Yasuhiro Ishimoto;Japon-Amerikan fotoğrafçı…

 

Le Bal fotoğraf galerisi, Paris’in önde gelen fotoğraf galerilerinden biridir. Uluslararası çapta tanınan birçok önemli fotoğrafçının retrospektif sergilerine ev sahipliği yapar. Önceleri yalnızca fotoğraf sergileri düzenleyen bu mekanı sizlere tanıtmak istiyorum. Kurum, aynı zamanda gençlerin eğitimine büyük bir önem vermektedir ve iki katlı bir yapıya sahiptir. 2010 yılında Raymond Depardon ve Diane Dufour’un girişimleriyle, Paris Belediyesi’nin desteğiyle kurulan bu kurum, maddi kazanç amacı gütmeyen bir yapıdadır. 15 yıl içerisinde 30.000’den fazla ilkokul ve lise öğrencisine eğitim vermiştir. Kurumun amacı, gençlere dünya hakkında imgelerle düşünme yetisi kazandırmak ve toplumlarımızda yaşanan çalkantılara duyarlı bireyler yetiştirmektir. Bu sergi alanında, Fransa’da ilk kez sergilenen önemli bir Japon-Amerikan fotoğrafçıyla tanıştım ve bu fotoğrafçıyı bu sayıda sizlere tanıtmak istiyorum.
Yasuhiro Ishimoto’nun yaşam öyküsü ve eserlerinin modern fotoğrafçılığa olan etkisi, sanat dünyasında önemli izler bırakan hüzünlü fakat güzel bir hikayedir. Ishimoto, 1921 yılında Amerika’da Japon ebeveynlerin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve küçük yaşlarda Japonya’ya taşınmıştır. Ancak, 1939 yılında Japon ordusuna katılmamak için Amerika Birleşik Devletleri’ne geri dönmüş ve bu karar, onun hayatının yönünü değiştirmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Colorado’daki bir Japon-Amerikan toplama kampında kaderine terk edilmiş gibi görünse de, burada geçirdiği bir kazadan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve fotoğrafla tanışmıştır. Savaştan sonra tarım eğitimi alırken Chicago’daki bir fotoğraf kulübüne gitmeye başlayan Ishimoto, fotoğrafçılığa olan ilgisini artırır ve kendine has bir stil geliştirir. Eğitimine Chicago’daki Yeni Bauhaus (Institute of Design) okulunda devam eden Ishimoto, burada Bauhaus hareketinin Almanya’dan Amerika’ya göç etmiş eğitmenlerinden ders alır. Bu eğitim, onun fotoğrafçılık dilini şekillendiren en önemli faktörlerden biri olur. Ishimoto, Japon kültürel etkileri ile Bauhaus’un formalist-modernist yaklaşımını başarıyla harmanlamış ve bu özgün tarzıyla hem Amerika’da hem de Japonya’da tanınmayı başarmıştır. Ishimoto’nun eserleri, Bauhaus fotoğrafçılığı ile savaş sonrası Japonya’daki yeni sanatsal tarzları birleştirerek fotoğrafçılık tarihinde bir dönüm noktası oluşturmuştur.
Bu sergide Ishimoto’nun fotoğrafçılığının nasıl şekillendiğini ve sanatsal yolculuğunda hangi etkilerin belirleyici olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Ishimoto, burada ışık, hacim ve kompozisyon gibi görsel dilin temel unsurlarını ustalıkla kullanıyor. Deneysel çalışmalarını ve teknik hakimiyetini de burada anlayabiliyoruz. İki yıllık temel eğitimden sonra Harry Callahan ile çalışmaya başlayan Ishimoto, Callahan’ın doğallığa dayalı “straight photography” anlayışıyla, New Bauhaus’un yapı ve geometri odaklı formalist yaklaşımını birleştirerek kendine özgü bir dil oluşturmuş. Sergide yer alan 169 fotoğraf, Ishimoto’nun teknik ustalığını ve sanatsal vizyonunu sergiliyor. Özellikle Lake Michigan’da tatil yapan insanların yer aldığı seride, rastgelelik ile yapı arasındaki estetik uyum dikkat çekiyor. Bu fotoğraflar, hayatın doğal anlarını geometrik bir düzen içinde yakalamayı başarıyor. John Cage’in sözü Ishimoto’nun yaklaşımını özetler nitelikte: “Hayatsız bir yapı ölüdür; yapısız bir hayat ise görünmezdir.” Ishimoto, bu iki uç arasında mükemmel bir denge kurarak hem düzenin hem de hayatın bir arada var olabileceğini gösteriyor.
Serginin bir sonraki bölümünde, Yasuhiro Ishimoto’nun Kyoto’daki Katsura İmparatorluk Villası’nda çektiği fotoğraflar yer alıyor. Bu bölüm, Ishimoto’nun sanatsal gelişimini ve fotoğrafçılık dünyasındaki etkilerini daha iyi kavramamıza yardımcı oluyor. Ishimoto’nun Katsura İmparatorluk Villası’nda çektiği fotoğraflar, Japon mimarisi ile modern tasarım arasındaki ilişkileri gözler önüne seriyor. Edward Steichen ve Arthur Drexler, MoMa’da Japon mimarisi sergisi için Ishimoto’yu Japonya’ya gitmesini ve bu konuyu fotoğraflamasını istemişlerdir.
