Nereye kadar ilham, sahtecilik nerede?

 

 

Sanatta Sahtecilik: Bir Takıntının Tarihi

Ortaçağ ressamı ve biyografi yazarı Condivi, kendi döneminde Michelangelo üzerine biografi yazmıştı. Aynı konularda yazan ve ilk sanat tarihi kitabının yazarı olarak bilinen meslektaşı Vasari ile birlikte, o dönemdeki sahtecilik konusu incelemişlerdi ancak bu konu  artık bayağı değişmiştir. Öyle ki, Rönesans’ın büyük yazarlarının ve on yedinci ve on sekizinci yüzyıllardaki doğrudan mirasçılarının sergilediği tutum, günümüz perspektifinden bakıldığında skandal olarak alınamasa  da biraz anlaşılmaz gibi görünmektedir. Bu yazarlara göre  sanatta sahtecilik bir sorun olarak görülmemekteydi. Komik değil mi? Aslında tuhaf bir şekilde, erken modern dönemin önemli eleştirmenleri ve akademisyenleri, bir sanatçının üslubunun  taklit edilmesini kınamak yerine övüyorlardı. Örneğin Vasari ve Condivi, bazı sanatseverlerin Michelangelo’nun eserlerinin orijinallerini saklamak için başka ressamlara kopyalarını yaptırmalarını anlatırken en ufak bir kınama göstermemişlerdir.

Sahtecilik tutkusunun Semptomları  :
Bu konu uzun süredir ilgi alanımdaydı. Özellikle ‘Stolen Art’ adlı dahiyane filmi seyrettikten sonra konua ilgim iyice arttı. Belçikalı yönetmen Simon Backes’in 2008 de senaryosunu yazıp yönettiği film sanatta sahtecilik ile ilgili binlerce soruya yol açmıştı beynimde. Nereye kadar ilham nereden sonrası sahtecilik? Sınır neredeydi? Thierry Lenain bu konuda çok güzel bir kitap yazmış. 2011 de yazdığı bu kitabın adı  ‘Art Forgery: The History of a modern Obsession’ . Kitap Reaktion Books yayınevinden çıktı.  Sanatta sahteciliği  “modern” bir kavram olarak tanımlıyor. İtalyan Rönesansı’ndan önceki hiçbir şeyin açıkça ve kesinlikle sanatta sahtecilik olarak nitelendirilemeyeceğini savunuyor. Üslupta taklit, yapay eskitme ve sahte bir şekilde kökenleri konusunda yanıltmak için üzerinde uğraşılan sanat yapıtlarının ilk hikayeleri “modern zamanların” doğuşundan sonra olduğunu iddia ediyor. Bu ilk öykülere iyi bir örnek, Condivi ve Vasari’nin anlattığı ünlü anekdottur; Lorenzo di Pierfrancesco de’ Medici’nin önerisi üzerine Michelangelo’ya, “Uyuyan Aşk Tanrısı” adlı heykeli sipariş edilmişti. Eser daha iyi bir fiyata satılabilmek için yüzyıllarca toprağa gömülmüş gerçek bir antikaya benzetilmişti.

“Sanatta sahteciliğe karşı yeni bir tutum olarak ‘modern sanat’ ortaya çıkmıştır” diyebiliriz. Ludovisi Savaşı Lahdi, klasik Yunan dönemine ait önemli bir anıttır. Fransız uzman Alain Pasquier, bu lahit ile ilgili araştırmalar yapmış ve dünya genelinde çeşitli dönemlere ait birçok taklit eserin olduğunu keşfetmiştir. Bu taklitler arasında bazılarının British Museum’da sergilendiği belirlenmiştir. Bu lahitin kopyalarından oluşan sergi, bu tarzdaki ilk sergilerden biri olarak dikkat çekmiştir. 1955 yılında Grand Palais’de Mona Lisa taklitlerinden bir sergi yapılması bile durumun ne kadar traji komik olduğunu göstermektedir. Paul Eudel kendisi önemli bir kolleksiyoner olarak sahteciliğe savaş açmış ve bu konudaki en önemli eserlerden birini vermiştir.

Han van Meegeren’in hikayesi ise daha ilginç. 1889 – 1947 yılları arasında yaşayan Meegeren 20. yüzyılın en yetenekli sanat sahtekarlarından biri olarak tanınan Hollandalı bir ressam ve portre ressamıdır. Çocukken Hollanda Altın Çağı sanatına hayran olan Van Meegeren, bir sanatçı olma yolunda ilerledi, ancak eleştirmenlerin çalışmalarını yetersiz bulması üzerine intikam almak için 17. yüzyıl sanatçılarının eserlerini taklit etmeye başladı. Bu sahte eserler, zamanının en saygın sanat uzmanları tarafından gerçek olarak kabul edildi. En ünlü sahtekarlığı, 1937’de Fransa’da yaptığı ve Dr. Abraham Bredius gibi önde gelen bir uzman tarafından gerçek bir Vermeer olarak yanlış tanınan “Emmaus’ta Akşam Yemeği” tablosuydu. II. Dünya Savaşı sırasında, Nazi general Reichsmarschall Hermann Göring, Van Meegeren’den sahte bir Vermeer tablosu satın aldı ve bu durum savaştan sonra ortaya çıkınca, Van Meegeren ulusal bir kahraman olarak görüldü. Savaş sonrası, Hollanda’nın kültürel varlıklarını Nazilere sattığı gerekçesiyle tutuklandı ve ölüm cezasıyla karşı karşıya kaldı. Ancak, sahtecilik yaptığını itiraf ederek kendisini savundu. 12 Kasım 1947’de sahtecilik ve dolandırıcılık suçlarından mahkûm edildi ve bir yıl hapis cezasına çarptırıldı, fakat cezasını çekmeden 30 Aralık 1947’de kalp krizinden öldü. Van Meegeren’in, 1967 yılındaki para değeriyle 30 milyon ABD Dolarından fazla değerde sahte tablolar sattığı tahmin ediliyor.

Postmodern dönem, bu tür sahteciliklere daha toleranslı bir yaklaşım sergiliyor gibi görünüyor. Akademisyenler, bazı gerçeklerin reddedilmesi ve kabul edilmesi arasında bir ikilem yaşamış ve bu durum onlarda bir tür bilgiyle ilgili kaygıya neden olmuştur. Ancak, görünüşe göre bu tür çıkmazlar artık akademisyenler arasında aşırı tepkilere yol açmıyor.

Sanat eserlerinin estetik değerlerinin tarihsel ve kişisel belirleyici faktörler ışığında değerlendirildiği bir yaklaşım söz konusu. Bu paradigma, sanat eserlerini bir nevi “estetik fosiller” olarak görüyor ve sanat sahteciliğini bu çerçevede ele alıyor.

