Yasuhiro Ishimoto;Japon-Amerikan fotoğrafçı…

 

Le Bal fotoğraf galerisi, Paris’in önde gelen fotoğraf galerilerinden biridir. Uluslararası çapta tanınan birçok önemli fotoğrafçının retrospektif sergilerine ev sahipliği yapar. Önceleri yalnızca fotoğraf sergileri düzenleyen bu mekanı sizlere tanıtmak istiyorum. Kurum, aynı zamanda gençlerin eğitimine büyük bir önem vermektedir ve iki katlı bir yapıya sahiptir. 2010 yılında Raymond Depardon ve Diane Dufour’un girişimleriyle, Paris Belediyesi’nin desteğiyle kurulan bu kurum, maddi kazanç amacı gütmeyen bir yapıdadır. 15 yıl içerisinde 30.000’den fazla ilkokul ve lise öğrencisine eğitim vermiştir. Kurumun amacı, gençlere dünya hakkında imgelerle düşünme yetisi kazandırmak ve toplumlarımızda yaşanan çalkantılara duyarlı bireyler yetiştirmektir. Bu sergi alanında, Fransa’da ilk kez sergilenen önemli bir Japon-Amerikan fotoğrafçıyla tanıştım ve bu fotoğrafçıyı bu sayıda sizlere tanıtmak istiyorum.
Yasuhiro Ishimoto’nun yaşam öyküsü ve eserlerinin modern fotoğrafçılığa olan etkisi, sanat dünyasında önemli izler bırakan hüzünlü fakat güzel bir hikayedir. Ishimoto, 1921 yılında Amerika’da Japon ebeveynlerin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve küçük yaşlarda Japonya’ya taşınmıştır. Ancak, 1939 yılında Japon ordusuna katılmamak için Amerika Birleşik Devletleri’ne geri dönmüş ve bu karar, onun hayatının yönünü değiştirmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Colorado’daki bir Japon-Amerikan toplama kampında kaderine terk edilmiş gibi görünse de, burada geçirdiği bir kazadan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve fotoğrafla tanışmıştır. Savaştan sonra tarım eğitimi alırken Chicago’daki bir fotoğraf kulübüne gitmeye başlayan Ishimoto, fotoğrafçılığa olan ilgisini artırır ve kendine has bir stil geliştirir. Eğitimine Chicago’daki Yeni Bauhaus (Institute of Design) okulunda devam eden Ishimoto, burada Bauhaus hareketinin Almanya’dan Amerika’ya göç etmiş eğitmenlerinden ders alır. Bu eğitim, onun fotoğrafçılık dilini şekillendiren en önemli faktörlerden biri olur. Ishimoto, Japon kültürel etkileri ile Bauhaus’un formalist-modernist yaklaşımını başarıyla harmanlamış ve bu özgün tarzıyla hem Amerika’da hem de Japonya’da tanınmayı başarmıştır. Ishimoto’nun eserleri, Bauhaus fotoğrafçılığı ile savaş sonrası Japonya’daki yeni sanatsal tarzları birleştirerek fotoğrafçılık tarihinde bir dönüm noktası oluşturmuştur.
Bu sergide Ishimoto’nun fotoğrafçılığının nasıl şekillendiğini ve sanatsal yolculuğunda hangi etkilerin belirleyici olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Ishimoto, burada ışık, hacim ve kompozisyon gibi görsel dilin temel unsurlarını ustalıkla kullanıyor. Deneysel çalışmalarını ve teknik hakimiyetini de burada anlayabiliyoruz. İki yıllık temel eğitimden sonra Harry Callahan ile çalışmaya başlayan Ishimoto, Callahan’ın doğallığa dayalı “straight photography” anlayışıyla, New Bauhaus’un yapı ve geometri odaklı formalist yaklaşımını birleştirerek kendine özgü bir dil oluşturmuş. Sergide yer alan 169 fotoğraf, Ishimoto’nun teknik ustalığını ve sanatsal vizyonunu sergiliyor. Özellikle Lake Michigan’da tatil yapan insanların yer aldığı seride, rastgelelik ile yapı arasındaki estetik uyum dikkat çekiyor. Bu fotoğraflar, hayatın doğal anlarını geometrik bir düzen içinde yakalamayı başarıyor. John Cage’in sözü Ishimoto’nun yaklaşımını özetler nitelikte: “Hayatsız bir yapı ölüdür; yapısız bir hayat ise görünmezdir.” Ishimoto, bu iki uç arasında mükemmel bir denge kurarak hem düzenin hem de hayatın bir arada var olabileceğini gösteriyor.
Serginin bir sonraki bölümünde, Yasuhiro Ishimoto’nun Kyoto’daki Katsura İmparatorluk Villası’nda çektiği fotoğraflar yer alıyor. Bu bölüm, Ishimoto’nun sanatsal gelişimini ve fotoğrafçılık dünyasındaki etkilerini daha iyi kavramamıza yardımcı oluyor. Ishimoto’nun Katsura İmparatorluk Villası’nda çektiği fotoğraflar, Japon mimarisi ile modern tasarım arasındaki ilişkileri gözler önüne seriyor. Edward Steichen ve Arthur Drexler, MoMa’da Japon mimarisi sergisi için Ishimoto’yu Japonya’ya gitmesini ve bu konuyu fotoğraflamasını istemişlerdir.
Katsura İmparatorluk Villası, 17. yüzyılda inşa edilmiş bir yazlık saray olup, döneminin mimari tekniklerinin zirvesi olarak kabul edilmektedir. Ishimoto, villada çalışırken, bu geleneksel yapıların modern mimarideki sade ve geometrik anlayışlarla paralellikler taşıdığını fark etmiştir. Ishimoto, Frank Lloyd Wright, Walter Gropius ve Le Corbusier gibi Batılı modern mimarların tasarım ilkelerinin izlerini Katsura’da bulmuştur. Villanın soyut geometrisi, alan kullanımı ve ahşap paneller gibi detaylar, modernizmin köklerinin Japon mimarisinde bulunduğunu ortaya koymaktadır.
Ishimoto’nun bu fotoğrafları, mimarinin güzelliğini belgelemenin ötesinde, Japonya’daki savaş sonrası tasarım anlayışını da etkilemiştir. Kenzo Tange gibi öncü mimarlar, Ishimoto’nun fotoğraflarından ilham alarak, Japon mimarisi ile modernliği birleştiren yeni bir mimari anlayış geliştirmişlerdir. 1960 yılında yayımlanan ‘Japon Mimarisi’nde Gelenek ve Modernlik’ adlı kitap, Ishimoto’nun bu fotoğraflarını ve Kenzo Tange’nin yazılarını içermektedir ve dünya çapında büyük ilgi görmüştür. Sergide ağırlıklı olarak mimari fotoğraflar olsa da plaj, anlar, teneke kutular, Tokyo ve New York sokak sahneleri gibi bölümler var ve biz de Ishimoto’nun genel anlamda fotoğrafçılığını anlayıp hayran kalıyoruz.
Sonuç olarak, Ishimoto’nun çalışmaları, Japonya’nın geleneksel estetik değerlerini modern tasarım dünyasına taşımış ve hem Japon mimarisinde hem de fotoğraf sanatında yeni bir çağ başlatmıştır. Le Bal’daki sergi, sadece bir retrospektif değil, aynı zamanda Ishimoto’nun Chicago ve Tokyo arasında geçirdiği savaş sonrası yıllarını ele alan fotoğrafları da sergilemektedir. Serginin ana teması, hayatın geçiciliğidir. Ishimoto’nun özellikle ‘Toki’ adlı serisi, insanın doğayla olan ilişkisini ve zamanın kaçınılmaz akışını göstermektedir. Eriyen karlar üzerinde kalan ayak izleri, doğanın geçici güzelliklerini anlatan yapraklar ve zamanla asfalta karışan teneke kutular gibi imgelerle, bu geçicilik duygusunu işlerken, aynı zamanda Budist felsefesinden esinlenmiştir. Budist felsefe ve zamanın akıcılığı arasındaki ilişki, Budizm’in temel öğretilerinde, özellikle de “anlık değişim” ve “geçicilik” (anicca) kavramlarında yatmaktadır. Budizm, var olan her şeyin sürekli değişim halinde olduğunu ve hiçbir şeyin kalıcı olmadığını savunur.
Ishimoto’nun fotoğrafçılığı, teknik açıdan da dikkat çekicidir. Tokyo’nun 23 özel semtinden biri olan Shibuya gibi kalabalık yerlerde çektiği bulanık figürler, bir taraftan hareketli görünürken diğer taraftan da insanın geçici olduğunu anlatmaya çalışır. Ishimoto’nun tarzını “geometri ve insani tesadüflerin” bir araya gelmesi olarak tanımlayabiliriz. Bir yandan modern mimarinin soyut yapısını, diğer yandan yaşamın rastlantısal ve kontrol edilemez yönlerini bir arada bulundurur. Aaron Siskind’in dediği gibi, Ishimoto “dünyanın nasıl göründüğünden, dünyada ne gördüğüm ve bunun ne anlama geldiğine” doğru bir dönüşüm yaratmıştır.
Son olarak, mimar Arata Isozaki’nin sözleriyle, “Ishimoto, modern Japonya’yı şekillendiren iki kişiden biridir. Noguchi heykelde, Ishimoto fotoğrafta başı çekenlerdir.” Callahan, Ishimoto’ya detaylara takıntılı bir çalışma disiplini kazandırmış ve kontrast baskı tekniklerini tanıtmıştır. Siskind ise soyut dışavurumculuktan etkilenmiş bir yaklaşım sunarak, hem grafiksel hem de belgesel bir tarzın nasıl harmanlanabileceğini öğretmiştir. Erken dönemde, Edward Steichen’in dikkatini çekerek, MoMA’daki ‘The Family of Man’ sergisinde yer almıştır. Ishimoto’nun fotoğrafları, güçlü bir görsel dilin ve kültürel sentezin nasıl mümkün olabileceğini göstermektedir. Fotoğrafçılığı, hem teknik hem de sanatsal açıdan değerlidir. Japon fotoğrafçılığını tanımak isteyen her fotoğrafçının Daido Moriyama, Araki, Masahisa Fukase ve Nobuaki Nakamura’yı ve mutlaka Ishimoto’yu incelemesi gerektiğini düşünüyorum. Paris’e yolu düşen fotoğraf severler de mutlaka LE BAL’e bir uğrasınlar, illaki önemli bir fotoğraf sergisiyle karşılaşacaklar. Ayrıca zengin kitapçısında da birbirinden güzel fotoğraf kitaplarını karıştırmayı da ihmal etmesinler.