Katsura İmparatorluk Villası, 17. yüzyılda inşa edilmiş bir yazlık saray olup, döneminin mimari tekniklerinin zirvesi olarak kabul edilmektedir. Ishimoto, villada çalışırken, bu geleneksel yapıların modern mimarideki sade ve geometrik anlayışlarla paralellikler taşıdığını fark etmiştir. Ishimoto, Frank Lloyd Wright, Walter Gropius ve Le Corbusier gibi Batılı modern mimarların tasarım ilkelerinin izlerini Katsura’da bulmuştur. Villanın soyut geometrisi, alan kullanımı ve ahşap paneller gibi detaylar, modernizmin köklerinin Japon mimarisinde bulunduğunu ortaya koymaktadır.
Ishimoto’nun bu fotoğrafları, mimarinin güzelliğini belgelemenin ötesinde, Japonya’daki savaş sonrası tasarım anlayışını da etkilemiştir. Kenzo Tange gibi öncü mimarlar, Ishimoto’nun fotoğraflarından ilham alarak, Japon mimarisi ile modernliği birleştiren yeni bir mimari anlayış geliştirmişlerdir. 1960 yılında yayımlanan ‘Japon Mimarisi’nde Gelenek ve Modernlik’ adlı kitap, Ishimoto’nun bu fotoğraflarını ve Kenzo Tange’nin yazılarını içermektedir ve dünya çapında büyük ilgi görmüştür. Sergide ağırlıklı olarak mimari fotoğraflar olsa da plaj, anlar, teneke kutular, Tokyo ve New York sokak sahneleri gibi bölümler var ve biz de Ishimoto’nun genel anlamda fotoğrafçılığını anlayıp hayran kalıyoruz.
Sonuç olarak, Ishimoto’nun çalışmaları, Japonya’nın geleneksel estetik değerlerini modern tasarım dünyasına taşımış ve hem Japon mimarisinde hem de fotoğraf sanatında yeni bir çağ başlatmıştır. Le Bal’daki sergi, sadece bir retrospektif değil, aynı zamanda Ishimoto’nun Chicago ve Tokyo arasında geçirdiği savaş sonrası yıllarını ele alan fotoğrafları da sergilemektedir. Serginin ana teması, hayatın geçiciliğidir. Ishimoto’nun özellikle ‘Toki’ adlı serisi, insanın doğayla olan ilişkisini ve zamanın kaçınılmaz akışını göstermektedir. Eriyen karlar üzerinde kalan ayak izleri, doğanın geçici güzelliklerini anlatan yapraklar ve zamanla asfalta karışan teneke kutular gibi imgelerle, bu geçicilik duygusunu işlerken, aynı zamanda Budist felsefesinden esinlenmiştir. Budist felsefe ve zamanın akıcılığı arasındaki ilişki, Budizm’in temel öğretilerinde, özellikle de “anlık değişim” ve “geçicilik” (anicca) kavramlarında yatmaktadır. Budizm, var olan her şeyin sürekli değişim halinde olduğunu ve hiçbir şeyin kalıcı olmadığını savunur.
Ishimoto’nun fotoğrafçılığı, teknik açıdan da dikkat çekicidir. Tokyo’nun 23 özel semtinden biri olan Shibuya gibi kalabalık yerlerde çektiği bulanık figürler, bir taraftan hareketli görünürken diğer taraftan da insanın geçici olduğunu anlatmaya çalışır. Ishimoto’nun tarzını “geometri ve insani tesadüflerin” bir araya gelmesi olarak tanımlayabiliriz. Bir yandan modern mimarinin soyut yapısını, diğer yandan yaşamın rastlantısal ve kontrol edilemez yönlerini bir arada bulundurur. Aaron Siskind’in dediği gibi, Ishimoto “dünyanın nasıl göründüğünden, dünyada ne gördüğüm ve bunun ne anlama geldiğine” doğru bir dönüşüm yaratmıştır.
Son olarak, mimar Arata Isozaki’nin sözleriyle, “Ishimoto, modern Japonya’yı şekillendiren iki kişiden biridir. Noguchi heykelde, Ishimoto fotoğrafta başı çekenlerdir.” Callahan, Ishimoto’ya detaylara takıntılı bir çalışma disiplini kazandırmış ve kontrast baskı tekniklerini tanıtmıştır. Siskind ise soyut dışavurumculuktan etkilenmiş bir yaklaşım sunarak, hem grafiksel hem de belgesel bir tarzın nasıl harmanlanabileceğini öğretmiştir. Erken dönemde, Edward Steichen’in dikkatini çekerek, MoMA’daki ‘The Family of Man’ sergisinde yer almıştır. Ishimoto’nun fotoğrafları, güçlü bir görsel dilin ve kültürel sentezin nasıl mümkün olabileceğini göstermektedir. Fotoğrafçılığı, hem teknik hem de sanatsal açıdan değerlidir. Japon fotoğrafçılığını tanımak isteyen her fotoğrafçının Daido Moriyama, Araki, Masahisa Fukase ve Nobuaki Nakamura’yı ve mutlaka Ishimoto’yu incelemesi gerektiğini düşünüyorum. Paris’e yolu düşen fotoğraf severler de mutlaka LE BAL’e bir uğrasınlar, illaki önemli bir fotoğraf sergisiyle karşılaşacaklar. Ayrıca zengin kitapçısında da birbirinden güzel fotoğraf kitaplarını karıştırmayı da ihmal etmesinler.

