Fotoğrafın Düşünce Atlası

Ariella Azoulay

Jacques Derrida

John Berger

Laszlo Moholy Nagy

Susan Sontag

Roland Barthes

Walter Benjamin

Allan Sekura

Laura Mulvey

Jacques Ranciere

Vilem Flusser

 Görüntünün Düşünce Atlası

 

Yıllardır fotoğraf felsefesi ile ilgili yazma teşebbüslerinde bulunmuş bir türlü işin ucunu toplayamamıştım. Şimdi topladım mı? Hayır, toplayamadım ama nihayet bir ana damar buldum sanıyorum. En son kendi kendime  Laura Mulvey’i inceleme sözü verip işin ucunu bıraktığımda yıl 2023 imiş. Nihayet konuya tekrar dönüp bir ana eksen çizmeyi başardım ama iş henüz bitmedi. Laura Mulvey, Laszlo-Mohogy-Nagy, Ariella Azoulay ve Alan Sekula’yı teker teker ele alıp incelemeliyim. Şimdilik size geldiğim noktayı, fotoğraf felsefesinde öne çıkan düşünürlerin bir resmi geçidini sunayım.

I. Fotoğrafın Felsefe ile dansı

Fotoğraf, modern çağın en büyük icatlarından biri olmasınını bir kenara bırakın, felsefenin en temel sorularını yeniden gündeme getirme başarısını göstermiştir.  Niépce’in 1826’da penceresinden ilkel objektifini dışarıya çevirip  o  ışık izini yakaladığında  acaba insanın dünya ile kurduğu ilişkinin asırlarca irdelenmesine neden olacağının farkında mıydı? İşte bu soru beni buralara getirdi. Bu buluş, hakikatin araştırılması, zamanın kaydı, ölümün izlenmesi ve belleğin biçimlenmesi gibi en eski felsefi soruları yenden gündeme taşıdı.

Antikçağ’dan beri felsefenin temel  sorularından biri görmek daha doğrusu hakikati “görmek” olmuştu. Platon’un mağara alegorisinde gölgeler, duyusal yanılsamalarla ideaların saf ışığı arasındaki farkı anlatıyordu. Ortaçağ’da ışık, ilahi hakikatin metaforu olarak görüldü. Rönesans’ta perspektif, insanın dünyayı kavrama biçimini şekillendiriyordu. Ancak fotoğraf, bu büyük serüvene bambaşka bir boyut getirdi. Fotoğraf makinası hakikati  kaydettiği kabul bir aygıt olarak dünyadaki yerini aldı. Oysa  bu iş o kadar basit değildi. Hanı “Kazın ayağı öyle değil” derler ya.. Bugün yapay zeka ışık olmadan bize hakikati gösterme çabasında, bizim algılarımızla dalga geçiyor sanki. Fotoğraf kelime anlamı ışıkla yazma sanatıdır. Bugün ışık olmadan bir programa kelimeler vererek görüntü yaratılıyor. Buna da “fotoğraf” diyenler çıkıyor maalesef. oysa fotoğraf kelimesini işin içinde ışık olmayan bir prosedür için kullanmak yalnış. Bence yapay zekanın ürettiği şey “sentetik görüntü” demek yeter de artar bile.

Zaman içince fotoğrafın felsefi sorunları üç ana eksende şekillendi:

  1. Ontoloji: Fotoğraf gerçeği mi temsil eder, yoksa yalnızca bir izlenim mi sunar?
  2. Estetik: Fotoğraf sanat mıdır, yoksa salt bir teknik işlemin ürünü müdür?
  3. Etik ve Politika: Fotoğrafın ötekini temsil etme, tanıklık etme ve iktidar ilişkilerini dönüştürme gücü nedir? Toplumla ilişkisi nedir. Politika ve propaganda yapmasına, yalan söylemesine neden nasıl izin verilir? Bunu sanat adına kabul edebilir miyiz?  gibi sorular arkası arkasına gelmeye devam etti.

On dokuzuncu yüzyılın romantik şairleri ve bilim insanları fotoğrafı bir mucize olarak karşıladılar. Baudelaire ise fotoğrafı “sanatın düşmanı” olarak gördü. Ancak yirminci yüzyılda felsefe sahnesine çıkan  Walter Benjamin, Roland Barthes, Susan Sontag, John Berger, László Moholy-Nagy, Vilém Flusser, Ariella Azoulay, Jacques Derrida, Jacques Rancière, Allan Sekula, Laura Mulvey gibi düşünürler  fotoğrafı yalnızca bir teknik araç değil, çağın ruhunu dışa vuran bir düşünce nesnesi olarak değerlendirdiler.

II. Walter Benjamin: Aura’nın Yok oluşu ve Algı Politikası

Walter Benjamin, modern çağın görsel kültürünü çok keskin bir şekilde analiz eden düşünürlerden biridir. Onun için fotoğraf, yalnızca teknik bir icat değil; sanatın, politikanın ve bilincin dönüşümünü sağlayan önemli bir devrimdir.

Benjamin’in merkezî kavramı “aura”dır. Aura, sanat eserinin tekrarlanamaz tekilliğini, mekân ve zaman içindeki biricik varlığını ifade eder. Fotoğraf, görüntüyü sınırsızca çoğaltarak bu biricikliğin büyüsünü yıktı. Fotoğrafın ortaya çıktığı bu yeni dönem, algının politik  dönüşümünü de beraberinde getirdi: Estetik deneyim, elit bir ritüel olmaktan çıkıp kamusal ve politik bir olguya dönüştü. Fotoğraf sanatta demokratikleşmeye doğru bir açılım sağladı cep telefonları ise fotoğrafta tam bir demokratikleşme sağladı. Afrika’nın ücra köşelerinde çocuklar artık fotoğraf çekebiliyor. Bu, yalnızca teknolojik bir ilerleme değil; aynı zamanda görsel tarihin merkezileşmiş, batı odaklı yapısının kırılması anlamına geliyor. Fotoğraf   bir sanat veya gazetecilik ürünü değil; kolektif hafızanın  tarafından ürettiği bir şey. Hem de  artık halk tarafından üretilen bir şey .

Benjamin için fotoğraf  özgürlük sağlardı ama bir taraftan da çok tehlikeliydi. Çoğaltılabilen görüntüler kitlelerin bilincini açabiliyorddu  ama aynı zamanda manipülasyonun da aracı olarak kullanılmaktaydılar. Örnekleri çoktur. Bir tanesini buraya alayım; Stalin’e göre  fotoğraf  bir belge olmaktan öte bir şeydi;  bir iktidar aracıydı. Gözden düşen ya da tasfiye edilen kişiler yalnızca görevlerinden alınmakla kalmaz, çoğu kez öldürülür ve ardından resmî fotoğraflardan da silinirdi. Böylece geçmiş, göz göre göre yeniden yazılırdı. Nikolay Yejov: çok meşhur örnektir. NKVD’nin (gizli polis) başkanı olan Yejov, 1937’de Stalin’le birlikte Moskova Kanalı kıyısında çekilmiş bir fotoğrafta görülmektedir. 1940’ta idam edildikten sonra aynı fotoğrafın sonraki baskılarında Stalin tek başına görülür; Yejov’un bulunduğu yer resmen suyla “boyanmıştır”. Yejov açıkça fotoğraftan yok edilmiş fotoğrafa yalan söyletilmiştir. Koskoca Staline bunu yakıştırabildiniz mi? Doğrusu ben hiç yakıştırmadım.

Faşist rejimler bu gücü propaganda için kullandılar. Dolayısıyla fotoğraf, hem özgürlüktü ama diğer taraftan  önemli bir   baskı aracıydı.

Benjamin’in fotoğraf felsefesi aynı zamanda zaman ve hafıza üzerine bir meditasyon olarak da görülebilir. Fotoğraf, geçmişin izini bugüne taşır, diğer taraftan onu dondurarak tarihle arasına yeni  mesafeler koyar. Bu mesafeler, bir taraftan nostaljikitir ama  başka bir bakış açısıyla tarihi eleştirel olarak yeniden yazmaya çalışır.

III. Roland Barthes: Punctum’un Yaralayan etkisi

Roland Barthes’ın Camera Lucida’sı, fotoğraf felsefesinin en kişisel metinlerinden biridir. Barthes için fotoğraf, ontolojik bir damgadır: “Ça a été” yani “Bunun olmuş olduğu.” nu anlatmaya çalışır fotoğrafı tanımlamaya çalışırken. Zaman zaman düşünüyorum fotğrafı tanımlamak mümkün müdür diye. Yoksa aşkı veya sanatı tanımlarken düştüğümüz açmaza tuzağa mı düşeriz.

Barthes’ın ünlü ayrımı studium ve punctum fotoğrafın iki boyutunu açıklar. Studium, toplumsal kodlarla okunabilir olan, kültürel bağlamdır. Punctum ise izleyiciyi ansızın yaralayan hatta  yakalayan, kişisel  sarsıntı yaratan o önemli ayrıntıdır.

Barthes’ın düşüncesinde fotoğraf ölümle iç içedir. Her fotoğraf, artık geri gelmeyecek bir anın kanıtıdır. Camera Lucida’nın merkezinde annesinin “Kış Bahçesi Fotoğrafı” vardır; Barthes bu fotoğrafı bize göstermez, ama onun varlığını anlatır. Bu, fotoğrafın kişisel ve mahrem boyutunun altını çizer. Bu fotoğraf önüne çıkana kadar bu kitabına başlayamamıştır. Ne zaman ki bu fotoğrafı görür kelimeler kaleminin ucundan sular seller gibi dökülür. Aylacır başlayamadığı makaleyi bir kaç haftada bir kitap olarak ortaya çıkartır. Barthes’in annesiyle olan özel bağı da iyi bilinmektedir.

Barthes, fotoğrafı bize duygusal ve varoluşsal bir olgu olarak göstermektedir. Ona göre; Fotoğraf, kalbe saplanan bir hançer kalpte oluşan bir deliktir.

IV. Susan Sontag: Görmenin İktidarı ve Şiddetin Estetiği

Sontag’ın On Photography ve Regarding the Pain of Others kitapları, fotoğrafın modern kültürdeki iktidar ve etik ile ilgili olan boyutunu göstermektedir.

Fotoğraf, Sontag’a göre bir iktidar hareketidir: Fotoğrafçı, gerçeğin hangi parçasının kayda değer olduğuna karar verir. Bu seçim o kadar da masum değildir.

Fotoğraf ile şiddet arasındaki ilişki Sontag’ın en güçlü analizlerinden biridir. Savaş ve felaket görüntüleri, izleyiciye tanık konumuna sokar, bir taraftan da onu pasif tüketiciye dönüştürür. Acı, zamanla seyirlik bir estetik nesneye dönüşür ki bu durum insanlık açısından çok kötü bir şeydir. Fotoğraflarda gördüğümüz başkalarının acısı bir süre sonra etkisini yitirir ve kanıksanır. İlgilenilmez olur. “Ne fena” değil mi?

Sontag’ın uyarısı nettir: Fotoğraf, bir taraftan empatiyi artırırken diğer taraftan da  vicdanı uyuşturabilir.  Sontag’a göre fotoğraf, hem tanıklık aracıdır hem de uyuşturucudur.

V. John Berger: Görme Biçimleri ve İdeolojiye yakın çekim

Berger, Ways of Seeing ile fotoğrafı gündelik hayatın merkezine getirir. Onun temel iddiası şudur: Görmek, doğal değildir kültüreldir.

Berger özellikle kadın görünürlüklerine yoğunlaşmıştı: Batı görsel geleneğinde kadın, çoğu zaman erkek bakışının nesnesidir. John Burger’e göre fotoğraf bu iktidar ilişkisini yeniden şekillendirir ve yeniden üretir.

Fotoğraf kapitalist tüketim ideolojisinin motorudur diye de düşünür Berger. Reklam fotoğrafları, yalnızca ürünleri değil, arzuyu ve eksikliği de kışkırtır ve satar.

Berger’in bize söylemek istediği özetle şu: Fotoğraf ideolojiktir; görme biçimlerimizi sorgulamadan fotoğrafı anlamamız zordur.

VI. Vilém Flusser: Fotoğraf makinesinin işlevi ve Teknik görüntünün Felsefesi

Flusser, fotoğrafı “teknik imge” olarak tanımlar. “Fotoğraf makinesi program veya oyun olarak kabul edilebilir” diye düşünür, fotoğrafçı ise bu programın/oyunun sunduğu seçenekler arasında seçim yapan bir oyuncu veya oyun kurucudur.

Bu bakış, fotoğrafçının özgürlüğünü sorgular: Fotoğrafçı gerçekten kendi bakışını mı üretir, yoksa makinenin önceden belirlediği imkânları mı uygular?

Flusser’in uyarısı şudur: Fotoğrafçılar makinelerinin programlarını veya sunduğu oyunu sorgulamazsa, fotoğraf fotoğrafçının değil, makinenin bakışını yansıtır.