Barok dönem; Kaos’tan Düzene altın köprü

Sanat tarihinde Kaostan düzene altın köprü

Barok sanat, yaklaşık XVII. yüzyılın başından XVIII. yüzyılın ortasına kadar uzanan önemli bir sanat hareketidir. Ancak bu hareket, yalnızca kendi başına bir dönem olmakla kalmaz, öncesindeki ve sonrasındaki sanatsal hareketlerle de büyük bir ilişki içerisindedir. Barok’un öncesini ve sonrasını anlamak, bu hareketin sanat tarihinde nasıl kök saldığını ve nasıl şekillendiğini kavramak açısından kritik bir önem taşır.

Barok’tan Önce: Yeniden Doğuşun Işıltısı ve Gerginliğin Kıvılcımları

Barok’tan önce, sanat dünyası iki büyük hareketin etkisi altındaydı: Rönesans ve Maniyerizm.

1. Rönesans: İnsanın ve Akılcılığın Zaferi

Rönesans, XV. yüzyılda başlayan ve insanın doğasını, bilgisini ve estetik algısını yeniden yorumlayan bir devrim niteliğindeydi. Sanatçılar, antik Yunan ve Roma’nın klasik değerlerini hayata döndürerek, perspektif, anatomi ve simetri üzerinde ustalaştılar. Leonardo da Vinci’nin detaycılığı, Michelangelo’nun heykeltraşlık dehası ve Raphael’in kompozisyonlarındaki uyum, bu dönemin ruhunu yansıtır.

Rönesans, denge ve düzen arayışında, insan aklının ve yeteneğinin sınırlarını zorlayan bir sanat dönemiydi.

2. Maniyerizm: Gerçekliğin Çarpıtılması

XVI. yüzyılın sonlarına doğru Maniyerizm, Rönesans’ın klasik düzenine karşı bir tepki olarak doğdu. Sanatçılar, figürlerin oranlarını abartarak ve renkleri dramatize ederek gerilimi ve duyguyu artırmayı amaçladılar. Bu dönemin eserlerinde, idealize edilmiş gerçeklik yerini, doğaüstü bir dramatikliğe bıraktı. El Greco’nun uzun, kıvrımlı figürleri ve Pontormo’nun canlı renkleri, bu tarzın örneklerindendir.

Barok’tan Sonra: Dekorun Işıltısı ve Zihnin Disiplini

Barok’un zenginliği ve teatral yapısı yerini, XVIII. yüzyıl ve sonrasında iki önemli harekete bıraktı: Rokoko ve Neoklasisizm.

1. Rokoko: Hafiflik ve Zarafetin Dansı

Rokoko, Barok’un yoğunluğundan bir adım öteye geçerek daha hafif, zarif ve oyunbaz bir tarz benimsedi. Pastel renkler, kıvrımlı motifler ve şairane sahneler, bu dönemin başlıca özellikleriydi. Fragonard’ın romantik eserleri ve Watteau’nun pastoral sahneleri, Rokoko’nun en gözde örneklerindendir. Ancak bu hareket, kimi eleştirmenler tarafından derinlik eksikliği nedeniyle hafife alınmıştır.

2. Neoklasisizm: Akıl ve Düzenin Yeniden Doğuşu

XVIII. yüzyılın sonlarında, Rokoko’nun zarafetine karşı bir tepki olarak Neoklasisizm yükseldi. Bu hareket, antik Yunan ve Roma’nın soğukkanlı, düzenli ve idealize edilmiş estetiğine geri döndü. Jacques-Louis David’in epik sahneleri ve Ingres’in detaylı portreleri, bu hareketin disiplini ve ciddiyetini yansıtır.

Sanat tarihindeki bu geçişler, yalnızca estetik zevklerin değil, aynı zamanda insanlığın düşünce ve duygu dünyasının evrimine de ayna tutar. Barok, kendisinden önce gelen düzenin karmaşıklığa, sonrasında ise karmaşıklığın yeniden düzene dönüşmesine zemin hazırlayan bir dönemin altın köprüsüdür.

Yıldızların Altında

 

 

Yıldızların Altında: Miho Kajioka ve Paul Cupido’nun Şiirsel Buluşması

Miho Kajioka ve Paul Cupido’nun eserleri, ışığın ve gölgelerin ardında saklı büyük bir ruhsallığını yansıtıyor. Bu ikiliyi tesadüfen arkadaşım Selçuk’un bir gönderisi vasıtasıyla  öğrendim. Sağolsun, Bir şey öğrenmeden geçen her gün kayıp sayılmalı*. Biri Japonya’nın Okayama kentinden çıkıp fotoğraf sanatında zarafetiyle tanınarak 2019 Nadar Ödülü’nü kazanmış bir isim. Diğeri, Hollanda’nın pastoral coğrafyasından gelen ve Zen felsefesinden ilham alarak hayali hikayeler dokuyan bir sanatçı. İkisi bir araya geliyor, şiirsel bir dille dokunmuş, benzersiz bir sergide yaklaşık yüz eserle izleyiciyi büyülüyor. Sergi Polka Galeri’de 18 Ocak 2025 e kadar devam edecek. Polka Galeri, Jeu de Paume MEP (Maison europeenne de la Photographie), Le Bal, HCB Vakfı Henri Cartier Bresson vakfı fotoğraf galerileri gibi Parisin en önemli fotoğraf galerileri arasında ayrıca yıllardır muhteşem bir fotoğraf dergisi çıkartır.

Bu sergi, yalnızca iki farklı sanatçının eserlerini yan yana getirmekle kalmıyor; aynı zamanda onların ortak duyarlılıklarıyla örülen bir diyalog alanı yaratıyor. Miho Kajioka, Japonca’da “yıldızlı gece” anlamına gelen hoshizukiyo kelimesini merkeze alarak serginin temellerini inşa etmiş. Ona göre bu kelime, yıldızlı gecenin olmazsa olmaz bir unsuru olan Ay’ı da içinde taşıyor: zuki. Kajioka’nın sözleriyle, hoshizukiyo, “Van Gogh’un aynı isimli tablosundaki gibi bir geceyi değil, Ay’ın ve yıldızların insanın ruhunda uyandırdığı derin yolculuğu” ifade ediyor. Bu sergi, işte bu yolculuğun sonucu ortaya çıkan bir sergi.

Miho Kajioka’nın eserlerinde, Japonya’nın köklü kültüründen gelen bir geleneksel form olan tanzaku dikkat çekiyor. XIV. yüzyıldan beri kullanılan, dikey kağıt şeritleri üzerine inşa edilmiş bu baskılar, yalnızca görsel estetiğiyle değil, aynı zamanda Japon yıldız festivali Tanabata’yı hatırlatan ritüel bir anlamla da yüklü. Tanzaku, dilekleri yıldızlara taşıyan bir araç; Miho’nun anlatısında ise, insanın içsel evreninden uzaya uzanan bir yolculuğun metaforu.

Paul Cupido’nun çalışmalarıysa, Ay’ın insan ruhundaki yerini daha farklı bir bakış açısıyla ele alıyor. Miyakojima Adası’nın karanlık gecelerinde geçen bir hikaye üzerinden, Ay’ın ışığını “sessizlik, boşluk ve karanlığın ortasında bir yaşam çizgisi” olarak betimliyor. Cupido’nun Zen felsefesinden esinlenen eserlerinde, Batı dünyasında genellikle olumsuz algılanan Mu kavramı öne çıkıyor. Ona göre Mu, boşluğun yaratıcılığı doğurduğu bir alan; sadelik ve arınma, yani bir nevi  yeni olasılıklara açılan bir kapı. Ay, bu serüvende insanın evrendeki yerini hem küçülten hem de büyüten bir rehber.

Bu sergi, iki sanatçının ortak noktalarından biri olan Ay üzerinden yükseliyor. Ay, hem Kajioka’nın hem de Cupido’nun dünyasında yalnızca bir gökyüzü nesnesi değil; aynı zamanda bir metafor, bir köprü, bir rehber. İnsan ruhunu küçülterek kendi içine döndüren, ama aynı anda onu yıldızlara ve evrenin sınırsız büyüklüğüne bağlayan bir ışık kaynağı.

Miho Kajioka ve Paul Cupido’nun narin Japon kağıtlarına işlenmiş eserleri, yıldızlarla parıldayan bir gecede iki farklı bakışı bir araya getiriyor. Bu sergi, gökyüzünün altındaki insanın hikayesini anlatıyor: Yalnızlık, umut, yaratıcılık ve evrensel bağlantılar. Yıldızlı geceler temasında buluşan bu iki sanatçı, izleyiciyi yalnızca eserlerini görmeye değil, ruhlarının derinliklerinde bir yolculuğa davet ediyor.

12, rue Saint-Gilles
75003 Paris, France

Raclette ya da Raklet; Bugün onun günü ..

Bugün Raclette günü. Vikipedia doğru yazılımı konusunda karar verememiş. Raclette veya Raklet kelimlerini doğru kabul etmiş.  Türk Dil Kurumu Sözlüklerinin tümünde ise durum çok daha ilginç. O sözlükler bu yemeği tanımıyor. Ne Raklet ne de Raclette. O zaman ben orijinal ismini koruyarak önce size  Raclette’in öyküsünü anlatayım sonra da Paris’te güzel raclette yiyebileceğiniz bir kaç adres vereyim.

Bugün Fransada Raclette geleneği, İsviçre Alpleri’nin yüzyıllar öncesine dayanan sade ama bir o kadar da ilginç bir hikâyeye bağlıdır. Bu gelenek, yalnızca bir yemeğin değil, bir yaşam biçiminin, bir coğrafyanın ve bir kültürün izlerini taşır. İsviçre’nin Valais kantonunda, dağların dik yamaçlarında hayvanlarını otlatan çobanların tesadüfen yarattıkları bu yemek, bugün dünyanın dört bir yanında sıcak sohbetlerin eşlik ettiği sofraları süslemektedir.