Barok dönem; Kaos’tan Düzene altın köprü

Sanat tarihinde Kaostan düzene altın köprü

Barok sanat, yaklaşık XVII. yüzyılın başından XVIII. yüzyılın ortasına kadar uzanan önemli bir sanat hareketidir. Ancak bu hareket, yalnızca kendi başına bir dönem olmakla kalmaz, öncesindeki ve sonrasındaki sanatsal hareketlerle de büyük bir ilişki içerisindedir. Barok’un öncesini ve sonrasını anlamak, bu hareketin sanat tarihinde nasıl kök saldığını ve nasıl şekillendiğini kavramak açısından kritik bir önem taşır.

Barok’tan Önce: Yeniden Doğuşun Işıltısı ve Gerginliğin Kıvılcımları

Barok’tan önce, sanat dünyası iki büyük hareketin etkisi altındaydı: Rönesans ve Maniyerizm.

1. Rönesans: İnsanın ve Akılcılığın Zaferi

Rönesans, XV. yüzyılda başlayan ve insanın doğasını, bilgisini ve estetik algısını yeniden yorumlayan bir devrim niteliğindeydi. Sanatçılar, antik Yunan ve Roma’nın klasik değerlerini hayata döndürerek, perspektif, anatomi ve simetri üzerinde ustalaştılar. Leonardo da Vinci’nin detaycılığı, Michelangelo’nun heykeltraşlık dehası ve Raphael’in kompozisyonlarındaki uyum, bu dönemin ruhunu yansıtır.

Rönesans, denge ve düzen arayışında, insan aklının ve yeteneğinin sınırlarını zorlayan bir sanat dönemiydi.

2. Maniyerizm: Gerçekliğin Çarpıtılması

XVI. yüzyılın sonlarına doğru Maniyerizm, Rönesans’ın klasik düzenine karşı bir tepki olarak doğdu. Sanatçılar, figürlerin oranlarını abartarak ve renkleri dramatize ederek gerilimi ve duyguyu artırmayı amaçladılar. Bu dönemin eserlerinde, idealize edilmiş gerçeklik yerini, doğaüstü bir dramatikliğe bıraktı. El Greco’nun uzun, kıvrımlı figürleri ve Pontormo’nun canlı renkleri, bu tarzın örneklerindendir.

Barok’tan Sonra: Dekorun Işıltısı ve Zihnin Disiplini

Barok’un zenginliği ve teatral yapısı yerini, XVIII. yüzyıl ve sonrasında iki önemli harekete bıraktı: Rokoko ve Neoklasisizm.

1. Rokoko: Hafiflik ve Zarafetin Dansı

Rokoko, Barok’un yoğunluğundan bir adım öteye geçerek daha hafif, zarif ve oyunbaz bir tarz benimsedi. Pastel renkler, kıvrımlı motifler ve şairane sahneler, bu dönemin başlıca özellikleriydi. Fragonard’ın romantik eserleri ve Watteau’nun pastoral sahneleri, Rokoko’nun en gözde örneklerindendir. Ancak bu hareket, kimi eleştirmenler tarafından derinlik eksikliği nedeniyle hafife alınmıştır.