VII. László Moholy-Nagy: Işığın Ütopyası ve Yeni Görsel Duyum

Belki László Moholy-Nagy yi Walter Benjamin ve Vilem Flusser arasına koyup güzel bir hat kurup üçünü birbirine zincir halkalarla bağlayabilirdim. Ayrıca  fotoğrafın hem politik (Benjamin), hem ütopyacı-deneysel (Moholy-Nagy), hem de teknik-felsefi (Flusser) boyutlarını göstermeye çalışabilirdim ama bunları bir sonraki versiyonuna bırakmış olayım, uğraşayım.  Becerebilirsem ne ala uoksa bu işler beni aşar diyerek vazgeçebilirim. Bauhaus’un en radikal sanatçılarından ve düşünürlerinden biri olan László Moholy-Nagy, fotoğrafı yalnızca sanatın araçlarından biri değil, modern insanın bilinç ufkunu genişleten bir deney alanı olarak değerlendirdi. Onun için fotoğraf, teknolojik çağın “yeni gözü”ydü.

Moholy-Nagy, 1920’lerde yazdığı metinlerde “Yeni Görüş” (Neues Sehen) kavramını geliştirdi. Bu anlayışa göre fotoğraf, insan gözünün alışık olmadığı açılar, perspektifler ve ışık oyunları aracılığıyla algıyı etkilemektedir ve etkilemelidir de. Kuşbakışı çekimler, yakın plan detaylar, soyut ışık denemeleri, görmenin sınırlarını zorlayarak bireye dünyaya farklı bir gözle yeniden bakma ve görme olasılığı sunar. Ne güzel bir yaklaşım değil mi?

Onun fotogram dediği yani bir fotoğraf makinesi kullanılmadan, ışığa duyarlı kâğıt üzerine nesnelerin doğrudan yerleştirilmesi ve ışığa maruz bırakılmasıyla elde edilen görüntüler dışında  ışık oyunları, tipografi gibi deneysel çalışmaları  fotoğrafın yalnızca gerçekliği kaydeden bir araç olmadığını vurgular. Moholy-Nagy bize yeni bir gerçeklik üreten yaratıcı bir araç hatta süreç olduğunu kanıtlamıştır. Moholy-Nagy’ye göre fotoğraf, geleceğin sanatını inşa etmenin en önemli anahtarıydı; çünkü ışığı doğrudan malzeme olarak kullanan ilk sanatsal araçtı. Ben de fotoğrafa başladığımdan beri bilinçsizce hep bu düşünceye inanmışımıdır.

Onun bu yaklaşımı, fotoğrafın estetik alanla sınırlı kalmadığını,  toplumsal bir ütopya ortaya çıkardığını da gösterir. Fotoğraf, bireyin görsel bilincini geliştirerek daha özgür, daha yaratıcı bir toplum oluşturabilir diye düşünmekteydi ama bence pekde  öyle  olmadı doğrusu.

Moholy-Nagy, fotoğrafı bir “ışık mimarisi” olarak tanımladı. Bu, modern insanın görme kapasitesini genişletme  ve geliştirmesini  bir de  de toplumu dönüştürme potansiyeli taşımaktadır diye düşünüyordu. Dolayısıyla Moholy-Nagy, fotoğrafın felsefesinde umut, deney ve gelecek görüyordu. İşte burada haklı çıktı demek isterdik ama bugün baktığımızda çok da haklıymış diyemiyoruz maalesef. Belki toplumu dönüştürdü ama bu çoğunlukla instagram’daki selfi cinnetini ve canavarının yaratılamınsa da aracı  oldu toplumu sanki olumsuz olarak dönüştürdü. İyi tarafından bakmak istersek bize toplumların ne kadar narsist olduğunu anlamamıza katkıda bulundu.

VIII. Ariella Azoulay: Fotoğrafın Medeni Sözleşmesi

Azoulay farklı bir bakış açısı sunar, fotoğrafı bir haklar alanı olarak tanımlar. Ona göre her fotoğraf, üç taraf arasında kurulan bir sözleşmedir: fotoğrafçı, fotoğrafı çekilen ve izleyici.

Fotoğrafı çekilen kişi yalnızca nesne değil, özne ve hak sahibidir. İzleyici de pasif seyirci değil, tanıklık sorumluluğu taşıyan etik bir öznedir.

Azoulay’ın fotoğraf felsefesine katkısı nedir diye baktığımızda onun fotoğrafı yalnızca estetik değil, politik ve etik bir ilişki alanı olarak gördüğünü kabul edebiliriz.

IX. Jacques Derrida: Fotoğrafın İzi ve Ertelenmiş Hakikat

Derrida’nın iz (trace) ve différance  yani “fark” kavramları fotoğrafı anlamak için bir bazı araçlar sağlar. Nedir bunlar?

Ona göre fotoğraf, Barthes de olduğu gibi “olmuş olanın izi”dir. Ama bu durum onun aynı anda  artık olmadığını da gösterir. Her fotoğraf hem varlığı hem yokluğu bünyesinde taşır.

Différance, yani fark denildiğinde, Derrida’ya göre fotoğrafın anlamı sürekli ertelenmektedir. Fotoğraf bir anı “yakalar” gibi görünür, ama onu sonsuza dek erteler. Fotoğraf, kaybın ve ertelenmenin sembolüdür diye düşünebiliriz. Değişik bir kavramla karşı karşıya kaldığımızı fark ederiz burada.

Fotoğraf, Derrida için “hauntology”nin bir sahasıdır. Hauntoloji nedir derseniz: Türkçeye çoğunlukla “hayaletbilim” veya “musallat-ontoloji” gibi çevrilir. Temelinde “ontoloji” (varlıkbilim) ile “haunting” (musallat olma, hayalet gibi geri dönme) kelimelerinin birleşiminden doğmuştur.: Geçmişin hayaletleri imgeler  bugüne musallat olur, başımıza belaya sokar. eski fotoğraflara bakmak size nasıl geliyor? Bir düşünün lüften!

X. Jacques Rancière: Görünürlük Rejimleri ve Demokratik Estetik

Rancière’in temel kavramı *“le partage du sensible”*dir: Nelerin görülebileceğini, temsil edilebileceğini belirleyen görünürlük rejimleri olarak bilinen bu kavramı biraz açmak istersek: “Le Partage du sensible” (Türkçeye genellikle “Duyulur/Hissedilir Olanın Paylaşımı” diye çevirmek mümkün), temel  estetik-politik bir kavramdır. Bu kavram, hem sanat teorisinde hem de siyaset felsefesinde çağdaş tartışmalara yol açmış onlara yön vermiştir

Fotoğraf, gündelik, sıradan olanı ve marjinal olanı görünür kılar. Yoksulların, işçilerin, marjinal toplulukların fotoğraflarını kamusal alana taşır.

Fotoğraf böylece bir demokratik estetik haline gelir: Sıradanı yüceltir, görünmez olanı görünür yapar.

XI. Allan Sekula: Fotoğrafın Toplumsal Anatomisi

Sekula, fotoğrafı kapitalizmin ideolojik işleyişi bağlamında inceledi. Fotoğraf, hem emek ve sınıf ilişkilerini görünür kılar hem de gözetim ve kontrol aygıtı olarak işlev görür diye varsayımda bulundu. Çok da doğru bir noktaya taşıdı konuyu. Bugün buna bire bir tanık oluyoruz.

Pasaport fotoğrafları, işçi portreleri, arşiv imgeleri… Bunlar yalnızca kayıt değil, aynı zamanda iktidar mekanizmalarının kullandıkları araçlardır. Hem de hüküm sürmelerine katkı koyan araçlardır.

Sekula için fotoğraf, bir taraftan baskı aracı iken diğer taraftan hem direniş aracıdır. Sekula’nın katkısı, fotoğrafı toplumsal mücadelelerin epistemolojik alanı olarak görmemizi sağlamasıdır. Tam yeri gelmişken bugün bu araçların nasıl kötüye kullanıldığı ile ilgili bazı gerçekleri sunayım size.

Çin’de kameraların kötüye kullanımı bizi nereye götürüyor hiç düşündünüz mü?  Bugün Çin şehirlerinde  milyonlarca kamera, her bireyin her hareketini kayıt altına alıyor. Mesele anlayabileceğimiz gibi yalnızca güvenlik değil; mesele görmenin nasıl kötüye kullanılabildiği.

Skynet ve Ötesi: Devlet gözetiminin dev görüntü ağı çok tehlikeli. Çin hükümeti, “Skynet” ve “Sharp Eyes” gibi projelerle dünyanın en büyük kamera ağını kurdu. 700 milyondan fazla kamera ki bazı bölgelerde 2 kişiye bir gözetleme kamerası düşüyor, sokaklarda, metroda, okullarda, hatta köylerde bile bulunuyor. Yapay zekâ destekli yüz tanıma sistemleriyle vatandaşların kimliği, etnik kökeni, davranış kalıpları tespit edilebiliyor. Bu görüntüler üzerinde insanları kategorize edebiliyorlar. Özellikle Sincan bölgesindeki Uygur Türkleri gibi azınlık gruplar üzerinde bu sistemler sistematik izleme ve profil çıkarma amacıyla kullanılıyor.

Resmî söylem, bu devasa ağın güvenlik, suç önleme ve “toplumsal istikrarı” korumaya hizmet ettiği yönünde. Ancak uygulamada, bireysel özgürlüklerin daraldığı, toplumsal davranışların sürekli gözlendiği, bir tür “dijital panoptikon” inşa edildiği görülüyor. Panoptikon nedir derseniz; Panoptikon, 18. yüzyıl sonlarında İngiliz düşünür Jeremy Bentham tarafından tasarlanan bir hapishane modelidir. Ancak kavram, sadece bir mimari düzeni değil, aynı zamanda modern iktidar, gözetim ve disiplin biçimlerini açıklayan derin bir metafor haline gelmiştir. Yüz tanıma modelleriyle Çin’de bazı kimseleri kötü oldukları nedeniyle bazı ortamlara girişleri engelleniyor. Tüm bunlara yüzlerinin binlerce noktadan kaydedilen fotoğrafları yol açıyor. yapay zeka gibi fotoğraf kötüye kullanılırsa kötüdür iyiye kullanılırsa iyidir diye düşünüyorum.

Michel Foucault’nun kavramıyla: gözetleniyor olma ihtimali bile, bireyin davranışlarını içten içe kontrol altına alır.

Güncel Skandal: MaskPark Treehole Forum. Ancak gözetim yalnızca devlet eliyle gerçekleşmiyor. Ağustos 2025’te Çin kamuoyu, Telegram’daki MaskPark Treehole Forum skandalıyla çalkalandı. Bu forumda, gizli kameralarla kadınların ve çocukların görüntülerinin izinsiz paylaşıldığı ortaya çıktı. 100 binden fazla üyesi olan bu oluşumda kayıtlar genellikle yurt odalarına, toplu taşımaya ya da evlerin içine yerleştirilen kameralarla yapılmıştı. Daha da ürkütücü olanı, faillerin çoğu mağdurlara yakın kişilerdi: eski sevgililer, akrabalar, hatta komşular.

Bu olay, kameraların bireysel düzeyde nasıl suistimal edilebileceğini, hukukun sınırlarını aşarak mahremiyetin tamamen ortadan kalkabileceğini gösterdi. Mağdurların çoğu adalet arayışında, uluslararası dijital ağların yarattığı hukuki boşluklarla da karşı karşıya kaldı.

Kötüye Kullanımın Katmanları

  1. Devletin Kontrol Aracı: Toplumu güvenlik gerekçesiyle gözetlemek, bireylerin davranışlarını denetim altında tutmak.

  2. Bireysel Suistimal: Gizli kameraların dijital şantaj, taciz ve istismar için kullanılması.

  3. Hukuki Yetersizlik: Teknoloji uluslararasıdır, ama hukuk millîdir. Bu da mağdurların korunmasını zorlaştırır.

  4. Toplumsal Duyarsızlık: Kameralar, sıradanlaştıkça “görülüyor olma” hâli normalleşiyor. İnsanlar kısaca artık bakışın ağırlığını üzerlerinde ciddi biçimde hissediyorlar.

Bugün Çin’de yaşananlar, yalnızca Çin’e özgü bir mesele değildir. Teknoloji küreseldir ve her ülkeye nüfuz edebilir. Bir yanda güvenlik, diğer yanda özgürlük; bir yanda korunma, diğer yanda mahremiyetin kaybı… Gözetleme kameraları bu ikilemin tam ortasında duruyor.

Burada sorulması gereken temel soru şudur: İnsanlık, görme gücünü denetim aracı olmaktan çıkarıp, güven ile özgürlüğü birlikte yaşatacak bir etik düzen kurabilecek midir?

XII. Laura Mulvey: Kadın görünütüsü ve Bakışın Politikası

Laura Mulvey, “male gaze” (erkek bakışı) kavramını ortaya koyarak görsel kültürü kökten değiştirdi diyebiliriz.

Fotoğraf erkek bakışının en önemli bakış noktasıdır. Reklamlardan modaya kadar kadın, çoğu zaman erkek öznenin arzusuna sunulmuş nesnedir. Metadır.

