“KULAĞIMIZIN GÖZ KAPAĞI YOKTUR.”

“KULAĞIMIZIN GÖZ KAPAĞI YOKTUR.”

Prof. Dr. Mehmet Ömür

Kulağımızın göz kapağı yoktur. Olmamalıdır da… Çünkü kulağımız, gözümüz gibi dinlenmez. Görevi 24 saat sürer. Kulağımız, tıpkı kalbimiz gibi, hayatımız boyunca, gece-gündüz çalışır. Gücü yettiğince ve biz gürültüyle onu sağır etmediğimiz sürece bize bekçilik yapar. Görevi bizi tehlikelerden korumaktır. Gözümüzün görmediği zamanlarda karanlıkta sesler bizi yönlendirir. Uyuduğumuz zaman, kulağımız seçici çalışmaya başlar, bizi rahatsız etmemek için gereksiz yere uyandırmaz. Evde uyurken köpeğimiz dolaşırsa uyanmayız da, kapının ufacık bir tıkırtısıyla acaba hırsız mı diye hemen yatağımızdan fırlarız.

Günümüzde insanların en çok şikayetçi oldukları konular arasında şehirde güvenlik, çevre kirliliği, gürültü ve trafik gelmektedir. Burada inceleyeceğimiz konu çevre gürültüsüdür. Çevre gürültüsünün temel kaynağı trafiktir. Trafik deyince kornalar, araba alarmları, arabalarda dinlenen yüksek volümlü müzik, motorsikletler, ambulans sirenleri, trenler, uçaklar da işin içinde demektir. Trafiğin yanı sıra komşu gürültüsü, köpek havlaması, diskolarda, barlarda yüksek volümlü müzik, vd. de gürültü kaynağıdır.

Gürültü nasıl oluşur?

Gürültü değişik kökenli, değişik şiddet ve değişik tınıdaki seslerin anarşik bir şekilde bir araya gelmesiyle oluşur.

Gürültü çok eskiye dayanır…

Gürültü kirliliği, esas anlamıyla endüstri devrimiyle başlamıştır. 18. yüzyılda buharlı makinelerin çalışması ve çelik üretiminin aşamaları başlıca gürültü kaynağıydı. Gürültünün zararları daha yeni yeni ortaya çıkmaktadır.

Seneka ve Horacius’a göre, 20 asır önce Antik Roma’da pencerelerin camları yoktu. Evler birbirine çok yakındı. 2. yüzyılda insanlar sokaklarda itiş-kakış halindeydi. Roma’da 1,5 milyon kişi yaşıyordu. Gürültü kaynağı olarak hayvanlar, satıcılar, taşıyıcılar, zanaatkarlar, altyapının ve yolların yapımı ve onarımı, çöplerin atılması, yüksek sesle yapılan kavgalar vardı. Ancak bunlar o günlerde doğal karşılanıyordu. Gürültü kavramı henüz gelişmemişti. Arabalar, yollar tıkanmasın diye, geceleri haraket halindeydi. Astrolojik hareketlere göre bazı geceler insanlar tencere ve tavaları birbirlerine vuruyorlardı.

Paris’te 13. yüzyılda yüz bin kişi yaşıyordu. Sokaklar arnavut kaldırımıydı, ayaklarda sabolar vardı ve araba tekerlekleri tahtadandı. Cenaze törenleri dahil her türlü haber kralın adamları tarafından bağrılarak veriliyordu. Sokak arabaları, satıcılar, hayvan sesleri, sarhoş naraları, insanların kavgaları şehri gürültüye boğuyordu. Londra ve Berlin de aynı durumdaydı. 1930’da Paris emniyet müdürü klakson çalmayı yasaklamıştı.

Kulağı tanıyalım…

“Kimsenin bulunmadığı bir ormanda yere düşen bir yaprak kaç desibel ses çıkarır” diye sorulan tuzak sorunun cevabı “ses çıkmaz” olmalıdır. Çünkü kulağın olmadığı yerde ses yoktur. Sadece dalga boyu ve frekansı vardır. Kısaca, sesin var olması için duyan bir kulağa ihtiyaç vardır.

Gürültünün insan üzerindeki etkisini anlamak için kulağın yapısı hakkında biraz bilgi sahibi olmak gereklidir.

Kulak kepçesi anten gibi çalışır; ses dalgalarını dış kulak yoluna doğru yönlendirir ve yoğunlaştırır. Kanala giren ses dalgası, zara gelene kadar 3-4 cm yol kat eder. Ses dalgasının zara değmesi ile birlikte zar titreşime girer. Zarın arkasında kemikçikler vardır. Bunlardan birincisi çekiçtir ve zara yapışıktır. Çekiçin başı örsle eklem yapar. Örs de üzengi kemikçiğine uzanarak onunla eklem yapar. Oval pencere, üzengi kemiğinin tabanında iç kulak girişini kapatan ikinci bir zardır. Orta kulağın görevi, havadaki ses titreşimlerini katı maddede ilerleyen ses titreşimlerine çevirmektir. Oval penceredeki titreşimler bu kez salyangoz içindeki sıvıları ve diğer anatomik oluşumları titreşime sokar. Koklea diye de adlandırdığımız salyangozun uzunluğu 35 milimetredir.

Kemikçiklerin boyu 10 milimetredir. Ağırlıkları 50 miligramdır. Zar ve kemikçik sistemi daha geniş bir yüzey olan kulak zarından daha küçük yüzey olan oval pencere zarına sesi taşırken 21 defa amplifiye eder.

Salyangozun içi iki bölmeden oluşur. Bu ikiye bölünme, bir kanal aracılığı ile olur. Bu kanalın adı koklea kanalıdır. Koklea kanalının üst kısmında kalan bölmenin adı vestibüler bölme, alttakinin adı ise timpanik bölmedir. Koklea kanalının içinde ses titreşimlerini elektriksel enerjiye çeviren ve bunu hangi şifreleme sistemine göre yaptığı henüz çözülememiş olan Corti organı vardır. 19. yüzyılda yaşamış olan İtalyan fizyolojist Corti, bu organı ilk tanımlayan kişi olduğundan, organa onun ismi verilmiştir.

Corti organında 15 bin tüylü hücre bulunmaktadır. Bu hücreler 4 sıra halinde yerleşmiştir. 3 sıra dış tüylü hücre, bir sıra iç tüylü hücre vardır. Oval penceredeki hareketler yayılarak koklea kanalındaki zarın harekete geçmesine neden olur. Bu hareket tüylü hücreleri uyarır.

Koklea zarının adı baziler zardır. Salyangozun girişinde, kalın ama dar olup, tepeye doğru incelip genişler. Salyangozun girişindeki bölgeler tiz seslerle titreşime girerken, seslerin frekansları düştükçe daha ilerdeki bölgeler titreşime girerler.