2. Neoklasisizm: Akıl ve Düzenin Yeniden Doğuşu

XVIII. yüzyılın sonlarında, Rokoko’nun zarafetine karşı bir tepki olarak Neoklasisizm yükseldi. Bu hareket, antik Yunan ve Roma’nın soğukkanlı, düzenli ve idealize edilmiş estetiğine geri döndü. Jacques-Louis David’in epik sahneleri ve Ingres’in detaylı portreleri, bu hareketin disiplini ve ciddiyetini yansıtır.

Sanat tarihindeki bu geçişler, yalnızca estetik zevklerin değil, aynı zamanda insanlığın düşünce ve duygu dünyasının evrimine de ayna tutar. Barok, kendisinden önce gelen düzenin karmaşıklığa, sonrasında ise karmaşıklığın yeniden düzene dönüşmesine zemin hazırlayan bir dönemin altın köprüsüdür.

Yıldızların Altında

 

 

Yıldızların Altında: Miho Kajioka ve Paul Cupido’nun Şiirsel Buluşması

Miho Kajioka ve Paul Cupido’nun eserleri, ışığın ve gölgelerin ardında saklı büyük bir ruhsallığını yansıtıyor. Bu ikiliyi tesadüfen arkadaşım Selçuk’un bir gönderisi vasıtasıyla  öğrendim. Sağolsun, Bir şey öğrenmeden geçen her gün kayıp sayılmalı*. Biri Japonya’nın Okayama kentinden çıkıp fotoğraf sanatında zarafetiyle tanınarak 2019 Nadar Ödülü’nü kazanmış bir isim. Diğeri, Hollanda’nın pastoral coğrafyasından gelen ve Zen felsefesinden ilham alarak hayali hikayeler dokuyan bir sanatçı. İkisi bir araya geliyor, şiirsel bir dille dokunmuş, benzersiz bir sergide yaklaşık yüz eserle izleyiciyi büyülüyor. Sergi Polka Galeri’de 18 Ocak 2025 e kadar devam edecek. Polka Galeri, Jeu de Paume MEP (Maison europeenne de la Photographie), Le Bal, HCB Vakfı Henri Cartier Bresson vakfı fotoğraf galerileri gibi Parisin en önemli fotoğraf galerileri arasında ayrıca yıllardır muhteşem bir fotoğraf dergisi çıkartır.

Bu sergi, yalnızca iki farklı sanatçının eserlerini yan yana getirmekle kalmıyor; aynı zamanda onların ortak duyarlılıklarıyla örülen bir diyalog alanı yaratıyor. Miho Kajioka, Japonca’da “yıldızlı gece” anlamına gelen hoshizukiyo kelimesini merkeze alarak serginin temellerini inşa etmiş. Ona göre bu kelime, yıldızlı gecenin olmazsa olmaz bir unsuru olan Ay’ı da içinde taşıyor: zuki. Kajioka’nın sözleriyle, hoshizukiyo, “Van Gogh’un aynı isimli tablosundaki gibi bir geceyi değil, Ay’ın ve yıldızların insanın ruhunda uyandırdığı derin yolculuğu” ifade ediyor. Bu sergi, işte bu yolculuğun sonucu ortaya çıkan bir sergi.

Miho Kajioka’nın eserlerinde, Japonya’nın köklü kültüründen gelen bir geleneksel form olan tanzaku dikkat çekiyor. XIV. yüzyıldan beri kullanılan, dikey kağıt şeritleri üzerine inşa edilmiş bu baskılar, yalnızca görsel estetiğiyle değil, aynı zamanda Japon yıldız festivali Tanabata’yı hatırlatan ritüel bir anlamla da yüklü. Tanzaku, dilekleri yıldızlara taşıyan bir araç; Miho’nun anlatısında ise, insanın içsel evreninden uzaya uzanan bir yolculuğun metaforu.

Paul Cupido’nun çalışmalarıysa, Ay’ın insan ruhundaki yerini daha farklı bir bakış açısıyla ele alıyor. Miyakojima Adası’nın karanlık gecelerinde geçen bir hikaye üzerinden, Ay’ın ışığını “sessizlik, boşluk ve karanlığın ortasında bir yaşam çizgisi” olarak betimliyor. Cupido’nun Zen felsefesinden esinlenen eserlerinde, Batı dünyasında genellikle olumsuz algılanan Mu kavramı öne çıkıyor. Ona göre Mu, boşluğun yaratıcılığı doğurduğu bir alan; sadelik ve arınma, yani bir nevi  yeni olasılıklara açılan bir kapı. Ay, bu serüvende insanın evrendeki yerini hem küçülten hem de büyüten bir rehber.

Bu sergi, iki sanatçının ortak noktalarından biri olan Ay üzerinden yükseliyor. Ay, hem Kajioka’nın hem de Cupido’nun dünyasında yalnızca bir gökyüzü nesnesi değil; aynı zamanda bir metafor, bir köprü, bir rehber. İnsan ruhunu küçülterek kendi içine döndüren, ama aynı anda onu yıldızlara ve evrenin sınırsız büyüklüğüne bağlayan bir ışık kaynağı.