Postmodern dönemde sanat sahteciliğinin suç veya kültürel bir hastalık olarak algılanmasının ötesine geçilmesi gerektiği belirtiliyor. Postmodern görüş, sanat sahteciliğini farklı bir perspektiften değerlendiriyor ve bunun pratik yollarla ele alınması gerektiğini vurguluyor.

Sanat sahteciliğinde çok önemli örneklerden birisi ise 1872 Anvers doğumlu Jef Van der Veken’dir. Flaman Primitifleri’nin kopyalanması ve restorasyonu konusunda uzmanlaşmış Belçikalı bir ressamdır. Özellikle 1945 yılında, Jan van Eyck’in ‘Gizemli Kuzu’ adlı eserinin kopyasını yaptı. Bu panelin orijinali 1934’te çalınmış ve asla bulunamamıştı. Ayrıca, Jan van Eyck’in ‘Canon Van der Paele ile Bakire’ gibi birçok müze şaheserinin restoratörüdür. Uyguladığı ‘hiper-restorasyon’ ve pastiş teknikleri bazıları tarafından onun bir sahtekar olarak görülmesine yol açmıştır. Modern sanat dünyasının sahtecilikle olan ilişkisi ve bu konudaki çelişkili tutumlar da gözden kaçmıyor. Sahtecilikle ilgili modern tepkilerin genellikle çelişkili ve tutarsız olarak kabul edilmiş. Sanat eserlerinin “gerçek” ve “sahte” arasındaki ayrımının tarihsel bir olgu olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ayrımın zamanla daha karmaşık hale geldiği görülüyor. Artık sanat dünyası sahtecilik konusunda daha az duygusal ve daha objektif bir yaklaşım sergiliyor. Bu yeni yaklaşım, sahteciliği tarihsel bir perspektiften değerlendiriyor ve ahlaki yargılardan kaçınıyor.

Bu konunun daha çok su kaldıracağını düşünüyorum. Sahteciliğin sanat tarihi, estetik değerler ve modern sanat dünyası üzerindeki etkileri bana oldukça çok fazla gibi geliyor. Sanat sahteciliği konusundaki çeşitli perspektifleri ve bu alanın karmaşıklığına olan inancım iyice artmış bulunuyor. Konu, bir kalemde çizilip kestirilip atılacak bir konuya benzemiyor. Dolayısıyla ben de yargılamaktan kaçınmanın doğru olacağını düşünmeye başlamış bulunuyorum.

 

İris van Herpen’in Duyuları Şekillendiren Sergisi

 

“Dekoratif Sanatlar Müzesi’nde Yeni Bir Dünya: Iris van Herpen’in Duyuları Şekillendiren Sergisi”

Paris’teki Dekoratif Sanatlar Müzesi, dünyanın en yenilikçi moda tasarımcılarından biri olan Iris van Herpen’in büyüleyici sergisine ev sahipliği yapıyor: “Duyuları Şekillendirmek.” Bu sergi, Iris van Herpen’in multidisipliner ve yenilikçi yaklaşımını on etkileyici tema üzerinden sunuyor. 40 yaşındaki Hollandalı sanatçının hayvanlar aleminde ve klasik dans tutkusundan beslenerek yarattığı 100’den fazla haute couture parçası, ziyaretçileri kendine has bir moda yolculuğuna çıkarıyor.

1. “Su ve Düşler”: Iris van Herpen’in su temalı eserleri, insan bedeninin ve doğanın akışkan özelliklerini yansıtıyor. Su, katıdan gaz haline geçişlerle sanatçının hayal gücünü sergileyen bir motif olarak kullanılıyor.
2. “Derinlerde Yaşam”: Okyanusun gizemli dünyasına dalan bu bölümde, deniz hayvanlarının zarif hareketleri ve biçimleri, haute couture dünyası ile buluşuyor.
3. “Yaşamın Güçleri”: Van Herpen, doğanın mikroskobik güzelliklerinden ilham alarak, biyolojik formları ve morfogenez süreçlerini estetik bir dilde yeniden yorumluyor.
4. “Yapıların Dinamiği”: Doğal ve yapay yapıların birlikteliğini vurgulayan bu bölüm, doğanın ve insan zekasının ortak ürünü olarak mantar miselyumları gibi organik ağları keşfeder.
5. “Sinestezi”: Van Herpen’in eserleri, duyusal algıları zorlayarak, giyim ve görsel sanatların sınırlarını aşan bir deneyim sunuyor.
6. “Simya Atölyesi”: Sanatçının kariyerine bir övgü niteliğindeki bu bölüm, çeşitli sanatçılar ve bilim insanlarıyla işbirliği içinde yaratılan eserleri sergiliyor.
7. “Merak Dolabı”: Iris van Herpen’in ilham kaynaklarını keşfeden bu bölüm, tasarımcının zengin ve çeşitli ilgi alanlarını gözler önüne seriyor.
8. “Karanlık Mitolojisi”: Sanatçının fantastik ve mistik unsurları işlediği bu bölüm, geleneksel moda anlayışını sorguluyor ve yeni yorumlar sunuyor.
9. “Yeni Doğa”: Bu bölüm, doğa ve sanatın sınırlarını keşfederken, teknoloji ve bilimin geleceği üzerine düşündürüyor.
10. “Kozmik Yolculuk”: Evrenin ve onun gizemlerinin keşfi, Iris van Herpen’in kozmosa olan hayranlığını ve yaratıcılığını temsil ediyor.

Bu benzersiz sergi, ziyaretçilere, moda, sanat ve bilimin kesiştiği bir alanda, Iris van Herpen’in sınırları aşan vizyonunu deneyimleme fırsatı sunuyor. Salvador Breed’in özel ses turu eşliğinde, bu sergi sadece gözlerinizle değil, tüm duyularınızla hissedilecek bir yolculuk vaat ediyor. Paris’teki Dekoratif Sanatlar Müzesi’nde gerçekleşen bu etkileyici sergiyi kaçırmayın!

 

 

 

 

 

 

Önümüzdeki günlerde Paris şehri ve Seine nehri ile ilgili önemli bir serginin açılışı bekleniyor. Sergi 31 Ocak 2024 te açılacak

.

Önce bu müze ile ilgili genel bilgileri verdkten sonra serginin ayrıntılarını da anlatırız.

La crypte archéologique de l’île de la Cité, Paris’te Notre-Dame Katedrali’nin önünde yer alan ve Antik Çağ’dan 19. yüzyıla kadar tarihi kalıntıları sergileyen önemli bir müzedir. 1960’ların başında, Notre-Dame ön avlusunun yeniden düzenlenmesi ve yeraltı otoparkı yapımı çalışmaları sırasında sırasında arkeolojik bir alan  bulundu. Bu süreçte, arkeolog Michel Fleury’nin yönetiminde bir çok kazı gerçekleştirildi. Kazılar, Gallo-Romen halka açık banyolar, 4. yüzyıl surları, Orta Çağ evleri, 18. yüzyıl binaları ve Haussmann dönemi kanalizasyonları gibi çeşitli tarihi yapıları ortaya çıkardı.

