Amerikalı Renk Ustası Kelly Ellsworth..

Amerikalı Renk Ustası Kelly Ellsworth

Kelly Ellsworth resim sergisi Paris’te Louis Vuitton Vakfı Müzesinde 4 Mayıs 2024 tarihinde açıldı. Matisse Kırmızı Atölye sergisi ile karşılaştırmalı geziliyor ki bu da yine müzeye çok yakışan bir küratörlük marifeti. Aynı şeyi Jane Mitchell ve Monet ilişkisini kurarak 3 yıl önce yapmışlardı.

Sergi ile ilgili fotoğrafları yazının sonunda bulacaksınız.

Resim sanatında renk konusuna büyük önem veren ressamlar vardır. Bu ressamlar, renk kullanımıyla sanat tarihinde önemli bir yer edinmişlerdir. İşte bunlardan bazıları:

  • Vincent van Gogh: Van Gogh, canlı ve cesur renk kullanımıyla tanınır. “Yıldızlı Gece” ve “Ayçiçekleri” gibi eserlerinde güçlü renk paletleri kullanmıştır.
  • Claude Monet: İzlenimci ressam Monet, doğanın renklerini ve ışığın değişen etkilerini ustalıkla yansıtır. “Nilüferler” serisi bu ustalığının güzel bir örneğidir.
  • Henri Matisse: Parlak ve canlı renklerin öncüsü olan Matisse, “Dans” ve “Kırmızı Oda” gibi eserlerinde renklerin duygusal etkisini araştırmıştır.
  • Wassily Kandinsky: Soyut sanatın öncülerinden olan Kandinsky, renklerin ruhsal ve duygusal etkilerini araştırmıştır.
  • Mark Rothko: Büyük renk blokları kullanarak izleyicilere derin duygusal deneyimler yaşatmayı hedeflemiştir.
  • Paul Gauguin: Özellikle Tahiti döneminde güçlü ve doygun renkler kullanmıştır. “Tahiti’de Kadınlar” gibi eserlerinde tropikal renklerin zenginliğini yansıtır.
  • Pablo Picasso: Kariyerinde farklı dönemlerinde renklerle oynamış, özellikle “Mavi Dönem” ve “Pembe Dönem” gibi evrelerinde belirli renk paletlerini yoğun bir şekilde kullanmıştır.

Renk teorisi, renklerin doğasını, etkileşimlerini ve insan algısını inceleyen bir disiplindir. Bu alanda önemli katkılarda bulunmuş teorisyenler de vardır:

  • Isaac Newton: Prizmayı kullanarak beyaz ışığın renklerine ayrıldığını göstermiştir.
  • Johann Wolfgang von Goethe: “Renk Teorisi” adlı eserinde renk algısının psikolojik yönlerini incelemiştir.
  • Albert Munsell: Renkleri ton, değer ve doygunluk olarak sınıflandıran bir sistem geliştirmiştir.
  • Wilhelm Ostwald: Renkleri bir piramit şeklinde organize eden bir sistem geliştirmiştir.

Bu teorisyenler, renklerin bilimsel ve sanatsal yönlerini anlamamıza büyük katkılarda bulunmuşlardır. Her biri, renk teorisinin farklı bir yönüne odaklanmış ve renklerin nasıl algılandığı, kullanıldığı ve düzenlendiği konularında önemli eserler ortaya koymuştur.

Kelly Ellsworth de bu büyük isimlerin arasında yer alıyor. Louis Vuitton Vakfı’nda düzenlenen retrospektif sergisinde, 1949 ile 2015 yılları arasında yaptığı yüzün üzerinde resim, heykel, çizim, fotoğraf ve kolajı sergileniyor. Kelly, Jasper Johns ve Josef Albers gibi önemli renk teorisyenlerinden etkilenmiştir.

Kelly Ellsworth gibi renk teorisi ve renk kullanımı konusunda uzman olan diğer sanatçılar ve teorisyenler arasında birkaç öne çıkan isim bulunmaktadır:

  1. Josef Albers: Albers, renk teorisi üzerine yaptığı çalışmalarla bilinir ve “Interaction of Color” adlı kitabı renk eğitimi konusunda klasik bir referans olarak kabul edilir. Bauhaus ve Black Mountain College’da öğretim üyeliği yapmıştır. Renklerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve etkileşimlerini incelemiştir.
  2. Johannes Itten: Itten, Bauhaus okulunun önemli figürlerinden biridir ve renk teorisi üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınır. “The Art of Color” adlı kitabı, renk teorisi ve pratikleri üzerine temel bir eserdir. Bauhaus okulunda dersler vermiştir.
  1. Bridget Riley: Riley, Op Art akımının önde gelen isimlerindendir ve optik illüzyonlar yaratmak için renkleri ustalıkla kullanır. Renklerin görsel algı üzerindeki etkilerini araştıran eserleriyle bilinir.
  2. Leatrice Eiseman: Pantone Renk Enstitüsü’nün yöneticisi olan Eiseman, renk psikolojisi ve trend tahminleri konusunda uzmandır. Renklerin pazarlama ve tüketici davranışları üzerindeki etkileri üzerine araştırmalar yapar.

Bu isimler, renk teorisi ve sanatı üzerine yaptıkları çalışmalarla Kely Ellsworth ile benzer bir derinliğe ve etkiye sahiptirler. Her biri, renklerin gücünü ve potansiyelini keşfetmiş ve bu bilgiyi sanat veya tasarım alanında kullanarak önemli katkılarda bulunmuştur.

Piet Mondrian ve Paul Klee de renk teorisi ve sanat konusundaki katkılarıyla bu listeye eklenebilir. Her iki sanatçı da renklerin kullanımı ve teorisi konusunda önemli çalışmalara imza atmışlardır:

  1. Piet Mondrian: Mondrian, Neoplastisizm akımının öncüsü olarak bilinir. Sanatında yatay ve dikey çizgiler ile birincil renkleri (kırmızı, mavi, sarı) kullanarak sadeleştirilmiş kompozisyonlar yaratmıştır. Onun çalışmaları, renklerin ve biçimlerin mutlak uyumunu arayan bir estetik anlayışın ifadesidir. Mondrian’ın renk kullanımı ve soyutlama yaklaşımı, modern sanatın önemli dönüm noktalarından biridir.
  2. Paul Klee: Klee, Bauhaus okulunda öğretmenlik yapmış ve renk teorisi üzerine önemli dersler vermiştir. Renklerin duygusal ve psikolojik etkilerini araştıran Klee, eserlerinde renklerin incelikli ve yaratıcı kullanımıyla dikkat çeker. “Pedagogical Sketchbook” ve “On Modern Art” adlı yazıları, renk teorisi ve sanatın diğer prensipleri üzerine derinlemesine düşüncelerini içerir.

