İnsanı Anlamak

İnsanı Anlamak: Direniş, Ahlak ve İçsel Özgürlük Üzerine Dört Kitaplık Bir Çalışma

Bugün sizlere, insanlık düşüncesini farklı cephelerden ele alan dört önemli eserden yola çıkarak “insan olmanın anlamı” üzerine kapsamlı bir düşünce yürütmek istiyorum. Söz konusu eserler:

  1. Immanuel KantPragmatik Açıdan Antropoloji 
  2. Immanuel KantSalt Aklın Sınırları İçinde Din
  3. Louis LavelleFelsefe ve İçsel Yaşam
  4. Andrea MarcolongoAeneis: Direnme Sanatı

Bu dört eser, farklı dönemlere ve düşünce sistemlerine ait olsalar da, insanlık hakkında bize ortak ve evrensel bir hakikati söylerler:

“İnsan olmak, sürekli bir mücadeledir; insan, kendi doğasıyla, tutkularıyla, kaderle ve kötülükle yüzleşerek insan olur.”

Şimdi, bu ortak hakikati adım adım, her bir kitabın penceresinden anlamaya çalışalım.

I. İnsan, Kendiyle Mücadele Eden Bir Varlıktır

Andrea Marcolongo’nun Aeneis: Direnme Sanatı eseri, Roma’nın kurucusu Aeneas’ın hikayesinden yola çıkarak insanın hayattaki direnişini anlatır. Marcolongo’ya göre, Aeneas sadece bir kahraman değil, her insanın kaderinde saklı olan mücadele figürüdür.

  • Aeneas, Troya’nın yıkılışından sonra yurdundan olur, sevdiğini kaybeder, halkıyla beraber sürgüne çıkar.
  • Fakat tüm bu yıkımlara rağmen ayakta kalır, çünkü insan olmanın özü, yıkıntılar arasından geleceğe yürüyebilmek demektir.

Burada Marcolongo, insanı, düşse de yeniden ayağa kalkabilen, acı çekse de yolundan dönmeyen bir varlık olarak tanımlar. Ve bu “direnme sanatı”, yalnızca bir kahramanlık öyküsü değil, her birimizin günlük hayatında yaşadığı görünmez savaşların adıdır.

Louis Lavelle ise Felsefe ve İçsel Yaşam adlı eserinde, benzer bir kavramı içsel alanımıza taşır:

  • Ona göre insan, yalnızca dış dünyaya karşı değil, kendi iç dünyasına karşı da mücadele verir.
  • İçsel özgürlük, insanın en değerli ve en zor ulaşılan yanıdır.
  • Lavelle, insanın her an kendi varlığını kurmak zorunda olduğunu, yani insanın bir “olma çabası” olduğunu söyler.

Dolayısıyla Lavelle, Aeneas’ın dış dünyadaki direnişini, insanın iç dünyasında, kendi benliğini kurma savaşı olarak yorumlar.

II. İnsan, Ahlaki Bir Varlıktır: Tutkular ve Aklın Mücadelesi

Kant’ın Antropoloji Pragmatik Açıdan eseri, insanı hem doğa yasalarına bağlı bir varlık, hem de akıl ve ahlak sahibi bir özne olarak ele alır.

  • Kant’a göre insan, tutkulara, arzulara ve eğilimlere sahiptir. Bizi harekete geçiren güçlü içgüdülerimiz vardır.
  • Ancak insan, yalnızca bu doğa güçlerinin yönlendirdiği bir varlık değildir. Aklı sayesinde, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilebilir.

Burada Kant, insanı çift kutuplu bir varlık olarak gösterir:

  1. Hayvani yönüyle doğaya bağlı
  2. Aklı ve ahlakı sayesinde doğanın ötesine geçebilen

Kant’ın derin sezgilerinden biri şudur:

“İnsan, kendi içinde bir savaş alanıdır. Tutkularıyla aklı, doğasıyla ahlakı arasında sürekli bir çatışma yaşar.”

İşte bu savaş, insanın asıl mücadelesidir.

III. İnsan, Kötülüğe Eğilimli Ama İyiliği Seçebilen Bir Varlıktır

Kant’ın Salt Aklın Sınırları İçinde Din adlı eseri, insan doğasındaki kötülük sorununu ele alır. Kant’a göre insan:

  • Doğası gereği, kötülüğe eğilimlidir.
  • Bencil çıkarlar, kibir, hırs gibi eğilimler, insanın içinde her zaman mevcuttur.
  • Ancak insanın büyüklüğü, bu kötülüğe rağmen iyiliği seçebilmesidir.

Kant, bu mücadeleyi ahlaki bir savaş olarak tanımlar:

“İnsanın içinde hem şeytani eğilimler hem de ahlaki yasa vardır. Gerçek insanlık, ahlaki yasayı seçebilme cesaretinde ortaya çıkar.”

Burada Kant, insanı basit bir “iyi” ya da “kötü” varlık olarak değil, seçimleriyle insanlaşan bir varlık olarak görür.

IV. Dört Kitabın Ortak Mesajı: İnsan Olmak Bir Mücadeledir

Bütün bu eserleri birleştirdiğimizde ortaya çıkan büyük resim şudur:

  1. Marcolongo ve Lavelle, insanın direniş ve içsel özgürlük yoluyla kendi kaderini inşa edebileceğini gösterir.
  2. Kant, insanın akıl ve ahlak yoluyla tutkularını dizginleyebileceğini ve kötülüğe rağmen iyiliği seçebileceğinianlatır.

Hepsi şunu söyler:

“İnsan, yalnızca doğuştan gelen özellikleriyle değil, mücadele ederek, direnerek, ahlakı ve içsel özgürlüğü seçerek insan olur.”

İnsanın gerçek anlamda insan olabilmesi için, kendini sorgulaması, karanlık yönleriyle yüzleşmesi, doğruyu ve iyiyi seçmek için çaba göstermesi gerekir.

V. Bugün İçin Anlamı: Neden Hâlâ Önemli?

Bu dört kitabın mesajı, bugün bizler için de son derece günceldir.

  • Modern dünyada, savaşlar, krizler, teknolojinin insanı yalnızlaştırması, insan doğasının sınandığı yeni meydan okumalar var.
  • İnsan, tüketim ve haz kültürünün esiri olmaya itiliyor.
  • Bencil çıkarlar, kısa vadeli kazançlar, doğa ve insanın yok sayılması, her gün ahlakın sınandığı sahnelerdir.

Ama tüm bunlara rağmen, insan olmanın özünü, bu dört eser şöyle hatırlatıyor:

“İnsan olmak, kötülüğe ve yıkıma rağmen direnmek, içsel özgürlüğünü korumak, ahlaki olarak doğru olanı seçmektir.”

VI. Sonuç: İnsan, Her Gün Yeniden İnşa Edilmesi Gereken Bir Varlıktır

Sonuç olarak, insan, her sabah yeniden kendini kurması gereken, ahlaki ve içsel bir mücadele içinde var olan bir varlıktır.

“Her insan, kendi içinde Aeneas’tır: yıkıntılar arasından yürüyen, geçmişin yükünü omuzlayan, geleceği inşa etmeye çalışan kişidir.”

Ve Lavelle’in dediği gibi, insan içine dönerse, o derin sessizlikte özgürlüğünü ve hakikatini bulabilir.

“İnsanlık, içsel direnişle başlar.”

Le Grand Héritage; Domaine Bertaud-Belieu, AOP Cote de Provence

Accompagnez-nous dans ce voyage. Un Grand Héritage du Domaine de Bertaud-Belieu

Cette aventure du Domaine de Bertaud-Belieu a commencé il y a 584 ans, en 1340, et se renouvelle chaque année.
Nous sommes les dépositaires d’un immense héritage, que nous protégeons avec le plus grand soin.

Au fil des ans, notre quête de découverte nous mène vers de nouveaux horizons : à la recherche de ce qui nous rend uniques, de ce qui forge notre identité.
Ce qui nous inspire, c’est le respect profond pour notre terroir local, qui nous offre des raisins 100 % frais et authentiques.