Baziler zarın titreşimleri ses dalgasının spektral analizini yapar. Dış tüylü hücreler daha önce uyarılırlar ve seçici amplifikatör gibi çalışırlar. Koklea yan yana dizilmiş filtreler gibi davranır. Her filtre bir frekansı alır ve ileriye doğru yan bölge bir alt frekansı algılar. Sıvı ortamdaki hareketler tüylü hücreleri uyarırlar. Uyarılmış tüylü hücreler titreşimleri elektrik akımına çevirirler. Bu elektrik akımı artı ve eksi olarak 30 bin liften oluşan işitme siniri ile beyne taşınır. Beyin korteksine belirli bir şifreleme ile gelen bu elektrik akımı kortekste Brodmann 41 ve 42 no lu alanlarda (Heschl gyrus’u veya kıvrımının yanında) deşifre edilerek algılanır.

Kulak, sesleri büyük bir hassasiyetle tespit ve analiz eder. Kulağın hassasiyeti bütün ses frekansları için aynı değildir. Sesler tizleştikçe daha zor duyarız.

Hassas bölge 500 ile 3.500 Hz arasındadır. Desibel (dB) bu hassasiyeti en güzel göz önüne alan ölçü birimidir. Ancak logaritmaya bağlı bir ölçü olması biraz kafa karıştırır. 3 dB’lik bir artış, akustik enerjinin 2 misli arttığını gösterir. Bu 3 dB’lik artış, kulağın fark edebildiği en hafif ses artış düzeyidir. 0 dB, ses olmadığının göstergesi değil, sadece normal bir kişinin ses algılama düzeyidir. Bazı insanlar, özellikle müzisyenler, -5, hatta -10 dB sesleri duyarlar.

Ses kaynakları değişken olduğundan, kişinin zaman içindeki gürültüye maruz kalma düzeyi değişir. Bir anlık gürültüye maruz kalmanın geometrik olarak ölçümü, kişinin gerçek gürültü altındaki durumunu göstermez. Bir saat, bir gün, bir hafta gibi belirli bir zaman dilimindeki toplam gürültü dozunu ölçmek için daha uygun yöntemler kullanılır. Belirli bir T zamanında dB olarak bir ölçüm level equivalent (düzey eşdeğeri) denilen bir birim olarak belirlenir ve LEQ olarak ifade edilir. LEQ uluslararası bir birimdir ve gürültüye bağlı rahatsızlığı ifade eder. İzin verilen gürültü miktarları da, sektörlere göre, LEQ cinsinden ifade edilir. Örneğin Fransa’da otoyollarda saat 08:00 ve 22:00 arasında 60 dB LEQ’e izin verilirken, bu değer gece 22:00 ile 06:00 arasında 55 dB LEQ’e düşer.

Normal bir işitme, bütün insanların hatta anne karnındaki bebeklerin en önemli ihtiyaçlarından biridir. Anne karnındaki bebekler bazı seslere tepki verirler. Bebek telefon sesini, annesinin şarkı söylemesini algılar. Ama 80 dB’lik bir sesten rahatsız olur. Anne vücudu, karnındaki bebeği gürültüye karşı bir yere kadar korur. Yüksek volümlerde koruyamaz. Bebek huzursuz olur. Anne karnında seslere cevap vermeyen bebekte, işitme kaybından veya başka bir sorundan şüphelenilmelidir. Bebeğin sesle olan ilişkisi, kulağın gelişmesine etki eder. Bu nedenle annenin yüksek şiddetli seslerden uzak durması gerekir. Ancak bütün seslerden uzak durmak da, çocuğun kulak eğitimi açısından sakıncalıdır.

Ellimizden sonra fizyolojik bir durum, kulağın yaşlanması demek olan, presbiakuzi başlar. Herkesin başına gelir ve zaman içinde ilerler. Geriye dönüşü de söz konusu değildir. Bu durum, gözdeki yaşlanmaya bağlı olarak görme keskinliğinin azalması gibi değerlendirilmektedir. Ancak, bu duyma kusuru, bütün insanları aynı derecede etkilemez. Bazı insanlarda daha erken ve daha çok olurken, bazılarında geç ve hafif olur.

Fransa’da 65 yaş üstü 3 milyon kişide presbiakuzi vardır. Bazı faktörler presbiakuziyi hızlandırır. Bunların arasında kalıtım, daha önceleri geçirilmiş kulak hastalıkları, psikolojik hastalıklar, damar hastalıkları ve gürültü sayılabilir.

Presbiakuzide üst tonlarda işitme kaybı daha çok olur. Üst tonları az duyup, alt tonları normal duymak, kişinin iletişimini ve algılamasını bozar. Yaşlılıkta işitme sisteminin dışında sinir sistemi de bozulduğundan, sözlerin anlaşılabilirliği de bozulmaktadır. Yaşlı kişi duymadığından değil, anlayamadığından yakınır.

Normal bireyde işitme ile anlama aynı andadır. Az işitende ise işitme ile algılama arasında ayırt etme süreci vardır. İşte bu yüzden yaşlılar kendilerini zor durumda hissederler ve kızgın bir ruh hali içinde çevrelerini dışlamaya başlarlar. İçlerine kapanırlar. Önce tiyatro ve sinemayı bırakırlar, sadece aile içi toplantılara katılırlar, sonraları tamamen izole olurlar. Bazı yaşlılar, bu eksiklerini kabul etmezler ve cihaz takviyesini istemezler. Uzun süre cihaz kullanmadan bekleyenlerde ise sonradan cihaz uygulanmasında sorunlar yaşanır. Yaşlılar cihaza adapte olamazlar. Bu nedenle yaşlılarda presbiakuzinin başladığı fark edildiğinde hemen cihaz kullanmak çok yararlı olur.

İstatistiklere gör, Danimarka’da az duyanların % 60’ı Almanya’da, % 30’u, Fransa’da % 10’u cihaz kullanmaktadır. Türkiye’de ise bu oranın % 3 civarında olduğu düşünülmektedir. İnönü ve Reagan gibi birçok ünlü, cihazla bütün işlerini sağlıklı biçimde sürdürmüşlerdir. Dünyada her yıl 4 milyon işitme cihazı satılmaktadır.

Gürültünün etkileri:

Gürültünün sağlığa fiziksel etkileri, akut ya da kalıcı işitme kaybı olarak ortaya çıkar. Akut işitme kaybı durumunda antioksidan özelliğe sahip Edaravone ilk 24 saatte verilirse tedavi mümkündür.

Gürültünün fizyolojik etkileri kan basıncının artışı, dolaşım bozukluğu, solunumda hızlanma, kalp atışında hızlanma, ani refleks, kalp enfarktüsü, mide-bağırsak sistemi sorunları ve kadın hastalıklarıdır.

Psikolojik etkiler, davranış bozukluklukları, agresyon ve şiddetle kendini belli eden aşırı sinirlilik, stres, anksiyete, kızgınlık, üzüntü hali, depresyon, bulimiya, insomniya ve cinsel isteksizliktir.

Gürültünün performans etkileri iş veriminin düşmesi, konsantrasyon bozukluğu, hareketlerin yavaşlaması, okuma skorunun düşmesi, çocuklarda konuşmanın gecikmesidir.