1967’de, bu kalıntıların korunması için müze kriptası kurması kararı alındı. Kriptanın inşaatı ve planlaması birkaç yıl sürdü ve 1980’de halka açıldı. 2014’ten itibaren, kripta Paris’in tarih boyunca 3D reprodüksiyonlarını sergilemeye başladı. Notre-Dame de Paris’in yanmasının ardından kapatılan kripta, Covid-19 pandemisi nedeniyle geciken yeniden açılışını 2021 Temmuz’unda gerçekleştirdi. Haziran 2022’de, Bas Smets Notre-Dame Katedrali çevresinin yeniden düzenlenmesi  projesini kazandı. Bu proje, 2024-2027 dönemi için planlanmakta ve kriptanın yeni bir girişi ve eski otoparkın yeniden düzenlenmesini içermektedir.

Kripta, Gallo-Romen döneminden kalma bir antik liman iskelesi, halka açık banyo tesisi, surlar, Orta Çağ’dan kalma Hôtel-Dieu’nun eski şapelinin bodrum katı ve Rue Neuve-Notre-Dame’deki evlerin temelleri gibi çeşitli tarihi eserleri içermektedir. Ayrıca, Haussmann dönemi kanalizasyonlarının izlerini de barındırır. 2000’den 2012’ye kadar Carnavalet Müzesi tarafından yönetilen kripta, 1 Ocak 2013’ten itibaren Paris Müzeleri adlı kamu idari kuruluş tarafından yönetilmektedir.

Sergiye gelince; bu sergi 2024 yılı 31 Ocak’ta başlayacak ve . “Dans la Seine: Objets trouvés de la Préhistoire à nos jours” (#ExpoSeine) başlıklı bu sergi, Seine Nehri’nde Tarih Öncesi dönemlerden günümüze kadar bulunan nesneleri sergiliyor.

Belge, bir basın bülteni ve sergi kataloğundan alınmış bir girişle başlayarak serginin kapsamlı bir genel bakışını sunuyor. Sergi, Seine Nehri’nin farklı tarihi dönemlerine odaklanan birkaç bölüme ayrılmış: Tarih Öncesi Seine, Antik Seine, Orta Çağ Seine ve Günümüz Seine. Ayrıca Crypte archéologique de l’île de la Cité’nin kendisini de kapsıyor.

Öne çıkan başlıklar şunlar:

  • Tarih Öncesi Seine: Burada Seine’in kıyılarında Paleolitik çağda yapılan buluntular var. Bu buluntular, prehistorya döneminde Paris Havzası’nda insan varlığını gösteren araçlar ve fosiller içeriyor. 1860 ve 1870’lerde önemli katkılarda bulunan amatör prehistorian Jules Reboux bu konuda önemli katkı sağlamış.
  • Antik Seine: Roma dönemine odaklanıyor, eski Paris’in (Lutèce) gelişimi ve şehrin ilk limanlarının ve köprülerinin inşası ele alınıyor. Bu dönemden kalma bir cruche (testi) ve Merkür heykelciği gibi eserler öne çıkıyor.
  • Orta Çağ Seine: Bu bölümde Orta Çağlarda Paris’in önemli bir tüketim merkezi olduğunu ve Seine’in hayati bir ulaşım rotası olduğunu anlaşılıyor. Ayrıca burada  bu dönemin Parislilerinin dini ve batıl inançlarına da değiniliyor.
  • Günümüz Seine nehri : Bu bölümde Günümüz Paris’inde Seine’in rolünü, nehirden çıkarılan çeşitli nesneleri, sanat eserlerinden taa savaş kalıntılarına kadar ele alıyor.
  • Crypte archéologique de l’île de la Cité adlı bu müzenin tarihini ve arkeolojik önemini, keşfini ve barındırdığı çeşitli eserleri detaylandırıyor.

Le Vin et le Nez

Le Vin et le Nez

Dans la littérature du vin, l’expression « In vino veritas » est souvent citée. Signifiant « La vérité est dans le vin », cette locution latine doit être complétée par « In aqua sanitas », soit « Il y a de la santé dans l’eau ». Isolée, « In vino veritas » peut sembler prétentieuse, voire insuffisante. D’autre part, « Vita vinum est » (« Le vin est la vie ») révèle une certaine exagération des Romains quant à l’importance du vin dans la vie quotidienne.

En affirmant « In vino veritas », les Romains s’éloignent de la vérité. La question fondamentale ici est : « Qu’est-ce que la vérité ? » Un dilemme philosophique complexe et profondément humain. La réponse à cette question nécessite une grande érudition. Peut-être le vin nous aide-t-il à atteindre cette sagesse ?

Dans un monde où les mensonges abondent, il est difficile de discerner la vérité. Les mensonges peuvent venir de partout, y compris du vin. L’art du mensonge crée une dichotomie dans notre cerveau, divisant nos deux hémisphères.

L’image du nez de Pinocchio est un symbole puissant de cette tension entre vérité et mensonge. Si quelqu’un affirme « Je mens », et dit la vérité en le faisant, est-il un menteur ou non ? Ce paradoxe rend difficile de distinguer un menteur d’une personne honnête, et c’est notre propre nez qui pourrait nous révéler les vérités et mensonges sur le vin.

En dehors de Pinocchio, digne d’un « prix du nez d’or », d’autres nez célèbres ont marqué l’histoire, comme celui de Cléopâtre ou de Cyrano de Bergerac. Pascal a dit de Cléopâtre que « Si son nez eut été plus court, la face du monde en aurait été changée ». Ce nez, qui avait conquis Antoine et permis à Cléopâtre d’étendre son règne, était considéré comme le plus important un siècle avant Jésus-Christ.

Le nez de Cyrano, immortalisé par Edmond Rostand, devient un symbole littéraire de grande envergure. Honteux de son nez, Cyrano cache son identité par des lettres anonymes à sa bien-aimée.

En parlant de vin, le “nez” désigne ses arômes. Lors de la dégustation, nous examinons d’abord sa couleur, puis nous le sentons. On agite le vin dans le verre pour libérer ses odeurs. Notre odorat, bien que moins développé que chez d’autres mammifères, reste un sens fondamental.

Peut-être, avec un peu d’entraînement, pourrions-nous distinguer un Cabernet Sauvignon d’un Merlot. Mais si les chiens pouvaient goûter le vin, ils identifieraient immédiatement le cépage, la région, voire la date de récolte avec une précision inégalée par l’homme.

Nos gènes récepteurs d’odeurs ne représentent que 3 % de tous nos récepteurs sensoriels, limitant notre capacité olfactive. Cependant, en sentant régulièrement du vin, nous pouvons enrichir notre palette d’arômes.