Chaque jour, nous vivons une nouvelle exploration : notre terre est un cadeau unique, façonné sans cesse par le rythme des saisons et la main de la nature.

Grâce à la transmission du savoir-faire et des techniques de vinification de génération en génération, nous cherchons sans relâche à créer des vins toujours meilleurs.
Et les médailles d’or que nous recevons témoignent de cette quête d’excellence.

Lorsque nous capturons ce goût unique dans nos raisins, nous le partageons avec nos consommateurs et le célébrons ensemble avec fierté.

Cette recherche est un voyage vers les profondeurs de nos racines, une aventure où chaque instant est précieux, et qui nous rappelle qui nous sommes et pourquoi nous devons toujours être fiers de notre origine.

Car, plus nos raisins sont cultivés avec soin, respect et proximité, plus votre verre sera empli de saveurs exquises.

Ce qui en résulte, c’est un monde de saveurs douces, élégantes et équilibrées, qui offrent à chaque gorgée un plaisir apaisant, rendant la vie plus douce et plus belle.

Chaque jour, nous continuons à explorer notre terroir, pour vous apporter ses merveilles, afin que vous puissiez tisser des liens joyeux et authentiques avec la vie.

C’est notre hommage à la terre.
C’est notre engagement envers les femmes et les hommes.
C’est un voyage enraciné dans notre histoire, un voyage auquel nous vous invitons.

Pour que vous puissiez savourer la douceur de raisins cultivés avec soin et passion depuis tres longtemps.

Yazdan yaza mı? Bütün sene mi?  Pembe şarapta dünya nereye gidiyor..

Küresel Pembe Şarap Pazarı: Yükselen Bir Trendin Anatomisi

Pembe şarap, bir zamanlar sadece yaz aylarına özgü hafif ve ferahlatıcı bir içki olarak görülürken, günümüzde yıl boyunca tüketilen, dünya genelinde giderek daha fazla talep gören bir şarap haline dönüşmüş durumda. Eskiden yaz akşamları güneş batarken aperitif olarak içilen bu pembe renkli şarap artık yemeklere eşlik ediyor ve tüm yıl boyunca sofraları süslüyor.

Bu değişim, tüketici alışkanlıklarındaki dönüşüm, üretim tekniklerindeki yenilikler ve pazarlama stratejilerinin gelişmesiyle yakından bağlantılı.

Son yıllarda pembe şarap pazarı önemli bir büyüme kaydetti. 2022 yılında 3,21 milyar ABD doları değerinde olan bu pazarın, 2030 yılına kadar 5,20 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Bu, yıllık ortalama %5,5’lik bir büyümeye işaret ediyor. Geleneksel olarak Batı Avrupa ve ABD’de yoğun olarak tüketilen pembe şarap, artık Orta ve Doğu Avrupa, Okyanusya ve Brezilya gibi yeni pazarlarda da kendine yer buluyor. Küresel ölçekte, pembe şarap tüketimi 2022 yılı itibarıyla 19,6 milyon hektolitreye ulaştı ve bu, dünya genelindeki sabit şarap tüketiminin yaklaşık %10’una denk geliyor.

Üretim açısından bakıldığında, Fransa küresel pembe şarap pazarında lider konumda. Onu İspanya, İtalya ve ABD takip ediyor. Bu dört ülke, dünya genelindeki pembe şarap üretiminin %71’ini gerçekleştiriyor. Bu da demek oluyor ki, pembe şarabın küresel ölçekte yükselişi büyük ölçüde Avrupa ve Amerika’daki üreticilerin yönlendirdiği bir süreç. 2014 yılında küresel pembe şarap üretimi 24,3 milyon hektolitre olarak hesaplandı ve bu rakamın yıllar içinde artarak devam ettiği görülüyor.

Pembe şarabın tüketici nezdinde giderek daha fazla kabul görmesi, onun esnek ve uyumlu yapısıyla da doğrudan ilişkili. Hafif yapısı ve farklı yemeklerle kolay eşleşebilmesi, pembe şarabı geniş bir kitle için cazip hale getiriyor. Son yıllarda sosyal medya platformlarında “rosé all day” gibi akımların yayılması, bu şarap türünü hem günlük tüketim hem de özel etkinliklerde popüler bir tercih haline getirdi. Bunun yanında, premium segmentteki pembe şarapların yükselişi de dikkat çekiyor. Şarap severler artık daha sofistike ve özgün tatlar arıyor, bu da üreticileri daha özel bağcılık yöntemleri ve nadir üzüm çeşitleri kullanmaya yönlendiriyor.

Ambalaj konusundaki yenilikler de pembe şarabın popülaritesini artıran faktörler arasında. Kutu içinde sunulan pembe şaraplar, genç tüketicilere hitap eden pratik bir seçenek olarak giderek daha fazla tercih ediliyor. Aynı zamanda, sürdürülebilir üretim anlayışının yaygınlaşmasıyla birlikte, çevre dostu ambalajlama çözümleri de pazarda önemli bir yer edinmeye başladı. Bunun yanında, e-ticaretin yaygınlaşması pembe şarabın tüketicilere ulaşmasını kolaylaştırıyor ve şarap severlerin farklı bölgelerden pembe şarapları keşfetmesine olanak tanıyor.

Pembe şarabın geleneksel olarak yaz aylarına özgü bir içki olarak algılanması, son yıllarda kırılmaya başlayan bir kalıp. Fransa gibi ülkelerde pembe şarap tüketimi yılın her dönemine yayılmış durumda. Bu da pembe şarabın sadece sıcak yaz günlerinde değil, yılın her mevsiminde tüketilebilecek bir şarap türü olarak konumlandığını gösteriyor. Özellikle yemek eşleşmeleri konusunda artan farkındalık, pembe şarabın yalnızca hafif yemeklerle değil, daha geniş bir mutfak yelpazesiyle de uyumlu olduğunu ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, pembe şarap pazarı bazı zorluklarla da karşı karşıya. Özellikle geleneksel pazarlarda doygunluğa ulaşılması, üreticileri rekabet avantajı sağlamak için yenilik yapmaya zorluyor. Ayrıca, kırmızı ve beyaz şarap gibi diğer kategorilerle rekabet içinde olması, pembe şarabın kendine özgü bir kimlik yaratmasını gerektiriyor. Üreticiler bu durumu aşmak için yeni üzüm çeşitleri deniyor, üretim süreçlerini geliştiriyor ve organik sertifikalara yönelerek çevre dostu yaklaşımlar benimsiyor.

Sonuç olarak, pembe şarabın küresel pazarda yükselişi devam ediyor ve bu eğilim önümüzdeki yıllarda da sürecek gibi görünüyor. Artık sadece yaz aylarına özgü bir içki olmaktan çıkan pembe şarap, yıl boyunca tüketilen ve şarap kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelen bir içki konumuna ulaştı. Yeni nesil tüketicilerin ilgisi, üreticilerin inovatif yaklaşımları ve dijital satış kanallarının genişlemesiyle birlikte, pembe şarabın önümüzdeki yıllarda da küresel pazardaki etkisini artırması bekleniyor.Yazdan yaza mı? Bütün sene mi?

İçimizdeki ışık , dışımızdaki ışık; Ölçülebilir mi?

İçimizdeki ışık gerçekten ölçülebilir mi? Bu, insanın varoluşunu anlamaya dair en eski sorulardan biridir. Eğer bu ışık, bilincimizin parlaklığı, ruhsal derinliğimiz ya da yaşam enerjimiz ise, onu bir cetvelle, bir terazide ya da bir voltmetreyle ölçmek mümkün değildir. Ancak dolaylı yollardan varlığını hissedebilir, hatta bazı bilimsel yöntemlerle izlerini sürebiliriz.