Mulvey’in fotoğraf felsefesine katkısı şudur: Fotoğraf yalnızca neyi gösterdiğiyle değil, kimin için ve nasıl gösterdiğiyle de ilgilidir. Her fotoğraf, bakmanın görmenin gücünü gösterir, yeniden üretir ya da bu bakışın sorgulanmasına neden olur.

 

XIII. Görüntünün  Etkisi

Fotoğrafın iki yüzyıllık tarihi, bize bir taraftan teknik gelişmeleri gösterirken, diğer taraftan felsefi soruların da tarihini de gözlerimizin önüne sermektedir. Burada yazmaya çalıştığım Benjamin’den Mulvey’e uzanan düşünürler zinciri bize  özetle şunu gösteriyor: Fotoğraf hiçbir zaman yalnızca “görmek” değildir; fotoğrafta, düşünmek, tanıklık etmek, yargılamak ve hatırlamak her zaman iç içe geçmiştir.

Bugün, yapay zekâ çağında, fotoğrafın bünyesindeki bu sorular yeniden soruluyor: “Gerçeklik” nedir? “Tanıklık” nerede başlar, nerede biter? Bir görüntü sahici mi, yoksa algoritmaların ürettiği bir simulakrum mu? Yani bir şeyin kendisi değil de onun bir temsili, kopyası veya yanılsamasımıdır?  Benjamin’in auradan, Derrida’nın izden, Rancière’in görünürlük rejimlerinden bahsettiği sorunlar artık daha da keskinleşmiş durumda. İşin içinden çıkılması daha mı zorlaşıyor yoksa tünelin sonundaki ışığı görmeye başlıyor muyuz? Bu sorunun cevabını herkesin kendisinde araması gerektiğini düşünüyorum.

Sonuçta fotoğraf, geçmişte olduğu gibi bugün de felsefenin büyük sorularını gıdıklamaya devam ediyor. Fotoğraf yalnızca bir görüntü değil.  Bir yankıdır, bir yansıma, bir sorudur, bir iz, bir yara, bir geçmişdir. Ve tüm bunlar, bizi hala ve derinden düşünmeye davet ediyor. Bu davete icabet etmeli, ellerimiz bir yandan deklanşöre basarken bir yandan da beynimizdeki bazı çekirdekileri okşamalı diye düşünüyorum.

Günümüz şartlarında organik tarım hayatta kalabilir mi?

Biyolojik Şarap: Ne Kadar Bio, Ne Kadar Lojik?

1. Avrupa Birliği’nde Organik Şarap: Çerçeve ve Veriler

Avrupa Birliği, organik tarım düzenlemesini 1991’de yürürlüğe koydu, 2012’de ise “organik şarap” kavramını hukuken tanımladı. Bugün AB’de toplam tarım arazilerinin %10’u organik sertifikalı; bunun yaklaşık %15’i bağ alanları. 2023 itibarıyla AB genelinde 480.000 hektardan fazla bağ alanı organik sertifikalıdır. Fransa, İtalya ve İspanya bu üretimin %75’ini karşılıyor.

Fransa’da 2022 verilerine göre 145.000 hektar bağ organik sertifikalıydı; bu da ülkenin toplam bağ yüzeyinin yaklaşık %20’sine denk geliyor. Ancak Tarım Bakanlığı ve Agence Bio verilerine göre 2024 yılında organik bağ alanlarında ilk kez %10’a varan bir gerileme yaşandı. Özellikle Nouvelle-Aquitaine bölgesinde yani Bordeaux civarında organik bağların yarısından fazlası kaybedildi.

2. İklim Krizinin Yıkıcı Etkisi

2024, organik bağcılık için istatistiksel açıdan “felaket yılı” oldu. Fransa Meteoroloji Kurumu’nun verilerine göre ülkenin batısında yıllık yağış, son 30 yıl ortalamasının %25 üzerinde gerçekleşti. Bordeaux ve Loire bölgelerinde 20 mm’nin üzerindeki yağış günleri olağanüstü şekilde arttı.

Bu yağış fazlası, mildiyum ve botrytis enfeksiyonlarını tetikledi. Bordeaux’da yapılan saha araştırmalarına göre organik üreticiler 2024’te bağlarını 15–20 kez bordo bulamacıyla ilaçlamak zorunda kaldılar (konvansiyonel üretimde bu rakam genellikle 8–10’dur). Bu durum hem maliyetleri artırdı hem de etkinliği azalttı çünkü her yağmurlar bakır tabakası yıkayarak etkisiz hale getirdi.

Sonuç olarak, organik bağlarda 2024’teki verim kaybı %30–50 arasında bulundu. Bazı bölgelerde hasat tamamen kayboldu. Bu önemli kayıplar, üreticilerin sertifikalarını  bırakmalarına yol açtı.

3. Ekonomi: Maliyetler ve Pazar Talebi

Organik üretim, ortalama olarak konvansiyonel üretime göre %20–30 daha düşük verim ve %15–25 daha yüksek üretim maliyeti demektir. 2022–2024 arasında Avrupa’da tarımsal girdi fiyatları (gübre, işçilik, enerji) %25’in üzerinde arttı. Organik üretim zaten daha fazla el emeği gerektirdiği için bu artış bağcıları daha da zorladı.

Pazar tarafında ise tüketici talebi aynı hızda büyümedi. IWSR Drinks Market Analysis’in 2023 raporuna göre dünya genelinde organik şarap satışları 2017–2022 arasında yıllık ortalama %6 büyüdü, ancak 2023’te büyüme %2’nin altına düştü. Fransa iç pazarında tüketici organik şarap için ortalama %20–30 daha fazla fiyat  ödemeye razı oluyor, fakat enflasyon ortamında bu tolerans hızla daraldı.

Kooperatifler ve ticari birlikler, üyelerine organik sertifikadan çıkmayı önermeye başladı. 2024’te Bordeaux’da kooperatiflere bağlı organik üreticilerin yaklaşık %15’i sertifikalarını bıraktı.

4. Etik ile Strateji Arasında Sertifikalar

“Organik” etiketinin pazardaki cazibesinin azalmasıyla birlikte üreticiler daha esnek sistemlere yönelmeye başladı. Fransa’da hızla yayılan HVE (Haute Valeur Environnementale) sertifikası, 2023 itibarıyla 30.000’den fazla üretici tarafından benimsendi. HVE, organik kadar katı değil; pestisit kullanımına sınırlı ölçüde izin veriyor, ama çevreye duyarlı üretimi yapmayı sembolik olarak güçlendiriyor.

Öte yandan, doğal şarap (vin naturel) ve biodinamik şarap üreticileri pazarın küçük ama görünür nişini oluşturuyor. 2022’de Fransa’daki biodinamik bağ alanı toplam bağların %2’si civarındaydı; ancak ihracat pazarlarında markalaşma avantajı sağlıyor.

5. Gelecek: Araştırma ve Yenilik

Bilim dünyası organik bağcılığın krizini aşmak için üç alana odaklanıyor:

  • Dayanıklı üzüm çeşitleri: INRAE (Fransa Ulusal Tarım Araştırma Enstitüsü) mildiyuma dayanıklı yeni hibrit çeşitler geliştirdi, 2030’a kadar ticari kullanım öngörülüyor.
  • Biyokontrol ürünleri: Kimyasal yerine doğal mikroorganizmaları ve ekstraktları kullanan ürünler 2025 itibarıyla pazar payını artırıyor.
  • Agroekoloji ve çeşitlilik: Monokültür bağcılık yerine polikültür sistemlerine geçiş tartışılıyor.

Ancak bu çözümlerin hayata geçmesi yıllar alacak.

6. Tüketici ve Sonuç

Organik şarabın geleceğini belirleyecek asıl faktör, tüketici davranışı. Eğer tüketici etik üretime değer verip fazla fiyat ödemeye devam ederse organik bağcılık ayakta kalabilir. Aksi halde, 2024’te yaşanan kriz kalıcı bir daralmaya dönüşebilir.

Bugün organik şarap bir tercihden çok bir soru işaretini bünyesinde taşıyor:

  • İklim değişikliği: Daha sık ve yoğun yağışlar, yeni hastalık riskleri.
  • Ekonomi: Artan maliyetler, yavaşlayan talep.
  • Etik: İnsan-doğa sorumluluğu ile piyasanın gerçekleri arasında sıkışma.

Sorununbelki de şöyle özetlemek gerekir:
Organik şarap, iklim ve ekonomi baskısı altında bir niş ürün olarak mı kalacak, yoksa tüketicinin etik desteğiyle geleceğin standardı mı olacak?

Fransa’nın Nuri Bilge Ceylan’ı…




Fransa’nın Nuri  Bilge Ceylan’ı…

Agnès Varda – Le Paris d’Agnès sergisi, Musée Carnavalet’de 9 Nisan – 24 Ağustos 2025 tarihleri arasında ziyaretçilerine kapılarını açıyor. Sergiye eşlik eden katalog, Varda’nın Rue Daguerre sokağındaki bir çıkmazın dibini babasının karşı çıkmasına karşına satın aldığı “cour‑atelier” diye tanımladığı alanını ve bu atölyede ortaya çıkarttığı fotoğraflarının özgür ve deneysel doğasını bize anlatmaya çalışıyor. Bir tane edinmekte yarar var.

Bence Agnès Varda’nın fotoğraf arşivi … ve Ciné-Tamaris arşivleri, sanki belgesel ile kurmacanın yarıştığı bir özgürlük ve deney alanı.

Katalogda yer alan 130 baskı—birçoğu bu sergide ilk kez izlenebiliyor—Varda’nın sinema ile fotoğraf arasındaki görsel anlatısının temelini oluşturuyor. Bu sergi, Varda’nın işlerini ürettiği mekanı. Fotoğraflarını ve sinema dilini anlamak için eşine az rastlanır bir fırsat.

Çoğu sinema severin bilip sevdiği Stanley Kubrick ve Wim Wenders de meslek yaşamlarına fotoğrafçı olarak başlamış ve sinema yönetmeni olarak tamamlamışlardır. Ama ben burada Agnes Varsa’yı ülkemizin gurur kaynağı Nuri Blige Ceylan’la karşılaştırmak istiyorum.

Agnès Varda ile Nuri Bilge Ceylan’ın Ortaklığı nerede başlar nerede biter?

“Her zaman fotoğrafa dönmek istedim. Çünkü sinema bana fazla akışkan, fazla kaygan geliyordu. Fotoğraf bir duraktır.”
— Agnès Varda

“Filmlerim, aslında birer fotoğraf albümüdür. İçlerinden bazı kareler, hikâyeye dönüşmek için sabırsızlanır.”
— Nuri Bilge Ceylan

Agnès Varda ile Nuri Bilge Ceylan… Biri, 20. yüzyılın ikinci yarısında Fransız Yeni Dalgası’nın içinde yer almış; diğeri, 21. yüzyılın başında Anadolu’dan yükselen sinema dilinin mimarılarından. İlk bakışta farklı kültürel coğrafyalardan gelen bu iki yönetmen, bence bir ortak zeminde buluşuyorlar: ikisi de fotoğraftan sinemaya doğru bir geçiş sergiliyorlar.

Varda, kariyerine Paris’te fotoğrafçı olarak başlamış, özellikle tiyatro ve sokak yaşamı üzerine çektiği karelerle dikkat çekmişti. 1955’te çektiği ilk filmi La Pointe Courte, biçimsel olarak o yıllarda henüz doğmakta olan Yeni Dalga’nın habercilerinden birisi olarak kabul edildi. Varda, sokağı ve gündeliği ön plana alan, belgesel ile kurmacayı iç içe geçiren bir dile sahip.

Nuri Bilge Ceylan ise Boğaziçi Üniversitesi’nde mühendislik eğitimi alırken fotoğrafla tanıştı. Doğanın dinginliğini, taşrada yavaşlatılmış gibi hissedilen zaman duygusunu işlerinde ön plana çıkarttı. Onun 1995’te başlayan sinema yolculuğu (Koza) da, tıpkı Varda’nınki gibi, sabit görüntüyü sabırla işleme arzusu var gibi. 1999 Cannes’da Mayıs Sıkıntısı ile başlayan, 2003’te Uzak ile ilerleyen, ve 2011 de Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle Büyük Jüri Ödülü’ne layık görüldükten sonra 2014’te Kış Uykusu ile Altın Palmiye’ye ulaşan yolculuğu da tıpkı Varda’nınkine benzer şekilde kendi imzasını taşıyordu.

1. Durağanlığın Anlatıya Dönüşümü

Her iki sanatçının da sineması, doğrudan bir olaylar zincirine değil, atmosferin ve karakterlerin iç dünyasına dayanır. Bu, aslında fotoğrafın doğasına çok yakın bir anlatı kurma biçimidir. Fotoğraf, tek bir anı ölümsüzleştirir; ama o anın içine baktığınızda, zamanın hem geçmişini hem geleceğini sezersiniz. İşte Varda ve Ceylan’ın sineması da budur: sizi bir fotoğrafın içine bakmak zorunda bırakır.

