaydım, duymasaydım; bunu tamamen unutabilsem” deriz. Ama hepsi boşunadır; unutmak istediğimiz şey gece, uykumuz kaçtığında kendiliğinden, davetsiz bir şekilde çıkıp geliverir karşımıza. Bellek, aslında bir köpek gibidir; az önce uzağa attığımız şeyi kuyruğunu sallaya sallaya bize geri getirir.

*Olayları ileriye doğru hatırladığımız inkar edilemez bir gerçektir. Geriye doğru hatırlamak arabayı geri geri sürmek gibidir: Böyle gidebilirsiniz ama arabaların bu şekilde gitmek için yapılmadığını bilirsiniz. Geriye doğru yaşamak, şiirlerle romanların imtiyazı alanındadır. Araştırmacılar hatırlamanın ileri doğru bir yön izlemesi üzerine çok çalışmışlar ve bunu beynin biyolojik işlevlerinde aramışlardır. “Hayat sürekli bozulma ve tamir edilme süreçlerinden ve tehlikelere karşı mücadelelerden oluşur; dolayısıyla yaşamak için önsezilerden yararlanmak zorundayızdır.”
*Belleğimiz günlük yaşam şartlarında da pek iyi değildir. Dikkati pek çekmeyen olayları, eskiden duyulan bir sesi, eski günlerin havasını, odaların kokusunu veya yenen bir yemeğin tadını hafızanızda yeniden oluşturmak zordur. Sevdiğiniz kişilerin eski görünüşlerini de gözünüzde pek kolay canlandıramazsınız. Anne-babanızın eski günlerdeki görünüşleri, çocuklarınızın küçüklük halleri, karınızın, kocanızın, dostlarınızın yıllar önceki halleri yavaş yavaş değişme uğradıkları için eski görünüşleri hafızanızdan yavaş yavaş silinip gitmiştir. Kendi görünüşünüzdeki değişimler bile gözünüzden kaçar. Bugün aynada gördüğünüz yüz, bırakın bir yıl, bir ay önceki halinden bile farklıdır.
Araştırmalara göre çocuklarda zamanı doğru tahmin etme yeteneği yaşla ilerler, yirmi yaşında zirveye ulaşır, ondan sonra da azalır. Yaşlılarda bu yetenek çocukların seviyesine düşer. Bazı araştırmalar yaşlıların zaman aralıklarını sürekli olarak fazla tahmin ettiklerini göstermiştir.

Zaman kime aittir, zaman bana mı aittir? Zamanının sahibi olan var mıdır? ‘Zamanını boşa harcama’ diyen babamın sesi hep kulağımdadır. Proust da kayıp zamanın peşine düşmüştü. ‘Kayıp Zamanın İzinde’ adlı roman, Marcel Proust’un hayatının son 17 yılında yazdığı yaklaşık bir milyon ikiyüz elli bin sözcükten oluşan 3000 sayfalık ve yedi ciltlik dev bir romandır. 20. yüzyıl edebiyatının en büyük eserlerinden biri sayılır. Yıllar süren bu eserini yazarken zamanını boşa mı harcadı yoksa hakikaten kayıp zamanın izini mi sürdü düşünmeye değer.
Zaman deyince sorular birbirini kovalar durur.
Zaman bana aitse niye biriktirmiyorum? Zamanı insanlar yaratır ve ona bir değer atfederler. “Vakit nakittir” derler.

Aslında zaman insanın yarattığı bir kavramdır. Bir insanı sanal bir ortama koyun, bir duvarda hızlandırılmış büyük bir saat olsun diğer duvarda da hızlı giden saate paralel gün doğumları ve gün batımlarını gösteren bir ekran olsun, denek 24 saat sonra kaç gündür içeride olduğuna dair sağlıklı bir cevap veremiyecektir.

Güneş sistemi bağlı bulunduğu galaksimizin etrafında 240 milyon senede bir tur atar, peki galaksi evrenin etrafını kaç milyon yılda dolaşır. Bunun hesabını yapmak bile çok zordur.

İnsanın yarattığı ve asırlar boyunca değiştirdiği zaman kavramı nedir? Saatlerden gelen tik-taklar evrensel zamana göre nedir, ne kadardır? Zaman sanki sadece bir inançtır. İnsanların yarattığı zihinsel bir inanç. Ölümümüzde ne kadar zaman kaldı? 20 sene 10 sene?, 5 sene , 3 sene, 1 ay, 1 hafta, bir gün, bir saat, 1 dakika…

‘Zaman hiç bir şeyin geçmediği zaman geçen şeydir’ tanımı benim kulağıma hoş geliyor doğrusu. Zaman tabii koyun sayarak geçen bir şey de değildir.

