Art Paris 2023 Fuarında iki Türk Sanatçı

 

Art Paris 2023 Sanat Fuarı ve 2 galeri 2 Türk sanatçısı

 

Sanatçı, başka ruhlarda uyuklayan hareket etme potansiyelini uyandırma gücüne sahip olan kişidir.  Friedrich Nietzsche

 

 

Gördüğünüz eserler 30 Mart 2023 te Paris’te Grand palais de açılacak Art Paris sanat fuarından alındı

Art Paris: 25.ci yıl; Güçlü bir yıldönümü kutlaması olacak.
30 Mart-2 Nisan 2023 Grand Palais Ephemere’de 12:00-20:00 arası

Sergi iki ana konu üzerine kurulmuş. Birincisi Marc Donnadieu tarafından yönetilen ‘Fransız Sanatına Odaklanma’ diğeri ise Amanda Abi Khalil tarafından yönetilen ‘Sürgün: Mülksüzleştirme ve Direniş’.

25.ci yıl Art Paris sanat fuarı, modern ve çağdaş sanat dünyasını derinlemesine incelemeyi amaçlayan, yenilikçi bir sanat fuarı olarak karşımıza çıkıyor. Sanki ilkbaharın gelişini müjdeliyor, içimizi şenlendiriyor. 25 farklı ülkeden yaklaşık 134 galeriyi bir araya getiriyor. Katılımcıların %60’ı fransız galeriler, %40’ı ise uluslararası galerilerdir. Fuarda özellikle yeni galerilere ve yükselen yeteneklere odaklanan “Solo Show” bölümü dışında yeni yeteneklerin keşfedilmesini kolaylaştırma rolünü üstlenen ‘Promises’ yani ‘İstikbal vaadedenler’ bölümü var.

1999 yılında kurulan Art Paris, Julien Lecêtre ve Valentine Lecêtre’e ait aile işletmesi olan France Conventions tarafından organize edilmektedir. Geçtiğimiz yıllarda Rusya (2013), Çin (2014), Singapur ve Güneydoğu Asya (2015), Güney Kore (2016), Afrika (2017), İsviçre (2018), Latin Amerika (2019) ve İber Yarımadası (2020) gibi ülke ve bölgeleri misafir eden fuar bu yıl 4 gün sürecek ve Perrotin, Templon ve Almine Rech gibi dünyaca ünlü galerileri ağırlayacak.
Bizim için hoş sürpriz iki türk galerisinin katılıyor olması. Türkiye’yi bu yıl iki galeri Martch Art Project ve The Pill temsil ediyor. Martch Art Project 4 sanatçıyla; Sinem Dişli, Irmak Dönmez, Bence Magyarlaki ve Merve Morkoç la fuara katılıyor.
Küratör Marc Donnadieu şöyle konuşuyor;
Avrupa sınırlarında savaşların yapıldığı, totaliter devletlerin dünyanın çeşitli bölgelerinde mantar gibi çoğalmaya başladığı, kimlik çatışmalarının toplumları ve demokrasileri tehdit ettiği bu karamsar dönemlerde sanat ne yapabilir? İklim değişikliğine çözüm getirebilir mi? Cevap belki hiçbir şeydir belki de herşeydir.

Gelelim Fuardaki Türk sanatçılardan birine. Irmak Dönmez kimdir?

Irmak Dönmez (d.1987, İstanbul) Işık Üniversitesi Görsel Sanatlar BA , Işık Üniversitesi MFA, Resim dereceleriyle mezun oldu, Işık Üniversitesi’nde Sanat Teorisi doktorası okumaya başladı.
Danimarka Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’nde bir yıl doktora misafir araştırmacı olarak tez araştırmalarına ve sanatsal üretimlerine devam etti, bu süre zarfında ilk kişisel sergisini Kopenhag’da “Düşüncelerim Saçlarımı Kırıyor” adlı ile  açtı.
2018 yılında İzlanda’da bir sanat konutunda altı ay çalıştı. Döndüğünde mezun olduğu Işık Üniversitesi’nde resim dersi vermeye başladı.
Kunsthalle Mannheim’ın “Anne” (2021) sergisine Cindy Sherman, Picasso, Yoko Ono, Henry Moore, Magritte, Schiele gibi sanatçıların yapıtlarının yanı sıra heykeli (Oedipus’un Doğum Günü Pastası) da eklenmişti. Bu eser halen müzenin kalıcı koleksiyonuna bulunuyor.
Ağırlıklı olarak biyopolitika, oedip/anti-oedip, bir fenomen olarak beden, toplumsal cinsiyet politikaları, feminist&queer kuram üzerine odaklanıyor.
Başlıca endişeleri, kadın bedenine atfedilen kutsallık, annelik, kuşatma, dizginleme ve besleme değerleridir. Dönmez, farklı şekillerde tüm yetişkin yaşamını kapsayan bir imge olan memenin, öznelliğinden bağımsız bir cinsel nesne olarak meta fetişizmiyle nasıl iç içe geçtiğini inceliyor. Seramik eserinin bir kısmını buraya aldık.

Gelelim diğer Türk sanatçıya; The Pill galeri ile fuara katılan Leyla Gediz (d. 1974, İstanbul ) St. George Avusturya Lisesi mezunu bir ressam. Londra’da Chelsea College of Art, The Slade School of Fine Art ve Frankfurt gibi önemli sanat merkezlerinde sanat eğitimi almıştır. İstanbula ve Lizbon arasında yaşayan Gediz yurt içi ve yurt dışında pek çok bireysel sergi açmış ve karma sergilere katılmış. Leyla Gediz 2007 yılından beri sergi küratörü  olarak da faaliyet göstermektedir. Onun da bazı eserlerini buraya taşıyalım.

Her iki galeriye Martch Art Project ve The Pill e ve sanatçılarına Art Paris sanat fuarı sırasında başarılar diliyoruz.

.

Yukarıdaki Irmak Dönmez daha sergi sanatseverlere açılmadan VİP davetlilere yapılan açılışta satılmış eserlerinden bazılarını görüyoruz . Alt tarafta VİP açılıştan kareler.

Aşağıda ise Leyla Gediz’in eserlerini  ve bağlı olduğu The Pill in fuardaki standını görüyoruz.

 

Fuarın tanıtım broşürü şöyle diyor; Güvencesiz bir denge çökmenin eşiğinde, bir yumurta kırıldı, paramparça oldu. Leylâ Gediz’in resimlerinde kasıtlı olarak sınırlandırılmış bir ton aralığı kullanan iki farklı zamansallık karşımıza çıkıyor: Bir olayın beklentisi ve onarılamaz bir felaketin şoku. İster önceden tasarlanmış ister beklenmedik bir acil duruma tepki olarak yer değiştirmeyle el ele giden iki duygu. Gediz’in incelikli bir gerçekçilik ve dikkatle düşünülmüş bir anlatımla karakterize edilen kompozisyonlarda sunduğu gündelik nesneler, hayatın küçük bilmeceleri, günlük rutinimizde bulunacak ipuçları, çözülmesi gereken bilmeceler için metaforlar olarak anlaşılabiliyor.

 

Görmek bilmek midir?

Görmek bilmek midir?

 

Mehmet Ömür

Kısa bir süre önce yapay zeka ile üretilen fotoğraflarla ilgili yazımda yine bu konuyu irdelemiştim. Bugün de bu konuya farklı bir açıdan bakmak için klavyenin başına geçtim. Fotoğraf yalan söyler mi? Evet, fotoğraf icad edildiği günden beri yalan söylüyor, manipüle ediyor ve propaganda aracı olarak kullanılıyor. Uzun bir kuyrukla girilen bir kapının çıkış tarafında koltuğunun altında ekmekle duran bir adamın fotoğrafın altında  ‘Almanya’da fırınların önünde kuyruk oluştuğu’ yazılabilir. Oysa fotoğrafın üst kısmını da görseydiniz bunun bir tiyatro kuyruğu olduğunu anlayabilecektiniz. Fotoğrafın üst kısmı, alt kısmı, sağ ve sol kısımlarını görmezseniz bu fotoğrafın çekilmeden bir saniye öncesine ve bir saniye sonrasında neler olduğunu bilmeden değerlendirmek zordur. Bilgi gerektirir.