Alors, ouvrez une bouteille de Champagne, refroidie à 6-8 degrés, pour célébrer un moment heureux. Choisissez un vin qui vous parle, comme un Tradokya, un Bianca ou un Altın Köpük, et laissez-vous emporter par les arômes.

Pour finir, considérons l’histoire de six banquiers anglais dans un grand restaurant londonien. Après une opération financière réussie, ils commandent des vins d’exception, dépensant une somme astronomique. Ironiquement, la plupart se retrouvent licenciés, leur banque craignant que cette extravagance n’entache son image.

Cette anecdote souligne notre difficulté à distinguer les faits de la vérité, même en Angleterre, patrie de grands penseurs.

Karşıtlıkları benimsemek…

Çoğu zaman hayatımızda zıt unsurları veya bakış açılarını tanımak, kabul etmek ve hatta bütünleştirmek  gerekir. Bu durum kendisini  çeşitli şekillerde  gösterebilir:

  1. Çeşitli Perspektifleri Aramak: Kendi fikirlerinizden farklı olan görüşleri veya fikirleri aktif olarak aramak ve onları anlamaya ve dikkate almaya gösterilen isteklilik.
  2. Dengeli Karar Alma: Farklı açılardan artıları ve eksileri tartmak ve karşıt görüşlerin bulunduğu yerlerde uzlaşmaya açık olmak.
  3. Farklı Durumlara Uyum Sağlamak: Değişen koşullara, hatta kendi alışık olduğunuz ortamınıza veya inançlarınıza zıt olan durumlara uyum sağlayarak davranış ve düşüncede esneklik göstermek.
  4. İç Çatışmaları Kabul Etme ve Bütünleştirme: Kendinizdeki çelişkili duyguları veya düşünceleri tanımak ve bunları inkar etmek veya bastırmak yerine uyumlu bir denge bulmaya çalışmak.
  5. Çeşitliliği Değerlendirmek: Kültürlerin, fikirlerin ve yaşam tarzlarının çeşitliliğini takdir etmek ve farklı unsurların birleşmesindeki gücü görmek.
  6. Empati Uygulamak: Kendi deneyimlerinizden veya bakış açınızdan çok farklı olan görüşlere ve deneyimlere anlayış göstermek ve empati yapmak.
  7. Yaratıcı Problem Çözme: Karşıt fikirleri veya prensipleri kullanarak yaratıcılığı ve yeniliği teşvik etmek, genellikle yeni çözümlere veya yaklaşımlara yol açar.
  8. Kişisel Gelişim: Kendi önyargılarınızı ve önceden var olan kavramlarınızı sorgulayarak kişisel gelişimi sergilemek, daha yuvarlak ve kapsayıcı bir dünya görüşüne yol açar.

Karşıtlıkları benimsemek, dünyanın sadece siyah ve beyaz olmadığını, çeşitli tonlar ve renklerin bir spektrumu olduğunu derin bir şekilde anlamanın bir anahtarı olan duygusal zeka ve olgunluğun önemli bir yönüdür.

Design Prototiplemede en çok ihmale uğrayanlar.. Kullanıcı geri bildirimi..

Prototipleme sürecinde, ister ürün tasarımı, yazılım geliştirme ya da başka bir alanda olsun, sıklıkla unutulan veya göz ardı edilen temel bir unsur “Kullanıcı Geri Bildirimi”dir. Bunun neden bu kadar önemli olduğunu inceleyelim:

  1. Kullanıcı İhtiyaçları ve Gereksinimlerinin Doğrulanması: Prototipleme, sadece ürünün bir modelini oluşturmakla ilgili değildir, aynı zamanda kullanıcı ihtiyaçlarını karşıladığından emin olmakla da ilgilidir. Kullanıcı geri bildirimlerini dikkate almadığınızda, kullanıcıların aslında ne istediği veya ihtiyaç duyduğu konusunda hedefi şaşırmak riski ile karşı karşıya kalırsınız.
  2. Kullanılabilirlik Testi: Prototipler kullanılabilirlik testi için mükemmeldir, ancak bu yön sıklıkla göz ardı edilir. Kullanıcıların prototiple nasıl etkileşime girdiğini test etmek, tasarımcıların veya geliştiricilerin farkında olmadığı tasarım hatalarını ve iyileştirme alanlarını ortaya çıkarabilir.
  3. Yinelemeli Tasarım Süreci: Prototipleme doğası gereği yinelemelidir, ancak her iterasyonda kullanıcı geri bildirimi alınmadığında bu süreç yeterince kullanılmamış olur. Her prototip versiyonu, kullanıcılardan öğrenmek ve gerekli ayarlamaları yapmak için bir fırsat olmalıdır.
  4. Maliyet Etkinliği: Prototipleme aşamasında sorunları ele almak, ürün tamamen geliştirildikten sonra değişiklik yapmaktan maliyet açısından  çok daha uygundur. Kullanıcı geri bildirimlerini ihmal etmek, daha sonra pahalı yeniden tasarımlara yol açabilir.
  5. Gerçek Dünya Bağlamı: Prototipler genellikle kontrollü ortamlarda test edilir ve tasarımcılar ürünün gerçek dünyada nasıl kullanılacağını göz önünde bulundurmayı unutabilir. Kullanıcı geri bildirimleri, pratik kullanım durumları ve çevresel faktörler hakkında içgörüler sağlayabilir.
  6. Çeşitli Perspektifler: Sadece tasarım ve geliştirme ekibinin perspektifine dayanmak, ürüne dar bir bakış açısı getirebilir. Kullanıcı geri bildirimleri, daha geniş bir kitleye hitap eden ürünün çekiciliğini artırabilecek çeşitli görüşler getirir.
  7. Duygusal Tepki: Kullanıcıların prototiple nasıl duygusal bir etkileşim içinde olduğunu anlamak sıklıkla göz ardı edilir. Duygusal tepki, kullanıcı memnuniyeti ve ürün başarısı için önemli bir faktördür.
  8. Erişilebilirlik ve Kapsayıcılık: Prototipler erişilebilirlik ve kapsayıcılık açısından test edilmelidir, ancak bu faktörler genellikle göz ardı edilir. Kullanıcı geri bildirimleri, çeşitli yeteneklere sahip insanlar tarafından kullanılabilir olması için ürünle ilgili erişilebilirlik sorunlarını ortaya çıkarabilir.

Özetle, prototipleme aşamasında kullanıcı geri bildirimlerini ihmal etmek, kullanıcı ihtiyaçlarını tam olarak karşılamayan, kullanılabilirliği eksik ve potansiyel olarak daha sonraki aşamalarda değişiklikler nedeniyle daha yüksek maliyetlere neden olan bir ürüne yol açabilir. Kullanıcı merkezli, başarılı bir ürün yaratmak için prototipleme süreci boyunca kullanıcı geri bildirimlerini dikkate almak esastır.

Fransanın gelecek 20 Yılı..

Jerome Fourquet’nin aynı adlı kitabından alıntıdır.