Varda’nın Cléo de 5 à 7 filmi, gerçek zamanın içinde bir kadının ölüm korkusunu, sokakların gündelikliğiyle iç içe işler. Kamerası hep “orada olanı” izler; tıpkı bir fotoğrafçı gibi sabırla. Ceylan ise Bir Zamanlar Anadolu’dada, gecenin içinde yavaş yavaş ilerleyen bir polis konvoyunun yavaşlığıyla zamanı esnetir; mekân, gece, suskunluk başlı başına birer görüntü ve hikaye ziyafetine dönüşür.

2. Sessizliğin ve Sıradanlığın birlikteliği

Varda, sıradan insanların hayatından hikayeler çıkarabilen bir gözlemciydi. Özellikle Sans toit ni loi (Çatısız, Kanunsuz) filminde, toplum dışına itilmiş bir kadının hikâyesini, belgesel estetiğiyle işler. Kamera, karakterin ardından yürür; ama aynı zamanda çevreyle de ilgilenir. Varda, görüntünün içindeki tüm ayrıntılara da anlam yükler.

Ceylan’nın sinemasında ise da sıradanlığın içindeki kırılmalar öne çıkar. Diyaloglardan çok yüzler konuşur. Örneğin Uzak filminde, iki adamın birlikte yaşadığı mekânlarda geçen sahneler, yalnızlığın ve iletişimsizliğin görsel bir anlatımıdır. Işık, kadraj, bakış — hepsi birer iç monolog gibi çalışır.

3. Kadın ve Zaman Algısı: Farklı Yönelimler

Bu iki yönetmenin sinemasal yaklaşımı arasındaki belki de en önemli fark, zaman ve toplumsal cinsiyet algısında ortaya çıkar. Varda, kadın karakterleri merkeze alır ve onları çevreleyen patriyarkal dünyayı eleştirel bir mercekle işler, gösterir. Feminist sinemanın öncülerindendir.

Ceylan ise daha varoluşsal bir dil kurar. Kadınlar çoğunlukla erkek karakterlerin iç dünyalarının yansıtıcısı konumundadır. Ancak bu, Ceylan’ın sinemasında bir eksiklik değil, bilinçli bir tercih olarak belirir; çünkü onun sineması, bireyin yalnızlığını ve yabancılaşmasını merkeze alır. Bu fark, aslında her iki yönetmenin yaşadığı toplumsal bağlamla yakından ilişkilidir.

4. Cannes ve Evrensel Duruş

Her iki yönetmen de Cannes Film Festivali’nin “gözbebeği” olmuş isimlerdir. Varda, hem Altın Palmiye Onur Ödülü’nü aldı hem de Les Glaneurs et la Glaneuse gibi belgesel-nitelikli işleriyle festival damgasını vurdu. Ceylan ise Altın Palmiye dahil olmak üzere birçok ödülle, Türkiye sinemasını dünya haritasına kalıcı olarak yerleştirmiştir.

5. Görüntüden Düşünceye Bir Dönüşüm

Her iki yönetmen için de sinema, bir dünya görüşünü duyurma biçimidir. Fotoğrafla başlayan bu yolculuk, sinemada daha geniş bir alan bulur ama asla görsel sadelikten vazgeçmez. Onların sineması, bir bakışın sinemasıdır; zamanla yarışmayan, onunla yürüyen bir sinema.

İki Bakış

Varda’nın “bakışları” kadınları görünür kılarken, Ceylan’ın “suskunlukları” erkeğin iç çatışmasını görünür kılar. Ama ikisinin de sineması, bir karede gizlenen öykünün peşindedir. Işığın, boşluğun, duraksamanın anlamını bilirler. Ve bu anlamda, Varda ile Ceylan, aynı yoldan yürüyen iki ayrı kişi gibidir: biri Seine kıyısında, diğeri Kapadokya vadilerinde; ama bence ikisi de bir görüntünün içinde kaybolmaya gönül vermiş fotoğrafçı/yönetmendirler.
Yolu Paris’e düşen fotoğraf ve sinema sevenlere Agnes Varda sergisini görmelerini öneririm. Hiç pişman olmayacaklarından eminim.

Tropik Bir Güzellik: Jonathas de Andrade’nin Dünyasına Yolculuk

Jeu de Paume Paris’in en önemli fotoğrafa adanmış müzesi.  Château de Tours ise Jeu de Paume tarafından yönetilen Tours kentindeki fotoğragf müzesi. Bu yaz sanatseverleri Brezilyalı sanatçı Jonathas de Andrade’nin duyusal ve politik açıdan çarpıcı işlerini sergiliyor. 20 Haziran – 9 Kasım 2025 tarihleri arasında açık kalacak sergi, “Gueule de bois tropicale et autres histoires” (Tropikal Sarhoşluk ve Diğer Hikâyeler) başlığı altında bir  kimlik manzarası diyebiliriz.

Bu sergi, sadece Brezilya’nın kuzeydoğusundan gelen bir ses değil, aynı zamanda evrensel olarak bastırılmış halkların, unutulmuş işçilerin ve dışlanan bedenleri de bize anımsatıyor. Andrade’nin işleri; antropoloji, eğitim, tiyatro ve etnografiyle harmanlanan bir estetik-politik okuma sunuyor.


“Ressaca Tropical” ile Başlayan Bir  Arkeolojik yaklaşım

“Ressaca Tropical (2009)”

Serginin isim işlerinden biri olan “Ressaca Tropical”, Andrade’nin eline geçen eski bir günlüğü ve Recife kentine ait kişisel fotoğrafları birleştirerek hem belgesel hem de kurmaca bir kent portresi sunuyor. Bu görsel anlatı, bedenin coşkusu ile şehir planlamasının yarım kalmış modernlik arayışı arasındaki çatışmayı görünür kılıyor. Tropikal bir baş dönmesi, hem bireyin hem toplumun geçmişine dair bir sersemlik hâlini temsil ediyor.


“Educação para Adultos”: Alfabenin Ötesinde Bir Bilinçlenme

[Buraya “Educação para adultos (2010)” işine ait görseli yerleştirin]

Brezilyalı pedagog Paulo Freire’nin devrimci eğitim anlayışından ilham alan bu yerleştirme, okuryazarlık kadar farkındalık yaratmayı da hedefliyor. Andrade, annesinin eğitimcilik anılarından yola çıkarak oluşturduğu bu çalışmada, sözcüklerle imgeleri bir araya getirerek politik, erotik ve çoğu zaman ironik çağrışımlarla izleyicinin katılımını tetikliyor.


Beden, Arzu ve Bellek: “Cartazes para o Museu do Homem do Nordeste”

“Cartazes…”

Bu hayalî etnografik müze kampanyasında Andrade, Recife sokaklarından derlediği portrelerle toplumsal cinsiyet ve arzu ile ilgili bir seri oluşturuyor. Homoerotik estetikle yoğrulmuş bu görsel dil, maskülenliğe gönderme yapıyor.


Doğa ve İnsan Arasında Bir Fantezi: “O Peixe”

 

“O Peixe (2016)”  Balık adlı video’dan alıntı.

Balıkla kurulan neredeyse mistik bir yakınlık ritüeli… Bu 37 dakikalık video işi, avlanan balıklara sarılan erkek bedenlerini gösterirken, arzu, ölüm, şiddet ve şefkat gibi kavramları iç içe geçiriyor. Tropik fantezilerle yüklü bu sahneler, çevre ile insan arasındaki karmaşık bağı sorguluyor. Görüntüler tutulan balığa veda töreni gibi algılanabilir.


Direnişin Sessiz Dili: “Jogos Dirigidos”

“Jogos Dirigidos (2019)”

Piauí bölgesindeki işitme engelli bireylerin kendi aralarında geliştirdikleri özgün işaret dili, Augusto Boal’ın  tiyatrosuyla harmanlanıyor. Sessiz bir dilin direnişe, kolektifliğe ve anlatıya dönüşümünü belgeleyen bu film, görünmeyeni görünür kılıyor.


Kadim Haritalar, Yeni Yorumlar: “Fome de Resistência”

 “Fome de Resistência (2020)” 

Kayapó kadınlarının, Brezilya ordusuna ait askeri haritalar üzerine yaptığı çizimlerle hazırlanan bu projede, harita sadece bir coğrafi veri değil, aynı zamanda bir kültürel direniş aracına dönüşüyor. Andrade burada, yerli bilgeliğin görünürlük ve süreklilik kazanmasını sağlıyor.


Kayıp Eşyalarla Örülen Bir Topluluk: “Achados e Perdidos”

 

 “Achados e Perdidos (2020)” 

Bir zamanlar kamusal havuzlarda unutulmuş erkek mayoları, geleneksel yontucuların ellerinde bedensiz torsolara dönüşüyor. Bu iş, queer beden politikalarıyla popüler sanat formlarını iç içe geçirerek mizahi ve kışkırtıcı bir ifade kullanmayı amaçlıyor.


Direnişin Mutfak Eşyaları: “A batalha do todo dia de Tejucupapo”

“Tejucupapo (2022)” 

Küçük bir köyde kadınların Hollandalı işgalcilere karşı verdiği tarihsel direnişi belgeleyen bu proje, gündelik ev eşyalarının nasıl sembollere dönüşebileceğini gösteriyor. Andrade’nin duyarlılığı, nesneleri çağdaş bir şiirsellikle anlatıyor.


Sokaktan Sahneye: “Olho da Rua”

“Olho da Rua (2022)”

Yüz evsiz bireyle hazırlanan bu altı perdelik film, yoksulluğun sadece bir gösteri öğesi olmadığını, örgütlenme ve kolektif bir  bilinci yaratabileceğini göstermeye çalışıyor. Bir yemek sofrası etrafında kurulan bu sahne, hem estetik hem de etik bir davet olarak algılanabilir.


Sergiyle ilgili Bilgiler

Yer: Château de Tours, 25 avenue André-Malraux, 37000 Tours
Tarih: 20 Haziran – 9 Kasım 2025
Saatler: Salı–Pazar 14:00–18:00 (Pazartesi ve 14 Temmuz kapalı)
Giriş: 5€ (İndirimli: 2,5€) – 27 yaş altı için ücretsiz
Küratör: Marta Ponsa
Organizasyon: Jeu de Paume & Saison Brésil France 2025


 Sanat bakışı ile Toplumsal Bellek

Jonathas de Andrade’nin işleri, sadece bir coğrafyaya ya da kimliğe değil, sanki hepimize ve tüm insanlığa ait. Her işi bir soru, her sergisi bir davet niteliğinde. Ve “Gueule de bois tropicale” ile bize sorduğu şey şu: Hangi belleği, hangi bakışla taşıyoruz?

Yapay Zekâ ve Görsel Yaratım: Tourcoing’de Görsel Kültür Tartışıldı..

Tourcoing ve Lille şehri tek vücut olmuş durumdadırlar. Birbirlerine yapışık yaşarlar. Lille’de yaşayan UPP (Union des Photographes Professionnels) yönetim kurulu arkadaşım Isabelle Vandromme geçenlerde gittiği Tourcoing’daki yapay zekanın görsel dünyaya etkileri ile ilgili 29 Nisan 2025 tarihinde yapılan konferanslar dizisinin bilgilerini benimle paylaştı. Ben de sizlerle paylaşıyorum. Bu nedenle Isabelle Vandromme’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Çünkü verdiği bilgiler hayli ilginç. Bu konuya sürekli eğilmeye devam edeceğim. Nitekim dün Paris’te Fotoğrafın bulunuşunun 200. cü yılı kutlamalarına hazırlık çerçevesinde Kültür Bakanlığının düzenlediği  yuvarlak masa toplantılarından biri yine aynı konuya ayrılmıştı. O toplantının notlarını da daha sonra  buraya alacağım.

Bir Ayna, Bir Algoritma, Bir Hafıza tazelemesi: Yapay Zekâ ile Görsel Yaratım Üzerine Notlar

Tourcoing’deki Plaine Images kampüsünde, Fotoğraf Enstitüsü’nün öncülüğünde düzenlenen “IA et création(s) visuelle(s)” başlıklı buluşma, yalnızca yapay zekâyı konuşmakla kalmadı; görsel kültürün belleğindeki soruları da yeniden gündeme getirdi. Bu buluşma, teknik raporların yanında, fotoğraf, arşiv, yüz, arzu ve hafıza gibi insanî kavramların yapay sistemlerle nasıl etkileşime girdiğini de tartıştı.

Görselin Algoritmayla İlk Teması

Basel Üniversitesi’nden Estelle Blaschke ve Paris’ten Christian Joschke, fotoğraf tarihinin algoritmik yapılarla olan gizli birlikteliğini anlattı. Algoritma, ilk dijital kameralardan beri vardı zaten; görünmezdi ama yön verici bir rolü vardı. Ve şimdi, generatif yapay zekâ ile bu birliktelik, birlikte oluşturdukları imgelerle yeni bir evreye geçti. Peki, bu imgeler neyinanlatıyor?

