Sanat tarihinde skandal yaratan on resim..

Sanatın Cesur Yüzleri: Gelenekleri Sarsan On İkonik Tablo

Sanat, zaman zaman sadece güzellik sunmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal normlara meydan okur ve tabuları yıkar. İşte, hem sanat dünyasını hem de toplumu derinden etkileyen on cesur eser.

Gustave Courbet’in “Dünyanın Kökeni” eseri, kadın cinselliğinin gerçekçi bir tasviriyle 1866 yılında büyük bir tartışma yarattı. Bu tablo, dönemin sanat anlayışına meydan okuyarak, tabuları yıkmış ve cüretkar bir bakış açısı sunmuştur.

Édouard Manet’nin “Olympia” tablosu, bir fahişenin kendine güvenen bakışı ile izleyicileri rahatsız etti. Bu eser, toplumun cinsellik ve ahlak anlayışıyla oynadı diyebiliriz.

Aynı sanatçının “Açık Havada Öğle Yemeği” eseri, doğada piknik yapan bir grup içinde yer alan çıplak bir kadın figürü ile dönemin anlayışına açık bir meydan okuma olarak algılandı.

Pablo Picasso’nun “Avignonlu Kızlar” tablosu, figürlerin parçalanmış halleriyle modern sanatın kapılarını araladı. Bu eser, geleneksel estetik anlayışları alt üst ederek, izleyicileri şaşırttı ve düşündürdü.

Picasso’nun bir başka başyapıtı olan “Guernica”, İspanya İç Savaşı sırasında yaşanan acıları gözler önüne serdi ve o güne kadar yapılmamış bir şekilde savaşın dehşetini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.

Eugène Delacroix’in “Halkı Yönlendiren Özgürlük” eseri, 1830 Fransız Devrimi’nin ateşleyici ruhunu tuvale yansıttı ve özgürlük mücadelesinin ikonik bir simgesi haline geldi.

Gustav Klimt’in “Kadının Üç Yaşı” ve “Yahya’nın Başını Tutan Salome” eserleri, özellikle kadın figürlerinin erotik ve dramatik tasvirleriyle dönemlerinin ötesine geçti.

Alexandre Cabanel’in “Venüs’ün Doğuşu” ve Manet’nin “Ayyaş” eserleri, her biri kendine has biçimleriyle dönemin sanat anlayışına yeni bir yön verdi.

Bu on tablo, her biri kendi dönemlerinde büyük yankılar uyandırmış ve sanatın sınırlarını zorlamıştır. Onlar, sanatın sadece göze hitap etmekle kalmayıp aynı zamanda düşündürebileceğini ve değişim yaratabileceğini gösteren örneklerdir. Bu eserlere bakarken, sanatın insan ruhunu nasıl ele geçirebileceğini ve toplumsal değişimlere nasıl ilham verebileceğini görebiliriz.

Moldova: Şarabın Sessiz Krallığı

Moldova: Şarabın Sessiz Krallığı

Moldova 16-20 Haziran tarihlerinde yapılacak Uluslararası Bağ ve Şarap birliğinin 46.cı kongresine ev sahipliği yapacak. Darısı Türkiye’nin başına diyoruz. Kişi başına dünyada en yüksek bağ yüzölçümüne sahip olma özelliği taşıyan Moldova şarap konusunda her ne kadar az bilinse bağcılık ve şarapçılık konusunda önemli bir ülkedir.

2012 yılında Moldova’ya bölge şaraplarını tanıma amaçlı bir şarap gezisi yapmıştık. Çok güzel gezdik. Dünyanın en uzun toprak altı mahsenlerinin içinde şarap tatık. Burada şarap içen Merkel ve Astronot Gagarin’in öykülerini rehberimiz Sergiu’dan dinledik.

 Moldova şaraplarını Türkiye’ye ithal eden ABD’de kurulu Kimexco Uluslararası Ticaret’in kurucusu Ömer Faruk Kutay ile yıllar önce bir röportaj yapmıştım. Onun özetini de  buraya alayım istedim.

İşte röportajın özeti; 

Cricova’nın etkileyici bir şarap üretim geleneğine sahip olduğu görülüyor. Moldova, zengin tarihi ve kültürel mirasıyla şarap dünyasında önemli bir yere sahip. Şarap mahzenlerinizin boyutu ve koleksiyonunuz hakkında verdiğiniz bilgiler gerçekten etkileyici. Vladimir Voroni’nin başkanlığında, Moldova’nın şarapçılık alanındaki ulusal değerinin korunması ve dünya çapında tanıtılması için yapılan çalışmalar takdire şayan.

Moldova’nın yerel üzümlerini kullanmamanız, uluslararası pazarda daha rekabetçi olma stratejinizin bir parçası gibi görünüyor. Petaska ve Isabella gibi yerel çeşitler yerine, Cabernet Sauvignon, Pinot Noir, Merlot gibi klasik Fransız üzümleriyle üretim yapmanız, ürünlerinizi daha geniş bir kitleye ulaştırma hedefinizle uyumlu.

Şarap üretiminde kullanılan geleneksel teknikler ve modern teknolojilerin bir arada kullanılması, kalitenin korunması açısından önemli. Özellikle, köpüklü şarap üretimindeki başarınız ve Fransız şampanyasıyla rekabet edebilme iddianız, markanızın uluslararası alanda nasıl bir konumda olduğunu gösteriyor.

Türkiye’ye ihracat yaparken karşılaştığınız vergi oranları ve monopolleşme çabaları gibi zorluklar, dış pazarlarda yer edinme sürecinde önemli engeller oluşturuyor olabilir. Buna rağmen, Cricova’nın uluslararası alanda tanınırlığını ve pazar payını artırma yolunda emin adımlarla ilerlediğini belirtmek gerekir.

Şarapların organik üretim yapısına vurgu yapmanız, günümüz tüketici trendleriyle de uyumlu. Düşük sulfat kullanımı ve organik sertifikasyon, sağlık bilincine sahip tüketiciler için önemli bir tercih sebebi.

Sunduğunuz bilgiler ışığında, Cricova’nın gelecekte de Moldova şarapçılığının gururu olarak anılacağına şüphe yok. Başarılarınızın devamını dilerim.

diye konuşmuşuz.

Gelelim Moldova ve Bağ-Şarap ilişkisine..

Dünyanın büyük şarap haritalarında göz ardı edilen küçük bir ülke… Moldova. Bir zamanlar Prut ve Dinyester nehirlerinin kıyısında sarmaşık gibi uzanan bağların hikâyesi, bugün hala geçerli. Sessiz, derin, yıllara meydan okuyan bir gelenek şarap Moldova’da.