İnsan beyni, düşüncelerini ve duygularını elektriksel sinyaller aracılığıyla işler. EEG cihazlarıyla bu sinyallerin frekanslarını ölçmek mümkündür. Yüksek zihinsel faaliyet, yoğun bir düşünce akışı, belki de bir tür iç ışık olarak yorumlanabilir. Peki ya hücrelerimizin yaydığı ışık? Bilim insanları, insan bedeninin biyofoton adı verilen çok düşük seviyede ışık yaydığını keşfettiler. Gözle görülmez ama hassas ölçüm cihazlarıyla tespit edilebilir. Bu ışık, hücrelerimizin enerji üretim sürecinden kaynaklanır ve metabolik sağlığımızın bir göstergesi olabilir.

Duygularımız da kimyasal izler bırakır. Mutluluk anlarında salgılanan serotonin, huzur veren oksitosin ya da stres anlarında yükselen kortizol seviyeleri, içimizdeki ışığın ne kadar parlak olduğunu bize dolaylı yoldan anlatabilir. Ancak bunlar sadece biyolojik verilerden ibarettir. Gerçek ışık, belki de bir insanın gözlerindeki parıltıda, sözlerinin yankısında, yaratıcı eserlerinde ya da başka birine dokunduğu anda hissedilen sıcaklıktadır.

Belki de bazı şeyleri ölçmeye çalışmak, onların özünü kaçırmamıza neden olur. Işığımızı metrelerle, grafiklerle ya da formüllerle anlamaya çalışırken, onun en saf halini gözden kaçırıyor olabiliriz. Bazen bir insanın gülümsemesi, ölçülemez ama hissedilir bir ışık yayar. İşte içimizdeki ışık da böyle bir şeydir; bilim onu kısmen tanımlayabilir ama asıl anlamı, onu nasıl yaşadığımız ve paylaştığımızda gizlidir.

Pekiyi Fotoğrafçılıkta Işık Ölçümü nasıl yapılır?
Doğru Pozlamanın Temel Taşı nedir?

Film fotoğrafçılığına yeni başlayanlar için ışık ölçümü, en büyük hayal kırıklıklarından biri olabilir. Ancak aynı zamanda ustalaşılması gereken en önemli becerilerden biridir. Yanlış yapılan ışık ölçümü, boşa harcanan çekimlere ve kaybedilen karelere neden olabilir. Film, dijital fotoğrafçılığa kıyasla çok daha maliyetli olduğundan, hatalar ciddi bütçe kayıplarına yol açabilir. Bu yüzden, doğru ışık ölçümü yapmayı öğrenmek, filmle çekim yaparken en önemli adımlardan biridir.

Işık Ölçer Kullanımı ve Ölçüm Yöntemleri

Işık ölçer, ışığın yoğunluğunu ölçerek doğru pozlama değerlerini belirlemeye yardımcı olan bir cihazdır. Fotoğrafçılıktan sinematografiye, sahne aydınlatmasından bilimsel çalışmalara kadar birçok alanda kullanılır. Temelde iki farklı ölçüm prensibine dayanır: yansıyan ışık ölçümü ve düşen ışık ölçümü.

• Yansıyan ışık ölçümü, ışık ölçerin sahnedeki nesnelerden yansıyan ışığı algılamasına dayanır. Kamera içi pozometreler genellikle bu yöntemi kullanır. Ancak yüzeylerin yansıtıcılığına bağlı olarak hatalı sonuçlar verebilir. Örneğin, parlak yüzeyler pozometreyi yanıltarak gereğinden düşük pozlama değerleri göstermesine neden olabilir.

• Düşen ışık ölçümü ise ışığın doğrudan kaynağından ölçülmesini sağlar ve sahnedeki renk veya yüzey yansımalarından bağımsız olduğu için daha doğru sonuçlar verir. Harici el tipi ışık ölçerler genellikle bu yöntemi kullanır ve daha güvenilir sonuçlar sunar.

Dahili ışık ölçerler bazı durumlarda yeterli olabilir, ancak genellikle harici bir ışık ölçer kullanmak daha hassas sonuçlar almanızı sağlar. Başlangıç seviyesindekiler için Sekonic L-358, hassas ölçümler yapmak isteyenler için ise Sekonic L-508 gibi noktasal ölçüm (spot metering) yapabilen bir model iyi bir seçim olabilir.

Film Fotoğrafçılığında Pozlama Teknikleri

Pozlama ölçüm yöntemi kişisel bir tercih meselesi olsa da bazı temel kurallar vardır. Özellikle siyah-beyaz film çekerken, ışık ölçümünün tam değerinde yapılması büyük önem taşır. Bunun için gri kart kullanımı önerilir. Fotoğrafçılık derslerinde sıkça bahsedilen gri kartlar oldukça ucuzdur ve çantanızda birkaç tane bulundurmak faydalı olabilir.

Renkli filmde ise durum biraz farklıdır. Renkli filmler genellikle aşırı pozlamayı daha iyi tolere eder ve hatta fazla pozlandığında daha iyi sonuçlar verebilir. Örneğin, Fuji 400H gibi bir film kullanıyorsanız, ışık ölçerin ISO değerini 200 olarak ayarlayıp ölçerin verdiği enstantane değerini kullanabilirsiniz. Alternatif olarak, ışık ölçeri filmin kutu hızında (Fuji 400H için 400) bırakıp, ölçümü kubbe içeri çekili ve 45 derece aşağı eğimli yaparak aşırı pozlama elde edebilirsiniz. Farklı kombinasyonlar deneyerek size en uygun tekniği bulabilirsiniz.

Işık Ölçerin Fotoğrafçılıktaki Rolü

Bir sahnenin doğru pozlanması, ışığın doğru ölçülmesine bağlıdır. Fotoğrafçılar ve sinematograflar, ışık ölçerleri kullanarak gölgeleri ve vurguları dengeleyebilir, istenilen atmosferi oluşturabilirler. Günümüzde birçok kamera gelişmiş dahili pozometre sistemlerine sahip olsa da, profesyonel çalışmalar için harici bir ışık ölçer kullanmak hâlâ büyük bir avantaj sağlar.

Işık ölçer, sadece doğru pozlamayı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda ışığın sahne üzerindeki etkisini anlamaya da yardımcı olur. Fotoğrafçının veya yönetmenin yaratıcı kararlarını destekleyen bu cihaz, ışığın görsel anlatım üzerindeki etkisini daha bilinçli bir şekilde kontrol etmeyi mümkün kılar. Film fotoğrafçılığında ışık ölçümünü ustalıkla kullanmak, karelerinizin kalitesini doğrudan etkileyen en önemli unsurlardan biridir. Kaliteli bir ışık ölçer edinerek, farklı pozlama tekniklerini deneyerek ve kişisel stilinize en uygun yöntemi geliştirerek, film fotoğrafçılığının tüm inceliklerini keşfedebilirsiniz.

 

 

Yanılsama mı? Hayal mi?

Yanılsama ve hayal, zihnin gerçekliği algılama ve yorumlama biçimleri açısından farklı iki olgudur. Yanılsama, dış dünyadan gelen duyusal verilerin beynimiz tarafından yanlış yorumlanmasıyla ortaya çıkar. Çoğu zaman istemsizdir ve bireyin kontrolü dışında gelişir. Örneğin, sıcak bir yaz gününde asfaltın üzerinde su varmış gibi görünmesi veya çölde su birikintisi vaha görmek de bir yanılsamadır. Gözlerimiz, ışığın kırılmasını yanlış yorumlayarak olmayan bir şeyi varmış gibi algılar. Optik illüzyonlar, işitsel yanılgılar veya bilişsel çarpıtmalar da bu türden algı hatalarına örnek gösterilebilir.

Öte yandan, hayal insan zihninin yaratıcı ve özgür alanıdır. Hayal kurmak, bireyin bilinçli veya bilinçsiz şekilde zihninde imgeler, senaryolar ve düşünceler üretmesidir. Bir sanatçının eserini yaratmadan önce kafasında tasarladığı sahneler, bir çocuğun gelecekte ne olacağını düşleyerek kendine bir dünya kurması veya bir yazarın yeni bir roman için karakterler kurgulaması, hayalin somut örnekleridir. Hayal kurmak, algının bir yanılgıya uğramasından değil, zihnin özgürce şekillendirdiği imgelerden doğar.