Gürültüye bağlı işitme kayıpları

160 dB ses şiddetinin üzerindeki şiddet, kulak zarını yırtar. Kemikçikler yerlerinden ayrılabilirler. Gürültü bazen geçici bir işitme kaybına yol açabilir. 4.000 Hz’i 5 dB’de duyarken, 20 dB’e kadar açmak gereği hissedilebilir. Birkaç saat veya gün sessiz ortamda dinlenen kulak, eski işitmesine kavuşabilir. Bu duruma temporary shift (geçici kayma) diyoruz. Ancak iç kulak hücreleri harap olursa işitme kaybı kalıcıdır. Buna ise permanent shift (kalıcı kayma) denir.

80 dB üzeri ses şiddeti, dış tüylü hücrelerde akustik travma yapar. Çünkü bu hücreler seslere daha hassastırlar. Bu hücreler ölürlerse, iç hücreleri uyarmak için 40–50 dB daha fazla ses şiddeti uygulamak gerekir. Tüylü hücrelerin ölümü, geri döndürülemez işitme kayıplarına yol açar. TVnin elektronik devrelerinin yanması gibi bir durum ortaya çıkar. TV cihazında devreler değiştirilebilir, ama insanın iç kulağına yeni tüylü hücre yerleştirmek bugün için mümkün görünmemektedir. Hele bu hücreleri imal etmek hiç mümkün değildir.

Gürültünün şiddeti tek başına işitme kaybı nedeni değildir. Titreşimlerin frekans dağılımı, süresi, başlangıç şekli, gürültünün oluştuğu ortam, işitme kaybını etkileyen faktörlerdir. Örneğin aynı şiddet ve frekanstaki bir gürültü, tek noktadan çıkıyorsa başka, çok noktadan çıkıyorsa başka türlü etkiler. Çok noktadan çıkan gürültü, kulağı daha olumsuz etkiler ve işitmeyi daha çok bozar.

Süre-şiddet ilişkisi gürültünün tehlike boyutunu gösterir. Aynı şiddet ve frekansta tekrarlayan sesler devamlı sesten daha zararlıdır.

Gürültü seviyesi ile hissedilen rahatsızlık her insanda aynı değildir. Bazı insanların gürültüden rahatsızlık duymadıklarını, bilakis zevk aldıklarını biliyoruz. İnsanlarda gürültüden rahatsızlık duyma oranı % 25 olarak bulunmuştur. Örneğin sessiz bir bölgeden şehre taşınmış bir ailede gürültüden şikayet, yıllardır şehirde yaşayan bir aileye göre daha azdır, çünkü yeni taşınanlar bunun ödenmesi gereken bir bedel olduğunu düşünmektedirler.

Gürültüden rahatsızlık çok düşük seviyelerde bile duyulabilir. Gürültünün bazı özellikleri bu rahatsızlıkta rol oynamaktadır. Tekrarlayan gürültü veya gürültüyü kontrol etmedeki güçlük gibi. Gürültünün rahatsız edici diğer bir özelliği, başkasından geliyor olmasıdır. Kendi gürültümüzden o denli rahatsız olmayız. Gürültünün yaptığını somut bir ölçü birimiyle ölçmek ve derecelendirmek mümkün değildir. İnsanlar komşularının 50-60 dB’lik gürültülerinden rahatsız olurlarken, işyerlerinde 80 dB’lik gürültüye razı olmakta ve seslerini çıkartmamaktadırlar. Sosyoekonomik düzeyi iyi olan kesimin gürültüden daha fazla rahatsız olduğu ortaya konmuştur. Kişinin psikolojik yapısı da gürültüden rahatsız olma düzeyini belirlemektedir.

Stres

Kulağın taşıdığı işitsel uyarılar, kulak dışında tüm vücudu etkilemektedir. Havaalanı yakınlarındaki bölgelerde tansiyon ilacı kullanımının fazla olduğu saptanmıştır. Yine bu bölgelerde, psikiyatri konsültasyonlarının diğer bölgelerden daha fazla olduğu anlaşılmıştır. Sakinleştirici ilaçların ve uyku ilaçlarının bu bölgede yaşayanlarca daha fazla tüketildiği de ortaya konulmuştur. Sonuç olarak gürültüye maruz bölgelerde yaşayan insanlarda hastalıklı bir hal olduğu görülmüş ve bu kişilerin tedavi arayışında oldukları anlaşılmıştır. Gürültünün stres kaynağı olduğu çeşitli çalışmalarla gösterilmiştir. Titreşimler kişiyi hasta edebilir. Sürekli titreşimler atardamarlarda ve toplardamarlarda beslenme bozukluğuna yol açmaktadır. Titreşimler kişilerin sinir sistemlerini bozarak nevroza kadar götürmektedir. Gürültünün depresyona yol açtığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Gürültü altında çalışanların kronik olarak yorgun oldukları da gösterilmiştir.

Gözle ilgili sorunlar

Gürültü gözde de rahatsızlıklara yol açmaktadır. 100 dB gibi yüksek bir gürültüye uzun süre maruz kalan kişilerin görme alanlarında 10 derece daralma olduğu saptanmıştır. Bunun yanı sıra görme derinlik duygusu azalmakta ve gece görüşü bozulmaktadır.

Kalp-damar sistemiyle ilgili sorunlar

İngiltere’de otobüs şoförleri ile arkada duran biletçiler arasındaki tansiyon sorunlarının çok farklı boyutlarda olduğu anlaşılmış. Sürekli gürültü ile ani ve tekrarlayıcı gürültülerin farklı etki ettiği gösterilmiş. Uçak gürültüsüne maruz kalanlarla, otoyolların kenarlarında oturanlarda tansiyonun daha yüksek olduğu bulunmuş. Tansiyon ile gürültü seviyesi arasında doğrusal bir ilişki olduğu bulunmuş. Tansiyonu yükselten çok faktör vardır. Uzun süre gürültülü bir ortamda çalışmanın kalp-damar sisteminde hasar yaratma riski % 60 olarak bulunmuş. Gürültüye bağlı işitme kaybı olanlarda kalp-damar sorunlarının da paralel olarak bulunduğu ortaya konulmuş. Tansiyonu normal olan kişiler laboratuvar ortamında gürültüye maruz bırakıldıklarında, değişik oranlarda geçici tansiyon yükselmeleri saptanmış.

Uyku ve gürültü

Uyku sorunlarının % 75’i gürültüye bağlanmaktadır. En çok da trafik gürültüsü sorumlu tutulmaktadır. Gürültü nedeniyle uyku uyumakta güçlük çekenler, ertesi gün yorgunluk hissetmekredirler. Bu durum süreklilik gösterirse, depresyona kadar giden sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Gürültüye alışmanın rahat uyku uyumaya veya kalp-damar hastalıklarından korunmaya fayda etmediği de gösterilmiştir. Gürültü 40 desibelin üzerine çıktığında uykuyu bozar. Bu konuda kişisel farklılıklar gözlenmektedir. Kadınlar erkeklere göre gürültüden daha çok rahatsızlık duymaktadırlar. Uzun süre gürültülü yerde yaşamanın gürültüye karşı alışkanlık oluşturduğu anlaşılmıştır. Askeri tatbikatların yapıldığı bölgelerde yaşayanların gece yapılan tatbikat sırasında uyuyabildikleri gösterilmiş.