Miho Kajioka ve Paul Cupido’nun narin Japon kağıtlarına işlenmiş eserleri, yıldızlarla parıldayan bir gecede iki farklı bakışı bir araya getiriyor. Bu sergi, gökyüzünün altındaki insanın hikayesini anlatıyor: Yalnızlık, umut, yaratıcılık ve evrensel bağlantılar. Yıldızlı geceler temasında buluşan bu iki sanatçı, izleyiciyi yalnızca eserlerini görmeye değil, ruhlarının derinliklerinde bir yolculuğa davet ediyor.

12, rue Saint-Gilles
75003 Paris, France

Raclette ya da Raklet; Bugün onun günü ..

Bugün Raclette günü. Vikipedia doğru yazılımı konusunda karar verememiş. Raclette veya Raklet kelimlerini doğru kabul etmiş.  Türk Dil Kurumu Sözlüklerinin tümünde ise durum çok daha ilginç. O sözlükler bu yemeği tanımıyor. Ne Raklet ne de Raclette. O zaman ben orijinal ismini koruyarak önce size  Raclette’in öyküsünü anlatayım sonra da Paris’te güzel raclette yiyebileceğiniz bir kaç adres vereyim.

Bugün Fransada Raclette geleneği, İsviçre Alpleri’nin yüzyıllar öncesine dayanan sade ama bir o kadar da ilginç bir hikâyeye bağlıdır. Bu gelenek, yalnızca bir yemeğin değil, bir yaşam biçiminin, bir coğrafyanın ve bir kültürün izlerini taşır. İsviçre’nin Valais kantonunda, dağların dik yamaçlarında hayvanlarını otlatan çobanların tesadüfen yarattıkları bu yemek, bugün dünyanın dört bir yanında sıcak sohbetlerin eşlik ettiği sofraları süslemektedir.

Bir efsaneye göre, bu öykü tamamen bir tesadüfle başlamıştır. Çobanlardan biri , ateşe yakın duran peynirinin sıcaktan eriyip yüzeyinin yumuşadığını ve kokusunun da mis gibi çevreye yayıldığını fark eder. İlk lokmayı ağzına götürdüğünde  doğanın damağına küçük bir mucize hediye ettiğini düşünür: zaten çok lezzetli olan o erimiş peynirin  lezzeti farklı boyutlara ulaşmıştır.  Raclette peyniri, İsviçre’nin en güzel ürünlerinden biridir. Çiğ inek sütünden yapılan, preslenmiş  bu peynir, Valais bölgesinin yerel aromalarını taşır. Bugün AOP (Appellation d’Origine Protégée) etiketiyle korunan bu ürün, hala geleneksel yöntemlerle üretilmeye devam etmektedir. Ancak raclette yalnızca İsviçre sınırları içinde kalmamış, zamanla Fransa’nın Savoie bölgesinde de kendine bir yer bulmuş, farklı şekillerde zenginleşmiştir.

1950’li yıllarda elektrikli raclette makinelerinin icadıyla birlikte bu gelenek modern bir kimlik kazandı. Artık ateşin başında bekleme işi bitmişti. Peynirin yavaşça erimesini izlemek, arkadaşlarla paylaşmak, bu yemeği  ritüele dönüştürmüştü. Keyif anları da cabasıydı. İsviçre’de raclette, genellikle haşlanmış patates, turşu ve küçük soğanlarla sade bir şekilde sunulur. Ancak Fransa’da bu yemeğin takdim şekli çok daha zengindir: raclette genellikle çeşitli şarküteri ürünleriyle yani  jambon, salam, sucukla birlikte servis edilir, raclette’in bulunduğu sofralar  ziyafete dönüşür.

Raclette, insana  sıcak bir ortam düşüncesi verir. Hayatı  yavaşlatmayı, tadını çıkarmayı ve paylaşıcı olmayı öneren bir yanı vardır. İçindeki o dağ esintisi, bugün şehirlerin hızlı temposunu bile  duraklatır. Raclette bir yemeğin ötesinde bir şeydir.

Raclette, sıcak ve samimi yemeklerin sembolü olarak soğuk havaların vazgeçilmez bir lezzetidir.

 

Paris’te, ister geleneksel ister gurme bir deneyim arayanlar için en iyi adresler:

1. Monbleu (9. Bölge)

• Özellik: Peynir restoranı olan bu mekânda, sınırsız raclette (şarküteri hariç) sunuluyor.

• Avantaj: 100’den fazla peynir çeşidiyle geniş bir seçim imkânı.

• Fiyat: Menü 28 ila 37 € arasında.