Bir efsaneye göre, bu öykü tamamen bir tesadüfle başlamıştır. Çobanlardan biri , ateşe yakın duran peynirinin sıcaktan eriyip yüzeyinin yumuşadığını ve kokusunun da mis gibi çevreye yayıldığını fark eder. İlk lokmayı ağzına götürdüğünde  doğanın damağına küçük bir mucize hediye ettiğini düşünür: zaten çok lezzetli olan o erimiş peynirin  lezzeti farklı boyutlara ulaşmıştır.  Raclette peyniri, İsviçre’nin en güzel ürünlerinden biridir. Çiğ inek sütünden yapılan, preslenmiş  bu peynir, Valais bölgesinin yerel aromalarını taşır. Bugün AOP (Appellation d’Origine Protégée) etiketiyle korunan bu ürün, hala geleneksel yöntemlerle üretilmeye devam etmektedir. Ancak raclette yalnızca İsviçre sınırları içinde kalmamış, zamanla Fransa’nın Savoie bölgesinde de kendine bir yer bulmuş, farklı şekillerde zenginleşmiştir.

1950’li yıllarda elektrikli raclette makinelerinin icadıyla birlikte bu gelenek modern bir kimlik kazandı. Artık ateşin başında bekleme işi bitmişti. Peynirin yavaşça erimesini izlemek, arkadaşlarla paylaşmak, bu yemeği  ritüele dönüştürmüştü. Keyif anları da cabasıydı. İsviçre’de raclette, genellikle haşlanmış patates, turşu ve küçük soğanlarla sade bir şekilde sunulur. Ancak Fransa’da bu yemeğin takdim şekli çok daha zengindir: raclette genellikle çeşitli şarküteri ürünleriyle yani  jambon, salam, sucukla birlikte servis edilir, raclette’in bulunduğu sofralar  ziyafete dönüşür.

Raclette, insana  sıcak bir ortam düşüncesi verir. Hayatı  yavaşlatmayı, tadını çıkarmayı ve paylaşıcı olmayı öneren bir yanı vardır. İçindeki o dağ esintisi, bugün şehirlerin hızlı temposunu bile  duraklatır. Raclette bir yemeğin ötesinde bir şeydir.

Raclette, sıcak ve samimi yemeklerin sembolü olarak soğuk havaların vazgeçilmez bir lezzetidir.

 

Paris’te, ister geleneksel ister gurme bir deneyim arayanlar için en iyi adresler:

1. Monbleu (9. Bölge)

• Özellik: Peynir restoranı olan bu mekânda, sınırsız raclette (şarküteri hariç) sunuluyor.

• Avantaj: 100’den fazla peynir çeşidiyle geniş bir seçim imkânı.

• Fiyat: Menü 28 ila 37 € arasında.

• Kimler için ideal? Peynir tutkunları ve farklı tatları denemek isteyenler için.

2. Le Chalet Savoyard (11. Bölge)

• Özellik: Morbier, rokfor, tomme gibi farklı raclette çeşitleriyle zengin bir menü.

• Fiyat: 29 ila 42 € arasında değişiyor.

• Kimler için ideal? Samimi bir ortamda çeşitli Savoy tatlarını denemek isteyenler için.

3. Les Fondus de la Raclette (11. ve 14. Bölgeler)

• Özellik: Raclette ve diğer dağ mutfağı lezzetlerine odaklanan bir menü.

• Fiyat: Geleneksel mekânlarla benzer bir fiyat aralığında.

• Kimler için ideal? Rahat bir ortamda Savoy tarzı yemekler tatmak isteyenler için.

4. Le Chalet du Park (Park Hyatt Paris-Vendôme)

• Özellik: Yıldızlı şef Jean-François Rouquette’in elinden çıkan gurme bir raclette deneyimi.

• Avantaj: Lüks bir atmosferde eşsiz bir akşam yemeği.

• Fiyat: Kişi başı 210 €.

• Kimler için ideal? Unutulmaz bir akşam yemeği deneyimi arayan gurmeler için.

Sonuç

İster geleneksel bir raclette ister yüksek seviyede bir gurme deneyimi arayın, Paris her bütçeye ve zevke uygun seçenekler sunuyor. Bir sonraki raclette keyfiniz için bir yıl beklemeyin

 

?

Covid neredesin?

 

 

Kış geldi, beraberinde mevsim hastalıklarını da getirdi. Aşılar olunmaya başlandı. Covid yeniden hatırlandı.

COVID-19 pandemisi, sağlık dünyasında sadece solunum sistemi üzerine değil, aynı zamanda dolaşım sistemi üzerine de derin etkiler bırakan bir kriz olarak karşımıza çıkmıştı. Covid  hastalığı ö zellikle pıhtılaşma sorunları, hastalığın akut döneminde ve sonrasında hayatı tehdit eden ciddi komplikasyonlara yol açabilmektedir. Ancak, bu risklere karşı alacağımız bireysel ve tıbbi önlemlerle kendimizi korumak mümkündür.

COVID-19 sürecinde bedenin uzun süre hareketsiz kalması, kan dolaşımını olumsuz etkileyerek pıhtılaşma riskini artırabilir. Bu nedenle, özellikle evde ya da hastanede geçirilen izole dönemlerde bile, basit bacak hareketleri veya yatakta yapılabilecek küçük egzersizlerle dolaşımı desteklemek hayati bir öneme sahiptir. Unutulmamalıdır ki, kanın sürekli hareket halinde olması, damarlarımızın sağlığını koruyan en temel unsurlardan biridir.

Beslenme alışkanlıklarımız da bu süreçte büyük bir rol oynar. Omega-3 yağ asitleri bakımından zengin besinler, taze sebzeler ve meyveler hem bağışıklığı destekler hem de iltihaplanmayı azaltır. Sigara ve alkol gibi alışkanlıklardan uzak durmak ise, damar yapısını ve kanın akışkanlığını koruma açısından kritik bir önlemdir. Bunun yanı sıra, yeterli miktarda su tüketmek, kanın yoğunlaşmasını engelleyerek dolaşımı düzenler.

COVID-19 sırasında doktor kontrolünde kan sulandırıcı ilaç kullanımı da gerekebilir. Ancak bu, bireysel kararlarla değil, tıbbi değerlendirme sonucunda alınması gereken bir önlemdir. Özellikle önceden kalp hastalığı, diyabet, obezite veya pıhtılaşma bozuklukları gibi risk faktörlerine sahipseniz, bu durumu doktorunuzla paylaşmanız önemlidir.

Hastalığın akut dönemini atlattıktan sonra bile risklerin tamamen sona ermediğini bilmek gerekir. COVID-19 sonrası birkaç hafta boyunca pıhtılaşma riski devam edebilir. Bu dönemde, nefes darlığı, göğüs ağrısı veya bacaklarda şişlik gibi belirtiler göz ardı edilmemelidir. Erken müdahale, hayati komplikasyonların önlenmesinde belirleyici olabilir.

Ayrıca, bağışıklık sistemini desteklemek, COVID-19’un neden olduğu iltihaplanmayla mücadelede güçlü bir zemin hazırlar. D vitamini, C vitamini ve çinko gibi takviyeler, bağışıklığın güçlenmesine katkı sağlayabilir. Bu süreçte, bedenimizin yalnızca fiziksel değil, psikolojik ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurmak gerekir. Sağlıklı bir beden, dingin bir zihnin ve dengeli bir yaşamın üzerinde yükselir.

Son olarak, COVID-19 aşısı, sadece hastalığın şiddetini azaltmakla kalmaz, aynı zamanda pıhtılaşma riskini de düşürerek koruyucu bir kalkan işlevi görür. Ancak aşının sağladığı bu avantaj, bireysel önlemlerle desteklenmediğinde tek başına yeterli olmayabilir. Sağlığımızın tüm yönlerini kapsayan bir yaklaşım benimsemek, hem kendimizi hem de sevdiklerimizi korumanın anahtarıdır.

Bir fotoğraf kitabı nasıl yapılır?

Kapadokya adlı kitabımın yapım süreci ve  hikayesini anlatmam istendi.

Kapadokyanın gizemine çok önceleri 17 yaşımda kapılmıştım. Kitap fikri ise çok sonradan bir kıvılcımla geldi. Oysa bu kitaptan önce sıradan Ripple Marks adlı İzlanda abstre fotoğraflarından oluşan Amerikan Blurb yayınevinde basılan  amatör fotoğraf kitabım ve Gültekin çizgenin rehberlik ettiği Doğa adlı  yine başka amatör bir fotoğraf kitabı yapmıştım. Ama Kapadokya kitabı farklı bir şekilde gelişti. Kitabın basımından tam 2 yıl önce  bir mucize gerçekleşti. Kamboçyanın Angkor tapınakları arasında gezinirken beni çok etkileyen bir fotoğraf kitabıyla karşılaştım. 

John McDermott İngilteredeki rahat hayatını bırakıp hayallerinin peşinden Kamboçyaya gidip   ve orada 14 yıl yaşadıktan sonra  2009 da Elegy (Ağıt) “Angkor’un yansımaları” adlı  kitabı yapmış ve yayınlamış. Ben de o sıralar 10 senedir Kapadokya fotoğrafları çekiyordum. Uzun soluklu bir işti. Çekip bir kenarda biriktiriyordum. Film, slide veya dijital. Sanki günün birinde bir işe yarabilecek bir şeyler olur diye tüm lenslerimi kullanıyor ağırlıklı olarak manzara fotoğrafına uygun geniş açılı lenslerimi ve alan derinliği yüksek f değerlerini yeğliyordum. Her türlü ortamı kullanmıştım. Merih Akoğuldan fotoğraf dersleri almıştım. Sıra  bu birikenleri ne yapılabilir diye düşünmeye sıra  gelmişti. Siem Reap bölgesinde Angkor tapınaklarını ziyaret ederken oradaki  küçücük hediyelik eşya satan butikte bu kitapla karşılaştığım. İşte o anda Kapadokya kitabı ile ilgili kıvılcım çaktı. İlham Kamboçyada geldi diyebiliriz. Böylesine büyük bir iş yapmalıyım dedim kendi kendime. Kapadokyanın gizemini dünyaya taşımalıydım. Nitekim dünyaya taşıdım ama John McDermott un yaptığını yapamadım. Tüm uğraşılarıma rağmen kitabı ve sergisini ne Kapadokyaya ne de Ülkeme taşıyamadım. Birisi Fransız Profesyonel fotoğrafçılar derneğinin galerisinde olmak üzere Pariste 2 sergi yaptım ama kitap ne Türkiyede ne de Kapadokyada ilgi gördü. İlk kez  12 yıl sonra ülkemde kitap dağıtılıp tükendikten sonra gündeme geldi. TRT2 kitapla ilgili bir röportaj gerçekleştirdi. TRT nin bu kültür kanalına teşekkür ederim.