Bu sanatçılar, renklerin sanatsal ifade ve teorik anlamda nasıl kullanılabileceğini araştırarak, modern sanatın gelişimine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Hem Mondrian hem de Klee, renklerin ve formların sanatsal ifade üzerindeki etkilerini derinlemesine inceleyerek, sanat tarihinde kalıcı izler bırakmışlardır.

Jasper Johns da renk kullanımı ve teorisi konusundaki katkılarıyla dikkate değer diğer bir sanatçıdır. Onun çalışmaları da Kely Ellsworth, Josef Albers, Johannes Itten gibi isimlerle birlikte değerlendirilebilir. Jasper Johns, özellikle modern ve çağdaş sanat dünyasında önemli bir figürdür. İşte onun renk teorisi ve sanata katkıları hakkında bazı noktalar ise şöyle sıralanabilir:

  • İkonik Kullanım: Johns’un eserlerinde Amerikan bayrağı, hedefler, haritalar gibi ikonik semboller ve nesneler sıkça yer alır. Jasper Johns bu nesneler aracılığıyla renkleri ve formu sorgular, sorgulatır.
  • Renk ve Anlam: Johns’un çalışmaları, renklerin sadece görsel bir öğe değil, aynı zamanda sembolik ve anlam yüklü olduğunu gösterir. Özellikle Amerikan bayrağını kullandığı eserlerinde, renklerin sembolik anlamlarını ve izleyiciler üzerindeki etkilerini araştırır.
  • Enkaustik Teknik: Johns, boya ve balmumunu karıştırarak oluşturduğu enkaustik tekniğini kullanır. Bu teknik, renklerin yüzeyde nasıl göründüğünü ve bize renklerin neler hissettirildiğini anlamamızı sağlamaya çalışır.
  • Postmodern Yaklaşım: Johns’un renk kullanımı, postmodern sanatın tüm özelliklerini taşır. Geleneksel renk teorilerini sorgulatan ve dönüştüren bir yaklaşımla, renklerin algılanışını ve kullanımını yeniden yorumlar.

Jasper Johns’un renk kullanımı ve sanat anlayışı, onu çağdaş sanat dünyasında önemli bir yere yerleştirir. Renklerin sembolik ve psikolojik anlamlarını araştırarak, izleyicilere farklı bir bakış açısı sunar. Bu nedenle, onu renk teorisi ve kullanımına katkıda bulunan önemli sanatçılar arasında saymaktayız.

Ellsworth Kelly ‘ye geri dönelim, kendisinin mimari ve doğadan ilham alarak XX. yüzyılın ikinci yarısında soyutlamayı yeniden tanımladığı söyleyabiliriz. Fransa’da geçirdiği yıllar, eserleri için temel bir dönem olmuştur. Fransa’da geçirdiği süre boyunca, kendine özgü soyut dilini geliştirmiş ve 1954’te ABD’ye dönerek eserlerini bu tarzda üretmeye devam etmiştir. Kelly’nin eserleri, minimalist sanatın gelişimi bağlamında algılanmakla birlikte, onun formlar ve renkler arasındaki uyum sağlama çabaları onu bu akımdan ayrılır.

Kelly Ellsworth’un Önemli Eserleri ve Katkıları:

  • Yellow Curve (1990): Bu eser, resmin duvarda değil, yerde durduğu ve formunun yarattığı etkiyi artırdığı bir çalışmadır.
  • Fotoğraflar ve Bitki Çizimleri: Kelly’nin fotoğrafları ve bitki çizimleri, onun dünyayı nasıl gördüğünü ve doğadaki şekillere karşı olan hayranlığını yansıtır.
  • Kartpostallar: Kelly, kartpostalları kolaj için zemin olarak kullanmış ve bu çalışmaları yaratıcı sürecinin bir parçası olarak görmüştür.

Ellsworth Kelly’nin sanatı, renklerin ve formların sanatsal ifade üzerindeki etkilerini derinlemesine inceleyerek, çağdaş sanatın gelişimine önemli katkılarda bulunmuştur. Onun eserleri, renklerin gücünü ve potansiyelini keşfederek sanat dünyasında kalıcı bir etki bırakmıştır.

Ellsworth Kelly’nin Sanat Hayatı ve Katkıları

Fransa Yılları (1948-1954): Ellsworth Kelly, Boston Güzel Sanatlar Okulu’ndan mezun olduktan sonra 1948’de Paris’te yaşamaya başladı. Fransa’da geçirdiği altı yıl, eserleri için çok önemli bir dönem oldu. Kelly, doğrudan çevresindeki görsel ortamdan ilham alarak, soyut dışavurumculuktan bağımsız bir tarz geliştirdi. Bu dönemde Jean Arp, Constantin Brancusi, Alexander Calder ve Georges Vantongerloo gibi isimlerle tanıştı. Kelly’nin çalışmaları, hem gerçek dünyadan alınan formların kökeniyle hem de eserlerinin çift anlamlılığıyla öne çıktı.

Transatlantik (1952-1956): Fransa’da, Kelly ilk monokrom eserini Monet’nin Giverny’deki atölyesi ve bahçesini ziyaretinden ilham alarak gerçekleştirdi. Ülkenin güneyinde başarılı renk denemelerini yaptı. ABD’ye döndüğünde, bu canlı renk paletini ve özgün formları eserlerine yansıttı. Ancak, eserleri ABD’de hakim olan soyut dışavurumculuk akımıyla uyumsuzdu. 

Öz ve Duyarlılık: 1954’te ABD’ye döndüğünde Kelly, formlarını özüne indirgerken paletini de sınırlamıştır. Geniş bir repertuardan yararlanarak, resimden heykele kolayca geçiş yapan kompozisyonlar üretti. 1960’ların ortalarına doğru, Kelly’nin eserleri minimalist sanatın gelişimi bağlamında algılandı. Ancak, formlar ve renkler arasındaki uyum sayesinde minimalist akımdan ayrıldı.

Mimari ve Mekân: Kelly’nin eserlerinde mimari unsurlar önemli bir yer tutar. Onun için görme deneyimi, resmin yüzeyi ile göz arasındaki mekânda gerçekleşir. Mimari, eserlerinin ölçeğini belirler. 1950’li yıllardan itibaren Kelly, geleneksel tablo formatının ötesine geçmek istemiştir. “Duvar, üzerine bir şekil yerleştirdiği zemin olarak eserinin bir bileşenidir,” der Kelly. Örneğin, Color Panels for a Large Wall II (1978) adlı poliptiği, National Gallery of Art’ın avlusunda görülebilir.

Fotoğraflar: Kelly, 1950’lerin başında fotoğraf çekmeye başladı. “Fotoğraf benim için şeyleri başka bir açıdan görmenin bir yolu,” derdi. Fotoğrafları, onun dünyaya nasıl baktığını göstermektedir. Hiçbir resmi veya heykeli belirli bir fotoğrafla ilişkilendirilemez, ancak bu görüntüler onun vizyonunu gösterir.