Thierry Sugitani’nin sunduğu veri  tarihi, bu göstergenin arka planında dolaşan bilinmezleri gün yüzüne çıkardı. Flickr’daki amatör yüklemelerden 5 milyar görsellik devasa LAION-5B veri havuzlarına uzanan bu arşivler, fotoğrafın kime ait olduğunu, kimin tarafından etiketlendiğini, ve hatta kimin unutulduğunu sorgulattı. Etiketlerin ardındaki görünmez emek (çoğunlukla kadınlar tarafından yürütülen düşük ücretli işler), yalnızca teknik bir detay değil, aynı zamanda kültürel bir eşitsizliğin debelirtisiydi.

Fotoğraf Gerçeklik midir, Yoksa Bir Hafıza Tazelemesi mi?

Antonio Somaini, bizim de Fotoğraf dergisinde yazdığımız Jeu de Paume’daki “Le Monde selon l’IA” sergisi bağlamında sunduğu analizle, yapay zekânın hem görsel hem kavramsal bir “çift yüzlülük” yarattığını gösterdi. Bir yandan milyonlarca fotoğraf AI sistemlerine görsel okuma becerisi kazandırırken, diğer yandan bu sistemler, hiçbir optik cihaz kullanılmadan “fotoğraf gibi görünen” imgeler üretebiliyorlar.

Yüz tanıma teknolojileri, “ortalama yüzler”, veri kümelerinin şeffaf olmayan içeriği… Somaini bu yeni görsellik rejimini “algoritmik hafıza” olarak nitelendiriyor. Fakat bu hafıza, hatırlamaktan çok, yeniden inşa etmeyi tercih ediyor. Hafıza artık sabit bir geçmiş değil, sürekli yeniden kodlanan bir şey artık

Dijital İlişki, Yapay Yalnızlık

Morgane Baffier, yapay zekâyla kurulan duygusal ilişkileri “A(m)i” yani “Arkadaş” adlı projesinde sorgularken, izleyiciyi rahatsız edici bir noktaya çekiyor: “Yapay zekâ bir sevgili veya bir köpekten daha mı iyi? Konuşabiliyor ama dokunamıyor.” Sartre’ın cehennemi olan “başkaları”nın yerine, şimdi başkalarının yapay kopyaları mı yerleşiyor?

Y ve Z kuşaklarının teknolojiyle kurduğu ilişkiden sonra gelen Alfa kuşağı ise, “ölümcül cool” tavrıyla dijitalden uzaklaşarak bir tür sessiz isyan başlatıyor. Belki de insanın kendi sesini yeniden duymaya ihtiyacı var.

Kodlanmış Arzular ve Görselliğin Krizi

Ella Altman’ın film-sanat projesi, arzunun yapay zekâ tarafından nasıl işlenip yeniden yorumlandığını sinema estetiği üzerinden sorguluyor. Bir kadının başka bir kadına söylediği “Seni yiyeceğim” repliği, yapay zekânın elinde bir kurt suratına dönüşüyor. Jestler, imgeler, bedenler… Hepsi kodlanıyor ama acaba hâlâ hissediliyor mu?

Altman, AI’nin gerçekçiliği taklitte ne kadar başarılı olursa olsun, bir noktadan sonra fantastik olanı, yani hayal gücünün kıpırtısını bastırdığını düşünüyor. Yüz ifadelerinin eksikliği, duygunun temsilini zedeliyor. Peki, duygusuz bir gerçeklik hâlâ sanatı mümkün kılar mı?

Kendi Hayaletimize Bakmak

Sanatçı Thomas Ferreira’nın, veri setlerinden insan figürlerini sildiği ve AI’nin “insan”ı bu yoklukta nasıl yeniden var etmeye çalıştığı deneysel çalışması, neredeyse Foucaultvari bir bedensizlik estetiğine ulaşıyor. Saydam, kaygan ve hayaletimsi beden imgeleri… Yapay zekânın tanımadığı ama taklit etmeye çalıştığı insanın parodisi.

Bu, yalnızca teknik bir deney değil; insanın kendi varlığına dair kurduğu simülasyon olarak kabul edilebilir.

Her şeyin Yapaylaştığı  Çağda Görselin Geleceği

Tourcoing’deki bu buluşma, fotoğrafın yapay zekâyla girdiği ilişkinin teknik bir mesele olmadığını, aksine ontolojik, etik ve estetik bir sorunlar yumağı olduğunu gösterdi. Artık sadece “fotoğraf gerçekliği temsil eder mi?” değil; “bu görsel kim tarafından, hangi emekle ve hangi hafıza ile üretildi?” sorusunu sormak gerekiyor. Yapay zekanın ürettiği görsellere yeni bir isim takılıp fotoğrafın ruhu özgür bırakılmalı sorusunu sorup duruyorum.

Bir yapay zekâ görüntüsü, bizim arzumuzu taklit ederken aslında bizim varoluşumuzu yansıtıyor olabilir mi? Belki de bu sorunun cevabı, artık “fotoğraf çekerken değil, görüntüye bakarken” verilecek.

Sekizinci Günah!

2001 yılında Daniel Schacter “Unutmanın Yeni günahı” adlı kitabını yayınlamıştı. Bu kitaptaki 7 günahı şöylece bir inceledikten sonra bugünkü 12 Haziran 2025 tarihli sayısındaki bir makaleyi dikkate alarak 8.ci günahı da tanımaya çalışalım.

UNUTMANIN 7 GÜNAHI

Daniel Schacter’ın “unutmanın yedi günahı” (The Seven Sins of Memory) kavramı, belleğin neden kusurlu çalıştığını sistematik olarak açıklayan, hem bilimsel hem de felsefi derinliği olan bir çerçevedir. Schacter, Harvard Üniversitesi’nde psikoloji profesörüdür ve bu modelini ilk olarak 2001 tarihli kitabı The Seven Sins of Memory: How the Mind Forgets and Remembers’da ayrıntılı şekilde ortaya koymuştur.

Bu yedi “günah”, hafızamızın hataya açık doğasını ve bu hataların aslında hayatta kalma ve verimlilik için evrimsel avantajlar taşıyabileceğini de gösterir.

İşte o yedi günah;

1. Geçicilik (Transience)

Zamanla bellekteki bilgilerin solması, detayların silinmesi.

Örneğin, yıllar önce izlediğiniz bir filmin adını ya da karakterini hatırlayamamanız. Bu, belleğin doğal bir yaşlanma süreciyle azalan yönüdür.

2. Dikkatsizlik (Absent-mindedness)

Dikkat eksikliğinden kaynaklı unutmalar.

Anahtarları nereye koyduğunuzu ya da bir randevunuz olduğunu unutmanız gibi. Bilgi kodlanmamışsa, hatırlanması da imkânsız hale gelir.

3. Engellenme (Blocking)

Bilginin “orada” olduğunu bilmenize rağmen zihne ulaşamaması.

Dilinizin ucunda olan bir ismi hatırlayamamak tipik bir örnektir. Anı bellekte mevcuttur ama erişim o anda engellenmiştir.

4. Atıf Hatası (Misattribution)

Bir bilginin kaynağını, bağlamını ya da sahibini yanlış hatırlamak.

Örneğin bir hikâyeyi arkadaşınızdan değil de televizyonda duyduğunuzu sanmak. Yalan anıların temeli buradan doğabilir.

5. Önerilebilirlik (Suggestibility)

Dış etkenlerle belleğin şekillendirilmesi veya bozulması.

Özellikle travma veya çocukluk anılarında, başkalarının yorumları ya da yönlendirmeleriyle yanlış hatıralar oluşabilir.

6. Çarpıtma (Bias)

Mevcut inançlar ve duygularla geçmişin yeniden yazılması.

Örneğin, şimdi kötü hissettiğiniz biriyle olan geçmiş anılarınızın da olumsuz olarak değişmesi. Bellek, sabit değil; güncellenebilir bir metindir.

7. Kalıcılık (Persistence)

İstenmeyen anıların silinememesi; zihne musallat olması.

Travmalar, pişmanlıklar, utanç verici anılar zihinde sürekli yeniden canlanabilir. Bu da depresyon ve anksiyeteyi besleyebilir.

Bu yedi “günah”, belleğin başarısızlıkları gibi görünse de aslında onun evrimsel işlevlerinin bir parçasıdır. Schacter’a göre, unutmak bir kusur değil, bir stratejidir: Daha önemli olana yer açmak için gereksizi elemek.

8.Cİ GÜNAH; UNUTMAYI DEVRETMEK

İşte haftalık Le Courrier International deki makaleden alıntıladıklarım.

Hatırlamak mı, Aramak mı? Dijitalleşmenin Belleğimizle Girdiği Büyük Savaş

Adım attığımız her sokakta bir harita, okuduğumuz her satırda bir arama motoru, unuttuğumuz her detayda bir ekran var. Ve biz, farkında olmadan, hafızamızı değil, bağlantılarımızı eğitiyoruz.

Peki dijitalleşme gerçekten belleğimizi silikleştiriyor mu?

Britanya’nın saygın bilim dergisi Nature’de yayımlanan bulgulara göre, bu sorunun yanıtı evet… ama sadece yüzeyde. Austin’de kaybolan Adrian Ward örneğinde olduğu gibi, GPS kullanımı zamanla bireyin yön bulma yetisini törpüleyebiliyor. Eskiden sezgisel olarak bulduğumuz yolları artık ekranlarda arıyoruz. Haritalar elimizde, ama içsel pusulamız kararmakta.

Hafıza artık kendini içerikte değil, içeriğe ulaşma yollarında saklıyor. Bilginin kendisini ezberlemiyoruz; onu nerede bulacağımızı ezberliyoruz. Psikolog Betsy Sparrow’un adlandırdığı gibi, bu bir “Google etkisi.” Yani zihin, bilgi deposu olmaktan çıkıp bir tür dijital arayüzle yer değiştirmiş durumda. Hafıza, internete dış kaynaklı olarak “emanet” ediliyor.

Daha da ilginci, araştırmalar fotoğraf çekmenin de bu sürece katkı sağladığını gösteriyor. Bir anı kareye almak, onu zihinsel olarak daha az işlemenize yol açıyor. Hafızamız belgelenen anı devre dışı bırakıyor. “Nasıl olsa kaydettim,” düşüncesiyle hatırlama işlevini askıya alıyoruz.

Bununla birlikte, dijital dünyanın tüm yönleriyle düşman olduğu da söylenemez. Sohbet robotları –örneğin ChatGPT– doğru kullanıldığında yaratıcılığı tetikleyebilir. Yeni fikirlere açılan kapılar, sadece bilgiye ulaşmak için değil, bilgiyi dönüştürmek için de kullanılabilir. Yapay zekâ, belleği değilse de düşünce biçimimizi şekillendirme gücüne sahip.

Ancak burada da dikkatli olunmalı. Sıkça yinelenen bir uyarı var: Eğer insan sürekli cevapları dışarıdan alırsa, soru sorma yetisi körelir. Hafıza sadece bilgiyle değil, soruyla da beslenir.

Daniel Schacter’in “unutmanın yedi günahı”nı hatırlayacak olursak, dijital çağda biz sekizinci günahı yaşıyoruz: unutmayı devretmek. Zihin, yükünden kurtulmak için dijitale yaslanıyor; ama bu aynı zamanda, içsel dünyamızın boşalması riskini de beraberinde getiriyor.

Yine de tüm bu gelişmelerin tek yönlü, tek boyutlu olmadığını unutmamak gerek. Teknoloji bir tehdit değil, bir araç. Onu nasıl kullandığımız, neyi hatırlamak istediğimizle doğrudan ilişkili. Ve belki de en önemli soru şu: Hatırlamak mı istiyoruz, yoksa sadece erişmek mi?

Not: Bu yazı, Courrier International dergisinin 12-18 Haziran 2025 tarihli 1806. sayısında yayımlanan “Le numérique abîme-t-il vraiment notre mémoire ?” başlıklı makaleden esinlenmiştir.

 

Kudsi Erguner ve son kitabı hakkında..

 

Haftalık fransız dergisi “Dimanche” son sayısında dünya çapındaki tasavvuf müziği elçimiz Kudsi Erguner’le yeni kitabı üzerine yaptığı röportaja yer verdi.

 

 

 

 

Kudsi Erguner ile Söyleşi: Mevlânâ’nın Mesajına  Bir Bakış; İman bizden insan olmamızı ister.

Neyzen, besteci ve yazar Kudsi Erguner, Türkiye’nin ve tasavvuf müziğinin en tanınmış isimlerindendir. Sanatçının eşi Arzu Erguner ile birlikte kaleme aldığı Rûmî ve Mevleviler: Gerçek Hikâye adlı yeni kitap, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin felsefesini tarihsel bağlamı içerisinde ele alarak, son yıllarda popüler kültürle şekillenen yüzeysel yaklaşımlara eleştirel bir perspektifle yaklaşıyor.