Kitap için bahsettiğim kıvılcım çakınca çalışmaya başladım. Bir kitabın oluşmasında olmazsa olmaz 4 faktörü bir araya getirmeye karar verdim. Daha önce de doktorlukla ilgili mesleki kitapların   fotoğraf, yeme-içme, popüler bilim kitapları ve şiir kitabı yazmıştım. Bu seferki daha “kitap kitap” olmalı hatta gerçek bir sanat kitabı olmalıydı. Nitekim oldu da. 

Bana göre başarılı bir fotoğraf kitabı için olmazsa olmaz dört faktörü şu şunlar. Küratör, Matbaa, Kitap designer’ı ve sanat eleştirmeninin girşi yazısı. Küratör ünlü fotoğrafçı Fethi İzan kitabın küratörlüğünü yaptı, Kıymetli Designer  Mehmet Ali Türkmen kitabın tasarımını yaparken kitap için özel logo üretti. En önemli basamak kitabın basımı Türkiye’nin hatta dünyanın önde gelen ve fotoğraf kitabı basımında ustalaşmış matbaası değerli Alparslan Baloğlu’nun yönetimindeki A4 Offset’in nazik dokunuşuyla gerçekleşti. Nihayet kitaba ruh katan, aramızdan 2022 de ayrılan Fotoğraf sanatçısı, eğitmen, yazar, fotoğraf kuramcısı Orhan Alptürk de kitabın giriş yazısını yazdı. Böylece kitap 2012 yılında doğdu. Türkçe ön yazılı idi. Arles fotoğraf festivaline gitti beğeni kazandı. Değişik ülkelerden sahip olmak isteyenler oldu. Onlara gönderildi. Ancak uluslararası platformda hem Kapadokyayı hem de ülkemi tanıtmayı arzu ettiğimden kitabım bir de İngilizce basılmasını arzu ettim. 2 yıl sonra kitap bu kez İngilizce olarak dağıtıma girdi. Her baskı 1000 er tane basıldı ve baskısı tükendi. Nadir kitap web sitesinde de artık kolay kolay bulunmuyor. Üçüncü baskısı için burada görücüye çıkıyor diyebilirim. Belki ülkemiz turizmine küçük bir katkı sağlayabilir. Bütün arzum bu yöndedir.

Kitabın teknik özelliklerine gelirsek

 

Kitabın içindeki Fotoğraflar 15 yıl boyunca çekildi. Dönemlerin tüm teknikleri kullanıldı. Filmli fotoğraf, slide, çeşitli rezolüsyonlarda dijital ortamdan yararlanıldı ve hem renkli hem de siyah beyaz teknikler kullanıldı. Negatif film pelikülü üzerine kaydedilmiş siyah beyaz ve renkli analog fotoğraf kareleri taranarak dijitalize edildi ve büyük olasılıkla Türkiye’de bir ilk olarak triton baskı tekniği ile terre de sienne brule (Yanık Siena Toprağı) renginin üst koyu ve alt açık katmanlarından seçilen renkler ile basıldı. Kitabın kağıtları İtalyadan ithal edildi. Böylece tüm fotoğraflar ortak bir fotoğraf diline sahip oldular.  Kapak ve cilde çok özenildi kitap için özel tasarlanmış logolar kapakta bakır varak yaldız ile özel olarak basıldı.

Gelelim sizin de   üzerinde hassasiyet ile durduğunuz görsel bir hikayenin oluşum sürecine.

Bildiğiniz gibi Kapadokya eşsiz, mistik dünyada benzeri bulunmayan çok derin tarihi miraslara sahip bir bölge. Kendi gelenekleri olan ilk hristiyanların hristiyanlık dini ve bu dinin okullarını kurdukları olağanüstü bir bölge. Jeolojik ve coğrafi yapısı çok özel. Tüf denilen toprağının parmaklarla bile kazılıp yerleşke veya saklanmak için  yer altı şehirlerinin yapılmasına uygun ideal bir ortam olması bölgeyi daha da özel hale getiriyor. Benim elimde birikmiş 24.000 fotoğrafdan nasıl bir hikaye oluşacaktı. İnsanlar var, insanların yaşamından kesitler var, köyler var, kiliseler var. Muhteşem manzaralar var, balonlar var. Turistler var, yeme içme mekanları var. İnsan ve doğaya dair ne isterseniz var. Tüm bunların arasında bir tercih yapıp bir hikaye anlatmamız gerekiyordu. Her tercih bir vazgeçiştir. Biz de yukarıya baktık. Erciyes dağının yüceliklerine baktık ve aşağı doğru yavaş yavaş inerek önce doğaya göz diktik. Diğerleri her yerde vardı ama bu doğal güzellikler başka yerde yoktu. Doğal güzelliklere odaklanarak tercihimizi ve hikayemizi bu bakış açısıyla yazmaya karar verdik. 24.000 fotoğraftan doğayı en güzel anlatan beğendiğimiz 119 fotoğrafı kitaba aldık. Bir top tutan çocuk, bir at arabalı köylü ve bir balon fotoğrafı ile bölgenin ölü bir bölge olmadığına da gönderme yaptık.

Proje sırasında hiç bir sorun yaşamadık. Fethi İzan, Mehmet Ali Türkmen ve Alparslan Baloğlun’dan oluşan ekip mükemmel bir işbirliği anlayış ve kardeşlik ortamında mükemmel bir iş çıkarttılar.

Bir proje biter mi sorunuzun cevabı kısaca evet! Bitmese de bitirilmeli. Bence bitmeyen bir proje proje değildir. İllaki bitirilmelidir ve yeni projeye başlanmalıdır. Yaşam arkası arkasına gelen projeler bütünüdür.

Bu projeyi yeniden yapsaydım fazla bir şey değiştireceğimi sanmıyorum. Bana göre yeterine başarılı proje. Diliyorum bunu takip edenler de en az bu kadar başarılı olurlar.

Borderland mi? Bodyland mi?


Irmak Dönmez’in sergi davetiyesi elime geçtiğinde çok mutlu oldum. Paris’e yerleştiğimde başlangıçta   Türk sanatçıların ve Türk kadın sanatçıların Paris sanat arenasında bir türlü hak ettikleri yeri bulamadıklarından şikayet eder dururdum. Sonraları vites küçülttüm acaba hak etmediklerinden mi bulamıyorlar yoksa başka sorunlar mı var diye düşünmeye başladım. Bu yıl Paris Photo’da bir tek Türk kadın fotoğrafçı vardı. Genç umut vadeden fotoğrafçıların açtığı önemli sergi Circulation(s) da 24 fotoğrafçıdan bir tanesi bile Türk değil. Arles fotoğraf Karşılaşmalarında da durum farklı değil. Sonuçta üzücü bir durum. Arada sırada tek tük Türk sanatçıları Paris Photo’da, Art Paris, Paris Bazel ve diğer uluslararası fuarlarda görünce mutlu oluyor onlarla veya onları temsil eden galeri sahipleriyle tanışmaya çalışıyorum. Elimden geldiğince de onları bloğumda yazıyorum. Irmak Dönmezi aslında çok önceleri tanımıştım. Üniversitede sanat eğitim alıyordu. Daha sonra İzlanda gezimizde rastlaşmış orada rezidans aldığını öğrenmiş mutlu olmuştuk. Nihayet Paris geçici Grand Palais deki Art Paris’de sergisini görüp eserlerinin çok güzel sattığını görünce göğsüm kabarmıştı. O konuda yazdığım yazı da bu bağlantıda; https://mehmetomur.net/blog/2023/03/29/art-paris-2023-f…iki-turk-sanatci/İşte nihayet yeni bir Alev Ebnuzziya bir  Nil Yalter filiz veriyor diye düşünmüştüm. Bu düşüncemiş boş olmadığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor. İşte Irmak Dönmezin son sergisi; karma sergisi ama karma sergi diyerek hafife almamak gerek. İtalyan küratör Teresa Ranchino vücut konusunda değişik ülkelerden aynı temayı farklı tekniklerle çalışan 6 sanatçıyı bir araya getirerek bu sergiye anlam katmış. Eserler birbirleriye diyalog halinde. Irmak Dönmez, eminim sadece Fransada değil başka ülkelerde de tek başına sergiler açacak. Çünkü cesareti ve sanatı bunun ip uçlarını veriyor.    28 Kasım – 5 Aralık 2024 tarihleri arasında Paris’in yaratıcı nabzını tutan Confort Mental’de sanatseverlerle buluşacak olan BORDERLAND (Sınır Bölgeleri) sergisinde Irmak’ın dışında 5 sanatçı daha var. Ortaklaşa küçük bir fanzin çıkartıp dertlerini şöyle anlatmışlar;

Bedenimiz, bize göre dünyanın tam merkezinde duruyor. Takıntıların merkez üssü, sürekli bir merak ve gözlem odağı. Bir an bile kaçamayacağımız bir gerçeklik: Benim mutlak mekânım, saklanma köşelerimi bile paylaşmaya mecbur olduğum bir yoldaş. Bana ait olduğu kadar benim de ona ait olduğum, seçilmemiş bir gerçeklik. Maddesel, katı, tekil bir alan, varoluşun kaçınılmaz kabuğu—beni sınırlandıran, taşıyan ve algılanabilir bir gerçeklikte sabitleyen bir zarf.

Bu beden, varoluşumun şekil aldığı, kendini ifade ettiği ve kaçınılmaz olarak tanımladığı opak bir ayna. Peki, ya ondan kurtulabilseydim? Ya onun şeklini, biçimlerini, niteliklerini seçme özgürlüğüm olsaydı? Ya onu dönüştürüp, durağanlığını ve normlarını aşabilseydim? Utopia kıyılarına doğru kanatlanmayı, kendi dokumda küçük bir yırtık açmayı, o yırtığı genişletmeyi ve şeffaf, parlak, hızlı bir bedene sahip olmayı isteseydim? Ya da hayvani bir beden, uçan bir beden, canavarımsı, tanımlanamaz bir beden? Bedensiz bir beden?

Bu, belkide bir yumurta kabuğunu kırmak gibi olurdu. Yeni bir varoluş alanında, etim bin parçaya ayrılır, kaslarım saf enerjiye dönüşür ve sinirlerim ışık ipliklerine dönüşürdü. Burada 2024 yapımı Cevher, Substance filmi akla geliyor.