Bitki Çizimleri: Ellsworth Kelly’nin doğanın formlarına olan hayranlığı, hayatı boyunca yaptığı sayısız bitki çizimlerinde görülür. Bu çizimler, sanatçı eline olan inancını gösterdiği çalışmalarıdır. Kelly, 1949’dan itibaren fırça darbelerinin izlerini ortadan kaldırmıştır.

Kartpostallar: Kelly, Fransa’da yaşarken kartpostalları kolajlar için zemin olarak kullanmaya başlamıştır. Bu eserlerinde, soyutlama ve figürasyon arasındaki sınırı kaldırarmaya çalışmıştır. Eserleri, mizah ve gizemi iç içe göstermeyi amaçlamaktadır. Kelly’nin kartpostalları, onun yaratıcı yönünü gösterir.

21. Yüzyıl: Yarım asırdan fazla bir süre boyunca, Kelly şekiller ve renkler üzerine bir söz dağarcığı geliştirmiş ve bu dili incelemiştir. Kelly, “Bence hepimizin sanattan beklediği şey, bir durağanlık hissi, günlük hayatın kaosuna bir karşı koyuştur,” derdi. Onun sanatı, dünyanın karmaşıklığını sabitlemeye çalışırken, akışın gerçekliğini ve sanatın açık, tamamlanmamış bir durum olarak kalmasını hedefler.

Louis Vuitton Vakfı ve Oditoryumu: Kelly, Louis Vuitton Vakfı’nın oditoryumu için yaptığı son eserlerinden biriyle mekânın tüm görsel verilerini dikkate alarak tam bir sanat eseri yaratmıştır. Oditoryuma girildiğinde, izleyici Spectrum VIII’i, sahne arkasını oluşturan ve sarı renk skalasında 12 birleşik paneli görür. Paneller, salonun mimari özelliklerini belirlerken, renklerin ve formların uyumu izleyiciye hoş bir deneyim sunar.

Ellsworth Kelly’nin Mirası: Ellsworth Kelly’nin sanatı, renklerin ve formların gücünü ve potansiyelini bize gösterirken modern sanat dünyasında önemli bir etki bırakmıştır. Eserleri, renklerin sembolik ve duygusal anlamlarını araştırarak, izleyicilere farklı dünyalara götürür. Kelly, Renk teorisi ve sanata katkıda bulunan çok önemli bir sanatçıdır.

Bu sergi, Kelly’nin yüzüncü doğum yılı kapsamında, onun renk ve form üzerindeki ustalığını kutlamak için düzenlenmiştir. Sanatçının eserleri, modern sanat dünyasında önemli bir yer tutar. Matisse’in Kırmızı Atölye adlı sergiyle karşılaştırmalı gezilebilen bu renk dehası Kelly Ellsworth sergisi insanda farklı bir enerji yaratıyor Paris’e yolunuz düşerse ve resim seviyorsanız mutlaka gezin deriz.

 

Politik mesele mi? Olimpik mesele mi?

Politik veya Olimpik Meseleler

PALAIS DE LA PORTE DOREE müzesinde sergi var.

26.04 – 08.09.2024 tarihlkeri arasında.

26 Nisan’dan 8 Eylül’e kadar Palais de la Porte Dorée’de “Olimpizm: Dünya Tarihinden Bir Kesit” isimli sergi düzenlenmektedir. Bu sergi, kültürel olimpiyat etiketi alarak, jeopolitik, sosyal, göçmen sorunları ve çevresel konular üzerinden 130 yıl süren olimpiyatları ele almaktadır.

Şu anda silahların çınladığı, sıcaklıkların yükseldiği, eşitsizliklerin arttığı bir zamanda olimpizm neredeyse sarsılmış, hatta anlamsız gibi görünmektedir. Ancak, Olimpik ve Paralimpik Oyunlar, bir çağı, ilerlemeleri ve gerilemeleri, mücadeleleri ve zaferleri, sevinçleri ve acıları değerlendirmek için harika bir yöntemdir. Spor, dikkat çeker ve bu sadece Olimpiyat Oyunları için geçerli değildir. Bakın Fenertbahçe Galatasaray derbisinde Türkiyenin haline anlarsınız. Dünya Kupası futbolu  neredeyse bir olimpiyat kadar etkili olan diğer etkinliklerde ve spor dünyasının dışındaki olaylarla birebir  paralellikler gösyterir.

 

1978 Dünya Kupası’nı hatırlayın, Arjantin askeri cuntasının kontrolünde yapılmıştır.  2022’deki Katar’da işçiler ve çevre için ölümcül koşullar söz konusuyken yapılmıştır. 1995 Rugby Dünya Kupası’nda Güney Afrika’nın zaferi gözlerimizin önündedir. Sanki gökkuşağında bir ulusunun mitik doğuşu söz konusudur.

Ancak, günümüzde Olimpiyat Oyunları’nı ayrı kılan şey, spor çeşitliliğidir. Katılan ülkelerin çoğulculuğu ve aynı anda kadın ve erkek yarışmalarının da düzenlenmesidir. Artık ev sahibi ülkenin seçimi değil kanlı olaylar daha  önemli hale gelmiştir. Böylece 130 yıl boyunca önemli olaylar yaşandı başlığı altında  ‘Olimpizm: Dünya Tarihinden Bir Hikaye’ sergisi çok başarılı. Bu sergide herkes kendisi  için bir şey bulabiliyor. Nasıl mı? Altı büyük döneme ayrılmış kronolojik bir yolculukla, iptal edilenler de dahil tüm olimpiyatlar mercek altına alınıyor. Hiçbir tabuyu es geçmeyen bir sergi bu. Çok büyük bir  şeffaflık söz konusu  ve eğitici olan bir sergi.

Öncelikle, 1896 Atina Oyunları’nda kadınların olmadığı ve yalnızca 14 ulustan (11’i Avrupa, 2’si Amerika ve 1’i Okyanusya’dan) sporcuların katıldığı dönemden, 2024 Paris’te 206 ulus ve cinsiyet eşitliği sağlanacak şekilde evrildiğimizi hatırlatan rakamlar var. Tarih ve spor tutkunları, Carl Lewis’in ayakkabılarını, Coubertin’in bir el yazmasını,  600 nesne, fotoğraf, film ve çeşitli belgeler arasında yer alan koleksiyoner afişlerini görmek mümkün.

Olimpiyat tarihini şekillendiren sporcuları anmadan geçmek olmazdı. Her olimpiyat için, başarıları veya varlıklarıyla akıllarda yer edinen bir veya bir kaç atlet öne çıkarılıyor. Böylece, 1908 Londra Oyunları’nda Amerika Birleşik Devletleri’ni uluslararası arenada temsil eden ilk siyahi sporcu olan John Taylor’ı ve 1960 Roma maratonunu çıplak ayakla kazanan, ancak özellikle Benito Mussolini’nin Etiyopya’ya savaş ilan ettiği yerde finiş çizgisini geçen Etiyopyalı Abebe Bikila’yı keşfediyoruz… Sanki koloniyal dünyaya karşı bir intikam alınıyor. Elbette, Jesse Owens, Alain Mimoun, Nadia Comăneci veya Usain Bolt gibi daha tanınmış figürler de öne çıkarılıyor.