Maalesef sağımıza solumuza bakarak dünyanın nasıl bir yer olduğunu, dünyada neler olup bittiğini bilemiyoruz. Bunun için biraz çalışmak ve araştırmak gerekiyor. Bir etnolog ile bir turist dünyayı aynı şekilde gezmezler, bir haber fotoğrafçısı da Eyfel kulesi ile ilgili bir haber yaparken selfi yapan bir turistin çektiği fotoğrafı çekmez.

O zaman neye güveneceğiz? fake news denilen yalan haberler gırla gidiyor, optik yanılsamalar ve fotoşoplanmış fotoğraflar da öyle. Storytelling yani hikaye yazma dünyasında da fotoğraflar algı imparatorlukları oluşturmaya yarıyor.

Saint Thomas sadece gördüğüne inanırdı. Platon magara alegorisinde gördüğümüz gölgelerin gerçekler olmadıklarına karşı bizi uyardı. Descartes ise ünlü ‘Yöntem Üzerine Konuşma’ adlı eserinde sürekli gerçeklere şüpheyle bakıp ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ savına vardı.

‘Size yalan mı söylüyorum gözlerimle gördüm’ diyen bir kimseye ne kadar güvenebiliriz? Adgar Allan Poe ise ‘Çocukluğumdan beri diğer insanlar gibi olamadım. Benim gördüklerim başkalarının gördükleri gibi değildi’demiştir.

Kelimelerin ağırlığı varsa görüntülerin şok edici etkisi vardır.

Buraya da iki fotoğrafla girmek istiyorum birincisi hepimizin çok iyi tanıdığı Aylan Kurdi fotoğrafı.

Bodrum’da sahile vurmuş çocuk cesedi fotoğrafı. Bu fotoğraf yaşanan insanlık dramının en üst seviyede tartışılmasına yola açmış ardından da basında ölü fotoğraflarının sömürü olduğu, düzmece fotoğraf olduğu, fotoğrafçının babası göçmenleri yolcu ettiği gibi karalayıcı haberler çıkmıştı.

Bir başkası da sahte haberler üzerine yapılan  sahte bir fotoğraf kitabı. Sadece şehir adı doğru gerisi sahte ve kurmaca. Bunu yapan da Norveçli bol ödüllü Magnum  fotoğrafçısı Jonas Bendiksen. Bu kitaptan önce dört kitap yayınlamış. Perpignan Fotoğraf festivalinde sergilenen fotoğrafların bulunduğu kitabın adı ‘The Book of Veles’. Veles adlı bir şehir olduğu doğru, fotoğrafçı buraya gidip boş yerlerin fotoğraflarını çekiyor. Geri kalan hikayeyi ve fotoğrafları yapay zeka ile oluşturup kitabını çıkartıyor Amacının fake news konusuna dikkat çekmek olduğunu açıklıyor.. Kitap 2016 yılında Donald Trump’ın seçilmesini destekleyen sahte haberlerin üretimine büyük ölçüde destek veren Makedonya’daki Veles şehri hakkında bir kitap.

Görmek bilmek midir?

Gördüğümüz her şey bize doğrudan gerçeği söyleseydi bu çok kolay olurdu. Maalesef öyle değil. Çin’deki Tiananmen meydanında tankların önünde duran öğrenci fotoğrafı burada bir katliam yaşandığı mesajını vermektedir, oysa gerçek bunun öyle olmadığını söylüyor.

İşte çok iyi bilinen başka bir fotoğraf; aşağıdaki fotoğrafa yapılan yorum şöyle;

Sudan’da sürünerek Birleşmiş Milletler yardım kampına gitmeye çalışan çocuğun arkasında akbaba ölmesini bekliyor. Ölecek elbet açlıktan bizler burda yemek beğenmez çöpe dökerken.

Bu görüntüyü çeken gazeteci 2 ay sonra bunalıma girerek intihar ediyor.

Oysa gerçek öyle değil. Fotoğrafı çektikten sonra fotoğrafçı akbabayı kovalıyor ve çocuk da kadrajın hemen sağında kuyrukta bekleyen anne babasının yanına alınıyor. Fotoğrafçının intiharı ise çok nedenli; psikoz, uyuşturucu bağımlısı vs.

Görnek bilmektir konusunda üç görüş vardır diyebiliriz.

Birincisi; ‘Evet görmek bilmektir’. Bu bazı fotoğraflar ve bazı kişiler için doğru olabilir ama herkese genelleştirilemez. Bazı fotoğraflar yanlış bilgilendirebilir. Bazı kişler de yanlış algılayabilir ve yanlış değerlendirebilir.

İkincisi; Hayır, ‘görmek bilmek değildir’. Buna ancak saf insanlar inanır.

Üçüncüsü de gördüğünün içine girip anlamaya çalışmak, bilgilenerek bakmak. Sanıyorum ancak bu şekilde ‘görmek bilmektir’ anlamına gelebilir. Tabii ki bakıp görürken tüm sübjektif yargılardan uzaklaşmaya da çalışmak gerekmektedir.

Gerçek kavramı, bilinçten bağımsız, somut ve nesnel olarak var olan bir olgudur. Gerçek, varlığını ve özelliklerini insanların düşüncelerinden veya algılarından bağımsız olarak sürdürür. Bir şey gerçek olduğunda, onun varlığı herhangi bir insan veya hayvan düşüncesinden veya algısından bağımsız olarak var olur. Örneğin, bir dağ gerçektir ve varlığı, insanların varlığından veya düşüncelerinden bağımsız olarak sürdürür.

Hakikat kavramı ise gerçeğin bilinçteki yansısı olarak tanımlanabilir. İnsanlar gerçekliği algılama biçimleri ile hakikati oluştururlar. Örneğin, bir şeyin gerçek olduğunu algılamakla, o şeyin hakikatine ulaşırız. Hakikat, gerçeklik hakkındaki farkındalığımızı ifade eder. Bu nedenle, gerçeklik ve hakikat arasında bir ayrım yapılabilir. Gerçeklik, var olan şeyin somutluğunu ifade ederken, hakikat, gerçeklik hakkındaki bilincimizi ifade eder.

Farklı insanlar farklı hakikatler oluşturabilirler, çünkü her insanın algılama biçimi farklıdır ve her insanın farklı bir bakış açısı vardır. Ancak, gerçek, herhangi bir insan algısından bağımsız olarak varlığını sürdürür.

Sonuç olarak, gerçek kavramı, bilinçten bağımsız, somut ve nesnel olarak var olan bir olgudur. Hakikat kavramı ise gerçeğin bilinçteki yansımsı olarak tanımlanabilir.

 

Her insan bir kaşiftir. Ama zamanı keşfedemez.

Her insan bir kaşiftir. Ama zamanı keşfedemez.

Bildiğim Bir Şey Var, O Da Hiçbir Şey Bilmediğimdir.
Sokrates

 

Mehmet Ömür

 

Cahillik en çok “zaman” konusundadır. Ne kadar kafa patlatırsanız patlatın sonuca varmazsınız. Tam anladığınızı sandığınızda ne kadar yanıldığınızı da  anlarsınız. Zaman görecelidir. Siz yaşlandıkça süratlenir. Oysa saatler hep aynı süratle dönmektedir. Nasıl olur bu?

Zaman, insanlık tarihinin en eski ve en önemli kavramlarından biridir. İnsanlar binlerce yıldır zamanı ölçmeye ve yönetmeye çalışıyorlar. Zamanın ölçülmesi, insanların hayatını planlaması, örgütlemesi ve koordine etmesine yardımcı olmuştur. Zamanın doğası, yıllar boyunca birçok bilim adamı, filozof ve düşünür tarafından tartışılmıştır.