Sonuç olarak zaman bilim adamları için çok önemli bir fizik antitedir. Zamanın eğilip bükülmesinden, sıkışmasından ve distorsiyonundan bahsedilmektedir. Newton ve Einstein’dan beri bu konuda pek fazla gelişme de görülmüyor. Zaman konusunda daha uzun bir zaman cahil kalacağız gibi duruyor. Ama zaman da, aşk gibi, sanat gibi, tanrı gibi ve ölüm gibi zihnimizi sürekli gıdıklayan bir konu olduğu kesin.

Ne zaman
Ne zaman bu addan sandan geçeceğiz, ne zaman?
Can meclisinin halkasına ne zaman hep birden girip
oturacağız?
Dudağımıza bir tek kadeh dokundurmadan
ne zaman içeceğiz büyük dostumuzun huzurunda
can şarabını,
ne zaman içeceğiz, ne zaman

Ne zaman diyeceğiz can sâkisine, uzat elini.
biz bu yana göçtük artık,
armağanlar getirdik sana.

Ne zaman diyeceğiz can sâkisine, ne duruyorsun,
tutulduk bir kere, düştük ocağına senin,
gurbet elde üşüdük, donduk kaldık,
selâm ver, hatırımızı sor, kucakla, ısıt bizi,
bize kırmızı şarap sun.

Ne zaman bize cevap verecek o, ne zaman?
Ne zaman diyecek, nem varsa sizin,
buyurun, afiyetler olsun?

Mevlana Celaleddin Rumi

Şimdi summer time ve summer wine şarkılarını dinleyelim:

Çünkü zaman bize hediyedir ve her an güzel geçirilmelidir.

 

 

.

Marclay, Barclay plaklarını kırar mı?

Marclay, Barclay plaklarını kırar mı?

Mehmet Ömür

Evet! Geçtiğimiz ay Paris, Pompidou Çağdaş Sanat Merkezinde vinil 33’lükleri kırarken çekilmiş videolarını gördük. Hatta bunu grup halinde yapmışlar ona da şahit olduk.
Sesin Potansiyelini Keşfeden Multimedya Sanatçısı,  California 1955 doğumlu Christian Marclay, çağdaş sanat dünyasının en özgün ve yenilikçi isimlerinden biri olarak kabul ediliyor. Çalışmalarının kaynağı ses ve bu alanda yaptığı işlerle müzik, görsel sanatlar ve teknolojiyi birleştirerek özgün eserler yaratıyor.

John Cage ve Andy Warhol’un, aynı zamanda çizgi roman ve punk estetiğinin de mirasçısı gibi görülen, Amerikalı-İsviçreli sanatçı Christian Marclay’in eserleri, kolaj ve montaj işleri olarak kabul görüyor. 2007’den bu yana ilk kez, Pompidou sanat merkezi eserlerini bir multimedya sanatçısının mantığı ile, sapmaları ve metamorfozları karıştıran bir sergi olarak sundu.

Marclay bir çağdaş sanatçı olarak sesin potansiyelini keşfetmiş ve estetiğinin gücünü de yanına alarak özgün eserler yaratmış. Vinil plaklar ve pikaplarla müziğin ses potansiyelini, işitsel ve görsel unsurları bir araya getirerek kendisine ait bir sözlük yaratmış.

Marclay için için bir şey yapmak her zaman onu yeniden yapmaktır. Sergide ‘zaten yapılmış’ olanı yeniden yorumlayan hatta metamorfoza tabi tutan onlarca yıllık çalışmaları var. Video enstalasyonlarının çoğunda nesneler, birleştirmeler, fotoğraflar, plak kılıfları, baskılar ve resimler sanki bir süreksizliğine tanıklık ediyor. İlk kez gösterilen yeni bir video olan Doors (2022) adlı eserinde açılıp geçilen eşikler ve kapılar bir sonsuzluğa doğru sürekli bizi tekrar tekrar götürüyor.
John Cage’den punk rock’a, pop art’tan mangaya kadar geniş bir kaynak yelpazesinden yararlanan Marclay, gündelik hayatın yeniden düzenlendiği, ilginç biçimde gösteren işler yaratmış. Bu yaratıcılığı sayesinde, sanat dünyasında özgün ve farklı bir yer ediniyor.