Fanzinde sanki ‘Bir Aşk Mektubu’ yazmışlar

“Her yönden bu beden, beni içinde barındıran ve benim içinde barındırdığım, bir kayıp gidiyor ve bir bana geri dönüyor, sanki bilincimin yılanbalığı, ‘ben’e bağlı bir yılanbalığı gibi.”

— Rossana Rossanda

Teresa şöyle konuşuyor;  ‘Hayatımızdaki tüm ilk deneyimler gibi, özellikle de aşkla ilgili olanlar gibi, ilk sergimizi hazırlarken küratör olarak çalışmak bir bilinmeze atlayış hissi uyandırdı. Bizi karşılayan o bilinmeyen, pırıltılı bir tramplen gibiydi; nereye ineceğimizi bilmiyorduk: berrak bir havuza mı, yoksa alçalan dalgayla açığa çıkan bir kaya parçasına  mı? Kusursuz bir senkronize dalış nasıl yapılır, onu da bilmiyorduk. İlk stüdyo ziyaretlerimiz, başka dünyalara açılan portallar, mahremiyetin fragmanlarına bakan pencereler gibi oldu. Bu alanlarda her kaos unsuru bir ruha, bir yaşam gücüne sahipti: eşyalar dans ediyor, duvarlar Lascaux mağaralarının kıvrımlarına dönüşüyor, ince bir toz sisi zemini örtüyordu. Her şey sürekli bir oluş hâlindeydi; hiçbir şey tanımlanmış değildi ve zaman bile alışıldık kurallarından sıyrılıyordu. Her sanatçının bizi karşılamadaki neredeyse anaç özeni bizi çok etkiledi. O alanları dolduran bu çok canlı enerjiyi taşımaya karar verdik, sergi sırasında umuyoruz bu enerji hissedilir.’

‘BORDERLAND bir deneydir—sadece nasıl tasarlandığı ve “tamamlandığı” açısından değil, içeriği bakımından da. Temamız olarak bedeni seçtik, çünkü beden, varoluşla ilk ve son temas noktamızdır: dünyada olmanın ilk deneyimi ve ondan vazgeçtiğimiz son şeydir. Bu yolculuk boyunca beden aynı zamanda en tartışmalı ve bir bakıma en gizemli parçamızdır. Ve işte burada, hep burada—“ben”e bağlı bir yılanbalığı gibidir. Beden algısı üzerine ciltler dolusu yazılmıştır ve biz de aylar boyunca bu yazılar arasında gezinme fırsatı bulduk, bazen tamamen kaybolduk. Bizi yönlendiren ışık, bir soru sorma ihtiyacı oldu—kendimize, sanatçılara ve sergiyle etkileşime geçen herkese sorduk. Eğer beden bu kadar çok şekilde temsil edilebiliyor ve yorumlanabiliyorsa, yalnızca bildiğimiz tek bir beden olmadığını kabul etmiş olmuyor muyuz?’

Teresa devam ediyor;

‘Bu sergi, bedenin çoklu anlamlarını keşfetmeye, onun somut ve soyut imgeleri arasında bir yolculuk yapmaya davet ediyor. Bedenin “ben”le olan bu bağı, belki de bizi insan kılan en derin bağdır—ve bu bağın izlerini takip etmek, bilincimizin kıvrımları arasında dans eden bir yılanbalığının peşine düşmek gibidir.

Bedeni Bir Geçiş Alanı Olarak Hayal Ettik

Bedeni, kategorilerin ve normların çözülüp her bakış açısının meşruiyet kazandığı, yeni olasılıkların filizlenip büyüyebileceği verimli bir alan olarak hayal ettik. Bu sınır mekânı, bilinen ile bilinmeyen arasındaki gerilimi temsil ediyor; geleneksel yapıların yıkıldığı, kesinliklerin sarsıldığı ve bedenin sabit sınırlarından kurtularak yeni, bazen sert ve grotesk formlar aldığı bir ara dünya. Amacımız, bedenin ve dolayısıyla kimliğin tek, sabit bir anlamla tanımlanmasını sorgulamak. Her bir sanatçı, bedenin dönüşümüne dair kendi vizyonunu kimi zaman estetik, metafizik, derinlemesine kişisel ya da kaçınılmaz şekilde politik yorumlarla hayata geçirdi.’

Seçilen sanatçıları arama süreci uzun ve özenli bir yolculuktu. Kozmik bir şekilde, çoğu zaman sanki onlar bizi buluyormuş gibi hissettik; adeta aramızda bir tür manyetik çekim vardı. Her sanatçıyı birleştiren unsur, kullandıkları malzemelerdeki cesaretti: balmumu, deri, seramik, kumaş, duvarlara çizilen grafit, sprey boya, jelatin ve hatta yiyecek gibi biçimlendirilebilir ve deneysel materyaller. Bu materyaller, tarihsel olarak sanat dünyasında baskın olan tuvalin katılığına meydan okuyor. Bu çalışmalar, aksine, kırılganlık, dönüşüm ve çürüme üzerine inşa ediliyor; değişmeyen bir sanatsal forma dair fikri sorguluyor.

Eserler, izleyiciyi dönüşümün inceliklerini fark etmeye zorluyor: ışığın gizli yönleri açığa çıkarışı, zamanın saklı patikasını bir meşale gibi aydınlatıyor.
Sergi, bedenin yalnızca fiziksel bir kabuk değil, aynı zamanda dönüşümün, yeniden yaratmanın ve direnişin de mekânı olduğuna vurgu yapıyor.

Mikhail Bakhtin’in grotesk kavramını ilham kaynağı olarak alan bu sergi, kimliğin sabitliğine meydan okuyan, bedenin dekonstrüksiyonu ve yeniden yapılanması üzerinden anlam arayışına çıkan eserlerle dolu. Bedenin hem sınırlayan hem de dönüştüren yapısına dair bu çok katmanlı anlatı, ziyaretçileri alışıldık kavramları sorgulamaya davet ediyor.

Sanatçılar ve Perspektifleri
Sergide yer alan altı sanatçı, her biri kendi özgün ifade biçimleriyle bedenin sınırlarını arayıp göstermeye çalışıyor:

Alice Bandini: Atık malzemelerle çalışan Bandini, zamansallık ve madde arasındaki ilişkiyi  sorguluyor. Entropi ve insan kibri temalarını deri ve miselyum gibi organik malzemelerle işleyen sanatçı, dönüşümün kaçınılmaz doğasına ışık tutuyor.
Lorenzo Conforti: Hayal gücüyle beslenen eserlerinde, izleyiciyi rahatsız edici fakat aynı zamanda büyüleyici bir atmosferin içine çeken Conforti, belirsiz imgelerle dolu gerçeküstü dünyalar yaratıyor. Çeşitli medyaları ustalıkla kullanan sanatçı, sınırların ötesinde birbakış açısı sunuyor.
Hugo Guérin: Heykel ve görsel sanat disiplinlerini buluşturan bu sanatçı, canavarımsı figürlerin hibrid doğasını inceliyor. Groteskin sınırlarında dolaşan eserleri, “öteki” olma algısını yeniden yorumlayarak hibrit bedenler aracılığıyla güçlü bir dönüşüm hikâyesi sunuyor.
Michel Jocaille: Kapitalist estetiğin aşırılıklarına meydan okuyan Jocaille, kitsch ve kamp estetiğini cesurca kucaklıyor. “Kötü” malzemelerle çalışan sanatçı, cinsiyet ve akışkanlık temalarını ele alırken, bizi estetik anlayışımızı yeniden gözden geçirmeye çağırıyor.
Yasmine Louali: Tüketim, ritüel ve bellek arasındaki kesişim noktalarını araştıran Louali, mutfak unsurlarını performans ve heykelle birleştiriyor. Özellikle yiyeceklerin toplumsal ve kültürel anlamlarına odaklanan sanatçı, ritüellerin duygusal ve fiziksel etkilerini sorguluyor.
Burada Irmak Dönmezi diğerlerinden ayırıp ona daha çok yer açacağım.

Irmak Dönmez: Dönmez kadınlık ve annelik kavramlarını göğüs ve cinsel organlar üzerinden ele alıyor. Beslenme ile ticarileştirme arasındaki gerilimi somutlaştırdığı eserleri, toplumsal beklentilere dair keskin bir eleştiri niteliğinde.Irmak Dönmez’in sanatsal araştırmaları,  bedeni fenomenolojik bir açıdan ele alarak toplumsal ve kültürel beklentilerin onun öz varlığını nasıl dönüştürdüğünü ve dayatılan anlamlarla nasıl bir form kazandırıldığını inceliyor. Lacan ve Heidegger’in fikirlerinden ilham alan Dönmez, bedeni biyopolitika, toplumsal cinsiyet dinamikleri ve feminist ile queer teorinin kesişim noktalarından hareketle analiz ediyor. Çalışmalarında merkezi bir motif olarak göğüs yer alıyor; beslenme kaynağı ve arzu nesnesi olarak göğüs, hem yaşamı sürdüren hem de metalaştırılan bir öge olarak, bu iki zıtlık arasındaki gerilimi yansıtır. Dönmez, göğüsü, cinsel nesneleştirme süreciyle öznel deneyiminden koparılan ve “paketlenmiş” bir ürüne dönüşen metalaştırılmış kadınlık analizi için bir odak noktası olarak ele alıyor.