Zaman, insanların hayatını planlamasına ve organize etmesine yardımcı olurken, zamanın yönetimi de oldukça önemlidir. Zaman yönetimi, insanların hayatında önemli bir rol oynar. Zamanı doğru bir şekilde yönetmek, insanların hayatındaki stresi azaltabilir ve daha verimli bir şekilde çalışmalarına yardımcı olabilir.

Zamanın en önemli özelliklerinden biri göreceli olmasıdır. Zaman, gözlemcinin hareketine bağlı olarak değişebilir. Bu fikir, Einstein tarafından öne sürülmüştür ve görelilik teorisinin temelini oluşturur. Göreceli zaman, hızlanan bir gözlemci için zamanın yavaşladığını gösterir. Zaman göreceli bir kavramdır ve her gözlemcinin zamanı farklı şekilde deneyimlediği söylenebilir.

Son zamanlarda zamanın neden yaşlandıkça süratlendiği konusuna merak sardım. Yaşlanmanın da böyle bir yararı var işte.. Takıntılı oluyorsunuz. Takıntı meraklı olmaktan farklı. Takıntı da hafızamızın bize oynadığı çeşitli oyunlardan biridir.

Yaşlandıkça zamanın hızlandığı fikri de oldukça ilginçtir. Çünkü birçok insan bu durumu tecrübe etmiştir. Yaşlandıkça, zamanın daha hızlı geçtiği hissi doğar ve birçok insan bu durumu sorgular. Bu fikir, yaşlanmanın nörolojik ve psikolojik etkileriyle ilgili birçok araştırmada ele alınmıştır. Bu çalışmalar, insanların yaşlandıkça zamanı daha hızlı geçirdiğini göstermiştir.

Hafızamızın da kendi iradesi vardır. Hiç unutamayız dediğimiz bir kokuyu veya bir anıyı bir yıl sonra hatırlamaya çalıştığımızda çok zorluk çektiğimiz olmuştur. Çünkü hafıza canı nereye oturmak isterse oraya oturan bir kedi gibidir.
“Hayatım gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti”
Near death sendrom denilen son anda ölümden kurtarılmış kimselerin yaşadığı deneyim, belki de zamanın yaşamın son saniyelerinde ne kadar çok hızlandığının bir göstergesidir.

Hollanda da dört ödül alan ülkemizde de 2008 yılında yayınlanan 306 sayfalık “Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer? Why Lif Seeds Up As You Get Older?” adlı eserini değerli arkadaşım Halit Yıldırım özetlemişti. İzniyle birkaç paragraf aktarmak istiyorum

Kum saatinin her çevrilişinde geçen zaman tekrar elde edilir; bir el hareketi yeterlidir bunun için. Ama biriken kumlar ne kadar sıklıkla akıtılırsa zaman o oranda hızlı geçer. Kum saatlerinde akan kum taneleri her defasında sürtünerek birbirlerinin yüzeylerini parlatır, sonunda bir kaptan ötekine neredeyse birbirine hiç sürtünmeden geçer ve her defasında saatin boynunu da bir parça genişletirler. Kum saati ne kadar eskiyse, kum o kadar hızlı akar. Böylece kum saati, fark edilmese de her defasında belli bir zaman aralığını daha kısa ölçer. Bu ölçüm hatası, içinde bir metafor barındırmaktadır: “İnsanlarda da böyledir, sonraki yıllar gittikçe daha hızlı akar, ta ki ölçüm kabı dolana kadar. İnsanın içi de zamanla izlenimlerle doldukça dolar.”

Günlük ritimler insanı daha çok gündüz yaşayan bir kişi veya gece yaşayan insan haline getirebilir. Sabah erken kalkan insanlarda vücut sıcaklığı erkenden yükselmeye başlar, öğleden sonra dört civarı zirveye ulaşır, sonra düşmeye başlar. Sabahçıların vücut saatleri gececiler vücut saatlerinden ileridir, akşam olup onların vücut sıcaklıkları düşerken gece insanları akşam karanlık çöktükten sonra daha faal ve zinde olurlar, vücut sıcaklıkları geç saatlerde zirveye ulaşır.
İnsan yaşlandıkça zamanla olan ilişkisi komik bir hale mi gelir yoksa acıklı bir hale mi gelir? İşte soru budur!

*Belleğimiz bazı şeyleri kafamızdan çıkartma emrimizi katiyen ciddiye almaz: “Keşke bunu görmeseydim, yaşamasaydım, duymasaydım; bunu tamamen unutabilsem” deriz. Ama hepsi boşunadır; unutmak istediğimiz şey gece, uykumuz kaçtığında kendiliğinden, davetsiz bir şekilde çıkıp geliverir karşımıza. Bellek, aslında bir köpek gibidir; az önce uzağa attığımız şeyi kuyruğunu sallaya sallaya bize geri getirir.

*Olayları ileriye doğru hatırladığımız inkar edilemez bir gerçektir. Geriye doğru hatırlamak arabayı geri geri sürmek gibidir: Böyle gidebilirsiniz ama arabaların bu şekilde gitmek için yapılmadığını bilirsiniz. Geriye doğru yaşamak, şiirlerle romanların imtiyazı alanındadır. Araştırmacılar hatırlamanın ileri doğru bir yön izlemesi üzerine çok çalışmışlar ve bunu beynin biyolojik işlevlerinde aramışlardır. “Hayat sürekli bozulma ve tamir edilme süreçlerinden ve tehlikelere karşı mücadelelerden oluşur; dolayısıyla yaşamak için önsezilerden yararlanmak zorundayızdır.”
*Belleğimiz günlük yaşam şartlarında da pek iyi değildir. Dikkati pek çekmeyen olayları, eskiden duyulan bir sesi, eski günlerin havasını, odaların kokusunu veya yenen bir yemeğin tadını hafızanızda yeniden oluşturmak zordur. Sevdiğiniz kişilerin eski görünüşlerini de gözünüzde pek kolay canlandıramazsınız. Anne-babanızın eski günlerdeki görünüşleri, çocuklarınızın küçüklük halleri, karınızın, kocanızın, dostlarınızın yıllar önceki halleri yavaş yavaş değişme uğradıkları için eski görünüşleri hafızanızdan yavaş yavaş silinip gitmiştir. Kendi görünüşünüzdeki değişimler bile gözünüzden kaçar. Bugün aynada gördüğünüz yüz, bırakın bir yıl, bir ay önceki halinden bile farklıdır.
Araştırmalara göre çocuklarda zamanı doğru tahmin etme yeteneği yaşla ilerler, yirmi yaşında zirveye ulaşır, ondan sonra da azalır. Yaşlılarda bu yetenek çocukların seviyesine düşer. Bazı araştırmalar yaşlıların zaman aralıklarını sürekli olarak fazla tahmin ettiklerini göstermiştir.

Zaman kime aittir, zaman bana mı aittir? Zamanının sahibi olan var mıdır? ‘Zamanını boşa harcama’ diyen babamın sesi hep kulağımdadır. Proust da kayıp zamanın peşine düşmüştü. ‘Kayıp Zamanın İzinde’ adlı roman, Marcel Proust’un hayatının son 17 yılında yazdığı yaklaşık bir milyon ikiyüz elli bin sözcükten oluşan 3000 sayfalık ve yedi ciltlik dev bir romandır. 20. yüzyıl edebiyatının en büyük eserlerinden biri sayılır. Yıllar süren bu eserini yazarken zamanını boşa mı harcadı yoksa hakikaten kayıp zamanın izini mi sürdü düşünmeye değer.
Zaman deyince sorular birbirini kovalar durur.
Zaman bana aitse niye biriktirmiyorum? Zamanı insanlar yaratır ve ona bir değer atfederler. “Vakit nakittir” derler.

Aslında zaman insanın yarattığı bir kavramdır. Bir insanı sanal bir ortama koyun, bir duvarda hızlandırılmış büyük bir saat olsun diğer duvarda da hızlı giden saate paralel gün doğumları ve gün batımlarını gösteren bir ekran olsun, denek 24 saat sonra kaç gündür içeride olduğuna dair sağlıklı bir cevap veremiyecektir.