“Jean-Laurent Cassely ile birlikte ‘La France sous nos yeux’ (Gözlerimizin Altındaki Fransa) kitabında, ülkemizin 1980’lerin ortalarından günümüze kadar yaşadığı ekonomik, sosyal, manzaralı ve kültürel dönüşümleri ele aldık. Bu büyük dönüşüm, bizim ‘sonrasının Fransası’ olarak adlandırdığımız, önceki Fransa’dan belirgin şekilde farklı olan çağdaş Fransa’yı tanımlamaya çalışan kitabı doğurdu. Elbette, bu büyük çaplı ekonomik ve sosyokültürel metamorfoz, seçimler açısından da etkili oldu. 2017’deki politik patlamanın ardından, 2022’deki başkanlık seçimi ve parlemanto seçimleri, parti manzarasının, Macronistler arasında popüler bir terim olan ‘disruptif’ bir biçimde değiştirildiğini doğruladı.

Bu güçlü etkinin ardından, James Coburn’un ‘Il était une fois la révolution’ (Bir Zamanlar Devrim) filmde ustalıkla kullandığı nitrogliserininkine benzer bir etkiyle,bu sinema başyapıtında da söylendiği gibi ülkenin politik haritaların eskimiş olduğu görüldü. Savaş alanının görüntüsü gerçekten şaşırtıcı. Valérie Pécresse ve Anne Hidalgo’nun, son on yıllarda siyasi hayatı domine eden iki oluşumun temsilcileri olarak  toplam oy oranının %6,5’ini oluşturuyor, Jean Lassalle (%3,1) Komünist Parti adayı Fabien Roussel’i geride bırakıyor (%2,3). Marine Le Pen, ikinci kez ikinci tura çıkıyor ve, oyların %41,5’ini alarak, babasının (amcasının?) yirmi yıl önce karşılaştığı camdan tavanı kırıyor; o zaman Le Pen  sadece %17,8 almıştı. Son olarak ama en önemlisi, François Hollande’ın başkanlığının başında halk tarafından tanınmayan bir Élysée danışmanı, 2017’de başkanlık seçimini kazanıyor ve ikinci bir dönem için tekrar seçilmeyi başarıyor; bu, beşinci cumhuriyet tarihinde ilk kez gerçekleşiyor.

Bu başarı, geleneksel referans noktalarının bulanıklaşması ve seçmen davranışlarındaki dramatik değişikliklerle birlikte geliyor. Böylece, başlangıçta merkez-sol olarak işaretlenen mevcut başkan, Paris’in XVI. bölgesinde ilk turda %46,8 oy alıyor, beş yılda bu sağcı kaledeki oy oranı %20 artıyor! Öte yandan, Marine Le Pen, François Mitterrand’ın Nièvre’deki kalesi Château-Chinon’da (%26,5) ve Jean Jaurès’ın seçim bölgesi Carmaux’da (%27,2) önde gidiyor.”

“Yeni Seçim Haritasının Gerekli Ölçümü

Eski seçim haritası tamamen yeniden yapılandırıldığından, bu yeni topografyayı yeniden çizmek ve tanımlamak gerekiyordu. Bunu yaparken, yüz yıl önce ‘Fransa’nın Batı’sının Siyasi Tablosu’nu yayınlayan André Siegfried’in öncü ve temel çalışmasından ilham aldık. Onun yaptığı gibi, hem mecazi hem de gerçek anlamda toprakları ölçtük, istatistiksel veriler topladık, haritalar çizdik ve seçim davranışları ile çeşitli sosyolojik veya ekonomik parametreleri karşılaştıran grafikler oluşturduk. Yirminci yüzyılın başlarında, hala büyük oranda kırsal olan Batı Fransa’sında Siegfried, toprakların doğasına ve büyük/küçük mülkiyetin ağırlığına özel bir önem vermişti, bugün ise ’oy verme davranışlarını belirleyen bağlamsal değişkenler tamamen farklıdır (metrekare başına fiyat, turizm ekonomisinin ağırlığı, suç yoğunluğu vb.).

Ancak, toplum derinden değişmiş olsa da, Siegfried’in başlattığı yaklaşımı hala çok anlamlı ve politik görüşlerin ve oy kullanma davranışlarının bir bölgede nasıl oluştuğunu anlamak için verimli buluyoruz. Bu nedenle, farklı ölçeklerdeki haritalandırma ve diğer sosyal olaylarla oy kullanma davranışlarını karşılaştırmak bu kitabın merkezinde yer alıyor, çünkü Siegfried’in “Genel olarak, tek bir açıklamadan şüpheyle yaklaştım […] Bunun yerine, bu karmaşık meselede, hiçbiri tek başına yeterli olmayacak, ancak bir araya geldiğinde değerli açıklamalar getirecek birçok nedeni hemen hemen her zaman kullanmak gerektiğine inanıyorum.” sözlerine tamamen katılıyoruz.

2013 yılında, ‘Fransa’nın Batı’sının Siyasi Tablosu’nun yayınlanmasının yüzüncü yıldönümünde, coğrafyacılar, siyaset bilimciler, tarihçiler ve sosyologların katıldığı bir konferans Normandiya’daki Cerisy’de düzenlendi. Burada, doğal olarak, Siegfried’in çalışmasının güncelliği, mirası ve sınırları üzerine tartışmalar yapıldı. Coğrafyacı Pascal Buléon, Siegfried’in çeşitli faktörlerin kombinasyonuna odaklanmasını, onun adını verdiği “kombinatoryal”ı, Siegfried’in başlıca katkısı olarak gördü. Ancak şunu da ekledi:

“Siegfried tarafından ortaya konan kombinatoryalın ötesine geçmek gerekiyor, şu anki zamanda değil, grubun, yerel toplulukların, sosyal ve mekansal yapıların tarihinde, ideolojik mirasların, kolektif hikaye tarafından vurgulanan, sertleşen, dönüşen, keskinleşen mirasların, yerel toplulukların geniş kapsamlı ve uzun menzilli tarihi ve mekansal matrisler içindeki yerleşmelerinde araştırma yapmak gerekiyor. Aynı zamanda, bireysel ve kolektif pratiklerin ‘yapımında’ belirleyici olan medyanın dünya görüşü üzerindeki ve kamuoyunun oluşumu üzerindeki radikal yeni rolünü de entegre etmek gerekiyor.”

Bu geniş program, bu kitabın ilham kaynağıdır. Yirmi beş yıldan fazla bir süre boyunca yapılan çalışmaların ve birçok gezintinin sonunda, bu ‘Fransa’nın Sonrasının Siyasi Tablosu’ esasında, 1990’ların sonlarında başlamış olduğum bir tezin, belirli bir… Pascal Buléon’un yönetiminde yazılmış tezin vücudu niteliğindedir. Bu kişi, öğrencisinin yazımı tamamlamada gösterdiği gecikmeyi affetsin.”