Sanatsal işlerinde Dönmez, bedeni parçalanmış kurgulayarak  sembollere ayırıyor ve yeniden yapılandırıyor; bu semboller, hibritlik ve dönüşüm hissi uyandırıyor. Bedeni, organik unsurlar olarak görselleştiriyor; her bir parça, sanatçının arzu, güç ve kimlik kavramlarına duyduğu hayranlığı yansıtıyor.  Queer, kendi içinde işleyen bir ekosistemde rolünü yerine getiriyor. Dönmez, ayrıntılı ve çoğu zaman ironik kompozisyonlarıyla annelik, kutsallık ve kadın bedenini şekillendiren gizli güç dinamiklerini sorguluyor; izleyiciyi, bu hem mahrem hem de evrensel alan hakkındaki algılarıyla yüzleşmeye davet ediyor.
Irmak Dönmezin sanatından sonra biraz da kendisini tanıyalım. Irmak Dönmez, 1987 yılında İstanbul’da doğmuş, seramik sanatını toplumsal ve bireysel anlatılarla birleştirerek özgün bir yol açan bir sanatçıdır. Güzel Sanatlar Lisesi’nde başlayan sanatsal yolculuğu, Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Görsel Sanatlar Bölümü’nde burslu olarak devam etmiş; bu süreçte resim üzerine yüksek lisansını ve sanat bilimi alanında doktora çalışmalarını tamamlamıştır. Akademik çalışmaları sırasında Danimarka Kraliyet Akademisi’nde misafir öğrenci olarak bulunmuş, burada tez araştırmaları ve sanatsal üretimlerini derinleştirme fırsatı bulmuştur. “Saçlarım Düşündüklerime Çok Kırılıyor” isimli ilk kişisel sergisini Kopenhag’da açarak uluslararası sanat sahnesine giriş yapmıştır. Ayrıca Almanya’daki Kunsthalle Mannheim Müzesi’nde sergilenen ve müzenin kalıcı koleksiyonuna alınan “Oedipus’un Doğum Günü Pastası” adlı eseriyle uluslararası alandaki tanınırlığını pekiştirmiştir.
Sınırları Aşan Sesler
Sergiye, geleneksel ve deneysel ses manzaralarının etkileşimlerini keşfeden müzisyen ve ses tasarımcısı Eity’nin güzel kompozisyonları eşlik ediyor. Bu ses evreni, ziyaretçileri görsel bir deneyimden öteye taşıyarak çok duyusal bir yolculuğa çıkarıyor.

Küratörlerin Vizyonu
Küratörleri Teresa Ranchino ve Kevin Scott sergiyi ortak vizyon ürünü olarak sunuyorlar. Ranchino ve Scott, sınırların ötesine geçen bir anlatı oluşturmak için birbirinden farklı sanat pratiklerini aynı çatı altında buluşturuyor. Onların rehberliğinde BORDERLAND, yalnızca bir sergi değil, dönüşümün ve özgürlüğün izini süren bir manifestoya dönüşüyor yani  BODYLAND oluyor.

Sınırların ötesine geçen bu benzersiz sergi kısa süre açık kalacak. Dilerim yolu Paris’e düşenler fırsat yaratıp görebilirler. BORDERLAND, bir sınır bölgesinde olmanın ne anlama geldiğini hem bedensel hem de metaforik düzeyde yeniden düşünmemizi sağlıyor. Paris’te kaçırılmaması gereken bir sanat etkinliği…

Languedoc diye bilinen Occitanie’nin Jeanne d’Arc’ı mı yoksa… Marselan Kraliçesi mi?

 

Languedoc Bölgesi’nde gerçekleştirdiğimiz IPG Pays d’Oc şarap tadım gezisinin ikinci durağı, Ribaute kasabasının büyüleyici manzaraları arasında yer alan Château Cicéron oldu. Bu özel yere ulaşırken geçtiğimiz yollar, bize adeta Cézanne’ın tablolarında geziniyormuşuz hissini yaşattı. Sonbaharın tüm ihtişamıyla sergilendiği, hafif ılık bir havanın masmavi gökyüzüyle buluştuğu o harika günde, doğanın bize yaptığı bu cömertlik, geziye unutulmaz bir hava kattı.

Château Cicéron’a vardığımızda, bağın tutkulu sahibi Claude Vialade tarafından karşılandık. Misafirperverliği ve derin bilgi birikimiyle, bizlere unutulmaz bir deneyim sundu. Vialade, şaraphaneyi bizzat gezdirerek, şarap yapımının ardındaki detayları ve bağın karakteristik özelliklerini tanıttı. Bağın içinde yaptığımız keyifli yürüyüşlerde, bölgenin eşsiz üzüm çeşitliliğini keşfettik ve özellikle yeni dikilen İspanyol Portekiz  kökenli  Verdejo asmasının hikâyesini dinledik. Claude Vialade, bu çeşitten bölgedeki ilk şarabı üretmeyi planladığını belirtti ve bu vizyonu bize bölgenin özgürlükçü şarapçılığına ne denli önem  verdiğini gösterdi.

Şarap tadımı, alışageldiğimiz beyazdan kırmızıya ya da gençten yaşlıya doğru ilerleyen alışılmış bir düzenden çok farklıydı. Claude Vialade, kendi şarapçılık felsefesine göre şaraplarını ailelere ayırmış ve her biri için özel bir hikâye oluşturmuştu. İlk olarak ekonomik şarap serilerini tanıttı; ardından gastronomik şaraplarını sundu ve en sonunda bizi tam anlamıyla şaşkınlığa düşüren “gri şarap” ile buluşturdu. %10 alkol oranına ve yumuşacık, düşük asit yapısına sahip bu şarap, tüm tabularımızı kırarak damaklarımızda unutulmaz bir tat bıraktı.

Tadım boyunca, Claude Vialade’ın 40 yıllık hayat hikâyesini dinledik. Fransız Devrimi’nin ardından ailesinin bu bölgeye göç ederek canlarını kurtarmasıyla başlayan ve şarapçılıkla taçlanan bu etkileyici başarı hikâyesi, adeta bir roman gibiydi. Onun tutkusu, azmi ve bağlılığı, yalnızca şaraplarına değil, aynı zamanda bu bölgenin ruhuna da yansıyordu.

Château Cicéron’da yaşadığımız bu eşsiz deneyim, bölgenin huzur dolu atmosferini ve derin tarihini bir kez daha anlamamıza olanak sağladı. Ölmeden önce görülmesi gereken yerler arasında baş köşeyi hak eden bu bölge, yeniden gelinmeyi fazlasıyla hak ediyor. Languedoc’un saklı cevheri Château Cicéron, yalnızca bir şaraphane değil, aynı zamanda hayatın lezzetle ve hikâyeyle buluştuğu bir yer.

Claude Vialade, Fransa’nın Languedoc-Roussillon bölgesinde, şarap dünyasında tanınmış bir isim. Şarap üretiminde organik ve biyodinamik yöntemlerinee öncülük eden Vialade, Château Cicéron şatosunun sahibi ve Les Domaines Auriol’un kurucusudur. Çocukluğunda babası Jean Vialade’ın yenilikçi bağcılık anlayışından ilham alan Claude, kariyerini çevre dostu ve sürdürülebilir şarap üretimine adamıştır. Babasının izinden giderek organik tarım ve çevresel sürdürülebilirliği işinin merkezine koymuş, bu yaklaşımıyla şarap sektöründe uluslararası bir figür haline gelmiştir.

Ribaute köyünde yer alan Château Cicéron, mutlaka gününün birinde gidin derim. Bölge tarihi ve doğal güzellikleriyle dikkati çekiyor. Alaric Dağı’nın eteklerinde bulunan bu şato, yalnızca tarihi bir yapı değil, aynı zamanda modern şarapçılık anlayışının bir örneği. Şato çevresindeki 10 hektarlık bağ alanı, organik ve biyodinamik tarım yöntemleriyle işletilmektedir. Claude Vialade’ın liderliğinde, Château Cicéron’da su tasarruflu ve çevre dostu teknikler uygulanmaktadır. Bu yöntemler, doğanın döngüsüne uyum sağlayarak bağcılıkta sürdürülebilirliği ön planda tutmaktadır. Şato, yalnızca bir şarap üretim merkezi değil, aynı zamanda turistik bir destinasyon olarak bölgenin kültürel zenginliğini tanıtma misyonu üstlenmiştir. Misafirlerine şarap tadımları, bağ gezileri ve doğa yürüyüşleri gibi aktiviteler sunan Château Cicéron, Vialade’ın şarapçılığı bir yaşam tarzı haline getirme vizyonunun bir yansımasıdır.

Claude Vialade’ın şarapçılık kariyerindeki en büyük başarılarından biri, Les Domaines Auriol’u kurmasıdır. Bu şirket, çevre dostu üretim süreçleri ve organik şarap üretimiyle dünya çapında tanınmaktadır. Les Domaines Auriol, Languedoc bölgesinde 500 hektarlık bir bağ alanında faaliyet göstermektedir. Şirket, yıllık yaklaşık 3 milyon şişe şarap üretim kapasitesine sahiptir ve IFS, BRC, HACCP, AB by Ecocert, Demeter ve ISO 9001 gibi uluslararası sertifikalara sahiptir. Bu sertifikalar, Claude Vialade’ın kalite ve çevresel sürdürülebilirlik konusundaki kararlılığını göstermektedir. Les Domaines Auriol, yüksek kaliteli organik şarap üretimiyle bölgenin şarap mirasını uluslararası arenada temsil etmektedir. Claude’un liderliği altında şirket, hem geleneksel yöntemleri koruyarak hem de modern teknolojilerden faydalanarak şarap üretiminde bir denge kurmayı başarmıştır.

Claude Vialade’ın kariyerindeki en dikkat çekici yönlerden biri, organik ve biyodinamik bağcılık yöntemlerine olan bağlılığıdır. Organik bağcılık, pestisit ve kimyasal gübre kullanımını tamamen ortadan kaldırmayı amaçlar. Biyodinamik bağcılık ise bu yaklaşıma ek olarak, toprağın ve bağların doğal döngüsüne uyum sağlamayı hedefler. Claude, Château Cicéron ve Les Domaines Auriol’da bu yöntemleri benimseyerek, doğaya zarar vermeden yüksek kaliteli şaraplar üretmeyi başarmıştır. Bu yaklaşımla, hem çevresel sürdürülebilirliği desteklemiş hem de şarap üretiminde yeni bir standart oluşturmuştur. Vialade’ın bu yöntemlere olan bağlılığı, sadece günümüzün değil, geleceğin bağcılık anlayışına da yön verecek gibi görünmektedir.

Claude Vialade’ın şarapçılığa katkıları yalnızca üretimle sınırlı değildir. O, şarap kültürünü ve turizmini bir araya getiren çalışmalarıyla da tanınır. Château Cicéron, şarap severlere Languedoc bölgesinin zengin kültürel mirasını ve doğal güzelliklerini tanıma fırsatı sunar. Şato, misafirlerine sadece şarap tadımı sunmakla kalmaz, aynı zamanda bağ gezileri ve doğayla iç içe deneyimler yaşama imkânı sağlar. Bu tür aktiviteler, Claude’un şarapçılığa duyduğu tutkunun ve bölgenin kültürel mirasını koruma isteğinin bir yansımasıdır. Ayrıca, bölgedeki diğer şarap üreticileriyle iş birliği yaparak, Languedoc’un uluslararası pazarda daha güçlü bir konuma gelmesine katkıda bulunmuştur.