Güneş sistemi bağlı bulunduğu galaksimizin etrafında 240 milyon senede bir tur atar, peki galaksi evrenin etrafını kaç milyon yılda dolaşır. Bunun hesabını yapmak bile çok zordur.

İnsanın yarattığı ve asırlar boyunca değiştirdiği zaman kavramı nedir? Saatlerden gelen tik-taklar evrensel zamana göre nedir, ne kadardır? Zaman sanki sadece bir inançtır. İnsanların yarattığı zihinsel bir inanç. Ölümümüzde ne kadar zaman kaldı? 20 sene 10 sene?, 5 sene , 3 sene, 1 ay, 1 hafta, bir gün, bir saat, 1 dakika…

‘Zaman hiç bir şeyin geçmediği zaman geçen şeydir’ tanımı benim kulağıma hoş geliyor doğrusu. Zaman tabii koyun sayarak geçen bir şey de değildir.

Sonuç olarak zaman bilim adamları için çok önemli bir fizik antitedir. Zamanın eğilip bükülmesinden, sıkışmasından ve distorsiyonundan bahsedilmektedir. Newton ve Einstein’dan beri bu konuda pek fazla gelişme de görülmüyor. Zaman konusunda daha uzun bir zaman cahil kalacağız gibi duruyor. Ama zaman da, aşk gibi, sanat gibi, tanrı gibi ve ölüm gibi zihnimizi sürekli gıdıklayan bir konu olduğu kesin.

Ne zaman
Ne zaman bu addan sandan geçeceğiz, ne zaman?
Can meclisinin halkasına ne zaman hep birden girip
oturacağız?
Dudağımıza bir tek kadeh dokundurmadan
ne zaman içeceğiz büyük dostumuzun huzurunda
can şarabını,
ne zaman içeceğiz, ne zaman

Ne zaman diyeceğiz can sâkisine, uzat elini.
biz bu yana göçtük artık,
armağanlar getirdik sana.

Ne zaman diyeceğiz can sâkisine, ne duruyorsun,
tutulduk bir kere, düştük ocağına senin,
gurbet elde üşüdük, donduk kaldık,
selâm ver, hatırımızı sor, kucakla, ısıt bizi,
bize kırmızı şarap sun.

Ne zaman bize cevap verecek o, ne zaman?
Ne zaman diyecek, nem varsa sizin,
buyurun, afiyetler olsun?

Mevlana Celaleddin Rumi

Şimdi summer time ve summer wine şarkılarını dinleyelim:

Çünkü zaman bize hediyedir ve her an güzel geçirilmelidir.

 

 

.

Marclay, Barclay plaklarını kırar mı?

Marclay, Barclay plaklarını kırar mı?

Mehmet Ömür

Evet! Geçtiğimiz ay Paris, Pompidou Çağdaş Sanat Merkezinde vinil 33’lükleri kırarken çekilmiş videolarını gördük. Hatta bunu grup halinde yapmışlar ona da şahit olduk.
Sesin Potansiyelini Keşfeden Multimedya Sanatçısı,  California 1955 doğumlu Christian Marclay, çağdaş sanat dünyasının en özgün ve yenilikçi isimlerinden biri olarak kabul ediliyor. Çalışmalarının kaynağı ses ve bu alanda yaptığı işlerle müzik, görsel sanatlar ve teknolojiyi birleştirerek özgün eserler yaratıyor.

John Cage ve Andy Warhol’un, aynı zamanda çizgi roman ve punk estetiğinin de mirasçısı gibi görülen, Amerikalı-İsviçreli sanatçı Christian Marclay’in eserleri, kolaj ve montaj işleri olarak kabul görüyor. 2007’den bu yana ilk kez, Pompidou sanat merkezi eserlerini bir multimedya sanatçısının mantığı ile, sapmaları ve metamorfozları karıştıran bir sergi olarak sundu.

Marclay bir çağdaş sanatçı olarak sesin potansiyelini keşfetmiş ve estetiğinin gücünü de yanına alarak özgün eserler yaratmış. Vinil plaklar ve pikaplarla müziğin ses potansiyelini, işitsel ve görsel unsurları bir araya getirerek kendisine ait bir sözlük yaratmış.

Marclay için için bir şey yapmak her zaman onu yeniden yapmaktır. Sergide ‘zaten yapılmış’ olanı yeniden yorumlayan hatta metamorfoza tabi tutan onlarca yıllık çalışmaları var. Video enstalasyonlarının çoğunda nesneler, birleştirmeler, fotoğraflar, plak kılıfları, baskılar ve resimler sanki bir süreksizliğine tanıklık ediyor. İlk kez gösterilen yeni bir video olan Doors (2022) adlı eserinde açılıp geçilen eşikler ve kapılar bir sonsuzluğa doğru sürekli bizi tekrar tekrar götürüyor.
John Cage’den punk rock’a, pop art’tan mangaya kadar geniş bir kaynak yelpazesinden yararlanan Marclay, gündelik hayatın yeniden düzenlendiği, ilginç biçimde gösteren işler yaratmış. Bu yaratıcılığı sayesinde, sanat dünyasında özgün ve farklı bir yer ediniyor.

“Müzik bir anlamda maddedir’ Kayıt teknolojisi müziği bir nesneye dönüştürdü ve çalışmalarımın çoğu en az müzik kadar o müzik nesnesiyle ilgili diyor Marclay. Müziği oluşturan geçici ve elle tutulamayan titreşimler somut nesneler haline geldi- plaklar, teypler, ve cdler vs. Bu dönüşüm Marclay’e çok ilginç geliyor. Plak geçici sesleri korumanın bir yoludur. Üst üste yığılmış plakların sarmalları sonsuza kadar tekrarlanabilir. Vinilden yapılmış ve adına plak denilen bu nesne, kırılabilir, hasar görebilir ve bozulabilir.
Marclay sanat yaşamında bu bozulma kırılma potansiyeli kıymetsiz ürünlerle çalışıp hep bu sanat nesnelerinin maddi gerçekliği ile potansiyel önemsizliği arasındaki çelişkiyle uğraştı.Önemsizlik mükemmel bir durumdur, geçici olanın doğal sonucudur diye düşündü. Müzikte önemsizliğin bu yönünü çok özgürleştiri buldu. Görünmez olan sanat yapmak istedi. John Cage’in sessizliğin müziğine hayran oldu.
Marcley, çeşitli filmlerden aldığı klipleri kolaj teknikleriyle birleştirerek telfon adlı bir video enstalasyon yarattı. Bir akordeonun körüğünü metrelerce uzattı. Plak kılıflarından kolajlar yaptı. Kasetli teyp bantlarının manyetik bantlarını çıkarıp onlardan örgü yastıklar üretti, veya siyanotip denilen fotoğraf teknikğiyle ölümsüzleştirdi.

Marclay’ın işleri arasında en ünlüsü “The Clock”, 24 saat boyunca süren bir video kolajıdır. Film ve televizyon dünyasından kesitlerle, eski video kayıtları ve ses kayıtlarını da kullanarak bir kolaj yaratır. Seyrettiğimiz ana denk gelen ve zamanı gösteren görsellerle bizi kayıtsız kalamayacağımız bir işiyle baş başa bırakır Bu çalışma, zaman algısını sorgularken, zamana yönelik bir tutkunun da ifadesidir.
Marclay’ın işleri sadece ses ve müzik dünyası ile ilgili değil, aynı zamanda çağdaş sanatın gücünü de gösteriyor. İnsanların duyusal algılarını ve duygusal tepkilerini tetikleyerek, zihinlerinde kalıcı izler bırakıyor.
Christian Marclay, çağdaş sanat dünyasının özgün ve yenilikçi isimlerinden biri olarak biliniyor. İşitsel ve görsel unsurların bir araya getirerek yarattığı eserleri, müzik ve teknoloji dünyasında büyük bir öneme sahip. Sanatın gücünü ve kudretini ortaya koyan işleri, sanatseverlerin ve müzikseverlerin dışında moda ve reklam dünyasının da ilgisini çekiyor.