Yanılsama ve hayal arasındaki temel fark, birinin dış dünyaya dayanması ve yanlış algıya yol açması, diğerinin ise tamamen içsel ve yaratıcı bir süreç olmasıdır. Yanılsama, gerçekliği çarpıtır; hayal ise yeni bir gerçeklik yaratır. Çölde serap görmek bir yanılsamadır; zihinde okyanusun dalgalarını hissedebilmek ise bir hayaldir.

Şampanya Dünyasındaki yarış bitmez…

Biraz önce J&N şampanyasının damağımda yarattığı lezzet patlamasının etkisiyle yazdığım ¨Şampanyanın neden şatosu yok¨ yazısının verdiği gazla hemen ardından bir de Şampanya bölgesinin önemli markaları arasında geçen çekişmeli yarışın hikayesini anlatayım. Fransız Şarapları Dergisinden (La RVF) derlediğim  bu yazı için de dergiye teşekkürlerimi ileteyim. Şampanya dünyası, köklü markaların etkisiyle şekillenmiş ve zaman içinde uluslararası bir referans noktası haline gelmiştir. Veuve Clicquot, Taittinger, Ruinart, Bollinger ve Philipponnat gibi büyük isimler, 16. yüzyıldan itibaren öngörüsü yüksek tüccarlar tarafından yaratılmış ve günümüzde şampanya kültürünün vazgeçilmez parçaları olmuştur. 2023 yılı itibarıyla Champagne bölgesinde 34.200 hektar bağ bulunmakta ve 299 milyon şişe şampanya ihraç edilmektedir. Bu üretimin yaklaşık %80’i büyük şampanya evleri ve kooperatifler tarafından gerçekleştirilmektedir.

Bir şampanya markası genellikle kendi bağlarına sahip olsa da, üretiminin büyük bir kısmı dışarıdan üzüm, şıra veya şampanya satın alarak yapılır. Bu tür evler, etiketlerinde “négociant-manipulant (NM)” ifadesini taşırken, kooperatif mahzenleri “coopérateur-manipulant (CM)” olarak adlandırılır. En bilinen kooperatif şampanya markaları arasında Nicolas Feuillatte, Palmer & Co ve Saint-Gall bulunmaktadır.

Şampanya markalarının değerlendirilmesi uzun soluklu bir çalışmayı gerektirir. On yıldır yapılan kör tadımlar, açık etiketli değerlendirmeler ve  yukarıda bahsettiğim La Revue du Vin de France’ın (RVF) (bağlantısını da şuraya koyayım https://www.larvf.com/) yıllık şarap rehberleriyle oluşturulan analizler, Eylül 2024’te gerçekleştirilen tadım çalışmasıyla güçlendirilmiş. Bence çok değerli bir tablo ortaya çıkmış. Yazımın sonunda da bu tabloyu sizinle paylaşıyorum. Değerlendirmede en önemli kriterler arasında, şampanya evinin yıllar boyunca sergilediği tutarlılık, ürün gamının homojenliği ve her yılın karakterini yansıtma yeteneği yer almaktadır.

Özellikle brut non-millésimé kategorisinde yapılan değerlendirmelerde, her şampanya evinin kendine özgü tarzı ortaya çıkmaktadır. Bollinger’in şarap dolgunluğu, Louis Roederer’in keskin köpük yapısı, Philipponnat’ın dinamik dokusu ve Drappier’in canlı aromaları, bu şampanyaların ne denli özgün ve karakteristik olduğunu göstermektedir. Son yıllarda, daha olgun ve dengeli şampanyalara doğru bir eğilim gözlemlenmektedir. Üzümlerin daha iyi olgunlaşması ve bağ ile mahzende uygulanan teknik yenilikler, bu değişimin arkasındaki başlıca etkenlerdir. J&N Şampanyanın olağanüstü özelliklerini bir önceki yazıda paylaştım.

Ancak şampanya fiyatlarındaki sürekli artış, bu içkinin erişilebilirliğini azaltmaktadır. Son on yılda, Ruinart’ın brüt şampanyasının fiyatı 40 avrodan 60 avroya yükselmiştir. Günümüzde büyük markaların brut şampanyalarının çoğu 40 avrodan başlarken, prestijli cuvée’ler 100, 200 hatta 300 avroya kadar çıkmaktadır. Bu fiyat artışının temel sebepleri arasında, üzüm fiyatlarının kilogram başına 6 avrodan 10 avroya kadar yükselmesi ve büyük evlerin şampanyayı lüks bir ürün olarak konumlandırma stratejisi bulunmaktadır. Ancak bu durum, Bordeaux şaraplarının 2000’li yıllarda yaşadığı gibi, klasik şampanya tüketicisinin bu şampanya tüketiminden uzaklaşması anlamına da gelebilir. Tanrı üreticiyi böylesi belalardan korusun.

Şampanya dünyasında son yıllarda birçok harika hasat yılı var. 2012, 2013, 2014, 2016, 2018 ve yakında piyasaya sürülecek 2019 yılı, büyük şampanya evleri tarafından millésimé olarak değerlendirilmiştir. Bu kısa aralıkta bu kadar büyük şampanyaların ortaya çıkması geçtiğimiz yüzyıllara baktığımızda olağan üstü bir durum gibi duruyor. Burada iklim koşullarının değişmesinin önemli yeri olabileceği görüşü yaygınlık kazanmış durumda. Ancak 2011 ve 2015 yılları biraz şüpheler gibi durmaktadır. 2011 yılının şarapları genellikle topraksı tatlar içerirken, 2015 ürünleri bitkisel notalar ve acılık göstermektedir. Buna rağmen, bu yıllara ait şampanyaların piyasada yine yüksek fiyatlarla satılmakta olması da pazarlama harikası olarak görülebilir.

Prestijli cuvée’ler (Bakınız yazının sonundaki NOT*) ise her zaman şampanya dünyasının en üst seviyesini temsil etmektedir. Bu şampanyalar, en iyi bağlardan gelen üzümlerle üretilir ve bazen on yıldan fazla mahzende olgunlaştırılır. Bu kategori, büyük şampanya evlerinin en yüksek kaliteyi sunmak için oluşturduğu özel üretimlere ev sahipliği yapar. Çoğu, yirmi yıl ve daha fazla yıllandırılabilecek kapasitededir. Bazı büyük şampanya evleri, mahzenlerinden yüz yıllık şampanyalar bile çıkarabilmektedir.

Şampanya dünyasındaki büyük markalar, rekabet içinde konumlarını koruma çabası içerisindedir. Charles Heidsieck, Billecart-Salmon ve Ruinart gibi markalar yüksek kalitesini sürdürmeye devam etmektedir. Öte yandan, Philipponnat gibi markalar, 2013’te 13. sıradayken bugün ilk 5’e girerek büyük bir çıkış yakalamıştır. Leclerc-Briant, 2012’de yeni sahipleri tarafından devralındıktan sonra önemli bir yükseliş göstermiş ve 16. sıraya yerleşmiştir. Bunun yanı sıra, yalnızca roze şampanya üreten ve Brad Pitt’in Perrin ailesi ve Rodolphe Péters ile iş birliği sonucu doğan Fleur de Miraval markası, kısa sürede 15. sıraya yükselerek dikkat çekici bir başarı elde etmiştir. Bakalım J&N marka şampanya bu listeye ne zaman girecek. Şampanya uzun süre bekletilecek bir içecek olmadığından ben onları kısa sürede tüketmeyi planlıyorum.

Sıralamada dikkat çeken bir başka değişim ise, 2013’te birinci sırada yer alan Louis Roederer’in liderliği Krug’a kaptırmasıdır. Krug’un 120 rezerv şarabının mükemmel uyumuyla oluşturduğu harmanlar, markayı zirveye taşımıştır. Cristal 2016, 99/100 gibi neredeyse kusursuz bir puan almasına rağmen, Krug’un içinde barındırdığı mükemmel uyumu ve dengesi onu birinci sıraya yerleştirmiştir.