• Kimler için ideal? Peynir tutkunları ve farklı tatları denemek isteyenler için.

2. Le Chalet Savoyard (11. Bölge)

• Özellik: Morbier, rokfor, tomme gibi farklı raclette çeşitleriyle zengin bir menü.

• Fiyat: 29 ila 42 € arasında değişiyor.

• Kimler için ideal? Samimi bir ortamda çeşitli Savoy tatlarını denemek isteyenler için.

3. Les Fondus de la Raclette (11. ve 14. Bölgeler)

• Özellik: Raclette ve diğer dağ mutfağı lezzetlerine odaklanan bir menü.

• Fiyat: Geleneksel mekânlarla benzer bir fiyat aralığında.

• Kimler için ideal? Rahat bir ortamda Savoy tarzı yemekler tatmak isteyenler için.

4. Le Chalet du Park (Park Hyatt Paris-Vendôme)

• Özellik: Yıldızlı şef Jean-François Rouquette’in elinden çıkan gurme bir raclette deneyimi.

• Avantaj: Lüks bir atmosferde eşsiz bir akşam yemeği.

• Fiyat: Kişi başı 210 €.

• Kimler için ideal? Unutulmaz bir akşam yemeği deneyimi arayan gurmeler için.

Sonuç

İster geleneksel bir raclette ister yüksek seviyede bir gurme deneyimi arayın, Paris her bütçeye ve zevke uygun seçenekler sunuyor. Bir sonraki raclette keyfiniz için bir yıl beklemeyin

 

?

Covid neredesin?

 

 

Kış geldi, beraberinde mevsim hastalıklarını da getirdi. Aşılar olunmaya başlandı. Covid yeniden hatırlandı.

COVID-19 pandemisi, sağlık dünyasında sadece solunum sistemi üzerine değil, aynı zamanda dolaşım sistemi üzerine de derin etkiler bırakan bir kriz olarak karşımıza çıkmıştı. Covid  hastalığı ö zellikle pıhtılaşma sorunları, hastalığın akut döneminde ve sonrasında hayatı tehdit eden ciddi komplikasyonlara yol açabilmektedir. Ancak, bu risklere karşı alacağımız bireysel ve tıbbi önlemlerle kendimizi korumak mümkündür.

COVID-19 sürecinde bedenin uzun süre hareketsiz kalması, kan dolaşımını olumsuz etkileyerek pıhtılaşma riskini artırabilir. Bu nedenle, özellikle evde ya da hastanede geçirilen izole dönemlerde bile, basit bacak hareketleri veya yatakta yapılabilecek küçük egzersizlerle dolaşımı desteklemek hayati bir öneme sahiptir. Unutulmamalıdır ki, kanın sürekli hareket halinde olması, damarlarımızın sağlığını koruyan en temel unsurlardan biridir.

Beslenme alışkanlıklarımız da bu süreçte büyük bir rol oynar. Omega-3 yağ asitleri bakımından zengin besinler, taze sebzeler ve meyveler hem bağışıklığı destekler hem de iltihaplanmayı azaltır. Sigara ve alkol gibi alışkanlıklardan uzak durmak ise, damar yapısını ve kanın akışkanlığını koruma açısından kritik bir önlemdir. Bunun yanı sıra, yeterli miktarda su tüketmek, kanın yoğunlaşmasını engelleyerek dolaşımı düzenler.

COVID-19 sırasında doktor kontrolünde kan sulandırıcı ilaç kullanımı da gerekebilir. Ancak bu, bireysel kararlarla değil, tıbbi değerlendirme sonucunda alınması gereken bir önlemdir. Özellikle önceden kalp hastalığı, diyabet, obezite veya pıhtılaşma bozuklukları gibi risk faktörlerine sahipseniz, bu durumu doktorunuzla paylaşmanız önemlidir.

Hastalığın akut dönemini atlattıktan sonra bile risklerin tamamen sona ermediğini bilmek gerekir. COVID-19 sonrası birkaç hafta boyunca pıhtılaşma riski devam edebilir. Bu dönemde, nefes darlığı, göğüs ağrısı veya bacaklarda şişlik gibi belirtiler göz ardı edilmemelidir. Erken müdahale, hayati komplikasyonların önlenmesinde belirleyici olabilir.

Ayrıca, bağışıklık sistemini desteklemek, COVID-19’un neden olduğu iltihaplanmayla mücadelede güçlü bir zemin hazırlar. D vitamini, C vitamini ve çinko gibi takviyeler, bağışıklığın güçlenmesine katkı sağlayabilir. Bu süreçte, bedenimizin yalnızca fiziksel değil, psikolojik ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurmak gerekir. Sağlıklı bir beden, dingin bir zihnin ve dengeli bir yaşamın üzerinde yükselir.