Marclay’deki bu sahiplenme fikri Marcel Duchaps’daki ‘ready-made’ i çağrıştırıyor.Sanatçı sanki Pop Art’ı yeniden sahipleniyor
Marclay’i plakları kırıp yere atmasına rağmen çok sevdik.

 

 

Karalama mı yoksa bir başyapıt mı?

Karalama mı yoksa bir başyapıt mı?

Mehmet Ömür

Fransız Akademisinin Roma’daki şubesi Villa Medicis, Pompidou Çağdaş Sanat merkezi ve Paris Güzel sanatlar Akademisi birlikte çok güzel bir sergiye imza attılar. 8 Şubattan 30 Nisana kadar sürecek. ‘Karalama, Leonardo da Vinci’den Cy Twombly’ye’ adlı sergi rönesansdan günümüze sanatın çok fazla görmediğimiz bir yönünü göstermeye çalışıyor. Az görülen 150 eserle ünlülerin karalama veya müsveddelerini görüyor, asıl esere nasıl hazırlandıklarını anlıyoruz. Bazen duvarda, bazen tuvalin arkasında, bazen de çizim defterinde.

Sergiye ilginç bir fotoğrafla başlıyoruz. Giacometti atyölyesinin duvarındaki bir grafitiyi çerçeveleme çabasında.

Bu sergide sanki sanatın arka bahçesinde dolaşıyoruz.

Sanat asırlarca asillerin, hanedanların tekelinde olduğundan bu sergide gördüğümüz ünlülerin karalamaları hep gizli saklı kalmış, gözlerden uzak tutulmaya özen gösterilmiştir. Bazen sanatçı eserini hazırlamak için müsveddesini tutarken bazen de canı sıkıldığından veya eğlenmek için bir şeyler karalama arzusunda olmuş olabilir. Örneğin Leonardo da Vinci, bilimsel el yazmalarının kenar boşluklarını canı sıkıldığında kafa karalamalarıyla doldurmuştur.

Sergide bir yanda 16-17 yüzyıl ünlü sanatçılarının karalamaları ile diğer yanda günümüz sanatçılarının karalamalarının yanyan görülüyor olması bizde sanat dünyasında bu konuda pek bir şeyin değişmediğini düşündürüyor.

12.-13. yüzyıldan kalma ciddi bir Latince dini el yazmasının kenarına karalanmış çocuksu bir adam ve 16. yüzyıldan kalma bir belediye kayıt defterine çizilen I. François karikatürü çarpıcı biçimde birbirlerine benziyorlar.

Binanın ikinci katında serginin geri kalanını geziyoruz. Modern ve çağdaş sanatçıların çeşitli “karalama” biçimlerinden ilham alarak bu müsvetteleri bir sanat eserine dönüştürdüklerini görebiliyoruz. Bu ilhamların başında ise çocukların çizdikleri naif çizimler geliyor

Psikiyatri hastanelerindeki hastaların yaptıkları çizimler de çocuk karalamalarına benzer  bir işlev görmüş. Sergide ayrıca ünlü fransız hümanist fotoğrafçı  Brassaï’nin ve Helen Levitt’in  fotoğrafladıkları daha sonraları grafiti olarak adlandırılacak duvar yazıları da görülebiliyor.

Jean-Michel Basquiat, Jean Dubuffet veya Per Kirkeby gibi sanatçıların da bir tür arkaik masumiyetle neşe dolu garip hatllı çizgiler çiziktiriyorlar. Matisse’in gözü kapalı çizimleri, William Anastasi’nin eli cebinde yaptığı çizimler de aklımızı karıştırmaya yetiyor.

Sonuçta bu sergi, sanatseverlere farklı bir bakış açısı sunuyor ve sanatın oluşum sürecindeki önemini vurguluyor. Sergide yer alan eserler, sanatçıların zihinlerinde oluşan fikirleri kağıda dökme sürecini gözler önüne seriyor. Sanatçıların çizimleri, farklı materyallerle yapılmış olsalar da hepsi birbirinden etkileyici ve ilham verici. Sergide yer alan karalamalar, sanatın oluşum sürecini anlamak isteyenler için oldukça değerli bir kaynak niteliği taşıyor. Sergide yer alan eserler arasında, ünlü ressamların, heykeltıraşların, mimarların ve tasarımcıların karalamaları var. Bu eserler, sanatseverlere, bu sanatçıların zihin dünyalarına bir pencere açıyor. Sergi, sanatseverlere sanatın oluşum sürecini anlatırken aynı zamanda, sanatın bir serüven olduğunu da vurguluyor. Sanatçıların, sanatın evrimini yaratıcılıklarıyla yönlendirdikleri göz önüne alındığında, bu sergi, sanatın doğası hakkında da fikir veriyor. Sanatseverler, bu sergi sayesinde sanatın evrimini daha derinden kavrıyorlar.İtalyan ve Fransız sanatçıların farkında olmadan en bastırılmış sırlarını açığa vurduğu bu özgür ve karalama egzersizlerini gözlemlerken, Michelangelo ve Raphael’den Jean-Michel Basquiat ve Jean Dubuffet’ye kadar zamanlarının en büyük dahilerinin gerçek kişiliğini keşfetmeye başlıyoruz. Kronolojik tasnifler ve geleneksel kategorilerle hiçbir ilgisi olmayan sergi, karalamayı hikâyenin merkezine yerleştirmeyi tercih etmiş.

Bu sergi sanat hareketleri ve dönemlerini dikkate almadan, özgürce, en büyük ustaların bir birinden ilginç eskizlerinin heyecan verici bir buluşması olarak kabul edilebilir.Küratörlerden birincisi Francesca Alberti, Roma’daki Fransız akademisinde sanat tarihi bölüm başkanı, diğeri ise Columbia Universitesi sanat tarihi profesörü Diane Bodart.Gezdikten sonra tuhaf ve hoş duygularla ayrıldığımız Seine nehrinin kenarındaki Güzel Sanatlar Akademisinin binası da hayranlık uyandıracak nitelikte. Bu sergiyi şiddetle öneriyoruz. Bu sergiyi gezdikten sonra okulun içine girip hem okulu gezebiliyorsun hem de öğrengilerin ve hocalarının iki farklı seregisini de görme imkanına sahip oluyorsunuz. Eğer şansınız varsa bonus olarak okulun avlusunda performans sanatını da yaşayabilirsiniz.

Adres; 13 quai Malaquais, 75006 Paris

 

 

Thomas Demand; Dokümanter fotoğrafçı mı? Çağdaş sanatçı mı? Heykeltraş mı? Yoksa sihirbaz mı?

Thomas Demand; Dokümanter fotoğrafçı mı? Çağdaş sanatçı mı? Heykeltraş mı? Yoksa sihirbaz mı?

Mehmet Ömür

Türkiye’de de tanınan Thomas Demand ‘Tarihin kekelemesi’ adlı sergisini 14 Şubat’ta Paris’te Jeu de Paume fotoğraf merkezinde açtı. 28 Mayıs’a kadar sürecek sergide ilginç fotoğraflar var. Aslında bunlar sanatçının yaptığı karton maketlerin fotoğraflarının yine kendisi tarafından yeniden boyutlandırılarak izleyenlerde doğal boyutlarda hissettiren fotoğraflar.

Thomas Demand, 1964 yılında Almanya’da doğmuş ve şu anda Berlin’de yaşayan bir fotoğrafçıdır. Sanatçı, fotoğrafçılık kariyerine ilk olarak Münih ve Düsseldorf’ta sanat eğitimi aldığı yıllarda başladı. Eğitimi sırasında, resim, heykel ve fotoğrafçılık gibi farklı sanat disiplinlerine ilgi duydu ve bu disiplinlerin bir araya getirilmesi konusuna kafa yordu.  Bu dönemde, fotoğraf ve resim arasındaki sınırları bulanıklaştıran çalışmalar yaptı. Daha sonra New York ve Tokyo’da yaşadı ve çalıştı.