Bağların Kökleri: Tarihin içinde

Moldova’da şarapçılık bir meslekten çok bir miras. Binlerce yıl önce bu topraklarda başlayan üzüm yetiştiriciliği, Roma’ya yolculuklarda, Osmanlı pazarlarında, Rus çarlarının sofralarında yerini aldı. Bağların içinde yaşayan halk, her hasatta yalnızca üzüm değil, bir de kültürü topluyordu.

Bugün Moldova, kişi başına düşen şarap üretiminde dünyada başı çeken ülkelerden biri. Topraklarının yaklaşık %7’si üzüm bağlarıyla kaplı; bu, Avrupa’nın pek çok büyük şarap ülkesine meydan okuyan bir oran. Peki, bu küçük ülkenin bağlarında yetişen üzümler neden bu kadar özel?

Üzümler ve Şişelenen Ruh

Moldova’nın şarapları, tıpkı tarihi gibi, hem köklü hem de şaşırtıcı derecede modern. Yerel üzüm çeşitleri, zamana meydan okuyor:

  • Fetească Neagră: Moldova’nın kırmızı üzümlerinde baş rolü çekiyor. Siyah çay, baharat ve yaban mersini lezzetleri öne çıkıyor.
  • Fetească Albă: Beyazın en narin hali. Taze çiçekler ve hafif mineral dokunuşlar söz konusu.
  • Rara Neagră: Adı gibi nadir, içimi büyüleyici. Doğu Avrupa’nın cevheri olarak kabul ediliyor.

Bunların yanı sıra Cabernet Sauvignon, Merlot, Chardonnay gibi uluslararası üzümler de Moldova topraklarında hayat buluyor. Ama asıl mesele, şarabın Moldovalılar için yalnızca bir ticari ürün değil, bir yaşam biçimi olması.

Şarap Mahzenlerinde Zamana Yolculuk

Moldova’nın dünya şarapçılığına armağanı, yalnızca şarabın kendisi değil, onu sakladıkları yerlerdir. Mileștii Mici ve Cricova, adeta şarabın yeraltındaki krallıkları. Mileștii Mici, Guinness Rekorlar Kitabı’na giren dünyanın en büyük şarap mahzeni; içinde 2 milyon şişeden fazla şarap saklanıyor. Cricova ise, Devlet Mahzeni olarak anılıyor çünkü zamanında Yuri Gagarin’den Vladimir Putin’e kadar pek çok liderin favori şaraplarını burada sakladıkları söyleniyor.

Bu mahzenlerde dolaşırken zamanın yavaşladığını hissedersiniz. Sıradan bir depo değil burası; yıllanmış fıçıların, küflü taş duvarların ve eski damak hafızalarının birbirine karıştığı kutsal bir alan.

Şarabın Sınırları Aşan Yolculuğu

Moldova’nın şarapları, tarih boyunca doğuya ve batıya farklı yollarla akmış. Sovyetler döneminde en büyük alıcı Rusya iken, bugün Rusya’daki şavaştan da farlı nedenlerle Moldova şaraplarını Avrupa Birliği, Çin, ABD gibi pazarlara yönlendiriyor. Moldova’nın toplam üretiminin %85’i ihraç ediliyor. Yani Moldova, yerel tüketiminin çok ötesinde, şarabını dünyaya anlatan bir hikâye yazıyor.

Ancak bu yolculuk her zaman kolay olmamış. Rusya’nın zaman zaman uyguladığı ticari ambargolar, Moldova’nın yeni pazarlar bulmasını zorunlu kıldı. Bugünse, Romanya, Polonya, Almanya gibi Avrupa pazarlarında Moldovalı şaraplar daha fazla yer açılmış durumda.

Küçük Ülkenin Büyük Potansiyeli

Moldova, şarapta bir Fransa ya da İtalya değil. Ama olmak da istemiyor. Onun hikâyesi, büyük üreticilerle rekabet etmekten ziyade, kendi kimliğini bulmak üzerine. Özgün üzüm çeşitleri, yeraltındaki efsane mahzenler ve zengin bir kültürel miras, bu ülkenin şarapçılıktaki en büyük kozları.

Gelecekte, daha güçlü bir marka imajı ve uluslararası tanınırlık kazanarak şarap dünyasında kendine daha büyük bir yer açabilir. Çünkü Moldova iyi şarap yapıyor. Ve iyi şarap, her zaman anlatacak bir hikâyeye sahiptir.

4o

Moldovalılar Rusya ile bir savaştan korkuyor mu?

28 Ocak 2025 tarihinde Moldova’nın Paris’teki  Büyükelçisi Corina Calugaru yabancı gazetecileri ağırlayıp basın toplantısı yaptı.

Konuşulan konular arasında enerji krizi, iç ve dış siyasi dinamikler ve şarap vardı. Moldova 16-20 Haziran tarihlerinde yapılacak Uluslararası Bağ ve Şarap birliğinin 46.cı kongresine ev sahipliği yapacak. Darısı Türkiye’nin başına diyoruz. Kişi başına dünyada en yüksek bağ yüzölçümüne sahip olma özelliği taşıyan Moldova’nın şarapla olan ilişkisini başka bir yazıda paylaşacağız. Bu yazımız ise daha güncel bir konu olan Ukranya-Rusya savaşının Moldova’ya sıçrama tehlikesi üzerine.

Moldova, özellikle Ukrayna’daki savaş ve Rusya ile devam eden gerginlikler nedeniyle endişeler taşıyan bir ülke. Bu korkular, toplumun farklı kesimlerine ve siyasi dinamiklere bağlı olarak değişkenlik gösteriyor. Moldova, Ukrayna ve Romanya arasında yer alan 2.5 milyonluk küçük bir ülke olup, tarihsel olarak Sovyetler Birliği’nin etkisinde kalmış. Anayasasına göre tarafsız bir ülke olsa da, geçmişi ve Rusya’ya olan coğrafi yakınlığı nedeniyle hassas bir konumda bulunuyor.

Moldova içindeki Transdinyester (Transnistria) bölgesinde yıllardır Rusya’nın teşvik ettiği ayrılıkçı bir yapılanma söz konusu. Burada konuşlanmış Rus askerleri, Moldova için ciddi bir tehdit unsuru olarak görülüyor.

Moldova neden savaştan korkuyor?