Claude Vialade’ın başarıları, onun şarap dünyasında yalnızca bir girişimci değil, aynı zamanda bir lider ve çevre savunucusu olarak tanınmasını sağlamıştır. Babasından aldığı vizyonu modern bir anlayışla birleştirerek, çevreye duyarlı bir şarap üretim modeli oluşturmuştur. Château Cicéron ve Les Domaines Auriol’daki uygulamaları, şarap üretiminin geleceğine dair sürdürülebilir bir yol haritası sunmaktadır. Vialade’ın yenilikçi yaklaşımı, hem geleneksel yöntemleri koruyarak hem de modern teknolojileri benimseyerek, şarapçılıkta yeni standartlar belirlemiştir.

Claude Vialade için şarap üretimi sadece bir iş değil, bir sanat ve yaşam biçimidir.

Başlığa gelince ben Claude Vialade’ı yaptığı kahramanlıklar nedeniyle jeanne d’Arc’a benzetirken kendisi çevresindekilerin kendisini Marselan üzümünü çok iyi tanıyıp ondan birbirinden güzel şaraplar ürettiği için Marselan kraliçesi olarak adlandırdıklarını söylüyordu. Marsealn üzümünden yaptığı şarap gerçekten altın madalya hakediyordu ben de bu nedenle kararsız kalıp yukarıdaki başlığı koymaya karar verdim.

BORDERLAND mı? BODYLAND mı?

Irmak Dönmez’in sergi davetiyesi elime geçtiğinde çok mutlu oldum. Paris’e yerleştiğimde başlangıçta   Türk sanatçıların ve Türk kadın sanatçıların Paris sanat arenasında bir türlü hak ettikleri yeri bulamadıklarından şikayet eder dururdum. Sonraları vites küçülttüm acaba hak etmediklerinden mi bulamıyorlar yoksa başka sorunlar mı var diye düşünmeye başladım. Bu yıl Paris Photo’da bir tek Türk kadın fotoğrafçı vardı. Genç umut vadeden fotoğrafçıları açtığı önemli sergi Circulation(s) da 24 fotoğrafçıdan bir tanesi Türk değil. Sonuçta üzücü bir durum. Arada sırada tek tük Türk sanatçıları Paris Photo’da Art Paris Paris Bazel ve diğer uluslararası fuarlarda görünce mutlu oluyor onlarla veya onları temsil eden galeri sahipleriyle tanışmaya çalışıyordum. Elimden geldiğince de onları bloğumda yazıyordum. Irmak dönmezi çok önceleri tanımıştım. Üniversitede sanat eğitim alıyordu Daha sonra İzlanda gezimizde rastlaşmış orada rezidans aldığını öğrenmiş mutlu olmuştuk. Nihayet Paris geçici Grand Palais deki Art Paris’de sergisini görüp eserlerinin çok güzel sattığını görünce göğsüm kabarmıştı. İşte nihayet yeni bir Alev Ebnuzziya bir  Nil Yalter filiz veriyor diye düşünmüştüm. Bu düşüncemiş boş olmadığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor. İşte Irmak dönmezin son sergisi; karma sergisi ama eminim sadece Fransada değil başka ülkelerde de tek başına sergiler açacak. Cünkü cesareti ve sanatı bunun ip uçlarını veriyor.    28 Kasım – 5 Aralık 2024 tarihleri arasında Paris’in yaratıcı nabzını tutan Confort Mental’de sanatseverlerle buluşacak olan BORDERLAND (Sınır Bölgeleri) sergisinde Irmak’ın dışında 5 sanatçı daha var. Sergi bedenin bir sınır bölgesi olarak konumlandığı, sabit formun gerçekliği ile bu formu aşma arzusunun çatıştığı bir temayı ele alıyor. Sergi, bedenin yalnızca fiziksel bir kabuk değil, aynı zamanda dönüşümün, yeniden yaratmanın ve direnişin de mekânı olduğuna vurgu yapıyor.

Mikhail Bakhtin’in grotesk kavramını ilham kaynağı olarak alan bu sergi, kimliğin sabitliğine meydan okuyan, bedenin dekonstrüksiyonu ve yeniden yapılanması üzerinden anlam arayışına çıkan eserlerle dolu. Bedenin hem sınırlayan hem de dönüştüren yapısına dair bu çok katmanlı anlatı, ziyaretçileri alışıldık kavramları sorgulamaya davet ediyor.

Sanatçılar ve Perspektifleri

Sergide yer alan altı sanatçı, her biri kendi özgün ifade biçimleriyle bedenin sınırlarını arayıp göstermeye çalışıyor:

  • Alice Bandini: Atık malzemelerle çalışan Bandini, zamansallık ve madde arasındaki ilişkiyi  sorguluyor. Entropi ve insan kibri temalarını deri ve miselyum gibi organik malzemelerle işleyen sanatçı, dönüşümün kaçınılmaz doğasına ışık tutuyor.
  • Lorenzo Conforti: Hayal gücüyle beslenen eserlerinde, izleyiciyi rahatsız edici fakat aynı zamanda büyüleyici bir atmosferin içine çeken Conforti, belirsiz imgelerle dolu gerçeküstü dünyalar yaratıyor. Çeşitli medyaları ustalıkla kullanan sanatçı, sınırların ötesinde birbakış açısı sunuyor.
  • Irmak Dönmez: Fenomenolojik bedeni ve toplumsal normları tartışmaya açan Dönmez, kadınlık ve annelik kavramlarını göğüs ve cinsel organlar üzerinden ele alıyor. Beslenme ile ticarileştirme arasındaki gerilimi somutlaştırdığı eserleri, toplumsal beklentilere dair keskin bir eleştiri niteliğinde.
  • Hugo Guérin: Heykel ve görsel sanat disiplinlerini buluşturan bu sanatçı, canavarımsı figürlerin hibrid doğasını inceliyor. Groteskin sınırlarında dolaşan eserleri, “öteki” olma algısını yeniden yorumlayarak hibrit bedenler aracılığıyla güçlü bir dönüşüm hikâyesi sunuyor.
  • Michel Jocaille: Kapitalist estetiğin aşırılıklarına meydan okuyan Jocaille, kitsch ve kamp estetiğini cesurca kucaklıyor. “Kötü” malzemelerle çalışan sanatçı, cinsiyet ve akışkanlık temalarını ele alırken, bizi estetik anlayışımızı yeniden gözden geçirmeye çağırıyor.
  • Yasmine Louali: Tüketim, ritüel ve bellek arasındaki kesişim noktalarını araştıran Louali, mutfak unsurlarını performans ve heykelle birleştiriyor. Özellikle yiyeceklerin toplumsal ve kültürel anlamlarına odaklanan sanatçı, ritüellerin duygusal ve fiziksel etkilerini sorguluyor.

Sınırları Aşan Sesler

Sergiye, geleneksel ve deneysel ses manzaralarının etkileşimlerini keşfeden müzisyen ve ses tasarımcısı Eity’nin eşsiz kompozisyonları eşlik ediyor. Bu ses evreni, ziyaretçileri görsel bir deneyimden öteye taşıyarak çok duyusal bir yolculuğa çıkarıyor.

Küratörlerin Vizyonu

Serginin küratörleri Teresa Ranchino ve Kevin Scott. Sergi onların ortak vizyonunun ürünü. Ranchino ve Scott, sınırların ötesine geçen bir anlatı oluşturmak için birbirinden farklı sanat pratiklerini aynı çatı altında buluşturuyor. Onların rehberliğinde BORDERLAND, yalnızca bir sergi değil, dönüşümün ve özgürlüğün izini süren bir manifestoya dönüşüyor.

Sınırların ötesine geçen bu benzersiz sergi kısa süre açık kalacak. Dilerim yolu Paris’e düşenler fırsat yaratıp görebilirler. BORDERLAND, bir sınır bölgesinde olmanın ne anlama geldiğini hem bedensel hem de metaforik düzeyde yeniden düşünmenizi sağlıyor. Paris’te kaçırılmaması gereken bir sanat etkinliği…

Pays d’Oc: Akdeniz’in Şarapla Örülmüş Hikayesi

 

Pays d’Oc Gezisi

Bu gezi, bölgenin bağcılığı ve şarapçılığının tanıtımı için düzenlenmişti. Şarap severlerin bildiği gibi, sofralık şaraplarıyla ünlü bu bölge, Fransa’nın batı Akdeniz kıyıları ile Pireneler bölgesini kapsayan geniş bir alanı içeriyor. “Occitanie” olarak da bilinen bu bölgeye “Pays d’Oc” da deniyor. Bölgenin şarapçılığına nitelik kazandırmak amacıyla, diğer şarap bölgelerinde olduğu gibi, “IGP Pays d’Oc” adı altında bir coğrafi köken tanımlaması yapılmış durumda.

Pays d’Oc: Adının Kökeni ve Anlamı

Pays d’Oc adı, Güney Fransa’nın tarihinde ve kültüründe  kök salmış bir terimdir. “Oc Ülkesi” anlamına gelen bu ifade, yalnızca coğrafi bir tanımlama değil, aynı zamanda bölgenin kimliğini ve özgünlüğünü temsil eder.

“Oc” Ne Anlama Geliyor?

“Oc” kelimesi, Orta Çağ’da Güney Fransa’da konuşulan Occitan (Oksitan) dilinde “evet” anlamına gelir. Latince kökenli bu dil, Fransızcadan farklı bir yapıya ve kelime dağarcığına sahiptir. Orta Çağ’da Fransa’nın kuzeyinde “oui” kelimesi kullanılırken, güneyde “oc” tercih edilirdi. Bu dilsel ayrım, Fransa’nın kuzeyi ve güneyi arasındaki kültürel ve dilsel farklılıkları belirginleştirirdi.

Pays d’Oc, bu dilsel gelenekten adını almış ve “Occitan dili konuşulan topraklar” anlamına gelmektedir. Oksitanca konuşulan bu bölge, günümüzde Languedoc, Roussillon, Gascogne ve Provence gibi alanları kapsar.

Pays d’Oc ve Languedoc Bağlantısı

Pays d’Oc adı, doğrudan bölgenin eski adı olan “Languedoc” ile bağlantılıdır. “Languedoc”, kelime anlamıyla “Oc dili” anlamına gelir. 13. yüzyılda, bu terim güney Fransa’daki geniş bir alanı tanımlamak için kullanılmıştır. Bölge, kültürel açıdan zengin bir geçmişe sahip olup özellikle edebiyat, müzik ve tarımda önemli bir merkez olmuştur.