Gürültü ile ilgili bazı istatistiki bilgiler:

Yapılan araştırmalarda İsviçre’de sadece trafik gürültüsü nedeniyle 500.000 kişinin sağlık sorunu yaşadığı ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak yapılan masraf ise yarım milyar İsviçre Frankı olarak hesaplanmış.

Fransa’da 5 milyon kişide kulak sorunu olduğu saptanmış. Bu kişilerin 2 milyonu 55 yaşın altındaymış. Fransız işçilerin %7’si işyerlerinde tehlikeli boyutta gürültüye maruz kalıyormuş.

Sekiz Amerikalıdan birisi kulağından rahatsızmış.

Gürültüden en çok kağıt ve odun sektöründe çalışan işçiler gürültüden etkileniyormuş.

Erkekler kadınlardan 5 kat daha fazla gürültüye maruz kalmaktaymış.

Gürültü ile ilgili bazı araştırmaların sonuçları:

Fareler üzerinde yapılan araştırmalarda gürültüye maruz kaldıklarında farelerin kalp kaslarındaki hücrelerinde mitokondriyalarının harap olduğu gösterilmiştir. Mitokondriyaların kristaları erimiş, matrisleri sulanmıştır.

Uyku sırasında hissedilen uçak veya ağır vasıta gürültüsü subkortikal bölgedeki Amigdalia denilen anatomik bölgede algılanır ve hemen stres hormonu salgılanır. Bu hormonun regülasyonundaki bozulma kalpte iskemi yaratır. Bu da miyokard enfarktüsü riskini arttırır.

Extasy miyokard hücrelerinde myositolize yol açarak ani ölümlerden sorumlu tutulmaktadır. Extasy kullananlarda taşikardi, aritmi ve hipertansiyon yaygındır. Extasy genellikle yüksek volümlü ortamlarda kullanılır. Yüksek volüm de tek başına miyokardı etkiler. Hem extasy, hem de yüksek volüm birlikte olduğunda mitokondrialarda değişiklikler olduğu bilimsel olarak gösterilmiştir.

Hipofiz ve böbreküstü bez arasında (HPA hipotalamus-pituitary adrenal axis) bir eksen ve bağlantı vardır. Bu eksen üzerinden stres hormonları salgılanmaktadır (corticotropin releasing hormon ve ACTH adrenokortikotropin hormonu). Gürültü uyaranı korteks altında amygdalia denilen bir bölgeyi uyararak bu eksenin devreye girmesine ve stres hormonlarının salgılanmasına neden olmaktadır. Bu etki özellikle uykuda ve sabaha doğru saatlerde daha fazladır ve korteks tarafından kontrol edilememektedir. Eğer bu eksen uzun süre uyarılırsa bir çok yan etkiler ortaya çıkmaya başlamaktadır. Örneğin bağışıklık sistemi çöker (immünosüpresyon) eosinofili ile kendini belli eder. İnsüline resistans oluşur (diyabete eğilim). Kardiovasküler (kalp-damar sistemi) hastalıkları, hipertansiyon ve ateroskleroz ortaya çıkar. Kalsiyum metabolizması bozulur (osteoporoz). Bağırsak sorunları (stres ülseri) oluşur. Stres dismenoresi yapar.

Almanya’da Griefahn adlı araştırmacı gürültünün psikolojik etkilerinin incelemiş. İletişim sorunları, uyku sorunları, performans düşmesi, iç sıkıntısı ve davranış bozukluklarının gürültüyle ilişkili olduğunu bulmuştur. Almanların % 16’sı gündüz saatlerinde zararlı derecede gürültü düzeyine maruz kalmaktadırlar.

İsveç’te yapılan bir araştırma, gürültüye maruz kalan çocukların kulaklarının diğer çocuklardan 4 kat daha fazla çınladığını göstermektedir.

Finlandiya’da yapılan bir araştırma ise gürültüye karşı kişisel hassasiyet farkının kalıtsal bir özellik olduğunu göstermiştir.

Polonya’da yapılan bir çalışmada gürültüye maruz kalanların arteryal hipertansiyon, peptik ülser, lokomotor sistem hastalıklarına daha fazla yakalandıklarını göstermiştir. Aynı araştırma, kalpte kan akımının azalması,diyabet, tümoral oluşumlar ve sinir sistemi hastalıklarıyla gürültüye maruz kalma arasında ilişki olabileceğini göstermektedir. Başka bir çalışmada, bu ülkede kulak çınlamalarının bir numaralı nedeni olarak gürültü bulunmuştur.

Portekiz’den Bronco adlı bir araştırmacı Vibroakustik hastalık diye bir hastalık tanımlamıştır. Bu hastalığın özelliği, 10 seneden fazla süreyle 500 hertz ve 90 desibele maruz kalınca, sinsi bir şekilde, hücrelerin matrislerinde değişikliklerin olmasıdır. Bu ülkede yağ fabrikalarında çalışan ve gürültüye maruz kalanların tansiyonları normalden yüksek bulunmuştur.

Brezilya’da 6 sene otobüs şöförlüğü yapanların kulaklarında akustik travma bulunma riskinin, normal kişilere göre 20 kat daha fazla olduğu hesaplanmıştır.

Kore’de havaalanında çalışanlardan sigara içenlerde, hipertansiyonu olanlarda, ilaç kullanan ve kulak koruyucusu kullanmayanların kulaklarında işitme kaybının kayda değer şekilde fazla olduğu bulunmuştur.

Amerika’da Detroitli Seidman, 2003 yılında farelerle bir deney yapmıştır. Farelerin yarısına su, diğer yarısına da şarap içirmiştir. Şarap içenlerde gürültüye bağlı eşik kaymasının yani olumsuz etkilenmenin daha az olduğunu göstermiştir. Bu etkinin şaraptaki antioksidan özellikten kaynaklandığını düşünmüştür.

Amerika’da 10 işçiden birisi tehlikeli boyutta gürültü altında çalışmaktadır.

Avustralya’da yapılan bir çalışmada işçilerin kulaklarını korumadıkları anlaşılmıştır. İşitme kaybı olanlar da olmayanlar da kulak koruyucu kullanmamaktalarmış.

Kimyasallar, gürültünün sağlık üzerindeki olumsuz etkisini arttırmaktadır. Böcek ilaçları, çözücüler, tiner gibi maddelerin içinde bulunan karbon monoksit, hidrojen siyanid ve benzeri maddelerin gürültüye maruz kalanlarda işitmenin bozulmasına fazladan katkıda bulunduğu ortaya çıkartılmıştır. Kaliforniya’da yapılan bu çalışmanın sonucunda bu konuda özellikle çocuklarda çok dikkatli olunması gerektiği vurgulanmıştır.

Çeşitli çalışmalarda, darbeli gürültünün sürekli gürültüden daha zararlı olduğu gösterilmiştir.