Moldova, Ukrayna ile sınır komşusu olduğu için savaşın etkilerini yakından hissediyor. Ukrayna’nın güneyinde, Moldova sınırına yakın bölgelerde gerçekleşen bombardımanlar, ülke halkında korku ve tedirginlik yaratıyor.

Moldova’nın askeri kapasitesi son derece sınırlı. bin civarında olduğu sanılan küçük, az donanımlı ve hazırlıksız bir orduya sahip olması, halkın güvenlik konusunda endişelerini artırıyor. Rusya’nın bir savaş söz konusu olduğunda 15-20 dakika içinde tüm ülkeyi teslim alabileceği görüşü yaygın.

Moldova, Rusya’nın Transdinyester’i Ukrayna savaşında olduğu gibi bir askeri operasyon için kullanabileceğinden endişe ediyor. Rusya’nın geçmişte ayrılıkçı bölgeleri nasıl desteklediği düşünüldüğünde, bu olasılık Moldovalılar için büyük bir korku kaynağı olması anlaşılabilir bir durum.

Moldova İçindeki Fikir Ayrılıkları

Moldova toplumu, Rusya ve Avrupa Birliği arasında bölünmüş durumda. Mevcut hükümet Avrupa yanlısı olsa da, halkın bir kısmı Rusya ile güçlü ilişkilerin sürdürülmesini savunuyor. Bu durum, hem siyasi hem de toplumsal gerilimleri artırıyor.

Moldova, Ukrayna savaşının ekonomik etkilerini de ciddi şekilde hissediyor. Enerji fiyatlarındaki artış ve gıda krizi gibi sorunlar, halkın geleceğe yönelik kaygılarını daha da derinleştiriyor. Moldovada ciddi bir enerji sorunu var. Ukranyadaki savaş nedeniyle oradan gelen gaz kesilmiş durumda. Aynı şekilde elektriğe de ulaşım iyice zorlaşmış.

Avrupa Birliği ve ABD, Moldova’ya ekonomik ve siyasi destek sağlayarak ülkenin Rusya karşısında daha dayanıklı olmasını sağlamaya çalışıyor.

Moldova, Haziran 2022’de Avrupa Birliği aday ülkesi statüsü kazandı. Bu, Moldova’nın Batı’ya daha fazla yakınlaşmasının bir işareti olsa da, diğer taraftan Rusya’nın hoşnutsuzluğunu artıran bir gelişme oldu.

Moldovalılar Gerçekten Korkuyor mu?

Moldova’da sanki endişe ve umut bir aradaymış hissine kapıldık.  Moldova halkı genel olarak Rusya’nın saldırgan bir politika izlemesinden çekiniyor. Ancak Ukrayna’daki savaşın Rusya’yı yıpratmış olması, Moldova’ya yönelik bir saldırı ihtimalini şimdilik azaltıyor.

Büyükelçinin söyledikleri arasında Moldova’da savaş korkusu yaygın olsa da, insanların krizlere karşı hazırlık yaptığı  ve Ukraynalı mültecilere yardım ederek dayanışma gösterdiği konuları dikkatimizi çekti.

Bazı zevkler parayla satın alınamaz..

 

Bazı zevklerin parayla satın alınamayacağını hepimiz biliriz ama modern hayatın hırsları, bize bu gerçeği unutturmak için her yolu dener. Jean-Jacques Rousseau, “Bana saf zevkler gerek, para bunların hepsini öldürür,” derken tam da bu noktaya dokunur. Onun için gerçek şarap, etiketinde koca rakamlar yazan bir prestij unsuru değil, dostlarla paylaşılan, sohbeti koyulaştıran, kahkahaları çoğaltan bir nimettir. Bir yudum şarap, hayatın gerçek tadını hissettiğin andır.

Rousseau’nun Julie adlı romanındaki sahne belki de hepimizin aşina olduğu bir anı hatırlatır. Saint Preux’nün fazla kaçırdığı bir akşam, Julie’nin içindeki kaygıyı harekete geçirir. “Beni endişelendiren, sizin geçmişte yaşadıklarınızın geri dönmesi,” der Julie, sevgilisinin kontrolünü kaybetmesinden korkarak. Ama ne ilginçtir ki, biraz sonra ona hayatın dengesi üzerine bir ders verir: “Zararsız bir zevkten tamamen vazgeçmeniz, aslında sağlığınıza zarar verir.” Burada mesele yalnızca içki değildir; mesele, kendini tanımak, sınırlarını bilmek ve hayattan tat almayı öğrenmektir.

Rousseau için şarap, sadece bir içecek değil, bir öğretmendir. Emile’de şaraptaki sahtelik üzerine yazdıkları, insana dair büyük bir gerçeği de açığa çıkarır. “Bazı maddeler, olduklarından daha iyi görünmek için değişime uğrar,” der Rousseau. Ama damağı kandıran bu sahte tatlar, aslında ruhumuzu da yanıltır. Tıpkı hayatta karşılaştığımız bazı insanlar gibi… Onlar da şarabın içine karışan hileli maddeler gibi, olduğundan farklı görünmeye çalışan, kendini yapay bir parlaklıkla sunan kişilerdir. Rousseau, şarap üzerinden bize insanları tanımayı öğütler: “Gerçek olanı seçin. Sahteleri fark etmeyi öğrenin.”

Şarabın insan ruhuyla kurduğu bu özel bağ, Molière’in eserlerinde de bambaşka bir şekilde karşımıza çıkar. O, şarabı ciddiyetle değil, kahkahayla, iğneleyici bir mizahla ele alır. Le Médecin Malgré Lui‘de Sganarelle, boşalan şişesine hayıflanarak şunları söyler: “Ah, güzel şişe, neden boşalırsınız?” Hepimiz hayatımızın bir anında, bir dost meclisinin sonunda, masada yarısı içilmiş bir şişeye bakıp bu soruyu sormadık mı? Şarabın son yudumu gibi, güzel anlar da hızla tükenir. İşte Molière’in anlatmak istediği de budur: Hayat akıp gider, tadını çıkar.

Bourgeois Gentilhomme‘da bu mesaj daha da netleşir: “İçelim dostlar, içelim! Kaçıp giden zaman, bizi hayattan yararlanmaya çağırıyor.” Molière için şarap, yalnızca sarhoş eden bir içecek değildir; o, anı yaşamanın, hayatın sunduğu küçük ama değerli mutlulukların bir sembolüdür. Şarabı fazla kaçıran karakterleri de vardır elbette, ama onları izlerken kendimizi görmez miyiz? Hepimiz bazen biraz fazla coşkun, biraz fazla pervasız olmaz mıyız?