Harita ve Kamamber Peyniri

Aynı konferansta, başka bir coğrafyacı Michel Bussi şunları kaydetti:

“Siegfried’e yöneltilen belki de en önemli eleştiri, ekolojik yaklaşımı [bir grup bireyin oylarını coğrafi ve sosyolojik ortam çalışması üzerinden inceleyen yaklaşım] olacaktır. Çalışması esas olarak kartografik karşılaştırmaya dayanıyor. Ancak, bir belediye düzeyinde bile, iç organizasyonlarını bilmediğimiz iki nüfus topluluğunun karşılaştırılması, yorumlarda tersine çevirmelere yol açabilir.”

Bu yüzden, Siegfried yaklaşımını zenginleştirmek ve tamamlamak için, döneminde mevcut olmayan bir sosyolojik araştırma aracına da başvurduk: ankete. Anket, 1930’ların sonlarında Fransa’da Jean Stoetzel tarafından tanıtıldı ve Ifop’u (Fransız Kamuoyu Araştırmaları Enstitüsü) kurdu, ben de bu enstitüde uzun yıllardır çalışıyorum. Siegfried’in başlattığı yaklaşım seçmenin yaşadığı ve geliştiği ortam ve çevrenin etkisini ölçmeyi amaçlarken, anket bireysel özellikleri (eğitim düzeyi, meslek, yaş…) dikkate almayı sağlar, bunlar genellikle eğriler ve diğer “kamamber peynirleri” ile sembolize edilir. Bu iki yaklaşım birbirine zıt değildir, tamamlayıcıdır ve bu yüzden Siegfried ve Stoetzel’i bir şekilde “evlendirmeyi” denedik. Michel Houellebecq’in ünlü bir romanının başlığına atıfta bulunarak “Harita ve Kamamber Peyniri” bu kitabın merkezinde yer aldı, çünkü  bunlar uzun süre Fransa’da ayrı şekilde gelişse de coğrafi ve sosyolojik yaklaşımların birbirini tamamladığına inanıyoruz. Bu konuda Michel Bussi, Raymond Aron’un 1955’te yazdığı bir alıntıyı aktarır:

“Fransa’nın tamamını ‘Siegfried’ araştırmasına tabi tutarak, kaç işçinin sosyalist veya komünist partiye oy verdiğini asla bilemeyeceğiz. Sadece anket tekniklerini kullanmak, bunu yeterli bir şekilde bilmemizi sağlar.”

Ancak anket, belirli bir sosyal grubun ulusal düzeydeki oylama tercihleri hakkında değerli veriler sağlasa da, aynı sosyal grupta bölgesel oy verme farklılıklarını ortaya çıkarmaz. Örneğin, Nord-Pas-de-Calais maden havzasındaki işçiler, Mayenne veya Vendée’deki meslektaşları ile aynı dünya görüşünü veya seçim davranışlarını paylaşmazlar.

Bu nedenle, yaklaşımımız aynı zamanda çok sayıda bölgesel monografiyi, tanıklıkları ve portreleri de içermekte. Ayrıca, çağın Zeitgeist’ını sıkça özetleyen ve bazen sosyolojik bir analizden daha fazlasını söyleyen çağdaş kültürel eserlere (romanlar, sinema, şarkılar…) atıfta bulunmaktan da çekinmeyeceğiz. Annales Okulu’ndan alçakgönüllü bir şekilde ilham alarak, günlük yaşamın ekonomik süreçlerine ve yaşam tarzlarına da yoğun bir ilgi göstereceğiz

“Arkeoloji, Kültürel Katmanlar”

Fransa’nın son dönemlerini araştırdığımız bu süreçte, ilginç şekilde ortaya çıkan veya belirli yerlerde yeniden canlanan eski kültürel katmanları gözlemleyebildik. Bu ideolojik ve kültürel tabakalar zamanla, jeolojik katmanlar gibi, ülkenin çeşitli bölgelerinde farklı kalınlıklarda birikti. Bu alt tabakaların arkeolojisini, çağdaş yüzey manzaralarının anlaşılması gerektiğinde gerçekleştireceğiz. Bölgelere göre, uzun yıllar boyunca birçok kırsal alan üzerinde etkisini bırakan eski Katolik ve agropastoral katmanlardan, bazı bölgelerde komünist kültürün bıraktığı “kızıl katman”dan, Fransa’nın güneyindeki “pied-noir katmanı”ndan ve toplumun Amerikanlaşmasının sonucu olarak ortaya çıkan daha yeni “Yankee katmanı”ndan bahsedeceğiz.

Ancak, birçok bölgede (örneğin büyük Paris Havzası gibi), eski kültürel katmanların yok olduğunu veya neredeyse tamamen silindiğini göreceğiz. Jeolojik metaforu devam ettirirsek, bu alanlar yağışlar ve zamanın etkisiyle aşınmış ve yıkanmış topraklara benzetilebilir. Geniş alanlarda, zamanla oluşan seçim manzarası, hidroponik ortamda yetiştirilen bitkiler gibi, nötr ve inert bir substrat üzerinde (kum, ponza taşı, kil topakları vb.) mineral tuzları ve besin maddeleri içeren bir çözeltiyle sulanarak gelişmiştir. Bu hidroponik bölgelerin dikkate alınması, işleyişteki yeniden yapılanmaları ve genellikle tarihimizle ve uzun süreli pratiklerle çelişen yeni sosyal politik pratiklerin ortaya çıkışını anlamak için hayati öneme sahiptir.

“Son on yıllarda ülkede meydana gelen derin değişikliklere dair bir geri dönüş

Eski kültürel ve ideolojik katmanların arkeolojisi, hala yüzeye çıktıkları yerlerde bazı yerel özellikleri, aynı zamanda Bonnets rouges hareketinin Centre-Bretagne’daki, Jean Lassalle’ın adaylığının d’Oc ülkelerinin kırsal bölgelerindeki yankısının gibi belirli seçim olaylarını açıklamamıza olanak tanıyacaktır. Bu olaylar, bu gömülü tabakaların anlık bir şekilde yeniden aktifleşmesi sonucudur. Bununla birlikte, toprakların büyük bir bölümünde eski kültürel tabakaların yıkanması yoğun olmuş ve alt tabaka artık işlev görmemektedir. Son on yıllarda kademeli olarak ortaya çıkan yeni seçim ve toplumsal manzarayı anlamak için, bu canlılığını yitirmiş alt tabakayı besleyen ve sulayan akıntıların doğasına bakmalıyız. Çünkü hidroponik bir kültür sistemindeki besinlerle dolu çözeltiler gibi, bu akıntılar orada yetişecek bitkilerin büyümesini ve özelliklerini mümkün kılar.