Şampanya dünyası, hem kalite hem de fiyat açısından büyük bir dönüşüm yaşamaktadır. Geleneksel markalar kendilerini korurken, yeni oyuncular pazara girerek rekabeti artırmaktadır. Şampanyanın erişilebilirliği giderek azalırken, bu içkinin lüks algısını güçlendirmek için stratejik hamleler yapılmaktadır. Ancak fiyatların sürekli yükselmesi, şampanya severlerin bu içkiden uzaklaşmasına neden olabilir. Bu konuya bütün üreticilerin dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Önümüzdeki yıllarda, bu gelişmelerin, dünyanın ekonomik ve sosyopolitik gidişatının şampanya kültürünü nasıl şekillendireceği merakla beklenmelidir.

Şampanya Dünyasındaki yarış bitmez!

Size 10 yıl ara ile yapılmış sıralamanın tablosunu buraya koyuyorum.

Not* 

Cuvée, şarapçılık dünyasında sıkça duyulan ancak anlamı bağlama göre değişebilen bir terimdir. En genel anlamıyla, belirli bir şarap çeşnisi veya özel bir harmanı ifade eder. Fransız kökenli bu kelime, özellikle köpüklü şarap üretiminde büyük bir önemi vardır.

Bir şarap üreticisi, en kaliteli üzümlerden elde ettiği şaraba ayırt edici bir kimlik kazandırmak için “Cuvée Prestige” ya da “Grande Cuvée” gibi adlar verir. Burada cuvée, üreticinin en seçkin harmanını, özenle belirlediği üzüm oranlarını ve belirli bir üretim yöntemini ifade eder. Şampanya dünyasında ise bu terim çok daha teknik bir anlam taşır. Şampanya üretiminde üzümler preslendiğinde elde edilen ilk şıra, yani en saf ve asidik denge açısından en değerli kısım “cuvée” olarak adlandırılır. Bu nedenle, prestijli şampanyalar genellikle bu ilk presleme şırasından üretilir.

Bordeaux ve Burgonya gibi bölgelerde cuvée, farklı yıllara veya bağlara ait şarapların ustaca harmanlanmasıyla oluşturulan özel bir karışımdır. Özellikle köpüklü şarap üretiminde, farklı yıllara ait  şarapların bir araya getirilerek dengeli ve tutarlı bir tat profili oluşturulması oldukça yaygındır. Bu yöntem, her yıl aynı kaliteyi ve karakteri korumak isteyen büyük üreticiler tarafından  tercih edilmektedir.

Cuvée terimi bazen sofra şarapları veya hatta bira ve konyak gibi diğer alkollü içkiler için de kullanılır. Ancak bu durumda genellikle üreticinin kendine özgü bir harmanı ya da sınırlı üretimde sunduğu özel bir seçki anlamına gelir. Dolayısıyla cuvée, genelde yüksek kaliteyi ve belirli bir ustalığı ima eden bir terimdir. Fransa’nın yanı sıra İtalya, İspanya ve hatta Yeni Dünya şarapçılığında da kullanılan bu kelime, şarap severler için bir şişenin içeriğine dair önemli ipuçları verir şarabın veya şampanyanın üst kalitede olduğunu gösterir.

 

 

4o

Şampanya üreticisine neden Chateau veya Domaine yerine Maison (Ev) u layık görmüşler??

Geçen hafta keşfettiğim olağanüstü özelliklere sahip, kalite/fiyat dengesi de aynı şekilde muhteşem şampanyayı içtiğimden beri şampanyaya geri döneyim dedim. Şampanyayla ilgili kafamı kurcalayan sorulara cevap arayayım istedim. Ama önce şu çok beğendiğim J&N Champagne ile sizi tanıştırayım. Bu şampanya Grand Cru topraklardan geliyor. Kısaca asil diyebilirsiniz. Sonra Blanc de Blanc yani % 100 Chardonnay üzümlerinden yapılmış, bölgede izin verilen diğer üzümler şişeye girmemiş. Konuyu açayım biraz;

Blanc de Blancs,  sadece Chardonnay’den yapılan bir şampanya türüdür. Türkçede kelime anlamı “beyazdan beyaz”dır. Bir de Blanc des Noir var ki o da Pinot noir ve Pinot Meunier gibi siyah üzümlerden yapılan şampanyadır.Blanc de Blanc’ların tamamen Chardonnay den yapılma  özelliği, ona daha narin, zarif ve mineral yapılı bir karakter kazandırır.

Blanc de Blancs, genellikle ferahlatıcı bir asiditeye ve ince, zarif bir köpüğe sahiptir. Tadı, limon, yeşil elma, beyaz çiçekler ve badem gibi taze ve hafif aromalarla öne çıkar. Kireçtaşı bakımından zengin topraklarda yetişen Chardonnay üzümleri, bu şampanyaya belirgin bir mineralite kazandırır. Yıllandıkça, bal, tereyağı ve fındık, kızarmış ekmek gibi daha kompleks aromalar geliştirir. Özellikle Côte des Blancs bölgesi, en rafine Blanc de Blancs örneklerinin üretildiği yer olarak bilinir. Nitekim kutlamalar için bir kenara stokladığım J&N Champagne’larım Cote des Blanc bölgesinden. Buraya tabii ki bir de Grand Cru kavramını da yerleştirmemiz gerekiyor.

Grand Cru: Champagne bölgesinin en güzel toprakları. 

Şampanya’nın gizemli toprakları, üzüm bağlarının ötesinde bazı sırları taşır. Bu sırlar, doğanın ve insan emeğinin mükemmel bir uyumu olduğun  bize gösterir. Grand Cru… Sadece iki kelime, ama yüzyılların birikimini, bağ bozumlarının özenini ve kireçtaşı damarlarının içindeki hikayeyi bize anlatmaya çalışır. Bazılarımız bunu çok iyi anlar.

Şampanya bölgesinde Grand Cru toprakları, zamanın sınavından geçmiş, doğanın en cömert armağanları ile  bezenmiştir. Toprak burada sadece bir zemin değil, bir bellektir. Üzümler, köklerini bölgenin kireçtaşlı topraklarının içine gönderir, geçmişin izlerini emer ve geleceğe taşır. Kireç taşlı topraklarda kireç ne kadar yüksek ise buradan gelen şampanyaların asiditesi ve mineralitesi o kadar kendine özgü özellikler taşır. J&N şampanyalarında bü özelliklerin hepsi buluşmuş diyebilirim. Ambonnay, Avize, Aÿ… Bu gibi köy isimleri ve bu köylerin bağlarının bize üfledikleri fısıltılar gibidir. İşte benim şampanyaların geldiği Chouilly köyü Grand Cru toprakları , kusursuz köpüğün doğduğu kutsal topraklarıdır. Sadece 17 tane köyün puanlı Grand Cru statüsünde olduğunu bilmek ve içtiğiniz şampanyanın da bu köylerden birinden geldiğini  bilmek insana hoş geliyor doğrusu,  J&N şampanyası Chouilly köyünden Grand Cru. Bir şişenin üzerinde “Grand Cru” ibaresini görmek, bir garanti işaretidir.  Saflık, rafinelik ve büyük bir dengede işaretidir. Bir zarafettir…. Yudumlandığında sadece bir tat değil, terroir’in ruhu hissedilir. Asiditenin  canlılığı, mineralliğin tuzlu dokunuşu ve ipeksi baloncukların hafifliği ve uzun süre devam etmesi Grand Cru’nun kutsal üçlüsüdür.

Zaman her şeyi değiştirir; ama Grand Cru topraklarında şampanya, zamana karşı koyan bir içecek olur,  bayram havası estirir. Bir damla şampanya, yüzyılların yankısı haline gelir.