Molière, doktor karakterlerine şarabı tıbbi bir çare olarak bile söyletir. Le Malade Imaginaire‘de şarabın iyileştirici özelliklerinden bahsedilir, hatta papağanlara bile şarap ve ekmek verilmesini önerir. Çünkü ona göre, şarap sadece bedene değil, konuşmalara da sıcaklık katar, insanları bir araya getirir, mesafeleri kaldırır.

Şarap, Rousseau için doğallığın ve hakikatin bir simgesiyken, Molière için mizahın, dostluğun ve yaşama sevincinin bir yansımasıdır. Ama ikisinin de anlatılarında ortak bir şey var: Şarap, yalnızca bir içecek değildir. O, insan olmanın, paylaşmanın, hayatı hissetmenin bir yoludur. Ve belki de asıl mesele, hangi şarabı içtiğimiz değil, kiminle paylaştığımızdır.

Bambi’nin ışıklarından Işıklar Akademisine

Sinemayla ilk tanışmam 7 veya 8 yaşımda iken oldu sanıyorum. Tam emin değilim. Anne ve Babam Ulusta bir sinemaya götürmüşlerdi. Filmin adı Bambi idi, çok iyi hatırlıyorum. Bambi 1942 prodüksiyonu bir film ama ben 1957 vey 1958 de seyretmiş olmalıyım. O zamanlar filmler ülkemize yıllar sonra gelirlerdi.  Ekranda Bambi görünüyordu ama ben sürekli başımı arkaya çevirip tozların içinden ekrana doğru gelen ışık huzmesine büyük bir şaşkınlıkla bakıyordum. Sinemadan çıktığımızda bana ¨Nasıl bulduğumu¨ sorduklarında; kırmızı söndü mavi yandı, mavi söndü sarı yandı diye cevap vermişim, anlatırlar hep. Demek ki ekrandaki görüntüden çok, ışıkların görüntüyü nasıl yarattığı ilgimi çekmiş. Işığı öyle keşfetmiş olmalıyım daha sonraları ışığın film kağıdı üzerinde bıraktığı izi fotoğrafı da keşfettim. Lise sıralarında aranlık odada kimyaların içinden görüntünün nasıl sihirli bir şekilde ortaya çıktığını gördüm.  Üniversiteye başlayıp şebeke ile sinemaya 1 veya 2 liraya girmeye başladığımda günde 4 seans arka arkaya film izlediğimi hatırlarım. Ama konunun buralara geleceğini aklımın ucundan bile geçirmedim. Fransızca’da ışık Lumieres kelimesidir. Lumieres kardeşler ise sinemanın bulunmasında kilit rolü oynayan kardeşlerdir. Ben bu akşam Lumieres Akademisinin ödül törenindeydim.  Amerikalıların Golden Globe’una karşılık gelen Fransızların Academie des Lumieres adlı kuruluşunun ödül töreninde 2024 yılında çıkmış fransız filmleri yabancı basın üyeleri tarafından değerlendirildi.  ^0 kuruluş yılını da bu akşam kutlayan Academie des Lumieres’in kuruluş amacı küçük bütçeli bağısız sinema filmlerini büyük prodüksiyonların altında ezilmekten kurtarıp dünyaya tanıtmak. Bu kuruluşun ilk kez jüri üyesi olarak oyumu vermiş ve sonuçlarını görmeye gitmiştim. Yüz kadar üyesi var. Onların arasında yer aldığım için sevinçliyim. Bu akşam En iyi film En iyi yönetmen En iyi erkek oyuncu En iyi kadın oyuncu  En iyi ümit vaadeden erkek oyuncu, En iyi ümit vaadeden kadın oyuncu En iyi senaryo En iyi görüntü En iyi dokümanter En iyi animasyon filmi En iyi müzik En iyi ortak yapım dallarında ödüller verdik. Chatelet’deki Forum des Images adlı sinema sanatına adanmış bir kuruluşun salonunda çok heyecanlı bir törenle ödüller sahiplerini buldu. 3 dalda ödül alan Emili Perez hakettiğini aldı diyebilirim. Yönetmeni Jacques Audiard yurt dışında olduğu içn video ile ödülünü kabul etti ve sinemanın rolüne dair güzel bir konuşma yaptı. Diğer dikkati çeken film Monte Cristo Kontu, Süleyman ve 20 Tanrı idi. İran ortak yapımı Kutsal İncirin tohumu en iyi ortak yapım ödülünü aldı. Cannes da da özel ödül alan bu muhteşem filmin yönetmeni sahnede farsça konuşarak çektiği zorlukları anlattı. Fransız desteği olmasaydı filmi bitiremeyeceğinden bahsederek Fransız sinema sektörüne teşekkür etti. Ardından Paris Belediye başkanı Hotel de Ville de bir kapanış resepsiyonu verdi. Kazananlar ve bizler bir arada Demoiselles şampanyaları eşliğinde geceyi tamamladık.

Virginia Satir; Ben Benim… Merih Akoğul; Benden Başka ve Beni Bul…

Portre fotoğrafçılığı önemlidir. otoportre ise bence daha da önemlidir. Neden? derseniz, otoportre kendimizi iyileştirmeye de yarar. İşte bu nedenle fotoğrafın kendimizi iyileştirme aracı olarak kullanırken otoportre üzerinden ilerleyeceğiz.