Son olarak, COVID-19 aşısı, sadece hastalığın şiddetini azaltmakla kalmaz, aynı zamanda pıhtılaşma riskini de düşürerek koruyucu bir kalkan işlevi görür. Ancak aşının sağladığı bu avantaj, bireysel önlemlerle desteklenmediğinde tek başına yeterli olmayabilir. Sağlığımızın tüm yönlerini kapsayan bir yaklaşım benimsemek, hem kendimizi hem de sevdiklerimizi korumanın anahtarıdır.

Bir fotoğraf kitabı nasıl yapılır?

Kapadokya adlı kitabımın yapım süreci ve  hikayesini anlatmam istendi.

Kapadokyanın gizemine çok önceleri 17 yaşımda kapılmıştım. Kitap fikri ise çok sonradan bir kıvılcımla geldi. Oysa bu kitaptan önce sıradan Ripple Marks adlı İzlanda abstre fotoğraflarından oluşan Amerikan Blurb yayınevinde basılan  amatör fotoğraf kitabım ve Gültekin çizgenin rehberlik ettiği Doğa adlı  yine başka amatör bir fotoğraf kitabı yapmıştım. Ama Kapadokya kitabı farklı bir şekilde gelişti. Kitabın basımından tam 2 yıl önce  bir mucize gerçekleşti. Kamboçyanın Angkor tapınakları arasında gezinirken beni çok etkileyen bir fotoğraf kitabıyla karşılaştım. 

John McDermott İngilteredeki rahat hayatını bırakıp hayallerinin peşinden Kamboçyaya gidip   ve orada 14 yıl yaşadıktan sonra  2009 da Elegy (Ağıt) “Angkor’un yansımaları” adlı  kitabı yapmış ve yayınlamış. Ben de o sıralar 10 senedir Kapadokya fotoğrafları çekiyordum. Uzun soluklu bir işti. Çekip bir kenarda biriktiriyordum. Film, slide veya dijital. Sanki günün birinde bir işe yarabilecek bir şeyler olur diye tüm lenslerimi kullanıyor ağırlıklı olarak manzara fotoğrafına uygun geniş açılı lenslerimi ve alan derinliği yüksek f değerlerini yeğliyordum. Her türlü ortamı kullanmıştım. Merih Akoğuldan fotoğraf dersleri almıştım. Sıra  bu birikenleri ne yapılabilir diye düşünmeye sıra  gelmişti. Siem Reap bölgesinde Angkor tapınaklarını ziyaret ederken oradaki  küçücük hediyelik eşya satan butikte bu kitapla karşılaştığım. İşte o anda Kapadokya kitabı ile ilgili kıvılcım çaktı. İlham Kamboçyada geldi diyebiliriz. Böylesine büyük bir iş yapmalıyım dedim kendi kendime. Kapadokyanın gizemini dünyaya taşımalıydım. Nitekim dünyaya taşıdım ama John McDermott un yaptığını yapamadım. Tüm uğraşılarıma rağmen kitabı ve sergisini ne Kapadokyaya ne de Ülkeme taşıyamadım. Birisi Fransız Profesyonel fotoğrafçılar derneğinin galerisinde olmak üzere Pariste 2 sergi yaptım ama kitap ne Türkiyede ne de Kapadokyada ilgi gördü. İlk kez  12 yıl sonra ülkemde kitap dağıtılıp tükendikten sonra gündeme geldi. TRT2 kitapla ilgili bir röportaj gerçekleştirdi. TRT nin bu kültür kanalına teşekkür ederim.

Kitap için bahsettiğim kıvılcım çakınca çalışmaya başladım. Bir kitabın oluşmasında olmazsa olmaz 4 faktörü bir araya getirmeye karar verdim. Daha önce de doktorlukla ilgili mesleki kitapların   fotoğraf, yeme-içme, popüler bilim kitapları ve şiir kitabı yazmıştım. Bu seferki daha “kitap kitap” olmalı hatta gerçek bir sanat kitabı olmalıydı. Nitekim oldu da. 