Desibel cehennemi: Gürültülü bir dünyada yaşam

Gürültüyü arzu edilmeyen bir ses olarak tanımlayanlar var. Ancak bir kişi için istenmeyen ses, başka birisi için zevk kaynağı olabilmektedir.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre dünyadaki etkisi geri döndürülemeyen en önemli mesleki hastalık, gürültüye bağlı işitme kaybıdır. Her yıl 120 milyon kişiyi etkilemektedir. Bu kadar önemli bir hastalık olmasına rağmen maalesef yeterli önlem alınmamakta veya alınamamaktadır. Bunun nedeni olarak, çoğu kez, dünyanın giderek elektronik bir kimliğe bürünmesi görülmektedir. Çeşitli gürültülü, güçlü ses veren cihazların üretimi, çok sayıda arabanın trafiğe çıkması, hava trafiğinin artması, giderek gürültü kaynaklarının artmasına neden olmaktadır.

Trafik en önemli sorundur. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde 100 milyon kişi trafik gürültüsü içinde yaşamaktadır. Yine aynı ülkede 30 milyon kişi zararlı seviyede ses düzeyine maruz kalarak çalışmaktadır. Bu insanlar inşaat, ziraat, maden, eğlence, ulaşım sektöründe, çeşitli fabrikalarda ve askeri sektörde çalışmaktalar. ABD endüstrideki gürültüyü tam olarak ölçüp engellemede güçlük çekmektedirler. Avrupa’nın bu konuda Amerika Birleşik Devletleri’nden daha başarılı olduğu kabul edilmektedir.

Gürültü genelde onu yaratmayanların tanımladıkları bir sestir. Pasif sigara içiciliğine benzer. Arzu etmezsiniz, ama kontrol de edemezsiniz. Günümüzde ev aletleri bile gürültü üretiyorlar. Elektrik süpürgeleri, saç kurutma aletleri, 90 dB’e kadar varan sesler çıkarıyorlar.

Formula 1 yarışlarında, 2002’de, Almanya’da 177 dB’lik ses rekoru var. Bazı arabaların stereo müzik setleri, pencere açık olduğunda, arabanın dışına 140-150 dB ses verebiliyorlar.

Avrupa çevre örgütlerine göre Avrupa’nın % 65’i 55 dB ve % 17’si 65 dB gürültüye maruz kalarak yaşamaktadır.

Havaalanları ve uçaklar, hızlı trenler ve otoyollar çevrelerinde hayatını sürdüren yüzbinlerce kişiye gürültü cehennemi yaşatmaktadırlar. Günümüzün modern teknolojisi gürültüye kolay kolay çare bulunma imkanının olmadığını düşündürmektedir.

Taşra da gürültüden zarar görüyor. Çiftçilerde bile gürültüye bağlı çeşitli derecelerde işitme kaybına oldukça sık rastlanmaktadır. Japonya’da çevreye anons yapan hoparlörlerin sesinden korunmak için insanlar işlerine giderken kulak tıkacı kullanmaktadırlar.

Bugün arabalarımızda dinlediğimiz müzik setleri 1960’lı yıllarda Beatles konserlerindekinden daha fazla ses üretebilmektedir.

Kömür madenlerinde çalışanlar 52 yaşlarına gelinceye kadar % 90’ında işitme kaybı gelişmektedir. Halbuki toplumda bu oran ortalama % 9 olarak saptanmıştır.

İnşaat işçilerinin yarısında, 50 yaşlarına geldiklerinde belirli bir derecede işitme kaybı oluşmaktadır. Gürültü, kulak çınlamasına yol açmaktadır. Amerika’da 12 milyon kişi kulak çınlamasından yakınmaktadır. Bu nedenle 1 milyon kişi günlük işlerini yürütmede zorlanmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde çocukların % 12’sinde gürültüye bağlı olmak üzere, tek veya iki kulakta, değişik derecelerde işitme kaybı saptanmıştır. Bu işitme kaybını yapan araçların arasında stereo müzik aletleri, konserler, diskolar, oyuncaklar, çim biçme makineleri ve çatapatlar sayılmaktadır.

Birçok müzisyen ve ses mühendisinin işitme kaybı vardır.

Gürültünün etkisi ve zararı kulakla sınırlı kalmamaktadır. Gürültü tansiyonu yükseltir, solunumu zorlaştırır, uykuyu kaçırır, nabzı arttırır, beyin kimyasını değiştirir ve bunların hepsi de ölçülebilir. Bu değişikliklere bağlı olarak da iş verimi düşer, öğrenme kapasitesi azalır, okulda ve işte devamsızlık artar, ilaç kullanımı ve kazalar artar. Çocuklarda da kan basıncında ve nabızda artış saptanmıştır. Bu konuda yoğun araştırmalar devam etmektedir. Ama sorunları bulmak, işi çözmemektedir. Dünya bu gürültüyü durdurmakta zorlanmaktadır.

Tren yolu tarafındaki dershanelerde öğrenim gören çocukların diğer taraftaki çocuklardan daha zor okuma yazma öğrendikleri de bir araştırmayla gösterilmiştir.

Havaalanları gürültü kaynaklarının başında sayılmaktadır. Frankfurt havaalanının çevresinde sadece 2002 eylül ayında gürültüye bağlı olarak 56.330 adet şikayet yapılmıştır. Bu rakam bir önceki yılın şikayet sayısından % 30 daha fazladır. Yine 2002 yılında Londra’da bir havaalanına yapılacak ek üç pist için her gün 100 civarında itiraz dilekçesi verilmekteydi. 2003 yılında, Amerika’nın Oregon eyaletinde, Portland havaalanı genişletme çalışmaları çevrede oturan insanların yaptıkları gösterilerle engellenmiştir. Havaalanı zaten yoğundu. Yılda 12 milyon kişi ve 29.000 kargo uçağının trafiğini sağlamaktaydı.

“Gürültüsüz Amerika Derneği” ümidini yitirmiş durumda. Amerika’da gürültüye karşı savaşan bu derneğin yetkilisi bir eyalette araba müzik setlerini engelleyici bir yasa geçirmeye çalıştıklarında bile karşılarına çıkan lobilerin etkisini gördüklerini ve önerinin kısa bir süre sonra ortadan kaldırıldığını söylemektedir.

Gürültüyle mücadele konusunda Amerika Birleşik Devletleri de yetersiz kalmaktadır. Verilen gürültüyü önleyici yasa teklifleri bir şekilde rafa kalkmaktadır. Reagan, 1982’de gürültü için ayrılması düşünülen fonlara onay vermemiştir. Böylece o yıllarda gürültüye karşı yapılacak çalışmalar için para ve insan kaynağı bulunamamıştır. Ancak 1997’de yıllık 21 milyon $ ayrılmaya başlanmıştır.

Hükümetlerin halkın sağlığını koruma ile ilgili sorumlulukları vardır. Ciddi eğitim programlarının her seviyede geliştirilmesi zorunludur. Şehirlerin gürültü haritalarının çıkartılması gerekmektedir. Paris şehri bu işi başarmıştır. Bu haritalar bilgisayar programları aracılığı ile incelemeye alınıp yeni yapılacak yapılara buna göre izinler verilmelidir.