Temmuz 2017 tarihinde  Akbank Sanat’ta yer alan “Beni Bul” sergisinin küratörü Merih Akoğul hocam bu konuda öncüdür. Önce  Beni Bul: Otoportreye Çağdaş Dokunuşlar sergisi geldi.  Sanatçıları şunlardı: Deniz Açıksöz, Burcu Aksoy, Kezban Arca Batıbeki, Sadık Demiröz, Ahmet Elhan, Ahmet Öner Gezgin, H-art Collective, Gül Ilgaz, Hüseyin Işık, Balkan Naci İslimyeli, Ali Kabaş, Çerkes Karadağ, Yonca Karakaş, Şahin Kaygun, Sıtkı Kösemen, Şükran Moral, Yıldız Moran, Levent Öget, Ferhat Özgür, Aleksi Petridi, Erhan Şermet, Rıza Aydan Turak, Cem Turgay, Muammer Yanmaz . Sergi tanıtımında Akoğul şöyle söylüyor; İnsanın kendisini ifade etmesinin birçok yolu vardır. Bunlardan en önemlisi sanattır. Sanatçı yaşamla olan arakesitte yapıtlarını üretir. Otoportre çekmek, aslında sanatçının benliğiyle oynamasıdır. Fotoğrafı çeken ve poz veren kişi aynı noktada buluşur ve sonra da ayrılır. Geriye kanıt olarak yalnızca yapıt kalır. Beni Bul sergisi 23 sanatçı ve  kolektifin eserlerinden oluşmuştu. Sergi, farklı fotografik eğilim ve yaklaşıma sahip olan sanatçıların fotoğraf makinelerini iç dünyalarına bedenleri ve suretleri üzerinden yönlendirmeleri, dünyaya bakış ve algılayışlarını felsefe, psikoloji, sosyoloji ve sanat üzerinden sorgulamaları ve orada bulduklarını fotoğraf üzerinden yorumladıkları işlerinin bir araya gelmesiyle oluşmuştu. Ardından 2024 son aylarında Merih Akoğul İFSAK bünyesinde 25 fotoğrafçı ile birlikte önemli bir proje daha yürüttü. Akoğul Benden Başka “Bir Otoportre Projesi” sergisi ve kitabıyla, otoportre deneyiminin fotoğraf sanatı üzerinden nerelere uzanabileceğinin somut bir göstergesini ve insanın özne olarak fotoğrafçı kimliğiyle kendini arayıp sonunda bulmasının keyifli bir serüvenini bizlere sundu.
Bu noktada bireysel farkındalık ve kendine saygı üzerine  ¨Your Many Faces¨adlı kitabın yazarı Amerikalı öncü psikoterapist  Virginia Satir’in Ben Benim adlı şiirsel yazısını koymak istiyorum. Bu şekilde fotoğrafın kendimizi iyileştirme sürecine  daha güzel girebileceğiz.

BEN BENİM

Tüm dünyada tam anlamıyla benim gibi biri daha yok.

Bana benzeyen yanları olan insanlar olabilir, ama kimse tamamen benim gibi değil.

Bu yüzden, benden çıkan her şey bana özgüdür, çünkü onları seçen yalnızca benim.

Bana dair her şeyin sahibi benim:

• Bedenim ve onun yaptığı her şey,

• Zihnim ve onun tüm düşünceleri ve fikirleri,

• Gözlerim ve gözümün gördüğü tüm imgeler,

• Hislerim, ne olursa olsun: öfke, sevinç, hayal kırıklığı, sevgi, hayal kırıklığı, heyecan.

• Ağzım ve ondan çıkan tüm sözler: nazik, yumuşak ya da sert, doğru ya da yanlış,

• Sesim, yüksek ya da alçak,

• Ve tüm eylemlerim, ister başkalarına ister kendime yönelik olsun.

Hayallerimin, rüyalarımın, umutlarımın, korkularımın sahibiyim.

Başarılarımın, hatalarımın ve başarısızlıklarımın da sahibiyim.

Çünkü tüm benliğime sahibim, kendimle yakından tanışabilirim.

Bunu yaparak, kendimi sevebilir ve kendimle her yönümle dost olabilirim.

Böylece, tüm parçalarımın benim en iyi çıkarlarım için çalışmasını mümkün kılabilirim.

Biliyorum, kendimle ilgili beni şaşırtan ya da henüz bilmediğim yönlerim var.

Ama kendime dostça ve sevgi dolu yaklaştığım sürece, bu bilmecelere cesaretle ve umutla çözümler arayabilir, kendim hakkında daha fazlasını öğrenebilirim.

Nasıl göründüğüm, nasıl konuştuğum, ne söylediğim, ne yaptığım, ne düşündüğüm ya da ne hissettiğim…

Hepsi, o anın BEN’ini temsil eder. Bu benim özgünlüğümdür.

Daha sonra nasıl göründüğümü, söylediklerimi, yaptıklarımı ve hissettiklerimi gözden geçirdiğimde, bazı parçaların uygun olmadığını fark edebilirim.

Uygun olmayanları bir kenara bırakabilir, uygun olanları saklayabilir ve bıraktığım şeylerin yerine yenilerini koyabilirim.

Görebilir, duyabilir, hissedebilir, düşünebilir, konuşabilir ve hareket edebilirim.

Hayatta kalmak, başkalarına yakın olmak, üretken olmak ve dış dünyadaki insanlar ve şeyler hakkında anlam ve düzen oluşturmak için gerekli tüm araçlara sahibim.

Ben bana sahibim ve bu yüzden kendimi şekillendirebilirim.

Ben benim ve ben iyiyim.

Virginia Satir 197

5

Kendimi iyileştirmek için Fotoğrafı kullanmak istiyorum..

Bazıları fotoğraf çeker, bazıları ise fotoğraf üzerine düşünür.

Ben ikisiyle de ilgiliyim. Hem fotoğraf çekerim, hem  de fotoğraf konusunda düşünmeyi kendime görev edinirim. Roland Barthes ve Susan Sontag. Walter Benjamin ve diğerleri olmadan fotoğraf eksik kalmaz mı?

Fotoğrafçılığı kendimi tanıma aracı olarak kullanmaya iten koşulları düşündüğümde, kendimi, içinde bulunduğum değişim anını ve fotoğrafın bana kim olduğumu bulma, kimliğimi şekillendirme ve kendimi bugünkü halime dönüştürme fırsatı sunduğunu fark ediyorum.

Hiç kendinizi tanımak için derinlemesine bir yolculuğa çıkmayı düşünüz mü? Kendinizi, gerçek anlamda, bir aynaya bakar gibi ama daha derin, ruhunuzun çizgilerini görmek ister gibi incelemeyi denediniz mi? İçinizdeki şekillere, çizgilere ve renklere ne kadar hakimsiniz? Haydi, bu soruların peşinden gidelim.

Genellikle, hayatın bize sunduğu rahat düzen bozulmadıkça, kendimizle ilgili temel sorulara yanıt aramayız. Bizi neyin mutlu ettiği, neyin ruhumuzu aydınlattığı ya da neyin kalbimizi daralttığı gibi sorular, ancak düzenimizdeki bir çatlağın görünmesiyle akıl kapımızdan içeri sızıverir.

Eğitim sistemleri, medya ve hatta gündelik sohbetler bile, çoğu kez, insanın kendi özünü sorgulamasının uzağından geçer. Dış dünyaya dair her şey önemlidir; öğretilen de, tartışan da hep bu eksendedir. Ancak insanın iç dünyasına dair derin bir anlam arayışına rehberlik edecek ne bir medya, ne de yeterince bilimsel ve pedagoji destekli bir kaynak  vardır.