Erguner’e göre Mevlânâ’nın mesajı, 800 yılı aşkın bir süredir deam eden evrensel bir mesajdır. Ancak bu mesaj, zamanla anlamını yitirmiş, eksiltilmiş ya da tahrif edilmiş bir şekile bürünmüştür. Kitap, hem bu dönüşümün nedenlerini irdelemeyi hem de Mevlânâ’nın özgün düşünsel ve manevi evrenini okuyucuya yeniden sunmayı amaçlıyor.

Tasavvufun Günümüzdeki Dönüşümü

Kudsi Erguner, söyleşide günümüzde tasavvufun büyük ölçüde folklorik, turistik ya da gösteriye dayalı bir forma büründüğünü ifade ediyor. Ona göre bu durum, tasavvufun asıl amacı olan içsel arınma ve insanın kendi varoluşuyla yüzleşmesini arka plana itiyor. Özellikle sema ayinlerinin popüler kültürün bir parçası haline gelmiş olması, meseleyi şekilsel bir düzleme indirgemiş durumda.

Sanatçıya göre Mevlânâ’nın öğretisinin temelinde, insanın kendi hakikatiyle buluşması, aşk ile yanması ve içsel bir dönüşüm geçirmesi vardır. Ancak günümüzde bu derin manevi yönün, tüketim kültürü içinde yüzeysel bir “mistik imgeye” dönüştüğü gözlemlenmektedir.

Tarihsel ve Sosyolojik Arka Plan

Kitap, Mevlânâ’nın yaşadığı dönemin tarihsel koşullarını ve toplumsal dinamiklerini de ele alıyor. 13. yüzyılın başlarında Anadolu’da yaşanan Moğol istilaları, mezhepler arası gerilimler ve siyasi istikrarsızlıklar, onun eserlerinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Bu bağlamda, Mevlânâ’nın mesajı yalnızca bireysel bir mistik yolculuk değil, aynı zamanda toplumsal bir dayanışma ve direniş çağrısıdır.

Erguner ayrıca, Osmanlı döneminde tarikatların devlet yapısıyla ilişkisine, Cumhuriyet döneminde tekkelerin kapatılmasıyla birlikte yaşanan kırılmalara ve modern dönemde tasavvufun yeniden gündeme geliş biçimlerine de değiniyor. Bu tarihsel çerçeve, Mevlânâ’nın mesajının ne şekilde dönüştüğünü anlamak açısından önemli bir zemin sunuyor.

Genç Kuşaklara Çağrı

Kudsi Erguner, kitabın özellikle genç okuyucular için yüzeysel spiritüalizm ve ticarileşmiş tasavvuf söylemleri karşısında bir alternatif oluşturmasını hedeflediklerini belirtiyor. Gerçek dönüşümün, içsel bir yolculuk ve disiplinle mümkün olabileceğini; aşk, bilgi ve hikmetin birlikte ele alınması gerektiğini vurguluyor.

Yayın Bilgisi:

Rûmî et les derviches tourneurs, la véritable histoire

Yazarlar: Kudsi Erguner & Arzu Erguner

Yayınevi: Éditions Albin Michel, Haziran 2025

Le Chateau Francis Poulenc et ses vignes…

Agnès Audebert propriétaire du Grand Coteau Demeure Francis Poulenc, nous fait visiter le Chateau et ses vignes un dimanche du mois mai 2025.

Agnès Audebert est également présidente Agnès Audebert de l’association Culture Poulenc, qui organise des événements culturels pour honorer l’héritage du compositeur. Parmi ces initiatives, des concerts ont été organisés dans le salon de musique du Grand Coteau, offrant au public une expérience immersive dans l’univers de Poulenc .

Le Grand Coteau : Francis Poulenc, une demeure, des vignes, une mémoire musicale

Un refuge pour créer en paix

C’est en 1927 que le compositeur Francis Poulenc acquiert la demeure du Grand Coteau, à Nazelles, en Touraine. Il cherchait à fuir le tumulte parisien pour travailler en paix. Loin de l’agitation de la capitale, il y compose le matin, à son bureau, dans une pièce restée quasiment intacte aujourd’hui.

Dans le salon, les portraits de famille s’alignent : sa grand-mère, figure fondatrice de l’entreprise Poulenc Frères, qui fusionna plus tard avec aspirine du Rhône, pour donner Rhône-Poulenc géant de la chimie française. Des photographies rappellent ses œuvres : ses ballets, Les Mamelles de Tirésias, Dialogues des Carmélites, mais aussi son attachement à des interprètes comme Denise Duval. Ses 2 pianos trônent toujours là, témoins des heures de création.

Autour de la cheminée : une vie d’amitiés et de muses

La cheminée est entourée de portraits des figures clés de sa vie :
• Ricardo Viñes, son mentor
• Claude Debussy et Maurice Ravel, pairs admirés
• Guillaume Apollinaire, dont le livret inspira Les Mamelles de Tirésias entre autres
• Paul Éluard et Jean Cocteau, pourvoyeurs de textes mis en musique

C’est Cocteau qui lui inspira l’opéra La Voix Humaine, et son amitié profonde se lit dans le jardin qu’il dessina pour Poulenc : quatre carrés et une étoile, symbole fétiche du poète.

Une inspiration tourangelle

Poulenc perdit ses parents très jeune : sa mère, victime d’un accident à 14 ans, son père à 17. Une amie de la famille, Mme Linard, l’accueillit à Nazelles, où il trouva paix et consolation. C’est elle qui lui suggéra d’acheter la maison du Grand Coteau. Elle croyait en la Touraine comme en une terre d’inspiration, propice à la concentration. Elle avait raison : c’est là qu’il revint régulièrement, composant ses mélodies, ses cycles religieux (le Stabat Mater, Les litanies de la Vierge noire de Rocamadour, Les Sept Répons etc), et même des œuvres plus légères comme L’Histoire de Babar, née d’une remarque espiègle de sa nièce qui en avait assez d’entendre sa musique savante.

Un compositeur interprète

Contrairement à ce que l’on pourrait penser, Francis Poulenc a dû beaucoup travailler pour gagner sa vie, notamment après la crise de 1929. Bien que né dans une famille aisée, les revenus fondirent, et il dut multiplier les interprétations et les commandes. Parmi les plus prestigieuses : celle de la princesse de Polignac, pour le célèbre Concerto pour deux pianos.

Les vignes du Grand Coteau : une mémoire viticole

Le Grand Coteau n’est pas seulement une maison de musique, c’est aussi une maison de vignes. À l’origine, la propriété appartenait aux vignerons de la cathédrale de Tours. Lorsqu’elle fut rachetée, elle comprenait à peine un hectare de vignes. Aujourd’hui, ces parcelles entourent toujours la maison.

L’actuel exploitant, Pascal Perdrigeon, a fait renaître ces vignes avec soin. Coïncidence touchante : il est le petit-fils d’un des vignerons de Poulenc. La boucle est bouclée. Ensemble, ils ont relancé le vin sous le nom de Grand Coteau.

Pascal exploite aujourd’hui 17 hectares sur la commune de Vouvray. On y produit des vins tranquilles, secs, demi-secs et moelleux, selon les années. Sa production annuelle atteint environ 15 000 bouteilles, le reste étant commercialisé via un négoce. Seul sur l’exploitation, il fait appel à de la main-d’œuvre saisonnière, notamment pour faire face aux défis climatiques croissants : hivers très humides, gelées épargnées de justesse, et des printemps de plus en plus imprévisibles.

Un héritage inattendu : le pétillant de Vouvray

L’histoire du vin à Vouvray se double d’une anecdote singulière. L’arrière-grand-père d’Agnès, vétérinaire dans les années 1900, rachète un vignoble à la bougie lors d’une vente peu fréquentée. Ce vignoble devient alors la base d’une tradition familiale.

Dans les années 1920, un client champenois, ruiné par la grêle, échange la méthode champenoise contre du vin de Vouvray. C’est ainsi que le pétillant y prit son essor. Aujourd’hui encore, ce pétillant, plus subtil que le champagne selon certains, trouve sa place sur les tables.

Francis Poulenc, compositeur de l’intime, vigneron malgré lui, est resté enraciné dans cette terre qui l’a consolé et inspiré. À travers ses œuvres comme à travers ses vignes, il continue de chanter la Touraine

 

 

Duyularla Dolu Bir Yaşam Üzerine Deneme

Çoğunluk Bizde: Duyularla Dolu Bir Yaşam Üzerine Deneme
Yazan: Dr. Mehmet Ömür


Giriş: Duyular ve Demokrasi

Dünyayı duyularımızla tanırız. Her biri birer algı kapısıdır; görme, işitme, tat alma, koku duyusu ve dokunma… Ancak bu beşli sistemin içinde bazıları daha baskın, bazıları ise geri planda kalmış görünür.

KBB hekimi olarak söyleyebilirim ki; üçü —yani işitme, tat ve koku— doğrudan ilgi alanımıza giriyor.
Demek ki beş duyu içinde çoğunluk bizde!


Fizyolojik Bir Dans: Duyuların Evrimi ve Anlamı

İlk insan için duyu organları hayatta kalmanın anahtarıydı:

  • Kulak yaklaşan yırtıcıyı fark etti,

  • Burun zehri ayırt etti,

  • Dil tehlikeyi tükürdü.

Bugünse aynı organlar bizi sanata, estetiğe ve yaşam zevkine ulaştırıyor.
Kulak artık düşman değil, Chopin dinliyor.
Burun duman değil, amber notası arıyor.
Dil survival değil, fine dining peşinde.


Sonbahar: Beş Duyuyla Deneyimlenecek Bir Mevsim

Eylül ve Ekim… Doğanın sesini, kokusunu ve rengini en çok hissettiren zamanlar.

Yapılabilecekler:

  • Bir sofraya kurulun.

  • Bir yanağa öpücük kondurun.

  • Yağmura yakalanın.

  • Gökyüzünü izleyin.

  • Kendinize zaman ayırın.

Binlerce yıldızlı bir gökyüzünün altında kurulan düş, beş yıldızlı otellerden daha değerlidir.


Kitap Önerileri

  1. Koku: Bir Katilin Hikâyesi – Patrick Süskind

  2. Zamanın Kısa Tarihi – Stephen Hawking

  3. Görmenin Tarihi – John Berger

  4. Tat ve Hafıza – Nicola Perullo

  5. Duyuların Felsefesi – Michel Serres


Film Önerileri

  1. Her – Spike Jonze

  2. Amélie – Jean-Pierre Jeunet

  3. Babette’s Feast – Gabriel Axel

  4. The Fall – Tarsem Singh

  5. Perfume: The Story of a Murderer – Tom Tykwer


Son Söz: Beş Duyu ve İçsel Yolculuk

Duyular yalnızca dış dünyayı algılamanın değil, iç dünyamıza ulaşmanın da yollarıdır.
Onlarla düş kurarız, anı yaşarız, geleceği koklar, geçmişi duyarız.
Ve tüm bu süreç, insan olmanın özüdür.

“Mutluluğun cennet, mutsuzluğun cehennem olduğunu unutmayalım.”
Dr. Mehmet Ömür

Yapay Zekanın Gözünden Dünyamız…

Yapay Zekanın Sanatla Buluştuğu Büyük Sergi

Bu sergi, yapay zeka ile sanat arasındaki etkileşimleri ele alan en kapsamlı ortak çalışma ve  etkinliklerden biri. Fotoğraf, sinema, video enstalasyonları, heykel, edebiyat ve müzik gibi farklı sanat dallarını bir araya getirerek, yapay zekanın yaratıcı sürece nasıl dahil olduğunu gözler önüne seriyor. Ancak buradaki olay yalnızca yapay zeka tarafından üretilmiş eserleri sergilemek değil; aynı zamanda bu teknolojilerin sanatı, toplumu ve bireyi nasıl dönüştürdüğüne dair bir düşünce yakalamak.

Bu sergi, yapay zekanın etkilerini eleştirel bir bakış açısıyla değerlendiriyor. Görsel kültüre olan etkisinden, gözetim teknolojilerinin yarattığı etik sorunlara, üretim süreçlerindeki eşitsizliklerden, otomasyonun görünmez insan emeğine kadar pek çok soruyu gündeme getiriyor. Yapay zeka yalnızca bir araç mı, yoksa modern dünyanın algısını yeniden şekillendiren bir güç mü?

Ziyaretçiler, bu sergide yapay zekanın gözünden bakan bir dünyaya adım atıyor. Algılamak, hayal etmek, anlamak, dönüştürmek ve hatırlamak gibi temel insani deneyimler, yapay zekanın dokunuşuyla nasıl değişiyor? Eserler, bu sorular etrafında şekillenerek izleyiciyi kendi algısını sorgulamaya davet ediyor.

Sergide, Julian Charrière, Grégory Chatonsky, Agnieszka Kurant, Trevor Paglen, Hito Steyerl, Sasha Stiles, Kate Crawford ve Christian Marclay gibi uluslararası sanatçılar tarafından özel olarak üretilmiş ve daha önce hiç sergilenmemiş eserler yer alıyor. Her biri, yapay zekayı sanatsal bir araç olarak kullanmanın farklı yollarını keşfederek, çağdaş sanatın sınırlarını genişletiyor.