Demand, kendine özgü bir teknik kullanarak fotoğrafçılık alanında öne çıkmıştır. Sanatçı, bir sahne veya nesne oluşturmak için kağıt, karton ve benzeri malzemelerden maketler yapar. Bu maketler daha sonra kendisi tarafından fotoğraflanır ve  gerçek boyutlarına ölçeklendirilir. Bu teknik sayesinde Demand, gerçek hayatta olmayan nesneleri ve ortamları gerçeğe yakın bir şekilde yansıtabilir. Sonuç olarak, fotoğraflar gerçekmiş gibi görünürken, aslında birer illüzyondan ibarettirler.

Sanatçının en ünlü eserleri arasında, 1993 yılında çektiği “Büro” adlı çalışması yer alır. Bu çalışmada, bir ofisin maketini oluşturan kağıt, karton ve benzeri malzemelerden bir sahne oluşturulmuştur. Daha sonra bu sahne fotoğraflanarak bir resim elde edilmiştir. Bu çalışma, Demand’ın kendine özgü tekniklerini kullandığı ilk eserlerden biridir ve sanatçının kariyerinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilir.

Demand’ın fotoğrafları, zamanla hem sanat hem de moda dünyasında da popülerlik kazandı. Örneğin, moda dergileri Vogue, W Magazine ve Harper’s Bazaar gibi yayınlar, Demand’ın fotoğraflarını sıklıkla kullanırlar. Ayrıca, Demand, müzeler ve özel koleksiyonlar tarafından satın alınan eserleriyle birlikte, birçok ünlü kurum ve koleksiyonerin de dikkatini çekmiştir.

Demand, sanat hayatı boyunca birçok prestijli ödül kazandı ve dünya çapında birçok sergiye katıldı. Bunların arasında, 2004 yılında İstanbul Bienali’nde yer alan “Tünel” adlı eseri ve 2012 yılında Londra’da düzenlenen bir sergide sergilenen “Grotto” adlı çalışması sayılabilir.

Sanatçının eserleri, genellikle tüketim kültürü, propaganda, medya ve hafıza gibi konuları ele alır. Demand, sanatıyla, gerçeklik ve görüntü arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçlar. Sanatçı, fotoğrafın doğasını ve fotoğrafçılığın yaratıcı potansiyelini sorgular.

Bu fotoğrafa farklı bir yaklaşım getiren sergiyi mayıs sonuna kadar Jeu de Paume; 1 place de la Concorde   Jardin des Tuileries, Paris adresinde gezebilirsiniz.

 

Thomas Demand

Sayed Haider Raza; Manzara ile manevi dünya arasında bir ressam..

1964 de yaptığı bu yağlı boya resminin adı ‘Kalp, 10 veya 20 değildir’. Ne kadar güzel, değil mi?

 

 

Sayed Haider Raza, eserleri dünya çapında galeri ve müzelerde sergilenen ünlü bir Hintli ressamdır. 22 Şubat 1922’de Hindistan, Madhya Pradesh, Babaria’da doğan Raza, sanat yolculuğuna erken yaşta başladı.

Raza, Sir J.J. Sanat Okulunda akademik resim eğitimi aldı. 1947’de Bombay’da İlerici Sanatçılar Grubu’nu (PAG) kurdu. Ardından 1950 de École nationale supérieure des Beaux-Arts’ta okumak için Paris’e geldi. Orada içindeki sanat ateşini fark etti ve avangard sanatçıların arasına katıldı.

Raza, kariyeri boyunca resimlerinde çeşitli temalara değindi. En önemli eserlerinde Hindistan manzaralarını betimleyen soyut yaklaşımlar sezilir. Resimlerinde canlı renkler ve geometrik şekiller, köklerine ve işinin manevi doğasına olan derin bağının bir kanıtıdır.

1962 yılında bir süre kalmaya gittiği Amerika da, Raza Amerikan Soyut Dışavurumculuğu ile tanışıp bu akıma ilgi duymuştur. Hans Hofmann, Sam Francis ve Mark Rothko gibi sanatçılarla dostluk kurmuştur.

2016 yılında Paris’teki Pompidou Çağdaş Sanat Merkezinde, “S.H. Raza: Bir Retrospektif” başlıklı bir sergi açtı. Sergide, Raza’nın 1940’lardan 2000’lere kadar 70’ten fazla resim ve heykelini izleyenlere sunuldu. Çalışmalarının çeşitliliği ve nüansları çok sayıda kültürlerarası dinamikle kesişiyor.

2023 deki yine Pompidou çağdaş sanat merkezinde yapılan bu son sergisi, her biri Raza’nın sanat kariyerindeki farklı aşamaları vurgulayan birkaç bölüme ayrıldı. İlk bölümde, Hint mitolojisinden ve kırsal alanda yetiştirilme tarzından büyük ölçüde etkilenen ilk çalışmaları var. İkinci bölümde, Raza’nın 1950’lerde farklı stil ve teknikler denediği çalışmaları var.

Üçüncü bölümde, Raza’nın Hint manzaralarından ve onun manevi yönünden ilham alan imzası niteliğindeki soyut resimleri var. Bu resimler, Hindistan’ın doğal çevresinin güzelliğini ve canlılığını çağrıştıran cesur, geometrik şekillere ve canlı renklere sahip.

Serginin son bölümünde Raza’nın daha minimalist bir yaklaşımla yaptığı son dönem işleri yer alıyor. Bu resimler, anlatıya veya sembolizme daha az vurgu yaparak renk ve biçim kullanımına odaklanan resimler.

Bu sergi Pompidou Merkezi’nin, Raza’nın sanatına yaptığı bir saygı duruşu olarak nitelendirilebilir. Renk ve şekillerdeki ustalığını ve kültürel ve manevi kökleriyle olan derin bağı bu sergide gayet güzel anlaşılıyor.

Raza’nın Ragamal denilen resimlerle ilgili şu sözlerine dikkat etmek gerekir. ‘Ragamalas, müziği şiirle ve şiiri resimle birleştirir. Raga ilkelerine göre melodi, günün bir anının veya bir mevsimin ruh hali bir resimde vücut bulur… Raga zihni belirli bir ruh haliyle renklendirir. Raga coşkudur!’ Duygusal ve duyarlı niteliklerle dolu resim, bir “zihnin manzarası” haline gelir.

2016 yılında kaybettiğimiz Raza’nın çalışmaları dünyanın dört bir yanındaki sanatseverlerin ilgisini ve beğenisini toplamaya devam ediyor.

 

Fukushima’dan Antakya’ya..

11 Mart 2023 tarihinde  Paristeki Japon kültür merkezinde Fukushima depremi ve tsunami felaketinin 12.ci yıl dönümü nedeniyle bir anma töreni düzenlendi. Tören başlamadan önce yarası çok taze olan Türkiye ve Suriye’de on binlerce kişinin ölümüne yol açan deprem felaketi için bizi duygulandıran bir taziye mesajı bildirildi. Ardından Fukushimada yaşananların ilk üç gününü gösteren bir dokümanter filmin projeksiyonuna geçildi. Japon NHK Televizyonunu hazırladığı bu ilk filmin hemen ardından aynı bölgedeki bir yıl sonraki yeniden yapılanma ve hayata dönme çalışmalarıyla ilgili ikinci bir dokümanter film daha gösterildi. Bu iki film bize doğal felaketlerin ne denli acımasız ve korkunç olabileceğini gösterdi. Zaman zaman göz yaşlarıyla izlediğimiz filmlerde Japon halkının felakete ne kadar onurlu ve soğuk kanlılıkla yaklaştığını da izlemiş olduk. Japon Kültür Merkezinin Müdürü Hitoshi Suzuki tsunami felaketinden bu yana dünya genelinden aldığı büyük destek için teşekkürlerini ifade ederken Japonya’nın bu bölgede tamamen ayağa kalkma  kararlılığpını da vurguladı.