Tüm bu atletler, gözlerimizin önünde akıp giden çeşitli tarihi olaylar arasında köprüler kurarak farklı olimpiyatları bağlamsallaştırıyor. Bu küçük olimpiyat hikayeleri arasında, sosyal mücadeleler, jeopolitik çatışmaların gölgesindeki spor karşılaşmaları, terör saldırıları, boykotlar ve inşası ve bakımı pahalıya mal olan olimpiyat şehirlerinin yaşadıkları da yer alıyor.

Son olarak, 1931 Uluslararası Koloniyal Sergisi dolayısıyla inşa edilen Palais de la Porte Dorée’de böyle bir sergi düzenlemek başlı başına bir sembol. Göçmenlik üzerine farklı bir bakış açısı sunmanın ötesinde başka ülkeler adına madalya kazanan ve bu ülkelerin, özellikle de Fransa’nın parlamasını sağlayan büyük göçmen figürlerini hatırlamanın bir yolunu bulmuş olarak bu sergi karşımızda duruyor..

Sergi, yarının Olimpiyat Oyunları neler olacak? sorusuyla sona eriyor. Çevresel, sağlık, diplomatik zorluklar ve sürekli ‘daha fazlasını’ isteme ihtiyacı göz önünde bulundurulduğunda pek çok fikir var ve bir çoğu karamsarlar. Ama bir şey kesin, olimpiyat her zaman dünya tarihini, iyi ve kötü yanlarıyla yansıtacaktır.

Böylece bu yazıyı bitirmek istemiyorum. Bu bağlamda paris Darphane müzesinde de Olimpiyat madaylaraı ile ilgili bir sergi var başlamışken onu da yazayım. Plimpiyatlarda verilen ilk madalyonlar paris darphanesinde basılmış.

Konuya şöyle girelim; Pariste  bu Olimpiyatlar ilk kez düzenlenmiyor. Yüz yıl önce de düzenlendi. Daphane müzesi bunu fırsat bilmiş. “Altın, Gümüş, Bronz: Olimpiyat Madalyasının Hikayesi” sergisi, madalyayı, aynı zamanda onula bağlamlandıran nesneler, resimler ve arşivler aracılığıyla anlatılıyor. zafer ve ödül anını, Sergi antik Çağ’dan günümüze kadar olan süreci gösteriyor.

Madalyalar, o zamanlar Olimpiyatların, sporun, sanatların ve dünya tarihinin tanıklarıdır.

Sporun kendisi nadiren olimpiyat madalyalarında temsil edilir, bunun yerine  alegori ve semboller öne çıkar. Konuyu biraz açalım. daphaneden para yerine ödünç aldığım bazı  biligileri, malumat-ı furuş demeyin lütfen sizinle paylaşayım.

Podyum Ne Zaman Ortaya Çıktı?

Podyum, 1932 yılında  Kış ve Yaz Oyunları’nda (Lake Placid ve Los Angeles) ortaya çıktı; kazanan en yüksek basamağa, ikinci sağında ve üçüncü solunda olacak şekilde çıktı. O zamandan beri podyum, Olimpiyat ritüelinin ayrılmaz bir parçası haline geldi.

1968 Grenoble Kış Oyunları Madalyasını Bir Grafik Tasarımcısının Yarattığını Biliyor muydunuz?

Fransız grafik tasarımcı ve sanatçı Roger Excoffon tarafından yaratıldı.  Oyunlar ve hızı temsil eden çizgilerle, sanatçı, dönemin popüler “Op Sanatı” hareketiyle uyumlu modern bir görünüm el de etti ve madalyanın üzerine yerleşitrdi. Roger Excoffon’un tasarımının Paris Darphanesi tarafından metale aktarılması eleştirmenler tarafından oy birliğiyle ve övgüyle karşılandı.

Madalyalar Sadece Metal Değil mi?

1992 Albertville Kış Oyunları sırasında, madalyalar için Organizasyon Komitesi tarafından Lalique şirketine başvuruldu. Oyunlar tarihinde ilk kez, kazanan madalyası sadece metalden yapılmadı, kristalden  tasarlanacaktır. Bu madalyalar, kurucusunun torunu Marie-Claude Lalique (1935-2003) tarafından tasarlanmış ve Alsace, Wingen-sur-Moder’deki Lalique atölyelerinde üretilmiştir. Madalyalar, kış oyunlarının yapıldığı kar ve buz ortamını çağrıştırmaktadır.

“Trionfo” Madalya Modeli En Son Ne Zaman Kullanıldı?

1997’de Atina’nın XXVII Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yaparak, Yunanistan antik Olimpiyat Oyunları’nın beşiği olduğunu dünyaya hatırlatma fırsatı buldu. Ülke, aynı zamanda 1896’da modern çağın ilk Oyunları’na da ev sahipliği yapmıştı ve bu çifte miras, kazananların madalyalarında daha çok belirginleşti. Bu, Atina 2004 Oyunları’ndaki madalyalarda gerçekleşir ve Niké (Zafer Tanrıçası) tasviri, Yunan sanatçı Elena Votsi (d. 1964) tarafından metale aktarıldı. Bu motif, 2024 Paris Oyunları madalyalarının ön yüzünde de mevcuttur.

2024 Madalyalarının Gerçek Yıldızı Demir mi?

1900’de Paris’te düzenlenen II Olimpiyat Oyunları’ndan bu yana, altın, gümüş ve bronz ile  ilk üç sıradaki atletler ödüllendirlir. 2024 XXXIII üncü Olimpiyat Oyunları’nda da aynı şekilde devam eder. Ancak, bir başka metal, Paris 2024 Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları madalyalarına eklenmiştir: Demir! 1889’da inşa edilen ve restorasyonu sırasında sökülen Eiffel Kulesi’nin orijinal parçalarından elde edilen “puddle” demir, madalyaların arka yüzünde altıgen şeklinde yer alıyor. Ödülü kazanırsanız göredeksiniz. Ödülü kazanmasanız da da göreceksiniz ama sanal olarak. Zafer kazanan atlet olimpiyat olsun paralimpik olsun, bir parça Fransız Eyfel kulaesinden kalan demirden mirası olarak yanında götürme şansını veriyor. Ne muhteşem bir duygu. Düşünsenize evinizin duvarında eyfel kulesinin bir parçası var.

 

DISK ATMA SPORUNUN UZUN ZAMAN YUNANİSTAN’IN SPOR İDEALİNİ TEMSİL ETTİĞİNİ BİLİYOR MUYDUNUZ?