Sergi, yapay zekayı farklı açılardan ele alan tematik bir bakış sunuyor. Analitik yapay zeka, yapay görme ve yüz tanıma sistemleri, üretken yapay zekanın keşfettiği “gizli alanlar”, otomasyonun ardındaki insan emeği ve bu teknolojilerin ekolojik boyutları… Tüm bu temalar, geçmişle bugün arasında köprü kuran “zaman kapsülleri” aracılığıyla derinlemesine inceleniyor.

Jeu de Paume, sergiye paralel olarak kapsamlı bir etkinlik programı da sunuyor. Film gösterimleri, sanatçılar ve araştırmacılar tarafından yürütülen konferanslar, bilimsel sempozyumlar ve yapay zekanın bir mahkeme salonunda yargılandığı kurgusal bir tiyatro oyunu… Ayrıca, yapay zeka ile görsel kültür arasındaki ilişkiyi mercek altına alan Fransızca ve İngilizce bir katalog da izleyicilere sunuluyor.

Bu sergi, yapay zekanın yalnızca teknolojik bir gelişme olmadığını, aynı zamanda sanatı, algıyı ve toplumu yeniden şekillendiren bir dönüşüm dalgası olduğunu hatırlatıyor. Yapay zekayla yaratılan eserlerin ötesine geçerek, bu teknolojinin sanatın doğasını nasıl değiştirdiğini sorguluyor. Görmeye, düşünmeye ve hissetmeye hazır mısınız?

Le Jeu de Paume, 11 Nisan – 21 Eylül 2025 tarihleri arasında, yapay zeka ile çağdaş sanat arasındaki bağları keşfeden ve bu ölçekte dünyada  ilk olacak bir sergi sunuyor.

Toplumun her alanında hızla gelişen yapay zeka, bugün hayranlık, korku, heyecan ya da şüphe uyandırıyor. Le Monde selon l’IA (Yapay Zekaya Göre Dünya) başlıklı  bu sergi, son on yılda bu meseleleri sanat, fotoğraf, sinema, heykel ve edebiyat gibi disiplinlerde ele alan sanatçıların eserlerinden bir seçki sunuyor.

Sergi, yapay görme ve yüz tanıma sistemlerine dayanan “analitik yapay zeka” ile yeni görseller, sesler ve metinler üretebilen “üretken yapay zeka” kavramlarını ele alarak, bu teknolojilerin yaratıcı süreçleri nasıl altüst ettiğini, sanatın sınırlarını nasıl yeniden tanımladığını ve toplumsal, politik ve çevresel boyutlarını sorguluyor.

Teknolojiye hayranlıkla yaklaşan bir bakış açısıyla da, onu reddeden bir perspektifle de yetinmeyen Le Jeu de Paume, bu sergi aracılığıyla, yapay zekanın görsel ve duyusal dünyamızı nasıl dönüştürdüğüne ve toplumlar üzerindeki etkilerine dair derinlemesine bir düşünme alanı açıyor.

Yapay Zekâ: Sanat ve Toplum Üzerindeki Etkileri

1955 yılında ortaya atılan yapay zekâ kavramı, günümüzde otomatik öğrenme süreçleriyle toplumun her alanını dönüştüren bir olgu hâline gelmiştir. İnsan eylemlerini tespit, karar alma ve metin veya görsel içerik üretimi gibi alanlarda taklit eden uygulamalarla genişleyen bu teknoloji, etik, ekonomik, politik ve sosyal boyutlarda önemli meseleleri gündeme getirmektedir. Özellikle mahremiyet ve ayrımcılık gibi konular tartışılırken, yapay zekâ aynı zamanda metin ve görsel algımızı kökten değiştirmektedir.

Sanat dünyasında, yapay zekâ yaratıcılık, özgünlük ve telif hakları gibi kavramları sorgulatarak, üretim ve alımlama süreçlerini yeniden tanımlamaktadır. Bu sergide yer alan sanatçılar, yapay zekâ teknolojilerini yalnızca sanat ve toplum üzerindeki etkilerini sorgulamak için değil, aynı zamanda yeni ifade biçimlerini keşfetmek amacıyla kullanmaktadır.

Serginin tematik akışı, yapay zekânın genellikle göz ardı edilen maddi ve çevresel boyutuyla başlamaktadır. Bu giriş bölümü, yapay zekâ kavramının tarihî ve coğrafi bağlamda bir haritasını çıkarmayı ve bu zor tanımlanabilen olgunun karmaşık yapısını anlamayı hedeflemektedir.

Julian Charrière’in Buried Sunshines Burn adlı eseri, dijital endüstrilerin gerektirdiği fiziksel kaynakları ve bunların çevresel etkilerini ele alırken, Metamorphism, genellikle “maddesiz” olarak sunulan dijital teknolojilerin aslında jeolojik ve fiziksel süreçlere bağımlı olduğunu gözler önüne sermektedir.

Buna karşılık, Kate Crawford ve Vladan Joler’in devasa şeması Calculating Empires, beş yüzyıllık teknik, bilimsel ve kültürel deneyleri inceleyerek, günümüzde yapay zekânın gelişimine zemin hazırlayan tarihî süreci takip etmektedir.

Sergi, analitik yapay zeka temasıyla devam ediyor ve bilgisayarla görme ile yüz tanıma konularını ele alıyor. Bu bölümde, veri ve nesnelerin sınıflandırılması ve kategorize edilmesine odaklanılıyor. Çeşitli sanatçılar, bu süreçlerin dünyayı algılayışımıza etkilerini ve bunların ekonomik, politik ve sosyal sonuçlarını sorguluyor.

Bu bölümün öne çıkan eserlerinden biri olan Faces of ImageNet, Trevor Paglen tarafından yaratılmış olup yüz tanıma sistemlerinin insan yüzlerini tanımlamak için kullandığı basitleştirilmiş kategorileri gözler önüne seriyor. Bu çalışma, yapay zeka sistemlerinin, gerçek dünyanın karmaşıklığını ve çeşitliliğini nasıl göz ardı ettiğini vurguluyor. Ben bu kutunun önünde durdum ve yüzümü gösterdim. Üç deneme sonunda banin “Head of Department” olduğumu bildi. Bunu nasıl yaptığını ise ben bilemedim.

Sergi için özel olarak üretilen yeni bir Hito Steyerl eseri ise yapay zeka sistemlerinin görsel algıyı nasıl kontrol ve standartlaşma aracı hâline getirdiğini inceliyor. Aynı eleştirel bakış açısıyla, sergi rotası yapay zekanın gerektirdiği insan emeği konusuna da değiniyor. Agnieszka Kurant ve Meta Office gibi sanatçılar, çevrimiçi ortamlarda düşük ücretlerle ve görünmez şekilde çalışan “tıklama işçileri”nin katkılarını ortaya koyuyor. Kolektif portreler ve çalışma koşullarına dair belgeler aracılığıyla bu eserler, bulut bilişim teknolojisinin sunduğu “maddesizleşme” ideolojisi ile yapay zekanın işleyişi için gerekli olan gerçek kaynaklar arasındaki uçurumu gözler önüne seriyor.

Serginin ikinci büyük bölümü, yapay zekânın (YZ) yeni veriler, metinler veya görüntüler oluşturma yetisini keşfeden üretken YZ konusuna odaklanıyor. Bu bölüm, internetten toplanan büyük veri kümeleriyle eğitilen modellerin sağladığı çok yönlü olanakları gözler önüne seriyor; bunlar arasında görüntü üretimi, metin yaratımı ve ses kompozisyonu yer alıyor.

Birçok sanatçı, bu konuyu tarihsel boşlukları doldurmak (Egor Kraft, Theopisti Stylianou-Lambert ve Alexia Achilleos), yapay zekânın önyargılarını sorgulamak (Nora Al-Badri, Nouf Aljowaysir) veya alternatif hikâyeler yazmak (Grégory Chatonsky, Justine Emard ve Gwenola Wagon) amacıyla ele alıyor.

YZ çağında kelimeler ve görüntüler arasında kurulabilecek yeni bağlar, Estampa kolektifi ve Erik Bullot’nun çalışmalarıyla ön plana çıkıyor.

Başka bir  bölümde ise  sinema da YZ’nin algı ve görsel anlatım üzerindeki dönüşümlerin konusunda düşünmemizi sağlıyor; Inès Sieulle, Andrea Khôra ve Jacques Perconte’un eserleri bu değişimleri gözler önüne seriyor.

Ayrıca, algoritmalar aracılığıyla üretilen şiirler, romanlar ve hatta yeni alfabelerle, üretken edebiyata adanmış özel bir bölüm de var.

Sergi, müziğe ayrılan bir temayla sona eriyor. Bu bağlamda, Christian Marclay’in The Organ adlı eseri öne çıkıyor; bu yapıt, bir piyanonun yalnızca ses frekansları temelinde Snapchat üzerinden yayılan video kombinasyonlarını etkinleştirdiği  bir deneyimi olarak ortaya çıkıyor.

Sergi boyunca, “zamanda kapsüller” olarak adlandırılan ve merak dolaplarından ilham alan bölümler, çağdaş eserlerle tarihi bir karşıtlık sunuyor. Bu bölümler; hesaplama ve üretimin otomasyonu tarihini, günümüz yapay görme sistemleri ile geçmişte görsel algıyı otomatikleştirme girişimleri arasındaki ilişkileri, yüz tanıma ve duygu algılama sistemlerinin kökenlerini veya yapay zeka komutlarının (prompts) soybilimini ele alıyor. Bu vitrinler, günümüz fenomenlerini geniş bir kültürel, sanatsal ve bilimsel tarih içinde konumlandırmayı amaçlayan genealojik keşifler olarak tasarlanmıştır.

Sergiye eşlik eden etkinlik programı kapsamında, Jeu de Paume, yapay zeka üzerine zengin bir dizi etkinlik sunuyor. Programda sinema gösterimleri, sanatçılar ve uzmanlar tarafından yönetilen konferanslar, bilimsel sempozyumlar ve hatta yapay zekanın yargılandığı kurgusal bir “dava” sahnelemesi yer alıyor. Ayrıca, yapay zeka, görsel kültür ve çağdaş sanat arasındaki bağlantıları ele alan uzman katkılarıyla hazırlanan Fransızca ve İngilizce bir katalogu da bize sunuyor.

2020’de düzenlenen Supermarché des images sergisinin, çağımızda görsellerin aşırı bolluğunu sorgulamasının ardından, Le Monde selon l’IA bu düşünceyi bir adım öteye taşıyor. Yapay zekanın, görsel yaratım, dağıtım ve algıyı kökten dönüştürerek dünyaya bakışımızı altüst eden yeni bir paradigma sunduğunu vurguluyor.

Sergi

Sergi boyunca iki ana bölüm iç içe geçmektedir. İlk bölüm, 2010’ların ortalarından itibaren üretilmiş eserlerden oluşur; bunların büyük bir kısmı bu proje için özel olarak hazırlanmıştır. Bir araya getirildiklerinde, hızla gelişen ve geniş çapta yayılan analitik ve üretken yapay zeka sistemleriyle eleştirel ilişkileri gözler önüne sererler:

  • Bir yanda, analiz, kontrol ve tahmin amacıyla tespit, tanıma ve sınıflandırma işlevi gören sistemler,
  • Diğer yanda, büyük veri kümeleriyle eğitildikten sonra mevcut verileri değiştiren veya yenilerini üreten sistemler.

İkinci bölüm ise bir dizi “zaman kapsülü” var—merak kabinleri olarak tasarlanmış ve sunulmuş özel alanlar. Bu kapsüller, seçilmiş nesneler ve sanat eserleri aracılığıyla, çağdaş eserlerin karşısına tarihsel ve medya arkeolojisi perspektifinden bir bakış açısı ortaya koyuyor.

Bu zaman kapsülleri çeşitli konuları ele alıyor:

  • Hesaplama, üretim ve iletişimi otomatikleştirmeye yönelik cihazların tarihi,
  • Günümüz yapay görme sistemleri ile görsel algıyı otomatikleştirme girişimlerinin geçmişi arasındaki bağlantılar,
  • Yüz tanıma ve duygu analizi sistemlerinin fizyognomi tarihindeki kökenleri,
  • “Prompt” kavramının soykütüğü,
  • Algoritmalar tarafından üretilmiş metinlerin tarihçesi.

Bu unsurlar, temelde günümüz odaklı olan sergiye tarihsel bir derinlik kazandırmaktadır.

Yapay Zekâya Göre Dünya başlıklı sergi, 2010’ların ortalarından itibaren yapay zekâ (YZ) olarak adlandırılan olguyla ilgilenmeye başlayan sanatçılar tarafından üretilen eserlerden oluşan bir seçki sunuyor. Yapay zekâ, giderek artan bir şekilde kültürden topluma, ekonomiden politikaya, bilimden teknolojiye, endüstriyel üretimden askeri stratejilere kadar hayatın her alanına nüfuz etmiş durumda. Bu sergi, özellikle algoritmaların ve YZ modellerinin sabit ve hareketli görüntü deneyimimizi nasıl dönüştürdüğüne ve genel olarak kültürde nasıl bir rol oynadığına odaklanıyor.