“Müzik bir anlamda maddedir’ Kayıt teknolojisi müziği bir nesneye dönüştürdü ve çalışmalarımın çoğu en az müzik kadar o müzik nesnesiyle ilgili diyor Marclay. Müziği oluşturan geçici ve elle tutulamayan titreşimler somut nesneler haline geldi- plaklar, teypler, ve cdler vs. Bu dönüşüm Marclay’e çok ilginç geliyor. Plak geçici sesleri korumanın bir yoludur. Üst üste yığılmış plakların sarmalları sonsuza kadar tekrarlanabilir. Vinilden yapılmış ve adına plak denilen bu nesne, kırılabilir, hasar görebilir ve bozulabilir.
Marclay sanat yaşamında bu bozulma kırılma potansiyeli kıymetsiz ürünlerle çalışıp hep bu sanat nesnelerinin maddi gerçekliği ile potansiyel önemsizliği arasındaki çelişkiyle uğraştı.Önemsizlik mükemmel bir durumdur, geçici olanın doğal sonucudur diye düşündü. Müzikte önemsizliğin bu yönünü çok özgürleştiri buldu. Görünmez olan sanat yapmak istedi. John Cage’in sessizliğin müziğine hayran oldu.
Marcley, çeşitli filmlerden aldığı klipleri kolaj teknikleriyle birleştirerek telfon adlı bir video enstalasyon yarattı. Bir akordeonun körüğünü metrelerce uzattı. Plak kılıflarından kolajlar yaptı. Kasetli teyp bantlarının manyetik bantlarını çıkarıp onlardan örgü yastıklar üretti, veya siyanotip denilen fotoğraf teknikğiyle ölümsüzleştirdi.

Marclay’ın işleri arasında en ünlüsü “The Clock”, 24 saat boyunca süren bir video kolajıdır. Film ve televizyon dünyasından kesitlerle, eski video kayıtları ve ses kayıtlarını da kullanarak bir kolaj yaratır. Seyrettiğimiz ana denk gelen ve zamanı gösteren görsellerle bizi kayıtsız kalamayacağımız bir işiyle baş başa bırakır Bu çalışma, zaman algısını sorgularken, zamana yönelik bir tutkunun da ifadesidir.
Marclay’ın işleri sadece ses ve müzik dünyası ile ilgili değil, aynı zamanda çağdaş sanatın gücünü de gösteriyor. İnsanların duyusal algılarını ve duygusal tepkilerini tetikleyerek, zihinlerinde kalıcı izler bırakıyor.
Christian Marclay, çağdaş sanat dünyasının özgün ve yenilikçi isimlerinden biri olarak biliniyor. İşitsel ve görsel unsurların bir araya getirerek yarattığı eserleri, müzik ve teknoloji dünyasında büyük bir öneme sahip. Sanatın gücünü ve kudretini ortaya koyan işleri, sanatseverlerin ve müzikseverlerin dışında moda ve reklam dünyasının da ilgisini çekiyor.

Marclay’deki bu sahiplenme fikri Marcel Duchaps’daki ‘ready-made’ i çağrıştırıyor.Sanatçı sanki Pop Art’ı yeniden sahipleniyor
Marclay’i plakları kırıp yere atmasına rağmen çok sevdik.

 

 

Karalama mı yoksa bir başyapıt mı?

Karalama mı yoksa bir başyapıt mı?

Mehmet Ömür

Fransız Akademisinin Roma’daki şubesi Villa Medicis, Pompidou Çağdaş Sanat merkezi ve Paris Güzel sanatlar Akademisi birlikte çok güzel bir sergiye imza attılar. 8 Şubattan 30 Nisana kadar sürecek. ‘Karalama, Leonardo da Vinci’den Cy Twombly’ye’ adlı sergi rönesansdan günümüze sanatın çok fazla görmediğimiz bir yönünü göstermeye çalışıyor. Az görülen 150 eserle ünlülerin karalama veya müsveddelerini görüyor, asıl esere nasıl hazırlandıklarını anlıyoruz. Bazen duvarda, bazen tuvalin arkasında, bazen de çizim defterinde.

Sergiye ilginç bir fotoğrafla başlıyoruz. Giacometti atyölyesinin duvarındaki bir grafitiyi çerçeveleme çabasında.

Bu sergide sanki sanatın arka bahçesinde dolaşıyoruz.

Sanat asırlarca asillerin, hanedanların tekelinde olduğundan bu sergide gördüğümüz ünlülerin karalamaları hep gizli saklı kalmış, gözlerden uzak tutulmaya özen gösterilmiştir. Bazen sanatçı eserini hazırlamak için müsveddesini tutarken bazen de canı sıkıldığından veya eğlenmek için bir şeyler karalama arzusunda olmuş olabilir. Örneğin Leonardo da Vinci, bilimsel el yazmalarının kenar boşluklarını canı sıkıldığında kafa karalamalarıyla doldurmuştur.