Oysa kendini bilmek, insanın içsel yolculuğunun ve gelişim arayışının önkoşuludur. Kendinizi tanımadıktan sonra, hayattan ne beklediğinizi ya da hangi sebeplerle belli şeyleri yaptığınızı anlamanız mümkün müdür? Hayatımızın kültürü, hayalleminiz ve çabalarımız hangi temeller üzerine inşa edilmiştir? Bu sorulara vereceğimiz yanıtlar, dışardan gelen bilgilerle değil, derin, sakin ve katmanlı bir düşünme süreciyle anlaşılır.

Bu noktada, fotoğrafçılık öz-bilgi yolculuğumuzda çok etkili bir aracı olabilir. Fotoğraflar, hem kendimizi hem de hayatımızdaki yeri anlamamızı sağlayan çıplak gerçekler sunar. Bedensel dış görünümünüzün ötesinde, bir aile tablosundaki rolümüze ya da eserlerimizin altında yatan hikâyeye bakarak, kim olduğumuza dair bir ipucu yakalayabiliriz. Fotoğrafçılığın bu  oyunu, yanıtlarımızı nazikçe ve sıcacık bir şekilde ortaya koymamızı sağlar.

 

Bu fikir,tarihin eski sayfalarında da yankı bulmuştur. Atina Akropolis’teki Delfi Tapınağı’nın ünlü “Kendini Bil” (Gnothi Seauton) öğüdü, eski Yunan felsefesinde önemli bir yer tutar ve genellikle Yedi Bilge’den biri olan Thales, Sokrates,  Pittakos hatta Delfi kâhinleriyle ilişkilendirilir. Bunun tanrısal bir buyruğun yansıması olduğunu iddia edilmiştir. Ancak, bu ifadenin tam olarak kime ait olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur; çünkü Yunan kültüründe bu tür özlü sözler genellikle anonim veya kolektif bir bilgelik ürünü olarak kabul edilirdi.Özellikle Sokrates, bu öğretiyi benimsemiş ve kendi felsefi sorgulamalarında sıkça kullanmıştır. Sokrates’in yaşamı boyunca sık sık kullandığı “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü de bu öğretiyle bağlantılıdır. Bu bağlamda, “Kendini Bil,” bireysel farkındalık ve bilgelik yolunda temel bir adım olarak görülür.

Tarih boyunca bu sözün anlamını kavramak, insanlar için kolay olmamıştır. Bu nedenle, pek çok filozof ve düşünür, öz-bilgi arayışını destekleyen fikirler, mihenk taşları ve sözler bırakmıştır. Don Kişot bile Sancho’ya şöyle seslenir: “Kim olduğunu anlamak için gözlerini kendine dikmelisin; bu senin  düşünülebileceğin en zor bilgidir.”

Biz buradan yola çıkarak fotoğraf bize kendinizi öğretebilir mi konusuna gireceğiz.

Almodavar ve Son; başka yere açılan kapı..

Dün akşam Almodovar’ın son filmini seyrettim. Yönetmen olarak kendisini çok severim. Çektiği ¨La voix Humaine¨ filmini tüm versiyonlarını seyretmiş bir kişi olarak diperlerinin çok üstüne yerleştiririm. Bir yönetmende mutlak bulunması gerektiğine çok inandığım yaratıcılığın da ona bol mi,ktarda bulunduğunu düşünürüm.  Son filmi  “The Room Next Door”: Almodóvar’ın İngilizceye açılan kapısı olduğunu düşünüyorum

Bir yönetmen düşünün ki duyguların karmaşıklığını renklerle ve yüz hatlarındaki çizgilerle anlatır. Pedro Almodóvar, İspanyol sinemasının ustası, ilk İngilizce uzun metraj filmi “The Room Next Door” ile izleyicilerini onun filmlerinde alıştığımız alıştığımız dilden başka bir dilin içine çekiyor ve bir kez daha büyülüyor. Bu film, yalnızca bir anlatı değil, sanki ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgide var olmanın  bir şiiri, en azından ben öyle gördüm, değerlendirdim.

Film, Sigrid Nunez’in “What Are You Going Through” adlı romanından uyarlanmış. Aniden iki kadının—Ingrid ve Martha’nın—çarpıcı hikayesine dalıyoruz. Yıllar süren bir aradan sonra yeniden bir araya gelen  iki eski arkadaş, muhteşem bir orman evinde hem geçmişin yaralarını hem de geleceğin karanlık belirsizliğini konuşmaya başlıyoryorlar. Martha, terminal safhadaki kanseriyle yaşamla ölümün arasında ve kendi kararını verme özgürlüğünü savunurken; Ingrid, kendisini yasal olarak tehlikeye atarak hem bir dost hem de bir tanık olarak bu sürece eşlik ediyor.

Tilda Swinton ve Julianne Moore’un ustalıklı oyunculukları, Almodóvar’ın karakterlerin ruh dünyasını izleyiciye hissettirme ustalığıyla birleşiyor. Yönetmenin sinematografisinde, Andrew Wyeth’in “Christina’s World” tablosunu anımsatan pastoral sahneler ve Edward Hopper’ın yalnızlık teması ile Amerika manzaralarına göndermeler dikkat çekiyor. Her sahne, bir ressamın fırçasından çıkmış gibi, yaşanan anın duygusunu ölümsüzleştiriyor.

Almodóvar, her zamanki gibi yaşamın en önemli, en acıtan sorularını sormaktan çekinmiyor: Bir insanın son isteğine tanıklık etmek ne kadar insani, ne kadar zor olabilir? Ölümü kabullenmek, yaşamın anlamını ne şekilde değiştirir? Almodovar bize bu soruları sorduruyor.

81. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanan film, bu sorulara yanıt ararken, seyircisine empatiyle yaklaşıyor. Tilda Swinton’ın performansı, izleyenlere insan ruhunun ne denli kırılgan ve aynı zamanda ne kadar güçlü olabileceğini  hatırlatıyor.

“The Room Next Door”,  sessizliğin konuşmaya, ölümün ise yaşamın özüne dönüştüğü bir film. Almodóvar, bir yönetmen olarak İngilizce anlatıyı kucaklarken, kendi özünden bir gram  ödün vermiyor. Film, izleyiciyi müthiş bir yolculuğa çıkarıyor, sadece odaların ve orman evinin içinde değil, insan ruhunun derinliklerinde de bir geziye çıkartıyor.