“Yapay zekâ” terimi, ilk kez 1955 yılında John McCarthy tarafından, 1956’da düzenlenecek Dartmouth Yaz Araştırma Projesi’ne yönelik niyet mektubunda kullanılmıştır. Bu toplantı, yapay zekâyı bağımsız bir araştırma alanı olarak kabul ettirmiştir. Sonraki on yıllar boyunca, yapay zekâ kavramı, giderek daha karmaşık görevleri yerine getirebilen sistemler oluşturmak için tasarlanan çeşitli teknolojileri, yöntemleri ve uygulamaları ifade etmek üzere kullanılmıştır.

Başlangıçtan itibaren, “yapay zekâ” kavramı geniş bir inanç, ideoloji, metafor ve kurgu yelpazesiyle çevrelenmiştir ve bu unsurlar günümüzde de kamu söylemini şekillendirmeye devam etmektedir. Bugün bu terim, özellikle makine öğrenmesi (machine learning) ve derin öğrenme (deep learning) tekniklerini ifade etmektedir. Yapay zekânın temel operasyonları olan tespit, tanıma, sınıflandırma, tahmin, karar verme, veri analizi ve üretimi, geniş bir uygulama alanına sahiptir. Bütünsel olarak ele alındığında, bu süreçler insan etkinliğini yerinden eden veya tamamen ikame eden yeni “otomasyon” biçimlerini beraberinde getirmektedir.

Dijital medya üzerine düşündüğümüzde, onu var eden maddi bileşenlere nadiren dikkat ederiz. Algoritmalar soyut ve elle tutulamaz görünebilir, ancak yapay zekâ teknolojilerinin çalışabilmesi, sınırlı miktarda bulunan doğal unsurların varlığına bağlıdır: lityum, nadir toprak elementleri ve petrol gibi milyarlarca yıl boyunca yerin altında oluşmuş bu değerli malzemeler, yalnızca kısa bir ömre sahip cihazları beslemek için kullanılır ve nihayetinde çöpe gider.

Yapay Zekânın Haritaları – Maddeler

Sergi

Julien Charrière, Metamorphism adlı heykelleriyle bu maddeselliği sorguluyor. Anakartları, işlemcileri ve diğer elektronik bileşenleri toprakla birleştirip bir fırında eriterek, dijital atıkları ve kültürel hafızayı adeta yeni bir jeolojik oluşuma dönüştürüyor. Bu süreç, teknolojileri besleyen hammaddelerin bir gün tekrar atık olarak toprağa karışacağını hatırlatıyor.

Agnieszka Kurant, Nonorganic Life adlı eserinde dijital endüstri için gerekli organik ve mineral malzemeleri öne çıkarıyor. Kurant, bu kristal yapılarını bilim insanlarının Dünya’daki yaşamın kaynağı olarak gördüğü hidrotermal bacalara atıfta bulunarak “kimyasal bahçeler” olarak adlandırıyor.

Ancak bu imgeler, aynı zamanda bu değerli kaynakların çıkarılmasının yol açtığı çevresel tahribata da işaret ediyor. Teknolojik büyüme ile ekolojik bozulma arasındaki gerilim vurgulanırken, biyolojik, mineral ve sentetik olanın kaçınılmaz ve sürekli iç içe geçtiği bir keşif alanı sunuluyor.

Yapay Zekâ HaritalarıMekân ve Zaman

“Yapay zekâ” (YZ) terimi ne anlama gelir? Bu karmaşık “hiper-nesneyi” teoriler, teknolojiler, kaynaklar, emek, veriler, politikalar ve sermaye arasında nasıl haritalandırabiliriz? YZ’yi bilginin oluşumu, iletişim, emek ve iktidardaki merkezi rolünü göz önünde bulundurarak tarihte nasıl konumlandırabiliriz?

Alien Internet (2023) ve A.A.I (System’s Negative) (2016) eserlerinde Agnieszka Kurant, YZ ile hayvanlar ve diğer canlı varlıklar—balinalar, kuşlar, kaplumbağalar, süngerler ve termitler gibi—arasındaki kolektif zekâ biçimlerini aydınlatıyor.

Araştırmacı Kate Crawford ve tasarımcı Vladan Joler, YZ’yi mekân ve zaman bağlamında haritalandırmaya çalışıyor. Anatomy of an AI System (2018) adlı çalışmaları, Amazon’un 2016’da piyasaya sürdüğü sesli komut tabanlı yapay zekâ sistemi Alexa‘yı merkeze alarak, bu devasa küresel ağı haritalayan bir diyagram sunuyor.

Calculating Empires (2023) diyagramı, günümüz YZ’sine uzanan iç içe geçmiş çoklu soykütükleri görselleştiriyor. Bu eser, nasıl buraya geldiğimizi ve gelecekte hangi yönde ilerlediğimizi anlamayı amaçlıyor.

Algılama, Tanıma, Sınıflandırma: Analitik Yapay Zekâ

 

Sanatçılar, yapay görme, yüz tanıma ve duygu analizini içeren teknolojilere yıllardır ilgi duyuyorlar. Bu bağlamda, ilk gözetim kameralarının zaman kapsülleri aracılığıyla tanıtılmasının ardından, Trevor Paglen’in Behold These Glorious Times! adlı video yerleştirmesi üzerinden makine görüsü (yapay görme) konusu ele alınıyor. Bu eser, yapay zekâ sistemlerini nesne, yüz, jest ve duygu tanıma süreçlerinde eğitmek için kullanılan görüntülerle, yapay zekânın bu verileri analiz ederken “gördüğü” şeyleri yan yana getirerek bir karşılaştırma sunuyor. Ziyaretçiler daha sonra, yüz tanıma ve duygu analiz sistemlerinin köklerini, fizyognomoninin (sanatsal, kriminolojik ve ırksal) tarihsel bağlamında inceleyen zaman kapsülleriyle karşılaşıyorlar.

Son olarak, Fanon ve De Beauvoir (Even the Dead Are Not Safe), Eigenface (colorized) adlı çalışmasında Paglen, yüz tanıma tekniği olan “Eigenface” yöntemini kullanarak bir yüzün karakteristik özelliklerinden “yüz izi” oluşturuyor. Bu tekniği Frantz Fanon ve Simone de Beauvoir’in portrelerine uygulayarak, yapay görmenin geçmişteki imgelerle olan ilişkimizi nasıl dönüştürdüğünü ve hatta ölüleri bile tanımlayabildiğini gözler önüne seriyor.

Latent alanlar, kültürel belleğe ait devasa veri yığınlarının işlenmesinde de temel bir rol oynar. Erik Bullot, Justine Emard, Egor Kraft, Jacques Perconte, Julien Prévieux, Inès Sieulle ve Gwenola Wagon gibi birçok sanatçı, bu alanları keşfederek geçmişin alternatif versiyonlarını üretir. Onları bir tür “meta-arşiv” olarak ele alarak, olası görüntüler oluşturabilir, alternatif geçmişlere, karşıt-tarihsel anlatılara, kurgusal anılara ve spekülatif otobiyografilere kapı aralayabilirler.

Trevor Paglen gibi bazı sanatçılar, latent alanları görselleştirerek belirli yapay zekâ modellerinin, özellikle de GAN’ların (Üretici Çekişmeli Ağlar) epistemolojisini daha iyi anlamaya çalışırken; Jeff Guess ve Estampa gibi diğerleri, görüntüler ile kelimeler arasındaki algoritmik bağlantıları araştırmaktadır. John Menick ve Andrea Khôra ise, latent alanlardan yola çıkarak, Silikon Vadisi ideolojisinin büyük ölçüde temelini oluşturan transhümanizm ile psikedelik unsurların birleşimini kavramaya yönelik imgeler üretir.

Grégory Chatonsky, yapay zekâ ile ilgili felsefi ve teknolojik meseleler üzerine düşünmeye, Le Quatrième Mémoire (Dördüncü Bellek) adlı yeni enstalasyonu aracılığıyla devam etmektedir. Enstalasyonun adı, filozof Bernard Stiegler’in tanımladığı üç tür “retansiyona” (bellekte tutulma) göndermede bulunur. Sanatçı, yapay zekânın bellekte depolanan verilerden nasıl anlatılar ürettiğini ve bunun sonucunda geçmişin alternatif imgelerini nasıl oluşturduğunu araştırmaktadır. Dördüncü Bellek, sanatçının kendi kurgusal otobiyografilerini ele alır.

Sergi boyunca, sanatçıya ayrılan özel bir salonda sunulan enstalasyon; yapay zekâ tarafından üretilmiş metin ve görsellerden, klonlanmış seslerden ve 3D baskı nesnelerden oluşmaktadır. Eser, sanatçının mümkün olan yaşamlarının parçalı ve dönüşüme uğramış izlerini sunarken, olağanüstü geniş bir mekân-zaman ekseninde, hayali bir boyut kazanır. Chatonsky, bu çalışmasını “hayattayken gerçekleştirilmiş bir posthüm eser” olarak tanımlamaktadır. Kendi ifadesiyle: “Daha önce yaptıklarıma adanmış bir anıt değil, yapabileceklerimi sürdüren bir makine olarak” kurgulamaktadır.

Ecritures génératives, büyük dil modellerinin ortaya çıkışı ile bilgisayar tarafından edebi metinlerin üretilmesinde yeni bir dönem başlamıştır ve bu durum, yapı ve anlatımı özenle işlenmiş eserlere yol açmıştır. Bazıları, şair Sasha Stiles’ın yapay zeka alter egosu Technelegy ile yaptığı gibi, bunu tam teşekküllü bir edebi iş birlikçi olarak kullanmaktadır. Technelegy, Stiles’a kendiymiş gibi görünen ancak başka bir kaynaktan gelen ifadeler ve fikirler önermektedir. Stiles, bu iş birliği sonucunda Horace’ın ünlü eseri Ars Poetica’ya atıfta bulunan dört dörtlükten oluşan Ars Autopoetica adlı bir şiir yazmış ve bunu daha sonra kendi icat ettiği, transhüman bir okuyucu kitlesi için tasarlanmış Cursive Binary alfabesine çevirmiştir. Ardından, bu metni Artmatr şirketi tarafından geliştirilen bir robotik yazıcı ile eski zamanlardaki gibi kaligrafi yaparak yazdırmıştır.

Ekphrasis adlı eserde ise, buluntu görüntüler üzerinde algoritmik tanım işlemleri yapılarak daha karmaşık ve katmanlı bir anlatıma ulaşılmıştır. Bu kurulumda Estampa kolektifi sadece nesne tespit sistemlerini değil, aynı zamanda duygu tanıma araçlarını ve geniş dil modelleri ile birleştirilerek canlı olarak daha uzun ve detaylı tanımlar üretebilen görüntüden metne dönüştürme modellerini kullanmıştır. Bu eser, görüntülerin kelimelerle çevrilmesinin radikal bir şekilde imkansız olmasından kaynaklanan tüm uyumsuzlukları, sapmaları ve aynı zamanda ortaya çıkan şairane potansiyeli vurgulamaktadır. Estampa, bu eserle sadece algoritmik ekphrasis’in yeni biçimleri üzerine değil, aynı zamanda yapay zeka çağında montaj operasyonlarının geleceği üzerine de düşündürmektedir.

Serginin sonu, Christian Marclay’in interaktif enstalasyonu The Organ ile bitiyor. Sanatçı, müziğe ve sese büyük bir önem atfeder ve bunları sürekli olarak yeniden düzenleyerek görselleştirmeler sunar. 2017 yılında, İsviçreli sanatçı, günlük olarak 3,5 milyardan fazla fotoğraf ve video mesajının (snap) paylaşıldığı Snapchat uygulamasını yaratan Amerikan şirketi Snap Inc. ile işbirliği yapmaya başladı. Sosyal medya platformlarından uzak bir isim olan Marclay, bulunan görsel ve işitsel materyalleri yeniden montajlama konusunda her zaman ilgi duymuştu ve bu büyük veri hacminde, snapslerin geçici doğası nedeniyle umut vaadeden bir malzeme gördü. Snapsler on saniyeyi aşmıyor ve izlendikten sonra kayboluyor. Marclay, bu durumdan yola çıkarak The Organ adını verdiği interaktif bir enstalasyon oluşturdu. Bu enstalasyonda, elektronik bir klavye bir ekrana bağlanmış ve izleyicilerin piyano çalmasına olanak tanıyan bir düzenek kurulmuş. Her tuşa basıldığında, aynı ses frekansını paylaşan birkaç snap’ten oluşan bir dikey şerit ekranda belirir. Sanatçı, bu snapleri Snapchat üzerinden ses tanıma algoritması kullanarak önceden seçmiştir. Bu sayede ses ve görüntü arasında şaşırtıcı bir uyum sağlanır.