Diskobol heykeli, disk atma sporunu temsil eder ve M.Ö. 5. yüzyılda (M.Ö. 450-50) Atinalı heykeltıraş Myron’a atfedilir. Bu figür sanki  Yunanistan’ın Olimpiyatlarla ilgili aklımızdaki imgesidir. Hareketin mükemmelliği, kendini aşma durumu söz konusudur.  19. yüzyıl, madalyanın altın çağlıdır diye buraya eklemeden edemeyeceğim.

Fransız sporunu desteklemekiçin 1940 Paris Darphanesi harekete geçer.

TARİHTEKİ İLK OLİMPİYAT MADALYASININ PARİS DARPHANESİ TARAFINDAN YAPILDIĞINI BİLİYOR MUYDUNUZ?

Antik Olimpiyat Oyunları’nda hiç madalya dağıtılmamıştır.

Oyunların yeniden canlanmasıyla, birinci ve ikinci olanlara gümüş ve bronz madalya verilmeye başlanmıştır. Tarihdeki ilk Olimpiyat madalyası, Fransız Jules-Clément Chaplain (1839-1909) tarafından tasarlanmış ve 1896 Atina Oyunları için Paris Darphanesi’nde basılmıştır!

BİR OLİMPİYATTA BEŞ ALTIN MADALYA KAZANAN ATLET KİMDİR?

Fin koşucusu Paavo Nurmi (1897-1973), 1924 Paris Oyunları’nda üst üste beş olimpiyat madalyasıı kazanmıştır (üç bireysel ve iki takım). Spor basını ona “Uçan Finlandıyalı”, “Koşu Makinesi” ve “Kronometreli Adam” lakaplarını takmıştır.

Hala kendi ülkesinde bir kahraman olarak anılmaktadır. Paris’te basılan Nurmi’nin madalyaları madalyalar arasında efsane yerini korumaktadır.

TARİHTEKİ İLK KIŞ OLİMPİYAT OYUNLARINI DÜZENLEYEN ÜLKE HANGİSİDİR?

Fransa 1924’te Chamonix’de gerçekleşen ilk Kış Oyunları’nı düzenlemiştir. 25 Ocak – 5 Şubat tarihleri arasında yapılan bu olimpiyatlar, başlangıçta “Kış Sporları Haftası” olarak adlandırılmış, 1925’te geriye dönük olarak İlk Kış Olimpiyatları olarak yeniden adlandırılmıştır. Raoul Bénard (1881-1961), bu olimpiyatlar için Paris Darphanesi tarafından basılan madalyanın yaratıcısıdır.

1928’DEN BERİ MADALYALAR HER BİR YARIŞMA SONUNDA SPORCULARA VERİLMEKTE MİDİR?

1896’dan itibaren madalyalar, Oyunların sonunda yapılan özel bir törenle verilmiştir. 1928 Amsterdam Oyunları’ndan itibaren, madalyalar yarışmalar bitiminde ve yarışmanın yapıldığı yerde verilmeye başlanmıştır. Ayrıca IX. Olimpiyat’tan (Mexico, 1968) XIX. Olimpiyat’a kadar tüm madalyalar birbirinin aynısıdır. Bu “standart” madalya türü, İtalyan Giuseppe Cassioli (1865-1942) tarafından tasarlanmıştır ve “Trionfo” (Zafer) olarak adlandırılmıştır.

MADALYALAR NE ZAMANDAN BERİ SPORCULARIN BOYUNLARINA ASILMAKTADIR?

Bildiğimiz madalyalardan önce Amerika’daki Saint Louis (1904) Oyunlarında ödüller kısa bir kurdeleye takılıp sporcunun göğsüne iğnelenen bir tür madalya şeklinde verilmiştir.

 

Hayal gücü yapay Zeka’yı yener mi?

“Ben, yapay zeka olarak insan anlamında bir hayal gücüne sahip değilim, belki bir gün olabilirim.” -ChatGPT

Bu cümlenin yarısını ChatGPT yazdıysa diğer yarısını da ben ekledim. Hangi yarının kime ait olduğunu sizin hayal gücünüze bırakıyorum. Tahmin edin bakalım. Yaratıcılığın merkezine hayal gücünün konulması gerektiğini savunanlarla beraber, deneyimli reklamcılar, yapay zekanın her türlü işi yapabileceğine kesinlikle inanıyor ve bu yolda ilerliyorlar. San Francisco sokaklarında sürücüsüz araçlara rastlamak mümkün ve orada yaşamayanların bu araçları gördüklerinde gözlerine inanamadıkları söyleniyor. Otomotiv endüstrisinde çalışan mühendislerin nelerle uğraştıklarını bilmemize rağmen, şoförsüz bir arabanın farlarına bakmanın yarattığı hissi tahmin edebiliriz.

İnsanları robotların iktidarı ele geçirme korkusu tedirgin ediyor. Teknolojik ilerlemeler tartışıldığında bu endişe sürekli gündeme geliyor. Yapay zeka denilince akla ilk gelenler robotlar. Yapay zekayı tanımlamak için kullanılan insan formundaki robot görsellerinin sayısını artık sayamıyoruz. Le Point dergisinin yapay zeka özel sayısının kapağında, bir robot arkadaşıyla bisiklet süren genç bir kadın görülüyor. Bu özel sayının tanıtımında Mustafa Süleyman’ın “Yapay Zeka, bir Depremdir” dediği belirtiliyor. Bisikletli kadın ve robot arkadaşının arkasındaki binalar, geleceğin şehirlerini çağrıştırıyor. Kontrolden çıkmış bir hayal gücü artık çok yaygın. Salvador Dali’nin sürrealizmi tuvallerde kaldı, ancak günümüzde yapay zeka ürünü görseller her yerde. Bir süre sonra yapay zeka kullanmayanlar, okuma yazma bilmeyenlerle eş tutulacak. Ancaak, eğer insan aklını aşan olaylarla karşılaşırsak, hayal gücümüz kolayca coşabilir. Bu nedenle, son yıllarda makine öğrenmesi ve yapay zekalar hakkında tartışmalar arttığında, Dr. Frankenstein’ın yaratığı ve diğer mitler yeniden canlandı.

2022 sonunda ChatGPT’nin genel kullanıma sunulmasıyla tartışmalar daha da coşkulu bir hal aldı. Bu sistem, sorduklarınıza bir yere kadar zekice cevaplar verebilen bir yapay zeka sürümüdür. Henüz sınırlıdır ve belki hayatı boyunca hep sınırlı kalacaktır. Fakat endişelerimiz var. Ya bizi yanıltırsa? Aşık olur muyuz? Eğer izlemediyseniz, ‘Her’ filmini öneririm; Phoenix, AI tarafından güçlendirilen Siri benzeri bir sanal asistan olan Samantha ile romantik bir ilişki geliştiriyor. Scarlett Johansson’un mükemmel performansını belirtmeden geçemem. Yapay zeka ile ‘konuşabilme’ olanağı, hayal gücümüzü alevlendiriyor ve bu, korkuların aniden artmasına neden oluyor. Acaba gerçek olabilir mi? Bilgisayarların şiir yazmaya, şaka yapmaya başlaması korkutuyor bizi… Fransız bilimkurgu yazarı Alain Damasio’ya göre yapay zeka “yok edici” bir şeydir. O, bu “yaratıklar” dalgasının her şeyi alıp götüreceğini düşünüyor.