Neyse filmi şöyle bir özetledikten sonra asıl konuya gireyim. Kanserle uğraşan bir hekim olarak ve kanser hastalarının yarısını feci bir şekilde kaybedildiğine şahit olan birisi olarak ölme hakkı yani ötanazi her zaman kafamı kurcalamış konudur. Bazı ülkelerde bu hak varken bazı diğer gelişmiş ülkelerde neden yoktur? Bazıları yıllar önce bu kanunu çıkartabilmişken bazıları neden bir türlü çıkaramamaktadırlar?

Ölüm kelimesi bir çok insanı rahatsız ettiğinden ben de bu anlamda ¨son¨ kelimesini metafor olarak kullanmaya karar verdim.

Son: Bir Bitiş mi, Yeni Bir Başlangıç mı?

Son, insan beyninin anlamlandırmaya çalıştığı en güçlü kavramlardan biridir. Günlük yaşamda her an karşımıza çıkar; bir ilişkinin sonu, bir yolculuğun tamamlanışı ya da bir hayatın nihayete ermesi… Ancak bu kavram, yüzeyde göründüğü kadar net ve mutlak bir yapıya sahip midir? Her son bir bitişi mi temsil eder, yoksa onun ötesinde yeni bir başlangıç mı gizlidir?

Sonun Doğası ve Algılanması

Son, temel anlamıyla bir şeyin tamamlanmasını ifade eder. Ancak bu tamamlanış, insan beyninin içinde farklı biçimlerde değerlendirilir. Bir şiirin son dizesi, bir senfoninin son notası ya da bir sevgilinin son bakışı, bitişle beraber başka bir duygunun yeniden ortaya çıkmasını sağlayabilir. Filozoflar için son, genellikle başka bir varlık ya da süreç için yeni bir başlangıç noktasıdır. Her şeyin birbirine bağlı olduğu bu dünyada, hiçbir son gerçekten “mutlak” bir bitiş olarak algılanamaz.

Bergson’un felsefesinde zaman, birbirinden kopuk parçalar değil, süreklilik arz eden bir akıştır. Bergson’a göre, insan zihni, zamanı parçalamış, geçmiş, şimdi ve gelecek gibi bölümler yaratmıştır. Ancak gerçek zaman, bu bölümlerin ötesinde, sürekli bir akış olarak vardır. İşte bu yüzden, bir şeyin sonu, aynı zamanda başka bir şeyin başlangıcıdır.

Sonsuzluk ve Son Kavramı

Antik Yunan düşüncesi, son ve sonsuzluk arasındaki ilişkiyi sorgulamıştır. Zenon’un paradoksları, özellikle hareket konusunu ve son kavramını ele alır. Örneğin, “Aşil ve Kaplumbağa” paradoksunda, Aşil’in kaplumbağayı geçememesi fikri, sonlu bir mesafenin bile sonsuz bir şekilde bölünebileceğini ortaya koyar. Bu durum, son kavramının fiziksel ve mantıksal düzeyde bile kesin bir sonuca ulaşılamayacağını gösterir.

Hegel ise sonlu ve sonsuz arasındaki ilişkiye farklı bir perspektiften bakar. Hegel’e göre, sonlu olan, kendi sınırlarını aşarak sonsuzluğa ulaşır. Burada insanın her sonu bir geçiş olarak yaşaması gerektiğine dair güçlü bir metafor vardur. Hegel’in bu yaklaşımı, sonun aslında bir süreç olduğunu, bir bitiş olmaktan çok bir evrilme anlamı taşıdığını vurgular.

Ölüm: Mutlak Son mu, Dönüşüm mü?

Ölüm, “son” kavramının en çarpıcı ve tartışmalı örneklerinden biridir. Bazıları için ölüm, mutlak bir yok oluş; bazıları için ise ruhun ya da bilincin yeni bir varoluş biçimine geçişidir. Toplumların ölümle ilgili ritüelleri, bu kavrama dair derin bir saygı ve korkuyu da içinde  barındırır. Ancak ölüm, her zaman bir bitiş midir? Yoksa ardında  bir hikâye bırakır mı?

Modern bilim ve felsefe, ölümün sadece bir biyolojik son olduğunu iddia ederken, metafizik ve ruhani yaklaşımlar, ölümün ardında bir süreklilik olduğunu savunur. İnsanın ölümle ilgili bu çift kutuplu algısı, aslında son kavramının doğasındaki belirsizliği gösterir. Durum  yoruma açıktır.

Son Bir Bitiş midir?

Son, çoğu zaman fiziksel bir bitişi ifade eder. Ancak, duygusal, ruhsal ya da düşünsel düzlemde, bu bitişin ötesinde bir süreklilik durumu da vardır. Bir ayrılık, yeni bir  başlangıcıdır. Bir projenin tamamlanması, yeni projelerin önünü açar. Her son, beraberinde yeniden yapılanmayı, bir yenilenmeyi de getirir.

Bu nedenle, son kavramını mutlak bir nihayet olarak görmek yerine, bir dönüşümün başlangıcı olarak algılamak gerekir. Bergson’un dediği gibi, zamanın doğası süreklilikse, hiçbir son tam anlamıyla “son” olamaz. Son, sadece bir durak, bir geçiştir. Bizi ileriye taşıyan bir adım, bir dönüşüm köprüsüdür.

Son olarak “Son” Ne Anlatır?

“Son”, insanın zamana ve varoluşa dair algısını şekillendiren önemli bir kavramdır. Ancak bu kavram, yüzeyde göründüğü kadar net değildir. Her son, aynı zamanda yeni bir başlangıcın habercisidir. Tıpkı bir sonbahar yaprağının düşüşünün, toprağa yeni bir yaşam olarak karışması gibi…

Sonu anlamak, yaşamın döngüselliğini kavramaktan geçer. Her bitişte bir anlam, her kayıpta bir kazanç gizlidir. Ve belki de en önemlisi, her son, insanın kendi varlığını yeniden sorgulamasına imkan verir. The Door Next Room filmini izleyin lütfen. Hızınızı alamazsanız önereceğim üç film de şunlar;

“Mar Adentro” (The Sea Inside) (2004) ¨İçimdeki Deniz¨Ispanyol yönetmen Alejandro Amenába’nın filmi. Michael Haneke’nin  “Amour” (2012) adlı filmi ve  “The Barbarian Invasions” (2003); Barbarların istilası,  Denys Arcand’ın yönettiği Kanada filmi. İçinizi sıkmayın lütfen Her şey güzel olacak.

 

.