J&N Grand cru şampanya , özellikle deniz mahsulleri ile mükemmel bir uyum sağlıyor. İstiridye, karides ile eşleştirdim. Mükemmel bir uyum hissettim. Deniz tarağı gibi yiyeceklerle birleştiğinde tazeliğini ve canlılığını ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. Yumuşak dokulu peynirler ve beyaz soslu makarnalar da ona eşlik edebilece tahmin ediyorum.

J&N şampanyanın üçüncü özelliği ve güzelliği yaygın damak lezzetini tatmin eden Brut kategorisinde yani şeker miktarı (dozaj olarak da tabir edilir)  6 gr/lt nin altındadır.

Şimdi gelelim benim ilk soruma Şampanya üreticilerine neden Chateau veya Domaine denilmemiştir, denilmez?

Şampanya üreticilerine neden domaine veya château denilmediğini anlamak için bölgenin tarihine, üretim modeline ve hukuki düzenlemelere bakmak gerekir. Şampanya bölgesi, Fransız şarapçılığında kendine has bir konuma sahiptir ve üretim modeli diğer bölgelerden oldukça farklıdır.

Öncelikle, Şampanya’da şarap üretimi tarih boyunca büyük şampanya evleri (Maison de Champagne) etrafında şekillenmiştir. Moët & Chandon, Veuve Clicquot ve Bollinger gibi büyük üreticiler, yıllar boyunca farklı bağlardan aldıkları üzümleri kullanarak belirli bir tarzı ve kaliteyi korumaya çalışmışlardır. Oysa Burgonya gibi bölgelerde şarapçılık daha bireyseldir; burada üzüm yetiştiren bağ sahipleri, bağlarının adıyla anılan domaine kavramını benimsemişlerdir. Şampanya’da ise üretimin bu şekilde bireyselleşmesi nadiren görülür. Küçük üreticiler bile genellikle büyük evlere üzüm verirler ya da kendi şampanyalarını üretirken bile büyük evlerin geleneksel sistemine bağlı kalırlar.

Bordeaux’ya baktığımızda, burada château teriminin daha yaygın kullanıldığını görürüz. Bunun en önemli sebebi, Bordeaux’daki büyük malikanelerin yüzyıllardır bağcılıkla özdeşleşmiş olmasıdır. Oysa Şampanya bölgesinde büyük malikaneler yerine, üreticiler genellikle küçük köylerde veya şehir merkezlerinde yer alır. Şampanya üretimi için bağların yakınında görkemli şatolar inşa edilmemiştir; üreticiler, kireçtaşı mahzenlerde yıllandırdıkları şampanyalarıyla ünlüdür. Dolayısıyla, Bordeaux’daki gibi bir château kültürü Şampanya bölgesinde  hiçbir zaman gelişmemiştir.

Bu ayrımın bir başka sebebi de hukuki düzenlemelerdir. Fransa’daki şarap terimlerini düzenleyen Institut National de l’Origine et de la Qualité (INAO), belirli kelimelerin kullanımını sıkı şekilde kontrol eder. Nasıl şampanya kelimesini şampanya dışında üretilen bir köpüklü şarap için kullanamazsınız, oysa fransa da 17 başka bölgede köpüklü şarap üretilmektedir. Belki bazıları Şampanya bölgesi köpüklüleriyle yarışa bile kalkışabilirler. ama onlara Cremant denilip geçilir. Alsace Cremant’ı Bourgogne Cremant’ı hatta Bordeaux cremanı da çok iyi köpüklü şaraplardır. Hepsi çelik tanka basılmış CO2 li köpüklülerden üstündürler.

Şampanya bölgesinde château kelimesinin kullanılmaması, hem tarihsel bir geleneğin olmamasından hem de INAO’nun köpüklü şaraplarda bu terimi yasaklamasından kaynaklanmaktadır. Burgonya ve Bordeaux, bu terimleri yıllardır kullanılageldiği için  Şampanya için böyle bir durum söz konusu değildir. Bölgelerin birbirlerinden rol kapmaya çalışması hoş değildir.

Ancak Şampanya’nın  da kendi terimlerini geliştirmediği anlamına gelmez. Bölgedeki büyük üreticiler kendilerini Maison de Champagne olarak tanımlarken, küçük üreticiler farklı kategorilere ayrılmıştır. Kendi üzümlerini yetiştirip, şaraplarını kendileri üretenler Vigneron Indépendant veya Récoltant-Manipulant (RM) olarak anılır. Ayrıca, Şampanya’da belirli ve sınırlı bir bağdan elde edilen özel üretimler için Clos terimi kullanılmaktadır. Örneğin, Krug’un ünlü Clos du Mesnil veya Philipponnat’ın Clos des Goisses şampanyaları bu kategoriye girer.

Sonuç olarak, Şampanya bölgesi, Bordeaux ve Burgonya gibi bölgelerden farklı bir şarap üretimi anlayışına sahiptir. Şarapçılığın burada evrimleşme biçimi, domaine veya château yerine maison, récoltant-manipulant ve clos gibi kendine özgü terimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu da Şampanya’nın neden şarap dünyasında kendine özgü ve ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu anlamamızı sağlar.

Bundan sonraki bölümde yine Şampanya bölgesine ve ünlü şampanya markalarını yıllar içindeki kıtasıya yarışına bakacağız. Bol şampanyalı, bol kutlamalı günler dilerim.

Kadehinizden şampanyanız eksik olmasın, köpükleri de saatlerce yükselmeye devam etsin.

Not: Aşağıdaki görsellerin 4 tanesi J&N şampanyaların flyer’ınden son iki tanesi ise benim Midjourney tasarımlarımdan. Son zamanlarda şarap etiket ve şişe tasarımına kafayı takmış durumdayım.

.

Günümüzde gençler alkole nasıl yaklaşıyor…

Gençler ve Alkollü İçecekler: Tercihler Nasıl Şekilleniyor?

Wine Paris etkinliği kapsamında, Le Figaro Vin 18-25 yaş arası gençlerin içki tercihlerini inceleyen bir araştırma gerçekleştirdi. Bu jenerasyonun tüketim alışkanlıkları oldukça çelişkili görünüyor: Sorumlu bir tüketim anlayışı benimserken, hızlı ve aşırı alkol tüketimine de yatkınlar. Yerel üretime ilgi gösterirken küresel markaları da tercih ediyorlar. Büyük şarap deneyimlerine değer verseler de bütçeleri genellikle kısıtlı.

Gençlerin alkol tüketimi son altmış yılda %60 oranında azaldı (INSEE verilerine göre), ancak sektör için yeni tüketicileri kazanmanın yolu, onların damak zevkine hitap etmekten geçiyor. Gen Z’nin viskilere, biralara ve düşük alkollü içeceklere ilgisi yüksek olsa da Fransız şaraplarına duydukları bir ilgi de söz konusu.

Skema Business School Lille’in şarapçılık derneği Gargantue’Sk’in başkanı Martin Trichard, öğrencilerin Bordeaux şaraplarına yöneldiğini, başlangıç seviyesindekilerin genellikle Bordeaux şaraplarından başladığını belirtiyor. Sonrasında Bourgogne, Champagne ve Rhône Vadisi kırmızılarına ilgileri artıyor. İşletme okullarında şaraba olan ilginin azaldığı pek doğru değil; 500 öğrenciden 200’ü şarap klübünün yönetimine katılmak için başvurmuş.

Bu klüp  sadece tadım etkinlikleri düzenlemiyor, aynı zamanda öğrencileri doğrudan şarap üreticileriyle buluşturuyor.

Klüp, yıl boyunca 10 Euro gibi sembolik bir ücretle sınırlı kontenjanlı tadım etkinlikleri düzenliyor. Katılım yoğun ve gençler, uygun fiyatlı kaliteli şarapları deneyimleme fırsatı buluyor.  Champagne de Venoge, Pol Roger, Château Lagrange, Château Desmirail, Marrenon Bağları ve Gérard Bertrand gibi önemli üreticiler desteklerini koymuşlar.