Bu bağlamda, Fransız toplumunun hem ekonomik hem de kültürel ve toplumsal açıdan uluslararasılaşmasının hızlanması ve derinleşmesi gibi önemli bir fenomen üzerinde duracağız. Bu fenomen, eski sol/sağ ayrımının aşınmasına güçlü bir şekilde katkıda bulunmuş ve kendini öncelikle Avrupa Birliği inşasına olan bağlılığı ile tanımlayan bir sosyolojik grubun ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Bu grup, Emmanuel Macron’un programı ve yaklaşımında kendini bulacaktır. 2017’deki Büyük Seçim Patlaması ve macronizmin yükselişi, aslında 1980-1990’ların döneminde başlayan ülkenin hızlandırılmış uluslararasılaşmasının sadece bir yan ürünü olmuştur. Aynı şekilde, 2022’deki başkanlık seçimlerinin ikinci turunda %41,5 oy alan Rassemblement national adayının yükselişi, yirmi yıl önce babasının (amcasının) sadece %17,8 oy almasına kıyasla önemli bir artış göstermektedir. Bu durum, sürekli artan suç eğilimleri, güçlü göç dinamikleri ve eğitim devrimi ile tüketim toplumuna eşit olmayan erişim gibi diğer önemli fenomenlere de dikkat çekmektedir. Bunlar, giderek daha karmaşık hale gelen ve gelişen, üniversite eğitimlerinin demokratikleşmesinin ve büyük tüketimcilerin dışında kalanların önemli bir kısmını oluşturan, bilindiği üzere milliyetçi seçmenlerin bir kısmını oluşturur.

Siegfried’in referans kitabı “La France d’après” gibi, “Tableau politique” siyasi bir atlas olarak sunulmamaktadır, ancak okuyucuyu çağdaş Fransız toplumunun derinliklerine dalmaya davet eden bir deneme olarak sunulmaktadır. Seçim boyutu elbette merkezi bir öneme sahiptir, ancak bu, Fransa’nın meandrosunu gözlemlemek ve onun yapısal dinamiklerini anlamaya çalışmak için bir anahtar olarak kabul edilir. Bunu yaparken, yerlerin, farklı fenomenler ve ideolojik akımlara maruz kalmanın, aynı zamanda yaşam tarzlarının görüşlerin yapılandırılması ve oluşturulması üzerinde nasıl etkili olduğunu kombinatoryal bir yaklaşımla analiz ederek, aslında Fransızların kafasında neler olduğunu anlamaya çalışacağız. Bu konuda, Siegfried’in okuma çerçevesine katılmayacağız, bu çerçeve ırkların  veya belirli bir bölgenin sakinlerinin doğal mizaçlarına büyük önem verir. 20. yüzyılın başından bu yana büyük ölçüde ilerleyen sosyal bilimler, bu kategorileri uzun zaman önce geçersiz kılmıştır. Biz Mans doğumlu ve uzak köylü kökenli olduğumuz için, şu şekildeki söylemleri, yani “Doğal bir Manceau veya Angevin pasifliğiyle, bu miras alınan itaati doğal bulur ve bunun getirdiği küçük avantajlardan fazlasıyla memnun oluruz.” türünden ifadeleri benimsememiz zor olur.” Angevin’ler içinde benzer ifadeler vardır ve biz bunlara da rağbet etmeyiz. “Genellikle köylü ve çiftçi baskıya direnmezler: bu ırkın yumuşaklığı, gevşekliği (Andegavi molles, Cesar yazmıştı!) onları pasif ve miras alınan bir itaate eğilimli kılar ve bu, miras alındığı için daha doğal görünür.”

Buna rağmen, Siegfried’in “Tableau politique” eseri elbette büyük bir çalışmadır. Bu eser, yolculuğumuz boyunca bize eşlik etmiştir.”

Yabancılaşma, kimlik arayışları, göç ve direniş ağırlıklı bir ilkbahar sezonu; Paris Çağdaş Sanat Müzelerinden Palais de Tokyo..

Palais de Tokyo’nun 2024 İlkbahar sezonu program  özeti şu şekilde:

  1. Mohamed Bourouissa: SIGNAL (16/02/2024 – 30/06/2024): Mohamed Bourouissa’nın işlerinin retrospektifi, en yeni yapıtlarından ilk dönem eserlerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Bedenlerin ve düşüncelerin hapsedilmesi, kimliklerin temsili, dillerin kontrolü, bitkiler, müzik ve renk aracılığıyla iyileşme, paralel ekonomiler, yabancılaşma ve direniş gibi temaları ele alıyor.
  2. Dislocations (16/02/2024 – 30/06/2024): Farklı kökenlerden ve kuşaklardan on beş sanatçının eserlerini bir araya getiren bu sergi, sürgün deneyimi ve farklı yerler ve zamanlar arasındaki gerilimi konu alıyor. Ancestral zanaatkarlık ile çağdaş teknolojileri birleştirerek, yer değiştirme, hapis, savaş, direnç ve onarım bağlamında sanatsal yaratıcılığın hayati önemini ve yoğunluğunu vurguluyor.
  3. Past Disquiet (16/02/2024 – 30/06/2024): Sanatçıların katılımı ve 1960-1980 yılları arasındaki uluslararası anti-emperyalist harekete dayanışma gösteren dört müze olggusunu izleyen bir belgesel sergi. Özellikle Filistin, Nikaragua, Şili ve Güney Afrika’daki halkların özgürleşme mücadelelerine sanatçıların desteğini ve “sürgünde müzeler” veya “dayanışma müzeleri”ni odak alıyor.
  4. Toucher l’Insensé (16/02/2024 – 30/06/2024): Bu sergi, “kurumsal psikoterapi” adı verilen 20. yüzyıl ortalarında başlatılan psikiyatrik bir uygulamadan ilham alıyor. İzolasyon alanlarını toplumun şiddetinden korunaklı yerlere dönüştürme yollarını ve sanatın sosyal, politik, psikolojik ve etik işlevlerini inceliyor.
  5. Chloé Bensahel – Palais de Tokyo’nun 2023 Arkadaşları Ödülü (25/04/2024 – 30/06/2024): Palais de Tokyo’nun Arkadaşları Ödülü’nün 14. edisyonunun kazananı Chloé Bensahel, çalışmalarını sergiliyor. Sanatı, performans, dokuma ve çoklu medya kullanarak dil ve kimlik arasındaki ilişkiyi irdelemeye amaçlıyor.

 

Ünlü Fotoğrafçıların Kariyerlerinde Ailenin Etkisi

Ünlü Fotoğrafçıların Kariyerlerinde Aile Etkisi

Özünde her karede bir hikaye anlatan  fotoğrafçılık dünyasında, Annie Leibovitz ve Steve McCurry gibi ünlü fotoğrafçılar kendi  vizyonlarıyla kendilerine özel bir yer edinmişlerdir. Bu etkileyici görüntülerin arkasında, sanatçı biyografilerinde bazen göz ardı edilen ancak güçlü bir etkiye sahip olan ailelerinin mutlaka bir  etkisinin olduğunu düşünmekteyim . Bu yazıda, aile mirasının bu fotoğraf ikonlarının kariyer yollarını nasıl şekillendirebileceğini anlatmaya çalışıyorum.