Ama bu teknolojilerle “birlikte yaşamak” zorundayız. ChatGPT ve konuşma yeteneği, makinede potansiyel olarak duygulara sahip küçük bir varlık olduğu yanılsamasını yaratıyor. Oysa ChatGPT’nin içinde böyle bir varlık yok. Yapay zeka, hayal gücümüzü iki şekilde zorluyor. Bir yandan, zeka fikri kendi başına hayal gücümüzü gıdıklıyor, çünkü konsept olarak insanlığı aklına gelebilecek en çılgın düşünceleri gözlerimizin önünde gerçekleştiriyor. Öte yandan, yazma veya resim oluşturma gibi şimdiye kadar yalnızca insanların yapabildiği bazı yaratıcı yeteneklerin yerini alarak hayal gücümüze olan ilişkimizi yeniden tanımlıyor.

Alain Damasio’ya göre yapay zekalar çekici çünkü bize daha fazla güç veriyorlar. Ancak, bu güç, yeni teknolojilerin sunduğu kolaylıkların bizi çevremizdeki dünyadan koparması anlamında gelebilir. İşte büyük tehlike burada yatıyor. Kendimizi YZ’ya kaptırmamalıyız. Bir böceğe, bir düşünceye veya beyaz bir çiçeğe aşık olmalıyız. Damasio, yapay zekanın demokratikleşmesiyle ilgili düşüncelerinde bir endişe de hissediyor. Beyinlerimizin tembelliğe sürüklenmesi ve hayal gücümüzün, bu araçlara olan bağımlılıkla köreleceği korkusu var kendisinde.

Ancak, hayal gücü sadece hikaye yaratmak, resim yapmak veya şiir yazmak gibi yaratıcı faaliyetlerden ibaret değil. Oxford Üniversitesi’nin bir çalışmasına göre, günlük ortalama sekiz saatimizi hayal gücümüzü kullanarak geçiriyoruz. Ancak, bu sürenin tamamını tek boynuzlu atlar ve hayali arkadaşlar hakkında düşünerek geçirmiyoruz. Başka şeylerin de hayalini kuruyor ve yaratıcılığımızı günlük sorunları çözmek için kullanıyoruz. Hayal gücümüz her an karşımıza çıkan problemlere çözüm bulmamıza, kararlar almamıza ve gelecekteki durumları öngörmemize yardımcı oluyor. Hayal gücü sayesinde dünyayı kavrayabilir ve olası olayların sonuçlarını değerlendirebiliyoruz. Başarısızlıklarımızın nedenlerini bulup, gelecekteki eylemlerimiz için dersler çıkarabiliyoruz. Analiz yeteneklerimiz, bu şekilde hayal gücümüzle doğrudan bağlantılıdır. Yapay zeka, bu bağlamda, karar verme süreçlerimizi daha etkili hale getirebilecek senaryolar ve tahminler üretme konusunda muazzam bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Onu kattiyen yadsıyamayız, tam tersine ondan yararlanmalıyız. Eğer hava durumu yağmur yağacağını tahmin ediyorsa, bir şemsiye alarak dışarı çıkarız. Benzer şekilde, belki bir gün yapay zeka, her sabah bizi hava durumu konusunda uyararak bizi yağmurdan koruyacak şekilde yönlendirebilir.

Son olarak, duyularımız hayal gücümüzün işleyişinde kritik bir rol oynar. Beynimiz, aldığı veri ve sinyalleri yorumlayarak kabul edilebilir bir gerçeklik resmi oluşturmak zorundadır. Ancak, duyularımızdan gelen bilgiler yeterli değildir; bu yüzden hayal gücümüz sürekli olarak devrede olmak zorunda . Örneğin, karanlıktan korkarız çünkü duyularımız bize daha az bilgi verir ve bu durumda hayal gücümüz devreye girmek zorunda kalır. Tanıdık bir müzik kulağımıza çalındığında geçmiş anıları yeniden yaşarız ya da tanıdık bir koku bizi bir hayal dünyasına sürüklerken, bir bilgisayar ekranının önüne bir madlen bisküvi imgesi koysanız bile, o asla “Kayıp Zamanın İzinde”yi yaratamaz. Bu, yapay zekanın sınırlarını ve ona karşı  insan hayal gücünün derinliklerini gösteren bir örnektir. İşte bu yüzden, teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, insan hayal gücünün yerini tam anlamıyla alması mümkün değildir. Ancak, yapay zeka ve diğer teknolojileri doğru şekilde kullanarak hayatımızı daha da zenginleştirebiliriz, sadece unutmamalıyız ki; bu araçlar bizim yaratıcı düşüncelerimizi desteklemeli, onların yerini almamalıdır. Hele hele bizi hiç

tembelliğe  sürüklememelidir.

Fotoğraf ne kadar güvenilirdir?

Fotoğrafa gerçeği gösterme açısından ne kadar güvenilir? Fotoğrafta gördüğünüz her şeye inanır mısınız? Son zamanlarda yapay zeka (YZ) ile oluşturulan imgelere, fotoğraflara, sanat eserlerine büyük bir şüpheyle bakılıyor. Yapay zeka kötüye kullanıldığında dünyayı nereye götüreceği belli olmaz ve dijital diktatörlük kurarak tüm insanları esir alabilir. Haklılık payı da var doğrusu.

Neyse, biz kendi hikayemize dönelim. 19. yüzyılda, filmli fotoğrafçılık aracılığıyla fotoğrafa olan güven yeniden sağlanmıştı çünkü kanıt olarak kabul görüyordu. Ancak yapay zekanın son ilerlemeleri ve bugün bizi saran “deepfake” dalgası, bu güven ilişkisinin ve muhtemelen bildiğimiz bu tarz fotoğrafçılığın sonuna geldiğini işaret ediyor. Gerçeklikten kopuk, Emmanuel Macron’un kendi hazırladığı emeklilik reformuna karşı gösteri yaptığını veya Papa Francis’in bir rapçi gibi giyindiğini gösteren bu gerçek dışı görüntüler, Batı’nın ikonografik yaklaşımının sonunu işaret ediyor. Gerçekçilik artık bir anlam ifade etmiyor; sahtecilik her yerde.

İki yıl önce, Alman fotoğrafçı Boris Eldagsen, 2023 Sony World Photography Awards yarışmasını kazandıktan sonra ödülü reddetti ve ödüllü resmin “asla çekilmediğini”, çünkü yapay zeka tarafından üretildiğini itiraf etti. Eldagsen’in düzenlediği sahtekarlık, kendi sözleriyle, “tartışmayı açmayı” amaçlıyordu ve başarılı da oldu.