Depremler gibi doğal afetler, önemli hasarlara ve can kayıplarına neden olabiliyorlar. Çok taze gelişen Türkiyenin güney bölgelerini ve Suriyeyi etkileyen depremle 2011 Japonya Fukushima depremi karşılaştırıldığında arada benzerlikleri ve farklılıkları görmek mümkün.

 Her iki olay da ciddi hasara neden olmasına rağmen, iki felaket arasında bazı temel farklılıklar vardı.

2011 Fukushima depremi, 11 Mart 2011’de meydana geldi 6 dakika sürdü ve 9,0 büyüklüğünde bir depremdi. Bugüne kadar kaydedilmiş en büyük depremlerden biriydi.  Depremi takip eden tsunami, Fukushima Daiichi Nükleer Enerji Santrali’ne önemli zarar verdi. Buna bağlı olarak ortaya büyük bir nükleer felaket çıktı. Depremde çok az sayıda kayıp verilirken sonrasındaki olaylar yüzünden 15.000’den fazla kişi yaşamını kaybetti. Bu olay 200 milyar doların üzerinde ekonomik kayba neden oldu.

Buna karşılık, 2023 Türkiye Kahraman Maraş, Gaziantep, Antakya depremi 6 Şubat 2023’te meydana geldi. Bu depremin merkezi Pazarcık yakınlarında idi ve yerel saatle 04:17’de, 7.8 büyüklüğünde  hissedildi. Bu depremin ardından saat 13:24 de, merkez üssü Elbistan’da 7.5 büyüklüğünde bir ikinci deprem yaşandı. Her iki olay Doğu Anadolu fay sisteminin üzerinde gelişti. Bu depremlker Suriye, Kıbrıs, Yunanistan, Ürdün, Lübnan, Irak, Gürcistan, Ermenistan, Mısır ve İsrail gibi ülkelerde hissedildi.

Geniş bir bölgeyi etkileyen bu ardarda depremler  yıkılan ve ağır hasar gören binaların sayısını 156.000’e çıkardı. Bu yıkılan ve ağır hasar gören binalar içindeki konut birimlerinin sayısı yaklaşık 507.000 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Deprem sırasındaki bölgede etkili olan kış ve fırtınalar ve kar yağışı arama ve kurtarma operasyonlarını zorlaştırdı.

Türkiye ve Suriye’de 850 binden fazla çocuk hala yerlerinden uzakta yaşıyor. Birleşmiş Milletler yetkililerine göre, deprem sonrası bölgedeki 350.000’den fazla hamile kadın sağlık hizmetlerine ve günlük ihtiyaçlara erişim konusunda zorluk çekiyor. Türkiye’de 1,9 milyondan fazla insan çadırlarda ve geçici barınaklara sığınmış durumda, Suriye’de ise 500 bin kişi evsiz kalmıştır. Depremin etkileri oldukça büyük oldu ve yaklaşık 350.000 km2’lik  bir alanda yaygın hasar oluştu. Tahminen 14 milyon kişi etkilendi.

13 Mart 2023 itibarıyla doğrulanan ölü sayısı 56.800’den fazla olup, Türkiye’de 48.400’den fazla ve Suriye’de 7.200’den fazla ölüm meydana geldi. Bu deprem, Türkiye’deki modern tarihinin en ölümcül doğal afeti olarak kaydedildi ve günümüz Türkiye’sindeki en ölümcül deprem olarak da kaydedildi. Aynı zamanda, günümüz Suriye’sinde 1822 Halep depreminden bu yana en ölümcül, dünya çapında ise 2010 Haiti depreminden bu yana en ölümcül beşinci deprem olarak kaydedildi.

Paris’teki Japon Kültür merkezindeki anma töreninden sonra NHK TV ile yaptığımız görüşmede NHK‘nın 15 gün boyunca bölgede çalışmalar yaptığını ve Japon kurtarma ekiplerinin de çalışmalara yoğun bir şekilde katıldığını öğrendik. Japonya’da, Türkiye’de ve dünyanın diğer yerlerinde doğal afetlerden etkilenenlere başsağlığı ve sabır diliyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Paul Strand ve Sosyal Politik fotoğraf

Paul Strand ve Sosyal Politik fotoğraf

Mehmet Ömür

Henri Cartier Bresson (HCB) Vakfı, Amerikalı fotoğrafçı Paul Strand’ın (1890-1976) çalışmalarını farklı bir yaklaşımla sergiliyor. Strand, Stiegliz’den aldığı gelenekle Straight Photography olarak da bilinen doğrudan fotoğrafçılığın öncüsü olarak kabul edilse de, bu sergi aynı zamanda onun yaptıklarının ne derece politik olduğunu da gözler önüne seriyor.

Paul Strand “Zıtlıklar, zıtlıklar tarafından iyileştirilir” diye bir formülden bahsetmiştir. Buna göre genellikle zıt olarak sunulan iki büyük fotoğraf geleneği vardır. Bu eğilimlerden biri fotoğrafın bir sanat olduğunu göstermeye çalışan bir eğilimdir. Diğeri ise, daha çok siyasi bir projenin hizmetinde olan belgesel ve toplumsal bir akımdır. Fotoğraf tarihinde bu iki kutbu bünyesinde barındıran Alfred Stieglitz ve Lewis Hine, Strand’ın fotoğrafa başladığı dönemlerde onun akıl hocalarıydı.

Strand, 1910’ların ortalarında New York sokaklarında insanların yüzlerini fotoğraflamış olsa da, çalışmalarının ilk bölümüne özellikle biçimcilik damgasını vurmuştur. Stieglitz, ünlü dergisi Camera Work’ün 1917’deki son sayısını Paul Strand’a adadığında amacı fotoğrafın kendine özgü bir sanatsal diline sahip olduğunu göstermekti. Strand, Meksika’da kaldığı (1932-1934) dönemden ve  Moskova’ya yaptığı bir geziden (1935) sonra çok daha politize oldu. Amerikan İşçi Partisi’ne üye oldu ve McCarthy’cilik döneminde “Amerikan karşıtı” olarak sınıflandırılarak Amerika Birleşik Devletleri’ni terk etmek zorunda kaldı, Avrupa’ya geçti ve Fransa’ya yerleşti. Strand’ın işlerinin çoğu bu politik bilinç tarafından belirlenmiştir; konuları, fotoğraflarını çektiği yerler, birlikte çalıştığı yazarlar hatta yaptığı kitaplar bunu kanıtlamaktadır.

Son yıllarda ise Strand için açılan birçok sergi, onun biçimci yaklaşımına odaklanmıştır. HCB Vakfındaki bu sergi ise fotoğrafçının bu yönünü hiçbir şekilde küçültmeden, politik yaklaşımını gözler önüne sermeyi amaçlamaktadır. Biçimselcilik ve sosyal yaklaşım arasındaki dengeyi bu sergide yakalamak mümkün. Strand, eğer 20. yüzyılın en büyük fotoğrafçılarından biri olarak sunuluyor ve kabul ediliyorsa, bunun nedeni bu dengeyi bulabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Çalışmaları dünyanın dört bir yanındaki müzelerde ve galerilerde sergileniyor ve etkisi birçok çağdaş fotoğrafçının çalışmalarında da görülüyor.

Sergi; Madrid’deki Fundación MAPFRE koleksiyonlarından, Paul Strand ve Charles Sheeler’in 1921’de yönettiği Manhatta filminden ve Centre Pompidou’dan ödünç alınan bazı baskılarla birlikte yaklaşık 120 baskıdan oluşturulmuştur.

Sergide Strand’ın Gana, Mısır, İtalya, Rusya, Fransa ve Meksika gibi ülke gezileri sırasında çektiği portre ve sokak fotoğrafları dışında çeşitli kesimlerden çok sayıda portre çalışmaları var. Amerika’da çektiği sosyal ve politik içerikli fotoğraflar dışında ünlü BLİND adlı fotoğrafını görmek de mümkün. Ayrıca Manhatta adlı 11 dakikalık sessiz belgeselini de izlemek mümkün.