Genç Terry Richardson, ünlü fotoğrafçı Bob Richardson’ın oğlu olarak, babasının sanatsal mirasının gölgesinde büyümüştür. Babasından aldığı sadece bir sanatsal miras değil, aynı zamanda sanat dünyasıyla erken yaşta tanışmasını sağlayan bir dizi ilişki ve deneyimdir. Bu ailesel destek, duygusal destekten de öteye giderek önemli ekipmanların alımı için mali yardımı da beraberinde getirmektedir. Dahabaşka etkiler olduğu da tabii ki düşünülebilir.

Şimdi de Andreas Gursky’i düşünün, çocukluğundan itibaren ailesinin ticari fotoğrafçılık işiyle iç içe büyümüş ve erken yaşta görsel dünyaya sıkı bir ilişki kurmuştur. Bu gibi ortamlar sanatsal  ilgi uyanması konusunda çok bereketli bir zemin oluşturuyor ve genç yaşta ciddi bir duyarlılığa yol açmıştır.

Ancak, tabii ki böylesi aile hikayeleri evrensel bir sabit değildir. Steve McCurry ve Sebastião Salgado gibi fotoğrafçılar,   geleneksel  yollarından uzaklaşarak kendi yollarını çizmişlerdir. Başarıları, doğrudan bir sanatsal aile mirasıyla bağlantılı olmayıp  cesur kararlar ve üstesinden gelinen kişisel zorluklarla örülmüş muhteşem bir mozaiktir.

Bazı durumlarda, aile fotoğrafçı için bir ilham kaynağı haline gelir. İlişki dinamikleri, kuşaklar arası hikayeler ve kişisel deneyimler, bir fotoğrafçının eserlerinde hissedilebilir. Jacque Henri Lartigue örneğinde olduğu gibi dokunulabilir bir gerçeklik ve duygu katıp fotoğrafçıların sanatlarına derinlik katmanları ekleyebilir.

Bir ailenin kültürel ve sosyal çevresinin etkisini de küçümsememek gerekir. Göçler, gelenekler ve hatta sosyoekonomik mücadeleler bir sanatçının bakış açısını etkileyebilir ve eserlerine de bir şekilde yansıyabilir.

Sonuç olarak, bir fotoğrafçının kariyeri, genellikle aile mirasının somut veya ince iplikleriyle renklenir ve şekillenir. Yine de, başarılarının temelinde  aile ortamının oynadığı role bakılmaksızın tutku, yetenek ve azim ön planda gelir. Bu şekilde aileden gelen miras ve bireyselliğin kimyası birbirine karışarak, fotoğraf dünyamızın büyük ustalarını yaratır.

İsterseniz bu ustalar kimler ve nasıl ortamlardan gelmişler kısa bir göz atalım;

Annie Leibovitz: 1949 doğumlu Leibovitz, Yahudi kökenli bir aileden geliyor. Babası ABD Hava Kuvvetleri’nde yarbay olduğu için aile sık sık taşınmak zorunda kalmış.

Mario Testino: Peru’da İtalyan ve İrlanda kökenli bir ailede doğan Testino, zengin ve çeşitli bir kültürde büyümüş, bu da muhtemelen moda alanındaki çalışmalarını etkilemiştir.

Steve McCurry: McCurry, ABD’nin Pensilvanya eyaletinde doğdu. Ailesinin özel kökenleri hakkında çok fazla kamuoyuna açık bilgi yok, ancak sinema ve fotoğrafçılık eğitimi aldığı biliniyor.

Richard Avedon: Avedon, Rus Yahudi bir aileden geliyor. Babası bir giyim mağazası sahibiydi ve annesi giyim üreticileri bir aileden geliyordu.

Peter Lik: Lik, Çek göçmeni olan ebeveynlerin Avustralya’da doğmuş bir çocuğu. Genç yaşta fotoğrafçılığa ilgi duymaya başlamış.

Andreas Gursky: Almanya’da doğan Gursky, ticari fotoğrafçılıkla uğraşan bir ailede büyümüş, bu da muhtemelen ona erken yaşta fotoğrafla tanışmasını sağlamıştır.

Terry Richardson: Ünlü fotoğrafçı Bob Richardson’ın oğlu olan Terry Richardson, muhtemelen ailesinin sanatsal çevresinden etkilenmiştir.

Cindy Sherman: New Jersey’de doğan Sherman, nispeten normal bir Amerikan ailesinden geliyor. Sanata olan ilgisi, kendi keşifleri ve kişisel meraklarından doğmuş gibi duruyor.

Sebastião Salgado: Brezilya’da doğan Salgado, önce ekonomi okumuş, daha sonra fotoğrafçılığa yönelmiştir. Ailesinin özel kökenleri hakkında çok fazla bilgi yok.

Ansel Adams: Adams, San Francisco’da zengin bir ailede doğdu. Babası iş adamıydı ve ailesi sanat topluluğunda yer alıyordu.

Jacques Henri Lartigue, fotoğrafçılığı 6 yaşında babasından öğrendi. Oğlunun fotoğrafa olan ilgisine duyarsız kalmayan varlıklı babası , 1902’de 8 yaşına geldiğinde ona ilk fotoğraf makinesini verdi. O andan itibaren, araba gezileri, aile tatilleri ve hepsinden önemlisi ağabeyinin icatlarını fotoğtaflayarak çocukluk hayatındafotoğraf makinesini elinden hiç bırakmadı.

Henri Cartier Bresson, daha çocukluğunda  Brownie marka fotoğraf makinesi vardı. Profesyonel anlamda fotoğrafçılığa 22 yaşında  başladı.

Tabii ki bu liste uzayıp gidebilir. Ancak söylemeye çalıştığım çocukluk çağında çocuğa verilecek bir fotoğraf ve sanat sevgisi yeteneki ve arzusu olan çocukların ileride sürüden ayrılarak fotoğraf alanında önemli bir yere gelebilecekleridir. Ailesinde çocukluğu sırasında fotoğraf sevgisi aşılanmamış ama çok başarılı olmuş fotoğrafçılar yok mudur? Olmaz mı? Var tabii ki. Hem de istisnalar kaideyi bozmaz diyebileceğimizden çok daha fazla. O zaman bu yazıyı neden yazdığımı merak ediyorsunuzdur. Pazar keyfi olsun işte…. Bu noktaya kadar okumaya devam edenlere de teşekkür ederim…

Herkese aydınlık, güzel ışıklı pazarlar…

Annie Lebowitzch

Annie Lebowitz

Steve Mc Curry

Ansel Adams

Andreas Gursky

Henri-Cartier Bresson

Sebastian Salgado

Richard Avedon

Jacques Henri Lartigue

 

Cindy Sherman