Daha önce Norveçli fotoğrafçı Jonas Bendiksen’in “The Book of Veles” adlı eseri 2021 yılının 1 Mayıs’ında piyasaya çıkmıştı ve içindeki 100’den fazla fotoğrafla sahteciliğe başka ve yeni bir örnek sundu. Varlığı çok şüpheli, hayali bir Rus şehri ve eski bir mitolojik hikayeden yola çıkarak fotoğraflarıyla her şeyi çarpıtıyordu.

Ardından Dijital devrimle birlikte dijital fotoğrafçılık ve Photoshop dünyaya fotoğraf konusunda yeni şoklar yaşatmıştı. Farklı fotoğraflara şüpheyle bakılıyor; “Bunda Photoshop var mı?” sorularıyla kafalar karışıyor. Zamanla buna da alışmıştık. 19. yüzyılın huzurlu gerçekçi fotoğrafçılığı, güven sağlayıp kağıt paraların üzerine yerleşerek, paraya olan güveni artırmadan önce fotoğrafta sahtecilik zaten gündemdeydi.

Ama önce, ‘parasal’ demişken, paraların üzerlerindeki fotoğraflara gelip konuyu biraz deşmek istiyorum. “Parasal” kelimesi, hiçbir sözleşmenin ve değişimin mümkün olmadığı güveni ifade eder. Gerçekten de, merkez bankası değerini garanti etmedikçe, kimse herhangi bir şeyini bir kağıt parçasına karşılık vermez. Para, bir denklik ilkesine, aynı zamanda bir temsil ilkesine dayanır ve banknotların her zaman bir resim içermesi tesadüf değildir. Euro’larda yer alan köprüler ve kemerler, onlarla satın alınabilecek şeyleri temsil ederler. Fotoğrafçılık, pazar ekonomisinin ve borsanın yükselişe geçtiği 1840’larda ortaya çıkmıştı. Para kağıt olarak soyut bir varlıktır, fotoğraf ise somut ve özgül şeyleri temsil eder. Ancak her ikisi de gerçekle mükemmel bir denklik üzerine kurulu güvene dayanır. O zamanlar, fotoğrafçılığın ilk yorumcuları, belgesel etkinliği üzerine ısrarla durdu, onu gördüklerine, bildiklerine veya temsil etmek istediklerine fazlasıyla bağımlı olan ressamların kusurlarıyla karşılaştırdılar. İnsani, fazlasıyla insani olan resim dediler…

Daha fotoğraf ilk bulunduğunda fotoğrafla ilgili ilk sahtekarlıklar yapılmaya başlanmıştı. Taa Photoshop’tan bir asırdan fazla süre önce Hippolyte Bayard, kendi fotoğrafını fotoşoplamıştı. Kendini ölmüş ve morga kaldırılmış olarak göstermişti. Hippolyte Bayard, 19. yüzyılın öncü Fransız fotoğrafçılarından biridir. 1801 yılında doğmuş ve 1887 yılında hayatını kaybetmiştir. Bayard, fotoğrafçılık tarihinde önemli bir isimdir çünkü dünyanın ilk fotoğrafik pozitif baskısını yaratan kişi olarak bilinir. Aynı zamanda, Louis Daguerre ile çağdaş olan Bayard, Daguerreotipi bulan Daguerre kadar ünlü olmasa da, kendi fotoğrafik sürecini geliştirmiştir.

Bayard, fotoğrafçılığın erken dönemlerinde “doğrudan pozitif baskı” yöntemini kullanarak, kağıt üzerine direkt pozitif görüntüler oluşturmuş bir yöntem geliştirdi. En meşhur eserlerinden biri, kendini ölü olarak tasvir ettiği ve fotoğraf tarihinde ilk sahnelenmiş fotoğraf olarak kabul edilen “Kendi İntiharının Sahnelenmesi”dir. Bu eser, Daguerre’in buluşunun Fransız Bilimler Akademisi tarafından desteklenmesi nedeniyle kendisinin ihmal edildiğini iddia ederek, bu göz ardı edilmişliğine dikkat çekmek amacıyla yapılmıştır. Bayard, fotoğrafçılık teknikleri ve kompozisyonları üzerine birçok deney yapmış ve bu alanda pek çok yenilik getirmiştir. Ayrıca, fotoğrafın sanatsal bir ifade biçimi olarak kullanılmasının da öncülerindendir.

Photoshop’ta katmanlama veya layering dediğimiz tekniği ise 1858 yılında Robinson kullanmıştır. Henry Peach Robinson’ın “Fading Away” adlı eseri, 1858 yılında beş farklı negatiften birleştirilerek oluşturulmuş bir kompozit fotoğraftır. Bu çalışma, sanat fotoğrafçılığı alanında erken bir örnek olarak öne çıkar ve Robinson’ın fotoğrafçılık ortamına yenilikçi yaklaşımını sergiler. Fotoğraf, ölüm döşeğindeki genç bir kızı ve onun yasını tutan aile üyelerini gösterir. Sahne büyük ölçüde sahnelenmiştir ve izleyicide duygusal bir tepki uyandırmak üzere tasarlanmıştır. Robinson’ın “Fading Away” ile yaptığı çalışma hem takdir edilmiş hem de tartışmalara neden olmuştur. Dönemin eleştirmenleri, duyarlı ve özel bir anın, neredeyse ressamsı bir fotoğrafik yaklaşımla tasvir edilmesinin uygunluğu konusunda tartışmışlardır. Bu eser, New York, Rochester’daki George Eastman Koleksiyonu’nunbulunmaktadır. New York2a olu düşen fotoğraf severlerin uğramalarını öneririz.  Bu koleksiyon, Robinson’ın çalışmalarının 19. yüzyılda ortaya çıkan fotoğrafçılık alanında sanatsal ifade ve teknik becerinin bir karışımını gösterdiğini vurgulamaktadır.

‘Fading Away’ by Robinson

Boris Eldagsen

The Book of Veles by Jonas Bendiksen

Hippolyte Bayard; Kendi İntiharının Sahnelenmesi

Benetton’un Renkli ve Yaratıcı Dünyası

 

Yıllar önce yaptığı başarılı ve renkli bilboard reklamlarıyla kendisine haklı bir yer edinen giyim markası Benetton yıllardır herhangi bir reklam yapmadan ektiğini biçiyor ve miras yemeğe devam ediyor. Marka hala ürünlerini başarılı bir şekilde pazarlayıp satabiliyor. Bravo demeli.. Benettonun hikayesine bir bakalım isterseniz..

Benetton Renkli bir hikaye

Markanın öncü iletişim anlayışı sıklıkla tartışmalara yol açmıştır. Ancak bu durum, Benetton’ın yenilik trenine nasıl hep zamanında atladığını göstermektedir.