Sergide bir yanda 16-17 yüzyıl ünlü sanatçılarının karalamaları ile diğer yanda günümüz sanatçılarının karalamalarının yanyan görülüyor olması bizde sanat dünyasında bu konuda pek bir şeyin değişmediğini düşündürüyor.

12.-13. yüzyıldan kalma ciddi bir Latince dini el yazmasının kenarına karalanmış çocuksu bir adam ve 16. yüzyıldan kalma bir belediye kayıt defterine çizilen I. François karikatürü çarpıcı biçimde birbirlerine benziyorlar.

Binanın ikinci katında serginin geri kalanını geziyoruz. Modern ve çağdaş sanatçıların çeşitli “karalama” biçimlerinden ilham alarak bu müsvetteleri bir sanat eserine dönüştürdüklerini görebiliyoruz. Bu ilhamların başında ise çocukların çizdikleri naif çizimler geliyor

Psikiyatri hastanelerindeki hastaların yaptıkları çizimler de çocuk karalamalarına benzer  bir işlev görmüş. Sergide ayrıca ünlü fransız hümanist fotoğrafçı  Brassaï’nin ve Helen Levitt’in  fotoğrafladıkları daha sonraları grafiti olarak adlandırılacak duvar yazıları da görülebiliyor.

Jean-Michel Basquiat, Jean Dubuffet veya Per Kirkeby gibi sanatçıların da bir tür arkaik masumiyetle neşe dolu garip hatllı çizgiler çiziktiriyorlar. Matisse’in gözü kapalı çizimleri, William Anastasi’nin eli cebinde yaptığı çizimler de aklımızı karıştırmaya yetiyor.

Sonuçta bu sergi, sanatseverlere farklı bir bakış açısı sunuyor ve sanatın oluşum sürecindeki önemini vurguluyor. Sergide yer alan eserler, sanatçıların zihinlerinde oluşan fikirleri kağıda dökme sürecini gözler önüne seriyor. Sanatçıların çizimleri, farklı materyallerle yapılmış olsalar da hepsi birbirinden etkileyici ve ilham verici. Sergide yer alan karalamalar, sanatın oluşum sürecini anlamak isteyenler için oldukça değerli bir kaynak niteliği taşıyor. Sergide yer alan eserler arasında, ünlü ressamların, heykeltıraşların, mimarların ve tasarımcıların karalamaları var. Bu eserler, sanatseverlere, bu sanatçıların zihin dünyalarına bir pencere açıyor. Sergi, sanatseverlere sanatın oluşum sürecini anlatırken aynı zamanda, sanatın bir serüven olduğunu da vurguluyor. Sanatçıların, sanatın evrimini yaratıcılıklarıyla yönlendirdikleri göz önüne alındığında, bu sergi, sanatın doğası hakkında da fikir veriyor. Sanatseverler, bu sergi sayesinde sanatın evrimini daha derinden kavrıyorlar.İtalyan ve Fransız sanatçıların farkında olmadan en bastırılmış sırlarını açığa vurduğu bu özgür ve karalama egzersizlerini gözlemlerken, Michelangelo ve Raphael’den Jean-Michel Basquiat ve Jean Dubuffet’ye kadar zamanlarının en büyük dahilerinin gerçek kişiliğini keşfetmeye başlıyoruz. Kronolojik tasnifler ve geleneksel kategorilerle hiçbir ilgisi olmayan sergi, karalamayı hikâyenin merkezine yerleştirmeyi tercih etmiş.

Bu sergi sanat hareketleri ve dönemlerini dikkate almadan, özgürce, en büyük ustaların bir birinden ilginç eskizlerinin heyecan verici bir buluşması olarak kabul edilebilir.Küratörlerden birincisi Francesca Alberti, Roma’daki Fransız akademisinde sanat tarihi bölüm başkanı, diğeri ise Columbia Universitesi sanat tarihi profesörü Diane Bodart.Gezdikten sonra tuhaf ve hoş duygularla ayrıldığımız Seine nehrinin kenarındaki Güzel Sanatlar Akademisinin binası da hayranlık uyandıracak nitelikte. Bu sergiyi şiddetle öneriyoruz. Bu sergiyi gezdikten sonra okulun içine girip hem okulu gezebiliyorsun hem de öğrengilerin ve hocalarının iki farklı seregisini de görme imkanına sahip oluyorsunuz. Eğer şansınız varsa bonus olarak okulun avlusunda performans sanatını da yaşayabilirsiniz.

Adres; 13 quai Malaquais, 75006 Paris