Pays d’Oc’un Modern Yorumu

Pays d’Oc, yalnızca tarihsel ve dilsel bir mirası değil, aynı zamanda modern şarapçılık anlayışını temsil eder. “IGP Pays d’Oc” etiketi, bölgedeki üreticilere geniş bir özgürlük tanıyan bir kalite işareti olarak kabul edilir. Bu etiketi taşıyan şaraplar, hem geleneksel hem de yenilikçi bir anlayışı yansıtarak, geçmişle günümüz arasında bir köprü kurar.

Pays d’Oc şarapları, bölgenin çok yönlülüğünü ve tarih boyunca süregelen özgür ruhunu yansıtarak bu ismin derin anlamını bir kadehe sığdırmayı başarır.

IGP ve AOC Kavramlarına Yakından Bakış

Fransız şarapçılığının tarih boyunca şarabı şekillendirdiği bir dünyada, iki önemli kavram öne çıkar: IGP (Indication Géographique Protégée – Korunmuş Coğrafi İşaret) ve AOC (Appellation d’Origine Contrôlée – Kontrollü Köken Adlandırması). Bu iki terim, yalnızca birer etiket değil; şarabın doğduğu toprağın, terroir’ın (toprak, iklim ve coğrafya birleşimi) ve ustasının emeğinin yansımasıdır.

IGP: Özgürlük ve Yenilik

IGP, bölgenin uzun bir hikâyesini anlatır. Pays d’Oc bölgesi gibi, kuralların daha gevşek olduğu alanlarda şarap üreticileri, farklı üzüm türlerini harmanlayarak yaratıcı denemeler yapabilir. Bu özgürlük, yenilikçi tatlar ve karakteristik şaraplarlar oluşmasına ve sürekli yeniliğe doğru yol alınmasına yardımcı olur. Bir Pays d’Oc şarabını tattığınızda, Akdeniz’in tuzlu rüzgarını ve Languedoc’un gün batımını hissedersiniz.

IGP şarapları, rahat içimi ve kolay ulaşılabilirliği temsil eder. Üstelik bu çeşitlilik, hem sofistike tatlar arayanlara hem de günlük şarap keyfi yaşamak isteyenlere hitap eder.

AOC: Gelenek ve Disiplin

AOC ise, terroir’ın ve geleneklerin ihtişamını yansıtır. Bordeaux, Burgonya ya da Şampanya gibi bölgelerde, şarabın her damlası, bölgenin tarihi, üzüm cinsinin kökeni ve üreticinin ustalığını anlatır. AOC şaraplarında her detay, ince bir sanat eseri gibi düşünülür.

Fransa şarap bölgelerini şöyle tanımlamak mümkün; Burgonya ikonik şaraplar, Şampanya bölgesi kutlama köpüklüleri, Alsace aroma zenginliği, Loire şatolar, Bordeaux büyük şatolar, Provence neşeli şaraplar ve Pays d’Oc özgür ve yaratıcı şaraplar.

IGP ve AOC Arasındaki Farklar

IGP, modern bir ressamın geniş bir tuvale serpiştirdiği renkler gibiyken, AOC, eski bir ustanın detaylarda gizli mükemmeliyetini yansıtır. İkisi de farklı şarap severlere hitap eder; biri sizi şaşırtır, diğeri büyüler.

Pays d’Oc Üzüm Çeşitleri: 58 Türün Zenginliği

Pays d’Oc, Fransa’nın en geniş üzüm çeşitliliğine sahip bölgelerinden biridir. IGP statüsü altında toplamda 58 farklı üzüm çeşidi yetiştirilmektedir.

 

Beyaz Üzüm Çeşitleri (26 adet):

1. Chardonnay

2. Chenin Blanc

3. Clairette

4. Grenache Blanc

5. Marsanne

6. Muscat à Petits Grains Blancs

7. Muscat d’Alexandrie

8. Picpoul

9. Roussanne

10. Sauvignon Blanc

11. Sauvignon Gris

12. Sémillon

13. Ugni Blanc

14. Viognier

15. Bourboulenc

16. Colombard

17. Maccabeu (Macabeo)

18. Mauzac

19. Vermentino (Rolle)

20. Grenache Gris

21. Alvarinho

22. Petit Manseng

23. Marselan Blanc

24. Muscat Ottonel

25. Riesling

26. Gewurztraminer

Kırmızı ve Roze Şaraba Uygun Üzüm Çeşitleri (32 adet):

1. Cabernet Sauvignon

2. Cabernet Franc

3. Carignan

4. Cinsault

5. Grenache Noir

6. Merlot

7. Mourvèdre

8. Pinot Noir

9. Syrah

10. Tempranillo

11. Marselan

12. Malbec

13. Petit Verdot

14. Alicante Bouschet

15. Caladoc

16. Gamay

17. Lledoner Pelut

18. Durif (Petite Sirah)

19. Négrette

20. Aramon Noir

21. Carignan Blanc

22. Tannat

23. Terret Noir

24. Muscardin

25. Counoise

26. Piquepoul Noir

27. Touriga Nacional

28. Muscadelle

29. Bobal

30. Castets

31. Corvina

32. Lambrusco

Pays d’Oc şaraplarının en büyük özelliklerinden biri, bu geniş üzüm çeşitliliği sayesinde hem tek bir üzüm cinsine (mono-cépage) hem de karışıma (assemblage) dayalı şaraplar üretebilme esnekliğidir. Her üzüm cinsi, bölgenin Akdeniz iklimine özgü özelliklerle birleşerek farklı aroma profilleri sunar.

Gezi İzlenimleri ve Tadımlar

Pays d’Oc gezimiz, hem şarapları tanıma hem de bölgenin kültürel ve doğal güzelliklerini keşfetme açısından unutulmazdı. İlk durağımız, Montpellier’in yakınlarındaki Domaine de Causse oldu.

Domaine de Causse: Tarih ve Doğa Buluşması

Bizi  şaraphanenin sorumlusu Jean Brice Pellisier bizzat gezdirdi. 16. yüzyılda kurulan Domaine de Causse, tarihi mirasıyla göz dolduruyor. Étang du Méjean’ın doğal güzellikleriyle çevrili bu denize nazır bağ, çevreye duyarlı tarım ilkelerini benimsemiş ve HVE (Haute Valeur Environnementale) seviye 3 sertifikası almış.

Bağın “Méjean Blanc” adlı beyaz şarabı, Viognier üzümünden yapılmış ve armut ile hafif kızarmış ekmek aromalarıyla tam bir zarafet sunuyor. Özellikle soslu balık yemekleri ya da beyaz etlerle mükemmel bir uyum yakalıyor.

Büyük Defile: Pays d’Oc IGP Şaraplarının Sonbahar/Kış Koleksiyonu

Lattes’te düzenlenen 2024 Sonbahar/Kış Büyük Şarap Defilesi, bölgenin zengin şarap kültürünü şarap severlerle paylaşan özel bir etkinlikti.

Etkinlik Detayları:

• 160 şarap çeşidi tadıldı.

• Kör tadım yöntemiyle seçilen kolleksiyon etiketli 48 şarap arasında 25 beyaz ve 23 kırmızı bulunuyordu.

• Tadımların yanı sıra tapas ikramı yapıldı ve sommelier Christophe Felez eşliğinde yemek-şarap uyumu üzerine danışmanlık hizmeti verildi.

Şarapların uygun fiyat-kalite dengesi etkileyiciydi; fiyatlar 7 €’dan başlıyordu ve etkinlik boyunca birçok katılımcı şarap koleksiyonlarından  satın almayı ihmal etmedi.

Château Cicéron: Bağcılığın Yenilikçi ve Şiirsel Yüzü

İkinci gün Ribaute’deki Château Cicéron’a, sürdürülebilir bağcılığı ve estetik anlayışı bir araya getiren bir şatoyu ziyaret ettik ve olağanüstü bir tadım yaptık. Claude Vialade yönetiminde, küresel ısınmaya karşı dayanıklı üzüm çeşitleri geliştirmek amacıyla “Jardin des Vignes Rares” adlı deneysel bir bağ oluşturulmuş. Bayan Vialade 40 yılını çevreciliğe bağcılığa adamış ve sonuçlarını da almış. Bölgenin su sorunu, bağlardaki böcek sorunu çözülmüş. Bölgenin ucuz sofralık üzüm ve kalitesiz şarap algısı tamamen yok olmuş. Ülkenin en çok şarap ihraç eden bölgeleri arasına girmişler.

Önemli üretici  Gérard Bertrand’ın şarapları, dünya genelinde tanınmakta ve ödüller almaktadır. Örneğin, Château l’Hospitalet Grand Vin Rouge 2017, 2019 yılında Uluslararası Şarap Yarışması’nda (IWC) “Dünyanın En İyi Kırmızı Şarabı” seçilmiştir.

Ciceron Şatosu, aynı zamanda konaklama imkânlarıyla da dikkat çekiyor. 19. yüzyıldan kalma portakal serası, günümüzde bir solaryuma dönüştürülmüş. Modern konforun ve tarihsel zarafetin birleştiği bu mekân, doğaya duyulan saygıyı her detayında hissettiriyor. İstenirse düğün ve toplantılar için tutulabiliyor.

Gastronomik güzellikler  ve Final

Pays d’Oc bölgesine düzenlenen gezimiz, bölgenin zengin şarap kültürünün yanında ve gastronomik lezzetlerini tanıma fırsatı da verdi. Narbonne’daki “En Face” adlı restoranda, Akdeniz’in taze istiridyelerini ve kalamar bourride gibi lezzetleri tattık.

Son gün, 80 bağcının ortak olduğu bir kooperatifin şaraphanesini ziyaret ettik. Burada, Michelin standartlarındaki restoranında, şef Nicolas Gros’nun hazırladığı yaratıcı yemekleri tadarken bölgenin taze ürünlerine hayran kaldık. Kooperatif müdürü Stéphane Roque, bize eşlik ederek kooperatifin işleyişi ve bölgenin şarap üretimi hakkında değerli bilgiler paylaştı. Bu deneyimler, muhteşem manzaralarla bezeli bölgenin şarapçılık ve gastronomi alanındaki zenginliğini de daha yakından tanımamıza olanak sağladı.

Rehberlerimiz Marylene ve Guillaume sayesinde hem şarap hem de bölge hakkında unutulmaz bilgilerle ayrıldık. Daha uzun bir süreyle tekrar dönme sözü vererek bu harika geziyi tamamladık.