Hastaneler bile gürültü konusundan arınmış değildir. Vardiya değişimleri, dosya gürültüleri, yürüyen arabalar hastane içinde bile bir gürültü kirliliği nedeni olmaktadırlar.

Konu 21. yüzyılın en önemli çevre sağlığı konusudur ve elbirliği ile çözülmesi gerekmektedir.

Türkiye’de durum

Prof. Dr. Selma Kurra, gürültünün tamamen sıfırlanamayacağını, ancak kabul edilebilir değerin altına düşürülebileceğini düşünmektedir. Hazırlanan gürültü haritasında 65 dB kara bölge, 65-55 dB arası gri bölge, 55 dB altı da beyaz bölge olarak belirleniyor. Haritayı incelerken, Türkiye’de kara bölgelerin fazlalığı dikkat çekmektedir.

Prof. Dr. Selma Kurra, yaptığı bir araştırma ile İstanbul’da her iki çevre yolunda ve boğaz köprülerindeki gürültü düzeylerinin insan sağlığını etkileyici düzeyde olduğunu ve bu gürültü seviyelerinin her yıl belirli bir oranda arttığını bulmuştur. Buna bağlı olarak 3. boğaz köprüsü yapımının boğazda sessiz kalan son noktaları da ortadan kaldıracağı konusunu gündeme taşımıştır.

İstanbul İl Çevre ve Orman Müdürlüğü’nce yapılan araştırmanın kapsamında, kentte gürültüyle ilgili 184 şikayet alınmış. En çok şikayet konuları, ”müzik, sanayi, inşaat, işyeri, hayvan kesimi, ezan, okul zili, taşıt, pazar yeri, soğutucu, spor ve trafo” olarak belirlenmiş.

Ülkemizde gürültüden rahatsız olan, Gürültüyle Mücadele Birimi’ne başvurabilir. İl Mahalli Çevre Kurulu kararı ile 1994 yılında oluşturulan Gürültüyle Mücadele Birimi, İl Çevre ve Orman Müdürlüğü İdaresi’ne bağlıdır. Bu birim Ankara’da gürültü kirliliğinin önlenmesi için, 09.00-18.00 ve 18.00-03.00 saatleri arasında iki ekip halinde çalışıyor. Gürültüyle Mücadele Birimi, eğlence yerleri, meskenler ve trafikten kaynaklanan gürültülerin önlenmesine yönelik olarak denetimler yapıyor. Eğlence yerleri rutin olarak denetlenirken, gürültü izleme kontrollerinde ses seviyesinin 90 desibelin üzerine çıkıp çıkmadığına bakılıyor. Kent genelinde bu kapsamda, düğün salonlarıyla birlikte yaklaşık 800 işletme periyodik olarak kontrol ediliyor.

Trafik alanındaki çalışmalar, araçlara takılan havalı korna ya da patlak egzozlar dolayısıyla gelen şikayetler üzerine gerçekleştiriliyor. Bu araçların tespiti halinde, emniyetin trafik birimleri aracılığıyla işlem yapılıyor.

Şikayetler “176 Gürültü İhbar Hattı”na telefonla, yazılı dilekçeyle ya da bizzat birime gidilerek yapılabiliyor. Gürültü kirliliğinin tespiti halinde, şikayet kaynağının ortadan kaldırılması ya da izole edilmesi için 30 gün süre veriliyor. Yapılan uyarılara rağmen gerekli düzenlemeyi yapmayanlara, Çevre Kanunu’na dayanılarak ceza kesiliyor. Buna göre, şahıslara 145 milyon 933 bin lira, tüzel kişilere 437 milyon 811 bin lira, 212 sayılı Vergi Usul Kanunu’na göre defter tutma zorunluluğu olan yerlere ise 729 milyon 697 bin lira para cezası uygulanabiliyor.

Kayıtlara göre Gürültüyle Mücadele Birimi’nde, 2003 yılında mevcut eğlence yerlerinin rutin denetimleri çerçevesinde 2 bin 375 çalışma yapılmış. Birime 205 şikayet ulaşmış, denetimler sonucunda 33 işyeri ile vatandaş, kişilerin huzurunu, beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde gürültü yaptıkları için yaklaşık 73 milyar 300 milyon lira para cezasına çarptırılmış.

Sonuç olarak; gürültü sağlık açısından giderek artan bir tehlike oluşturmaktadır ve çözümü de oldukça zor gibi görünmektedir.

Koku Alma ve Sanat

KOKU ALMA VE SANAT 

Sanat, bugün her yerde. Sınır tanımıyor. Çöp de sanat oluyor, para da, çevre kirliliği de, arkeoloji de, koku da. Sanat burnumuzun içinde… 

Koku almayı sanatta ilk kullanan özgünlüğü ile 20. yüzyıla damga vurmuş sanatçılardan Marcel Duchampdır. 1938’de Paris’te düzenlenen Uluslararası Sürrealizm Fuarı’nda yer alan bir enstalasyon, meşe yaprakları, çimen ve eğreltiotu kaplı bir zemin, nilüfer ve sazlıkla doldurulmuş bir gölet ve Brezilya’nın kokusunu yaymak üzere taze kavrulan kahve çekirdeklerini sunar.  Şair Benjamin Péret ise bir kahve kavurma makinesiyle sergi mekânında kahve kokusunun yayılmasını sağlar. Marcel Duchamp, sergiyi daha sürreal kılmak için kahve kokusunun bilinçli olarak ortama verildiğini söyler.

İkinci hareket 1965’te Fluxus kurucu üyesi Takako Saito’dan gelir. Saito sahneye koku şişelerinden oluşan bir satranç çıkartır. Fluxchess adını verdiği bu satrancı New York Soho’daki Flux mağazası için bir başka Flux kurucu üyesi Georges Maciunasa yapmıştır.(2) Baharat satrancı ve koku satrancı için örnek vermek gerekirse, şah şeytantersi diye de bilinen asafoetida adlı baharattan, vezir cayenne biberinden,  fil ise kimyondan yapılmıştır. 

1978’de Belçikalı sanatçı Guy Bleus “Smell Manifesto The Thrill of Working with Odours” (Kokularla çalışmanın heyecanı, koku manifestosu) adlı manifestoyu yayımlar. Bu manifesto ile ilk sergisi de gelir. Sergide kokulu resimler, objeler, aromatik instalasyonlar ve koku performansları vardır.

İki yıl sonra Saint Picasso adlı sanatçı seyircilere Fransa’nın parfümleriyle ünlü kasabası Grasse’da ürettiği parfümleri sıkar ve yanarak koku çıkaran bir zamk ile duvara adını yazar. 1994’te Clara Ursitti adlı sanatçı İskoçya Çağdaş Sanatlar Merkezinde kurguladığı küçük özel odada hareket sensörleri ve koku vericilerle bir performans düzenler. Adını da Kokulu Self-Portre koyar. (3) 

2009 yılında Gugenheim önemli bir koku-müzik etkinliğine sahne olur. Nico Muhly’un bestelediği Scent Opera (Koku Operası) çalınırken, ünlü Fransız parfümcü Christophe Laudamel, 148 koltuğa yerleştirdiği aygıtlarla dinleyenlere değişik kokular püskürtür. Kokular üç değişik grupta sınıflandırılmıştır. Doğal olanlar, sanayii tipi olanlar ve mutlak sıfır grubunda olanlar.(4) 

Brian Goeltzenleuchter ‘Sillage’ adlı eserinde vatandaşlardan çeşitli mahalle kokularını tanımlamalarını ister. Bu kokuları üretip sergi alanına püskürterek izleyicilerin duygularını değerlendirir. Bu sergi 2014’te Los Angeles Çağdaş Sanat Enstitüsü’nde ve 2016’da Baltimore’daki Walters Sanat Müzesi’nde düzenlenmiştir. 