Bütçe, gençlerin içki tercihlerini önemli ölçüde etkiliyor. Küçük gruplar bir araya geldiğinde kaliteli şaraplar açıldığını, ancak büyük etkinliklerde ekonomik içkilere yöneliniyor.  Büyük gruplarda daha çok kokteyl bazlı içkilere yönelmak daha iyi oluyor; tequila sunrise, vodka-elma veya viski-kola tercih ediliyor.

Biranın Yükselişi

Gargantue’Sk, beş yıl önce pôle biérologie adında bir bira kulübü kurdu. Lille, bira üretimiyle ünlü bir bölge olduğu için bu girişim büyük ilgi gördü. Skema Lille öğrencisi Pierre-Louis Bouillot, yerel üretimin çeşitliliğini keşfetmenin kendisi için öğretici bir deneyim olduğunu söylüyor. Ancak birçok genç gibi o da bütçesini gözeterek hareket ediyor: “Perşembe akşamı uygun fiyatlı bir şeyler içmek bana cazip geliyor, ancak ertesi gün sosyal medyada gösterişli bir şarap şişesi paylaşmak daha da hoşuma gidiyor ” diyor

Montpellier’de edebiyat okuyan Louise ise daha temkinli bir tüketici. “Arkadaş ortamında genellikle beyaz şarap içiyorum, yazın rosé tercih ediyorum. Ama baş ağrısı yaşamamak için aralarda su içmeye dikkat ediyorum.” Bu bilinçli yaklaşım, toplumun genelinde artan sorumlu tüketim eğilimlerine denk düşüyor.

Gençler ve Alkol: Tüketim Alışkanlıkları Değişiyor mu?

Son yıllarda, gençlerin ilk alkol deneyimi giderek daha geç yaşta gerçekleşiyor. 2022’de Fransız Uyuşturucu ve Bağımlılık Eğilimleri Gözlemevi’ne göre, 18 yaş altındaki gençlerin %19,4’ü hayatlarında hiç alkol tüketmediğini belirtti. Bu oran, 2017’ye kıyasla 5 puanlık bir artış gösteriyor.

SoWine/Dynadata 2024 barometresine göre, 18-25 yaş arası gençler alkollü içeceklerden en fazla uzak duran grup. Bu yaş grubundakilerin %48’i alkol tüketmezken, genel yetişkin nüfusta bu oran %37.

Sosyolojik Bir Bakış

Poitiers Üniversitesi sosyologlarından Nicolas Palierne, gençlerin alkol tüketiminde iki zıt eğilim gözlemliyor:

• Bir grup genç sağlığına dikkat ederek tamamen alkol tüketiminden kaçınıyor.

• Diğer bir grup ise aşırı ve bilinçsiz alkol tüketimine yöneliyor. Şarap, bu tüketimde nispeten daha az yer alıyor.

Palierne’ye göre, şarap genellikle aile içinde ilk kez deneyimlenen bir içki olsa da gençlerin hayatına ancak iş dünyasına atıldıklarında geri dönüyor. “Gençler için içki kültürü, kaliteye değil, içkinin yarattığı etkiye dayanıyor,” diyor.

Cinsiyet faktörü de tüketim alışkanlıklarını şekillendiriyor:

• Kadınlar partilerde daha çok şarap tüketirken, erkekler sert içkilere yöneliyor.

• Eğitim seviyesi arttıkça kadınların alkol tüketimi yükseliyor.

• Erkeklerde ise eğitim düzeyi arttıkça içki tüketimi daha kontrollü hale geliyor.

Alkolsüz İçkilere Artan İlgi

24 yaşındaki elektronik eşya satıcısı Florent, alkolsüz biraların alkol içerenlere oldukça benzediğini belirtiyor: “Sarhoşluğu özleyebiliyorum ama tat olarak farkı çok az.”

Alkolsüz şaraplar konusunda ise durum daha karmaşık. 2024’te yapılan bir araştırmaya göre, bu içecekleri tüketenlerin %55’i 18-34 yaş arasında. Ancak gençler, toplam alkolsüz şarap tüketicilerinin yalnızca %25’ini oluşturuyor.

Alkolsüz bira Fransa’daki toplam bira pazarının %3,6’sını oluştururken (Hollanda’da %7), alkolsüz şarap hâlâ marjinal bir ürün olarak kabul ediliyor. Ancak bu segment hızla büyüyor; 2023’ten bu yana çift haneli büyüme oranları kaydedildi.

Hazır Kokteyller ve Küresel Trendler

Düşük alkollü hazır kokteyller (ready-to-drink) Fransa’da henüz yaygınlaşmasa da ABD’de büyük bir pazar payına sahip. Dünyanın en büyük şarap üreticilerinden Gallo, bu alana büyük yatırımlar yaparken, Coca-Cola 2024 sonbaharında Bacardi ile iş birliği yaparak içki pazarına adım attı.

Geleneksel tatlarla modern eğilimleri birleştirmek, içki sektörünün genç nesle ulaşmasını sağlayan en etkili strateji olarak görülüyor. Görünen o ki, alkollü içecek markaları “geçmişten aldığını geleceğe uyarlamak” zorunda.

Hayalle uyanıklık arasında; hepimiz ışığı görmek isteriz. All we imagine as light filmi ve Hint sineması hakkında…

Bazen hayalle uyanıklık arasında kaldığımız olur işte o zaman hepimiz karanlığı değil ışığı görmek isteriz. Ancak ışığı önce horoz görür; sabah ışığını gördüğü an sevinçten çığlıklar atar, bizleri de güzel uykumuzdan uyandırır. Fransız kültüründe horoz, Fransa’nın tek  amblemi olmasa da önemli bir sembol olarak yer alır. Bu seçimin, ışığı ilk gören hayvan olmasına dayandırıldığını söyleyenler vardır.

Payal Kapadia’nın 5 yıl boyunca çekip 2024 yılında gösterime soktuğu “All We Imagine as Light” (Aydınlık Hayallerimiz) adlı film, bir yanılsamadan uyanışı anlatan bir yapım olarak öne çıkıyor. Sinemada çeşitli türler mevcut: Korku, drama, gerilim, toplumsal, aksiyon, macera, bilim kurgu, fantastik, polisiye, komedi, romantik, müzikal, savaş, western gibi. Bu türlerin kombinasyonlarıyla da karşılaşırız; örneğin bilim kurgu ve gerilim (“Inception”, 2010), korku ve komedi (“Shaun of the Dead”, 2003), dram ve suç (“The Irishman”, 2019), romantik ve komedi ise (“Notting Hill”, 1999) olarak sıralanabilir. Filmin isminde de bir sıkıntı olduğunu düşünüyorum. Belki Ïşık olan hayaller veya Ïşık diye hayal ettiğimiz her şey¨olarak çevrilseymiş filme daha çok uyarmış.

Spoiler vermenin yasak olup olmadığına dair kesin bir görüş yoktur,  genellikle yazısız bir kural olarak kabul edilir. Bu neden filmi bu yazımda çözümlemeye çalışacağım. Öncelikle “All We Imagine as Light”, bir illüzyondan ya da bir yanılsamadan uyanma filmi olarak tanımlanabilir.

Filmleri bir cümleyle özetlemeyi seviyorum. Örneğin, geçen gün izlediğim Lucretia Martel’in “La Ciegala” yani “Bataklık” (2001) filmi, bana göre “Hayat basittir, ciddiye almayın. Her şeye rağmen hayat devam eder, olacak olan olur” filmidir.

Bu film de bir illüzyondan uyanış hikayesidir. Hintli genç yönetmen Payal Kapadia, Mumbai’de yaşayan ve arkadaşlık bağıyla birbirine bağlı üç farklı yaştaki kadını anlatır. İlk yarıda, belgesel ve kurgu arasında gidip gelen sahnelerle onların bir illüzyon içinde yaşadıklarını anlıyoruz. İkinci yarıda ise Payal, onları bu yanılsamadan uyandırır.