Bana göre başarılı bir fotoğraf kitabı için olmazsa olmaz dört faktörü şu şunlar. Küratör, Matbaa, Kitap designer’ı ve sanat eleştirmeninin girşi yazısı. Küratör ünlü fotoğrafçı Fethi İzan kitabın küratörlüğünü yaptı, Kıymetli Designer  Mehmet Ali Türkmen kitabın tasarımını yaparken kitap için özel logo üretti. En önemli basamak kitabın basımı Türkiye’nin hatta dünyanın önde gelen ve fotoğraf kitabı basımında ustalaşmış matbaası değerli Alparslan Baloğlu’nun yönetimindeki A4 Offset’in nazik dokunuşuyla gerçekleşti. Nihayet kitaba ruh katan, aramızdan 2022 de ayrılan Fotoğraf sanatçısı, eğitmen, yazar, fotoğraf kuramcısı Orhan Alptürk de kitabın giriş yazısını yazdı. Böylece kitap 2012 yılında doğdu. Türkçe ön yazılı idi. Arles fotoğraf festivaline gitti beğeni kazandı. Değişik ülkelerden sahip olmak isteyenler oldu. Onlara gönderildi. Ancak uluslararası platformda hem Kapadokyayı hem de ülkemi tanıtmayı arzu ettiğimden kitabım bir de İngilizce basılmasını arzu ettim. 2 yıl sonra kitap bu kez İngilizce olarak dağıtıma girdi. Her baskı 1000 er tane basıldı ve baskısı tükendi. Nadir kitap web sitesinde de artık kolay kolay bulunmuyor. Üçüncü baskısı için burada görücüye çıkıyor diyebilirim. Belki ülkemiz turizmine küçük bir katkı sağlayabilir. Bütün arzum bu yöndedir.

Kitabın teknik özelliklerine gelirsek

 

Kitabın içindeki Fotoğraflar 15 yıl boyunca çekildi. Dönemlerin tüm teknikleri kullanıldı. Filmli fotoğraf, slide, çeşitli rezolüsyonlarda dijital ortamdan yararlanıldı ve hem renkli hem de siyah beyaz teknikler kullanıldı. Negatif film pelikülü üzerine kaydedilmiş siyah beyaz ve renkli analog fotoğraf kareleri taranarak dijitalize edildi ve büyük olasılıkla Türkiye’de bir ilk olarak triton baskı tekniği ile terre de sienne brule (Yanık Siena Toprağı) renginin üst koyu ve alt açık katmanlarından seçilen renkler ile basıldı. Kitabın kağıtları İtalyadan ithal edildi. Böylece tüm fotoğraflar ortak bir fotoğraf diline sahip oldular.  Kapak ve cilde çok özenildi kitap için özel tasarlanmış logolar kapakta bakır varak yaldız ile özel olarak basıldı.

Gelelim sizin de   üzerinde hassasiyet ile durduğunuz görsel bir hikayenin oluşum sürecine.

Bildiğiniz gibi Kapadokya eşsiz, mistik dünyada benzeri bulunmayan çok derin tarihi miraslara sahip bir bölge. Kendi gelenekleri olan ilk hristiyanların hristiyanlık dini ve bu dinin okullarını kurdukları olağanüstü bir bölge. Jeolojik ve coğrafi yapısı çok özel. Tüf denilen toprağının parmaklarla bile kazılıp yerleşke veya saklanmak için  yer altı şehirlerinin yapılmasına uygun ideal bir ortam olması bölgeyi daha da özel hale getiriyor. Benim elimde birikmiş 24.000 fotoğrafdan nasıl bir hikaye oluşacaktı. İnsanlar var, insanların yaşamından kesitler var, köyler var, kiliseler var. Muhteşem manzaralar var, balonlar var. Turistler var, yeme içme mekanları var. İnsan ve doğaya dair ne isterseniz var. Tüm bunların arasında bir tercih yapıp bir hikaye anlatmamız gerekiyordu. Her tercih bir vazgeçiştir. Biz de yukarıya baktık. Erciyes dağının yüceliklerine baktık ve aşağı doğru yavaş yavaş inerek önce doğaya göz diktik. Diğerleri her yerde vardı ama bu doğal güzellikler başka yerde yoktu. Doğal güzelliklere odaklanarak tercihimizi ve hikayemizi bu bakış açısıyla yazmaya karar verdik. 24.000 fotoğraftan doğayı en güzel anlatan beğendiğimiz 119 fotoğrafı kitaba aldık. Bir top tutan çocuk, bir at arabalı köylü ve bir balon fotoğrafı ile bölgenin ölü bir bölge olmadığına da gönderme yaptık.

Proje sırasında hiç bir sorun yaşamadık. Fethi İzan, Mehmet Ali Türkmen ve Alparslan Baloğlun’dan oluşan ekip mükemmel bir işbirliği anlayış ve kardeşlik ortamında mükemmel bir iş çıkarttılar.

Bir proje biter mi sorunuzun cevabı kısaca evet! Bitmese de bitirilmeli. Bence bitmeyen bir proje proje değildir. İllaki bitirilmelidir ve yeni projeye başlanmalıdır. Yaşam arkası arkasına gelen projeler bütünüdür.

Bu projeyi yeniden yapsaydım fazla bir şey değiştireceğimi sanmıyorum. Bana göre yeterine başarılı proje. Diliyorum bunu takip edenler de en az bu kadar başarılı olurlar.