Çek sanatçı Frederico Diaz, Shangai’da 2012’de düzenlediği sergide,  tasarladığı eserle insanların altın bir gözyaşı karşısındaki 5 dakikalık beyin dalgalarının oranına göre bir koku karışımı yaratıp kendilerine hediye eder..

Peter de Cupere, Sissel Tolaas, Guy Bleus, Azzi Glasser, Brian Goeltzenleuchter, Christophe Laudamel, Annick Menardo, Gayil Nalls, Maki Ueda, Clara Ursitti, önemli ‘Olfactory Art’ sanatçılarındandır.  

GEÇİCİ, UÇUCU

Yıllarca boş bir alan olarak kalan koku ile yapılan sanat son yıllarda giderek artmıştır. Performans ve enstalasyonlarla yeni yaratımlara gidilmiştir. Koku geçici olduğundan daha çok performans ve enstalasyonlara yönelmiştir. Koku uçucu olduğu için koku ile yapılan sanat bu nedenle izleyicinden zaman ister, kokunun havaya yayılması sırasında orada olunmasını gerektirir.

Fransız sanatçı Michel Blazy 2000 yılında galerinin duvarlarını havuç ve patates püresi ile kaplar. Taze ve bayatlamış olanlar zaman içinde değişik kokular, renkler almakta, üzerlerinde oluşan küfler de duvarları renk ve koku olarak değiştirmektedir. Blazy’nin eseri gerçekte bir yemek tarifidir. Bunu gerçekleştirmek için herhangi bir girişimi olmaz, sadece tesadüfün, doğanın işini yapmasını bekler. Biraz Duchamp yaklaşımıdır bu. Blazy müze çalışanlarına püreleri nasıl yapacaklarını ve nerelere nasıl süreceklerini söylemiştir. http://www.artwiki.fr/wakka.php?wiki=MichelBlazy

Günümüzün en önemli 10 çağdaş sanatçısı arasında gösterilen, Fransız Sophie Calle,2003 yılında koku ustası Francis Kurkdjian’dan sergisi için dünyayı dolaşmış bir doların kokusunu oluşturmasını ister. Kağıt, yeşil mürekkep, ter ve yağ kokusunun karışımıdır bu… 

Julie Fortier; sanat dünyasına önce fotoğraf ve video ile adım atan, manzara ve performansı deneyen ve süratle yeme-içme sanatına ve ardından da koku sanatına ilgi duyan Belçkalı genç bir sanatçıdır. Olfactory art konusunda önemli işlere imza atmıştır. Aşağıdaki fotoğraf, (La chasse- Av) 2014 yılındaki sergisinden alınmıştır. Sanatçı ürettiği 80 bin değişik kokuyu ince kağıtlara sürüp bir sanat merkezinin duvarına asmıştır. https://www.juliecfortier.net

Eduardo Kac, ‘Osmobox’ ve ‘Feeling of smell’ sergilerini 2014 yılında gerçekleştirmiştir. Kac, Brezilyalı genç bir sanatçıdır. Daha çok internet üzerinde interaktif yaptığı sanatla ve bioart ile bilinir. 80’li yıllarda telekomünikasyon sanatının öncüsü olmuştur. Şimdilerde genetiği ile oynanmış organizmalarla “Transgenetik sanat” diye bir sanat alanına girmiştir. Çeşitli ülkelerde sergiler açan ve Yeşil Fluoresan Tavşan adlı eseri ile adından bahsettiren Kac, olfactory eser olarak osmoboxe dediği koku kutularını yaratmıştır. Dış görünüşleri aynı olan pencereler açıldığında farklı kokular yayılır. Bunlar parfüm değildir, gizli kokulardır. Her kutu farklı koku saldığından ziyaretçi her kutuyu açar. 

http://www.ekac.org/index.html

Ernesto Neto da Kac gibi uluslar arası çağdaş sanat alanında çok tanınan Brezilyalı bir sanatçıdır. Abstre minimalizmin ötesi olarak tanımlanabilen eserleri tüm sergi alanını dolduran yarı-vücut, yarı-mimari, biomorf ve büyük yumuşak heykellerden oluşur. Malzeme, koku, denge ve yer, ana temalarıdır. Seyircisi ile iletime geçmeyi seven eserler yaratan sanatçının heykelleri beyaz poliamidden yapılmış zamk gibi uzayıp şekil değiştirebilmektedir. Sanatçı bunların içini kokulu baharatlarla doldurur. Odorama denilen marjinal sanatsal yaklaşım ise daha çok sinema sanatına eşlik eder. Örneğin Angela Ricci Lucchi’nin yönettiği 1975 yapımı Alice Profumata di Rosa (Gül kokulu Alice) adlı filmde salona koku salınmıştır. 1981 yapımı Polyester adlı John Waler filminde ise içeri girerken seyirciye dağıtılan kartın üzerindeki rakam, filmin uygun yerinde kazındığında pizza, zamk, çiçek ve dışkı kokusu alınmaktadır. 

Aynı oyun TV için de yapılmıştır. Telerama dergisi kartları dağıtmış Televizyonda Nuls ( Hiçler) adlı 1988 yapımı filmi seyreden izleyiciler, Telerama dergisinin dağıttığı  kartı kokladıklarında dışkı kokusuna maruz kalmışlardır. Kanadalı Nguyen’in 2014 yapımı  “Koku” adlı Oscar adayı film ise bu konudaki sanat olmasa bile sanatı anlamamıza büyük katkı sağlayacak bir dokümanter. Koku ile ilgilenen herkesin izlemesi gereken bir film.

http://theempireofscents.com/#movie

Sinemadan tekrar plastik sanatlara dönelim. Sissel Tolaas Norveçli bir kimyager ve provokatör, güzel kokmanın üzerine giden sanatçıdır. Salona elindeki koku şişesiyle girer ve salondakilere “Dikkat edin bu kokuya tahammül etmek zordur” der. Elindeki flakonu açıp içindeki kokuyu salona yayınca izleyiciler çok rahatsız olurlar. Çünkü yayılan koku leş, sıcak kan, barut, ıslak toprak, ter ve çürüme kokularından oluşmuştur. Salondakilerdeki bu kusma derecesindeki rahatsızlığı görür görmez Sissel Tolaas ekşer: “Ben size demiştim rahatsız olacaksınız diye, bu Birinci Dünya Savaşı kokusu çok fena duygular uyandırır”. Alman askeri müzesi tarafından sipariş edilen bu eseri düşünüp ortaya çıkartmak bence en az kimya kadar sanatın da işi. Tolaas varoluşunu simgeleyen sis, yıldırım, yağmur gibi öğelerin üzerine de gidiyor. Burnunu bu meteorolojik etkenleri algılamak üzere kullandığını iddia eden sanatçı bir gün Newton’un kafasına düşen elma durumunda hissediyor kendisini. Bu uyanış bir tutkuya dönüşüyor. 7 senede 7 bin koku yaratıyor. Ardından burnundan haberi olmayan kitleleri uyarmak için çalışmaya başlıyor. Bunun da en güzel yolu sanattır tabii ki. 