Benetton markası genellikle yaratıcı katkısından çok anlattığı hikaye ile ilişkilendirilir. Geçen temmuz ayında Jean-Charles de Castelbajac’ın yerine yaratıcı yönetmen olarak atanan Andrea Incontri, İtalyan evin kolektif hafızada bıraktığı izi kabul ediyor. Ancak, Oliviero Toscani’nin provokatif reklamları ile yetinmek, Benetton’ın elli sekiz yıl önce kurulduğundan beri avant-gardist yaklaşımla ile  pazarı nasıl bir araya getirdiği konusundaki  kapasitesini küçümsemek olur. Şunu söylemek gerekir , hala Benetton ailesinin kontrolündeki moda şirketi modern İtalyan kapitalizminin bir yansımasıdır: bir taraftan rakamlara ve tasarıma bakarken , diğer gözü ile sanatsal ve sosyal gelişimi takip etmektedir.

Dayanıklı modernlik

Her şey, 1965 yılında Trévise yakınlarında, örgü uzmanı bir kardeş grubu olan Giuliana, Luciano, Gilberto ve Carlo’nun  Benetton adı altında markalarını başlatmalarıyla gelişti. Başarı gecikmedi: ilk yurtdışı mağaza 1969’da Paris’te açıldı, yeni markalar ortaya çıktı, 1974’te Sisley markası satın alındı. Mevcut isim, United Colours of Benetton, ilk olarak bir reklam sloganı olarak 1989’da benimsendi. Şirketin merkezi, 1968’de aile tarafından satın alınan, XVII. yüzyıldan kalma muhteşem Minelli villasına yerleşti. On beş yıl süren restorasyonu, grup için fabrikaları ve mağazaları tasarlamakla da görevlendirilen mimar çift Afra ve Tobia Scarpa tarafından üstlenildi. Ancak ailenin gözü ileriye bakıyordu. 1993’te, Benetton, Tadao Ando’ya Avrupa’daki ilk eserini inşa etme imkanı tanıdı. Tarihi bir villa yenilendi ve içinde çağdaş  sanatsal araştırmalar merkezi Fabrica’nın kuruldu. Yaklaşık otuz yıl, Fabrica yılda iki kez 25 yaş altı yirmi sanatçıyı kabul etti, ve  burada uygulamalarını geliştirdiler. Mimarlık eğitimi almış ve tasarım alanında deneyim kazanmış olan Andrea Incontri, koleksiyonlara yeni bir soluk getirdi. İki yıl önce gerçekleştirilen sonbahar-kış defilesi, iş kıyafetleri, çok beğenilen  örgüler, doygun renkler ve tekrarlayan poaternler ve  baskılarla markanın güzel bir vizyonunu sunuldu.  Moda devinin endüstriyel kapasitelerini anlama olanağı bulduk. Ancak Benetton’ın başka bir tür zenginliği daha var: arşivleri. Scarpa tarafından yeniden tasarlanan eski bir fabrikada yer alan arşivler randevu ile gezilebiliyor. Burada, iki mimarın tasarladığı ikonik  bir kazak dahil, canlı renk paletleri, iplikler, makineler ve yayınlar görülebilir.  Toscani’nin 1984’ten 2020’ye kadar  bazı fotoğrafları şaşırtıcı şekilde çağdaş kalmış. Bu arşivdeki koleksiyonlar, tarihsel olayları anlatmaktan çok, ailenin her zaman sergilediği dünyaya bakış açılarını bize göstermektedir.

Kendime sağlıklı yazılar…

Hücrelerimizin algılama kapasitesi vardır. Ayrıca hücrelerimiz adapte olurlar yani uyum sağlarlar.  Adaptasyon, diyet, egzersiz ve genel yaşam tarzındaki değişikliklere vücudumuzun nasıl yanıt verir? İşte bu yanıt  kilo yönetiminde önemli rol oynar.

Hücresel algı,  hücrelerin enerjiyi alıp almadığımızla ilgili değişiklikleri nasıl algıladığı ve buna nasıl yanıt verdiğini gösterir. Diyette veya aktivite seviyelerinde değişiklik yaptığımızda, hücresel algı, enerji dengesini korumak için metabolik hızda değişikliklere yol açar. Örneğin, kalori alımı azaldığında hücreler metabolizmayı azaltarak enerjiyi korur ve kilo verme sürecini zorlaştırabilir. Biz buna metabolik hız düzenlemesi diyoruz.

Hücreler, birbirleriyle hormonlar aracılığıyla iletişim kurarlar ve metabolizmanın çeşitli yönlerini, iştahı, yağ depolanmasını ve enerji harcamasını düzenlerler. Örneğin, yağ hücreleri tarafından üretilen leptin, beyne tokluk sinyali gönderir ve bu da besin alımını ve enerji dengesini etkiler. Hormonal adaptasyonlar, iştah kontrolü ve yağ depolanması gibi faktörleri etkileyerek kilo yönetimi sonuçlarını etkileyebilir. Buna da biz hormonal düzenleme diyoruz.

Kilo yönetiminde kas dokusundaki hücresel adaptasyonlar da çok önemlidir. Düzenli egzersiz, kas gücünü, dayanıklılığını ve metabolik verimliliği artıran hücresel değişikliklere neden olur. Kas hücreleri, enerji üretimini artırarak ve yağ metabolizmasını teşvik eder. Böylece mitokondri yoğunluğunu artırarak adapte olur. Bu adaptasyonlar, kalori harcamasını artırır ve yağ kaybını teşvik ederek kilo yönetimine katkıda bulunur.

Adipositler veya yağ hücreleri, kilo yönetiminde merkezi bir rol oynar. Yağ dokusundaki hücresel algı ve adaptasyon, yağ asitlerinin depolanmasını ve salınmasını etkiler. Kilo aldığımızda, yağ hücreleri genişler ve hipertrofiye uğrar yani büyür, kilo kaybı ise onların küçülmesine yani atrofiye uğramalarına neden olur.  Yağ hücrelerinin yağ hücre düzenlemesi dediğimiz bir yaklaşımı vardır. Metabolizmayı  ve kilo alıp vermeyi etkileyebilecek hücrelerin yeniden yapılanmalarını sağladığı da bilinmektedir.

Beyindeki hücresel iletişim ise  iştahı, besin alımını ve enerji harcamasını düzenler. Beyin, besin maddelerini az veya çok aldığımızda devreye girer.  Hormonal sinyallere ve duyusal durumlara yanıt olarak yeme davranışını düzenler. Sinir devrelerindeki hücresel davranışlar, yeme isteğini değiştirebilir, tokluk sinyalleri verebilir. Böylece yeme isteğini etkileyerek kilo vermemize yardımcı olabilir.

Hücresel algı ve adaptasyonun kilo yönetimine nasıl katkıda bulunduğunu anlamak, sağlıklı bir kiloyu başarılı bir şekilde elde etmek ve korumak için stratejileri belirlemede yardımcı olmaktadır. Dengeli beslenme, düzenli fiziksel aktivite ve yaşam tarzı değişiklikleriyle hücresel yanıtları optimize edebiliriz.