Dark is dark; Corinne Garcia exposition photographique.

Corinne Ismérie Herminie Garcia : L’ombre et la lumière de « Les Miens »

C’est dans l’écrin intimiste de la galerie L’Etabli, à Rouen, que l’autrice photographe française Corinne Ismérie Herminie Garcia a récemment dévoilé sa dernière exposition, « Les Miens ». Cette série, profondément personnelle, marque une étape essentielle dans la trajectoire artistique de cette créatrice au style résolument singulier.

Travaillant exclusivement en noir et blanc, Corinne Garcia a su forger une écriture visuelle qui est immédiatement reconnaissable. Ses photographies, à la fois troublantes et énigmatiques, captivent par leur intensité dramatique et la subtilité de leur lumière. Dans ses œuvres, la lumière surgit comme une fêlure, brisant la densité des ombres pour révéler des fragments d’humanité.

« Les Miens » : Une série profondément personnelle

Avec « Les Miens », Corinne Garcia explore un territoire intime et universel à la fois. Inspirée par ses réflexions sur l’altérité et la représentation des identités noires, elle crée un hommage visuel à celles et ceux qui ont marqué son parcours, des figures noires marquantes de son enfance jusqu’à sa vie adulte.

Dans cette série, le contexte disparaît, laissant place à des portraits où le spectateur est invité à combler les silences. Les photographies, d’une force brute, déconstruisent les stéréotypes tout en célébrant la richesse et la diversité des identités noires. En jouant sur l’absence et le mystère, Corinne Garcia interpelle, questionne, et invite à une introspection collective.

Un parcours nourri de collaborations et de reconnaissance

Au fil des années, Corinne Garcia a travaillé aux côtés de grands noms de la photographie contemporaine tels que Claudine Doury, Michael Ackerman, Klavdij Sluban, et Antoine d’Agata. Ces collaborations au sein de master classes et d’ateliers ont enrichi sa vision artistique et affiné son approche unique.

Ses travaux ont été exposés dans de nombreux festivals et galeries, témoignant de la reconnaissance croissante pour cette artiste qui transcende les codes classiques de la photographie.

Le style « dark » : une signature incontournable

Ce qui distingue Corinne Ismérie Herminie Garcia, c’est son style « dark », devenu sa véritable signature. Ce choix esthétique, loin d’être un simple artifice, est une déclaration artistique. En jouant sur les ombres et la lumière, elle plonge le spectateur dans des univers visuels où l’introspection est inévitable.

Un hommage à la diversité humaine

Avec « Les Miens », Corinne Garcia rappelle que la photographie peut être un moyen puissant de dialogue social. À travers ses images, elle nous offre une nouvelle lecture des liens humains, une célébration de la diversité, et une réflexion sur notre rapport à l’altérité.

Si vous êtes de passage à Rouen, ne manquez pas cette exposition qui restera sans doute gravée dans la mémoire de ses visiteurs. Et si vous n’y êtes pas, suivez le travail de cette photographe d’exception, dont la plume visuelle continue de repousser les frontières de l’émotion et de l’art.

Hititçeyi çözen Bedrich Hrozny..

 

Antik Anadolu topraklarında, tarihçiler Herodot ve Strabon’un belirsiz tasvirleriyle ve Eski Ahit’te defalarca anılan Hititler, yüzyıl önce hâlâ bir gizemdi. Tarih sahnesinde sadece bir hayalet gibi görünen bu eski halk, M.Ö. ikinci binyılda Anadolu’dan Suriye’ye kadar uzanan, Babil’i fetheden ve Mısırlılarla çarpışan büyük bir güç olarak yükselmişti.

Ancak 1879’da, Bohemya’da doğan ve adı Hitit uygarlığıyla özdeşleşen Bedrich Hrozny’nin döneminde, bilim dünyası bu konuda hâlâ az şey biliyordu. XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren elde edilen bazı ipuçları ve ilginç buluntular, bilim insanlarını, arkeologları ve şarkiyatçıları sürekli olarak bu antik bulmaca üzerine düşündürmüştü. İlk büyük buluş, arkeolog Charles Texier’in 1830’da Anadolu’da İasilikaia’da bir “yazılı kaya” ve Boğazköy’de eski bir şehrin kalıntılarını keşfetmesiyle oldu.

Bu keşiflerden sonra, 1887’de Mısır’daki Tell-el-Amarna’da Akadca yazılmış tabletler bulundu. Bu tabletler, M.Ö. on üçüncü yüzyıldan kalma ve iki Hitit hükümdarını da içeren diplomatik yazışmaları içeriyordu. Hugo Winckler, 1907’de Ankara’nın doğusunda, Boğazköy’de yaptığı kazılarda on binlerce tablet  ortaya çıkardı. Bu tabletler, Anadolu’nun çeşitli dillerinde kullanılmış antik Çağ yazılarını barındırıyordu.

Hrozny’nin çalışmaları, bu tabletlerin deşifresiyle başladı. 1915’te, “Hitit Probleminin Çözümü” başlıklı bir makale yayımlayarak, bu dilin İndo-Avrupalı diller ailesine ait olduğunu keşfetti. Bu, dilbilimde büyük bir dönüm noktasıydı ve Hrozny’nin bu dildeki ‘balık’ ve ‘baba’ kelimelerini çözebilmesi, İndo-Avrupalı dillerin yayılma ve etkileşimine dair yeni bir perspektif sundu.

Hrozny’nin çalışmaları, Hitit Kanunlarını ve Kraliyet Annallerinin önemli parçalarını çevirmesine olanak sağladı. Bu çeviriler, Hititlerin zengin ve kompleks hukuki ve yönetimsel yapısını ortaya koydu.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonrası, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti döneminde de Hrozny, Hitit hiyerogliflerini çözmeye çalıştı ama bu konuda başarılı olamadı. Bu yazılar, yalnızca cuneiform tabletlerdeki Hititçe değil, aynı zamanda daha önce bilinmeyen bir dildi. Hrozny, 1934’te Türkiye’de beş ay süren bir çalışma gezisine çıktı ve bu dönemde büyük hiyeroglifik yazıtların kopyalarını çıkardı.

Hrozny’nin araştırmaları, antik çağ bilimindeki bilinmezleri aydınlatmaya devam etti ve onun çalışmaları, bugün hâlâ değerli bilgiler sunmaktadır. Hititlerin ve onların dilinin gizemi, tarih öncesi dönemlerin karmaşıklığını ve zenginliğini bizlere bir kez daha hatırlatmaktadır.

4