Parfüm sanayii sadece güzel kokulara yönelmiş ve tamamen kazanç amaçlı, kendisi koltuğunun arkasına üzerinde No 5 Chanel yazılı bir çöp torbası ile insanlara güzel kokulardan önce kokuları tanımalarını öneriyor. ‘Kokuları iyi veya kötü diye ayırmayalım’ diyor. Kendisi parfüm kullanmıyor, kokulu mum yakmıyor, kendi kokusunu parmak izi gibi üzerinde bulundurmak istiyor. ‘Neden saklamalıyım’ diye de sorguluyor. 1996 yılında Oslo Çağdaş sanat müzesinde aynalı kabinlerdeki koku performansı ile le MoMA à New York, la Fondation Cartier à Paris, la Serpentine Gallery à Londres, Venedik Bienalinde de yükselen yıldız sanatçı oluyor. 2004 yılında uluslararası koku şirketi International Flavors and Fragrances (IFF) kendisinin emrine ortamdaki her kokuyu algılayabilen çok gelişmiş bir araç veriyor. Bu araç hayatını değiştiriyor. Reddettiği parfüm dünyasına mesajlar vermesini sağlayan sanatını ve araştırmalarını bu araçla gerçekleştiriyor. Görsel malzeme ile satüre olmuş dünyanın koku duygusunu uyararak başka bir boyuta geçmesini sağlamaya çalışıyor. Sanatçının bir görevi de insanların uyanışına, varoluşlarını farketmelerine katkıda bulunmak değil midir? Tolaas düşüncelerimizi değiştirmeye devam ediyor. Adidas’tan aldığı kullanılmış ayakkabıların (David Becham’ın ayakkabısı da dahil) içindeki bakterilerden peynir yapıyor. Önce insanlara tadım yaptırıyor, insanlar çok beğendiklerini söyleyince de nasıl yaptığını anlatıyor. İnsanlar bozuluyorlar. Onlara yanındakilerin kokularına tahammül etmeyii öğrenmeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyor.

https://www.lemonde.fr/m-styles/article/2012/11/23/sissel-tolaas-odeurs-detrouble_1794326_4497319.html

Sissel « the FEAR of Smell: the Smell of FEAR » adlı sergisi için 21 paranoyak ruh hastasından aldığı koku örneklerini küçük kapsüllere hapsedip galerinin duvarında sergilemiş bir sanatçı.

https://www.deutschland.de/fr/topic/vie-moderne/life-style-arts-culinaires/lart-de-lodorat

Koku her ne kadar estetik algılama alanından uzun süre çok uzaklarda kalmış ve sanatın yetim çocuğu olsa da sanat için çok önemli, çünkü doğrudan duygulara hitap ediyor. Hep Freudiyen söylentiler ve hayvani duygularla doğrudan ilişkilendirilerek geri planda tutulmuş olsa da yıllar içinde sanat dünyasında hak ettiği yeri bulacağına inancımız tam. Tolaas bu konuda tam gaz ileriyor. Paris havasındaki değişik bölgelerden topladığı kokuları masere edip sergi salonunda bir bar masası üzerinde 21 şişe olarak sergilemiş, adına da ‘SİRAP mon amour’ demiştir. Paris’i tersten yazmış olması dikkatlerden kaçmamıştır.

Bunun üzerine Tolaas’ın Aralık 2014 de İkinci İstanbul tasarım bienalinde yaptığı sergi/manifestoya gelelim. Bu büyük koku tasarımcısı Nasalo Sözlük adını verdiği manifestosunda kötü kokunun olmadığını ancak bu algının düşüncelerimizde oluştuğunu iddia ediyor. Kokuların insanlar tarafından çoğu kez tanınamadığını ve tarif edilemediğini düşünürsek belki bir sözlük işe yarar diye düşünüyoruz. Sözlükte CHIISH : çin dükkanı CLII : doğa DTO : parfüm karışımı ENGEA : sport FIICH : kuş GIISH : para HISIS : at HAQLA : idrar HIIN : büyü anlamına geliyor. Şehirleri, koku duyumu ile yan yana getirerek çalışmak heyecan verici bir harita ortaya koyuyor. 

Sanatta koku konusunda söz kelimeler ve dilden açılınca doğrudan felsefeye doğru bir geçiş olması da beklenir. Chantal Jacquet bu konuda yaptığı çalışmalar sonucu kelimelerle kokular arasındaki ilişkileri kurmuş. Örneğin pü (pürülan, pütrifikasyon) kötü koku anlamına gelir. Putaine (Püten okunur) fahişe demektir yani kötü kokan anlamı çıkar. Buna benzer örnekler ve alt konular Jacquet’nin kitabında bulunabilir. (5) 

Bir diğer genç çağdaş sanatçı “ready-made” koku-heykel çalışmaları ile tanınan Boris Raux’dur. Sanatçı, kötü koku yayan beyaz bir tuvali asarak ziyaretcileri sergi salonundan kaçırmıştır.  Bir sergisinde duvarlara et suyu küpleri yapıştırmış, bir diğerinde  240 kilo kokulu sabundan heykel-merdiven yapmıştır.. Daha sonra marketten aldığı şampuan ve deodoranlardan yola çıkarak renk, şekil ve koku ilişkini irdelemiştir. http://borisraux.com/index.php?/critiques/lart-olfactif-contemporain-le-livre/ Koku ve sanat konusunu inceleyen bu bölüm önümüzdeki yıllarda çok daha genişlemeye adaydır. Sanat ve koku alanında yapılan çalışmalar sınır tanımadan genişlemektedir. İnsana heyecan veren bu genişleme sonucunda önümüzdeki yıllarda koku alanındaki sanatçı ve sanat eserlerin süratle artacağından emin olmamak için hiç bir neden yok. (1) 

Kaynakça 

(1) Salon to Biennial – Exhibitions that Made Art History”, Volume 1: 1863-1959 Hardcover – July 2, 2008 by Bruce Altshuler

(2) Ashraf Osman, Historical Overview of Olfactory Art in the 20th CenturyArchived 2018-01-06 at the Wayback Machine 2013

(3) Ursitti, Clara. “Self Portrait in Scent, sketch no. 1”. 

https://www.wikiwand.com/en/Olfactory_art.

(4) Lubow, Arthur. (2009). The Scent Of Music. New York Mag. 2017-04-06.

(5) Chantal Jacquot; Philosophie de l’odorat 2010 Puf ISBN 2130579140