Paul Strand’ın yaşam öyküsü

1890 yılında New York’ta doğan Paul Strand, 1907 yılında New York Ethical Culture School’da (ECS) eğitim aldı. Ardından, kendisini Alfred Stieglitz’in 291 Fifth Avenue’de kurduğu Photo Secession galerisiyle tanıştıran Lewis Hine’dan ilk fotoğraf eğitimini aldı. Bu iki büyük fotoğrafçı Paul Strand’ın çalışmalarını çok etkiledi. Çalışmaları ilk kez 1916’da Stieglitz’in Camera Work dergisinde yayınlandı. Hemen ardından 291’deki Secession galerisinde ‘New York ve Diğer Yerlerden Fotoğraflar’ sergisini açtı. Savaş sırasında ise hastanelerin radyoloji bölümlerinde çalıştı. 1919 yılında ise, ilk manzara fotoğrafçılığı için Kanada’ya, Nova Scotia’ya gitti.

Paul Strand, 1921’de Manhatta filmini fotoğrafçı ve ressam Charles Sheeler ile birlikte yönetti,  1925-1932 yılları arasında ise, New York galerilerinde çeşitli sergileri açtı. 1932 ve 1934 yıllarında Meksika’ya gitti ve Mexico City’deki Sala de Arte’de kişisel bir sergisi açıldı. Meksika’da da Redes filmini yönetti.

Paul Strand, 1935’te SSCB’ye gitti ve orada Sergei Eisenstein ile tanıştı. Daha sonra Léo Hurwitz, Ralph Steiner ve Lionel Berman’ın etrafındaki Nykino grubuna katıldı. Bundan iki yıl sonra da, Nykino’nun eski üyeleriyle birlikte kar amacı gütmeyen eğitsel bir film yapım şirketi olan Frontier Film’in başkanı oldu.

Paul Strand, 1943 yılından itibaren on yıldan fazla bir süre çalıştığı sinema sektöründen ayrılarak  fotoğrafçılığa geri döndü. 1945’te New York MoMA’da kişisel bir sergisi açıldı. 1949 yılından  1957 yılına kadar Avrupa’ya birkaç gezi yaptı ve her gezi bir kitapla noktalandı. McCarthy döneminde Amerika Birleşik Devletleri dışına sürüldü.

Strand, Fransa’ya yerleştikten sonra özel hayatında kargaşalar yaşadı, karısı Rebecca Salsbury ile çalkantılı bir ilişkisi vardı ve boşandılar. Ortağı ve ilham kaynağı olan ressam Virginia Stevens ile uzun süreli beraberliği oldu.

35 mm, orta format ve geniş format kameralar dahil olmak üzere çeşitli formatlarda çalıştı,  değişik ton aralıklarına sahip görüntüler oluşturmak için çeşitli baskı teknikleri denedi, çarpıcı görüntüler elde etmek için soyut formlar ve ışık ve gölge kullanımı ile deneyler yaptı. Pablo Picasso ve Georges Braque gibi sanatçıların çalışmalarından etkilendiği bilinmektedir.

Yaşamının son kısmını Fransa’daki Orgeval’de sürdürdü ve 1976 yılında Fransa öldü.

14 Şubatta başlayan ‘Güçlerin dengesi’ adlı sergi 23 Nisana kadar 79, Rue des Archives, 75003 Paris adresinde  gezilebilir.

 


Sahte fotoğraflar, gerçek bir sorun mu?

 

 

Mehmet Ömür

Yapay zeka tarafından oluşturulan bazı haber görüntülerinin gerçek fotoğraflardan ayırt edilmesi giderek zorlaşıyor.

6 Şubat depreminden sonra medyaya düşen Yunanlı bir kurtarıcının, enkazdan çıkardığı Türk çocuğunu kucağında taşıma sahnesinin görseli kafalarımız iyice karıştırdı.

Bu fotoğrafı ve yapay zekayla  oluşturulmuş başka bir fotoğrafı da inceleyelim isterseniz.

İlk fotoğrafta bir göstericiyi kucaklayan polisi görüyoruz.

 

 

İkincisinde ise geçtiğimiz ay ülkemizde da yaşanan korkunç deprem felaketinde kucağında depremzede bir çocuğu tutan Yunanlı bir  kurtarma ekibi görevlisi ile ona sarılmış ve kurtarıcısının ceketini tutmuş bir Türk çocuğunu görüyoruz.

 

Bu iki görüntüye yakından baktığımızda bazı ayrıntılar bize bu fotoğrafların yapay ve sahte fotoğraflar olduğunu düşündürüyor. Çünkü polisin ve itfaiyeci kıyafetli kurtarıcının elinde altı parmak olduğunu ve başparmakların da normalden daha uzun olduğunu görüyoruz.  Polisin başındaki miğferin siperliği de oldukça garip duruyor. Bu iki fotoğraftan ilki Fransa’daki emeklilik reformuna karşı yapılan gösterilerde, ikincisi de  6 Şubat’ta Türkiye ve Suriye’yi yerle bir eden depremden sonra çekilmedi. Bu görüntüler, yapay zeka (AI) tarafından yaratıldılar.

Peki, bu haber görsellerinin gerçek olup olmadığını ayrıt edilmesi bugün nispeten kolay gibi olmasına karşın, bu teknolojinin hızla gelişiyor olmasıyla, bugün kolayca görülebilen kusurlar ileride olmayacak olması oldukça düşündürücü değil midir? 

Nelere dikkat etmeliyiz? 

Eller ve gözler bu fotoğrafları ele veriyor. Gözler genellikle aynı ama  ellerde bir tuhaflık, parmak sayılarında ise bir anormallik var veya parmakların şekli biraz garip. 

 

 

Bu görüntüleri ele veren diğer bir hata bunların doğal bir fotoğraftan daha net olmalarıdır. Bunun nedeni, yapay zekan bu görüntüleri  oluştururken internet üzerinden mükemmel fotoğraflar bulup toplaması ve onların üzerinden çalışıyor olmasıdır. Görüntüde ön plan aşırı net, arka plan flu, ışık ölçümleri ise mükemmel, yani tam istendiği gibi. Oysa gösteri gibi kaotik ortamlarda böylesi başarılı fotoğraflar elde etmek o kadar da kolay olmasa gerek.

Görüntüleri yapay zeka ve Photoshop gibi programların desteği ile  oluşturanlar bu eksikliklerin farkındalar ve muhtemelen bunları gidermeye de çalışmaktadırlar. Depremzedeyi kurtaran itfaiyecinin kaskındaki metin mükemmel ve belli ki Photoshop’ta eklenmiş. Aynı şekilde çocuğun omuzundaki Türk bayrağı da çok güzel. Kuşkusuz istenirse yapay zeka ile görüntünün bir bölümünü yeniden oluşturabilir ve böylece hataları gidermeye çalışabilirsiniz. Eller iyi olana kadar birkaç kez deneyebilirsiniz. Aslında hataları bulmak giderek kolaylaşacağı gibi düzeltmek de gittikçe kolaylaşacak yani  tavşan kaçacak tazı kovalayacak. Bakalım sonuç nereye varacak?

Bazen tersi de söz konusu olabileceğini atlamamak gerekir, yani normal bir fotoğrafı sahteymiş gibi algılama hatasına da düşebiliriz.

Aslında etik olarak, kullanılan görselin yapay zeka tarafından oluşturulduğun belirtmek gerekir, bunun bir iyi niyet gösterilmesi olarak değil, gereklilik olması daha doğru olacaktır.

Plastik sanatçılar da giderek daha çok yapay zekaya dayanmayı tercih ediyorlar. Nereye gittiğimiz konusunda bir tartışmaya gerek olduğunu düşünmüyorum çünkü başından beri hem fotoğraf hem de diğer sanat disiplinleri teknolojiden yararlanmadı mı? 

Bundan sonra, yani teknoloji geliştikçe gördüğümüz her şeyden şüphe etmeye mahkum mu olacağız? Günümüz teknolojisi doğal olarak fotoğrafın sınırlarını olabildiğince genişletiyor, bakalım bu gözler daha neler görecek.