Hint sineması çok ilginçtir. Sinema tarihinin çok erken dönemlerinde film çekilmeye başlanmıştır. Hindistan sinemasının ilk filmi, “Raja Harishchandra”dır. 1913 tarihinde yönetmen Dadasaheb Phalke tarafından çekilmiştir. Sessiz bir film olup, mitolojik drama tarzındadır ve dili Marathi ile İngilizce olarak hazırlanmıştır.

Bu film, Hint mitolojisindeki dürüstlüğü ve erdemiyle bilinen Raja Harishchandra’nın hikâyesini anlatır. Tamamen Hindistan’da çekilen ve yerli yapım olan ilk uzun metrajlı film olarak kabul edilir. Filmde kadın rollerini erkek oyuncular üstlenmiştir, çünkü o dönemde Hindistan’da kadınların sahneye çıkması uygun değildi. Aslında bugün bile, kadın hakları konusunda Türkiye’nin gerisinde olan Hindistan bizimle karşılaştırıldığında, bazı haklar açısından önemli farklar bulunmaktadır. Örneğin kadınların seçme ve seçilme hakkı Türkiye’de 1934’te, Hindistan’da ise 1950’de verilmiştir. Kadınların iş gücüne katılım oranı 2023 itibarıyla Türkiye’de yaklaşık % 34 iken, Hindistan’da bu oran % 25’tir. Eğitimde cinsiyet eşitliğinde de Türkiye, kız çocuklarının okullaşma oranı % 95 iken, Hindistan’da % 90’dır. Türkiye’de kadınlar doğum kontrol hizmetlerinden ücretsiz yararlanabilmekte, kürtaj isteğe bağlı olarak 10 haftaya kadar yasal iken, Hindistan’da kürtaj 24 haftaya kadar yasal olmasına rağmen, bu hizmete erişim özellikle kırsal kesimlerde oldukça sınırlıdır. Kadınların mülkiyet ve hukuki hakları, siyasette temsili gibi konularda da iki ülke arasında çok açık bir fark olmasa da Türkiye daha iyi bir durumdadır.

Neyse, konumuza dönelim! Hint sinemasının “babası” olarak anılan Dadasaheb Phalke, bu filmi çektikten sonra Hindistan’da sinema endüstrisinin temelini de atmıştır. Bugün Hint film endüstrisi dünyanın en büyüklerinden biri olarak kabul edilir. Mitolojiden moderniteye, Hint sineması binlerce yıllık anlatı geleneğine sahip bir medeniyet olarak, sinema sanatıyla da benzersiz bir harmoni kurmayı başarmıştır. Hint sinemasının tarihi, yalnızca teknik ilerlemenin değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümlerin ve kültürel kırılmaların bir yansımasıdır. Bu serüven, sessiz görüntülerle başlayan ve küresel ölçekte ses getiren büyük bir endüstriye evrilmiştir.

Hint Sinemasının Türleri ve Bölgesel Çeşitliliği; Bollywood başta olmak üzere çeşitli yörelerdeki film endüstrilerini barındırır. Mumbai merkezli Bollywood, Hindistan’ın en büyük film endüstrisi olarak müzikal filmler, dans sahneleri ve melodramlar ile tanınır. Yıldızlar Aamir Khan, Shah Rukh Khan ve Salman Khan gibi isimler Bollywood’un uluslararası yüzünü oluşturur. Tamil Nadu eyaletindeki Chennai merkezli Tamil Sineması, yani Kollywood ise Rajinikanth ve Kamal Haasan gibi efsanevi oyuncuları barındırırken daha felsefi ve sosyal eleştirel filmlere odaklanır. Telugu Sineması veya Tollywood, Andhra Pradesh ve Telangana’da güçlü bir endüstri olarak büyük bütçeli aksiyon filmleri ve Baahubali serisi ile dünya çapında gişe rekorları kırmıştır. Bengal Sineması minimalist ve sosyal gerçekçi filmleri ile tanınırken, yönetmenler Satyajit Ray, Ritwik Ghatak ve Mrinal Sen sanat sinemasının öncüleridir. Maharaştra’daki Marathi Sineması daha deneysel ve bağımsız yapımları içerirken, Nagraj Manjule’nin Sairat filmi büyük bir etki yaratmıştır. Kerala merkezli Malayalam Sineması, yani Mollywood film endüstrisi gerçekçi ve yenilikçi hikayeleri ile bilinir; Drishyam serisi ve Jallikattu gibi filmler uluslararası beğeni toplamıştır. Hint Sineması, tarih boyunca aşk ve aile bağları, sosyal adalet ve kast sistemi eleştirisi, kadın hakları ve feminizm gibi önemli temaları işlemiştir. Bollywood’un uluslararası açılımı, festivallerde tanınan Hint sineması ve Hollywood ile iş birlikleri gibi faktörler, Hint sinemasının küresel etkisini artırmıştır. Streaming platformları sayesinde bağımsız Hint sineması sinema dünyasına küresel erişim sağlarken, Bollywood eğlence odaklı gişe filmleriyle büyümeye, bağımsız yönetmenler festivallerde yer alarak sanat sineması alanında eserler vermeye devam etmektedir. Dijitalleşme ile Hint sineması daha fazla uluslararası seyirciye ulaşırken, sosyal içerikli filmler de giderek daha fazla önem kazanacaktır. Hint sineması, gelenekselle moderni, popüler ile sanatsal olanı birleştirerek güçlü bir anlatı dünyası oluşturmaktadır ve gelecekte de dünya sinemasında önemli bir rol oynamaya aday gibi görünmektedir.

Hint Sinemasında Kadın Yönetmenlerin Yeri ve Etkisi

Hint sineması, tarihsel olarak erkek egemen bir yapıya sahip olmuş; Bollywood ve diğer yerel film endüstrileri, uzun yıllar boyunca erkek yönetmenlerin hakimiyeti altında kalmıştır. Ancak 1980’lerin başından itibaren, özellikle bağımsız ve sanat sineması alanında, kadın yönetmenler giderek daha fazla seslerini duyurmaya ve bu alanda etkili bir varlık göstermeye başlamışlardır. Bugünlerde Payal Kapadia gibi yeni nesil yönetmenler, Hint sinemasının hem yerel hem de global ölçekte yaşadığı dönüşümü gözler önüne sermektedir.

Hint Sinemasında Kadın Yönetmenlerin Tarihçesi

Erken Dönem (1930-1980)

Hint sinemasının ilk dönemlerinde kadın yönetmenlerin sayısı oldukça sınırlıydı. Fatma Begüm, 1926 yılında çektiği Bulbul-e-Paristan filmi ile Hindistan’ın ilk kadın yönetmeni olarak tarihe geçmiştir. 1970 ‘erde ise, Sai Paranjpye gibi isimler feminist bakış açılarına sahip filmleri ile sinema sahnesinde yerlerini almaya başladılar. Ancak, ticari Bollywood sinemasında kadın yönetmenlere rastlamak neredeyse imkansızdı.

Bağımsız Sinema ve Feminist Dalgalar (1980-2000)

1980’ler ve 1990’lar, Hindistan’da Paralel Sinema ve bağımsız film hareketlerinin yükselişi ile birlikte kadın yönetmenlerin de yükselişe geçtiği bir dönem oldu. Aparna Sen gibi yönetmenler, kadın hikâyelerine odaklanarak önemli filmler üretti. Deepa Mehta, Hindistan’daki kast sistemi, din ve kadın hakları gibi tartışmalı konuları ele aldığı filmleri ile tanındı. Mira Nair ise 1988 yapımı Salaam Bombay! filmi ile Oscar’a aday gösterilen ilk Hint kadın yönetmen oldu. Bölgesel sinema, kadın yönetmenler için kendilerini ifade etme fırsatları sağlamıştır.

Günümüz (2000’ler ve Sonrası)

Günümüzde kadın yönetmenler, Bollywood ve bağımsız sinema sahnesinde daha fazla yer bulmaya ve etkili olmaya başladı. Zoya Akhtar, Gully Boy ve Zindagi Na Milegi Dobara gibi önemli filmleriyle tanınırken, Konkona Sen Sharma ve Ashwiny Iyer Tiwari gibi yönetmenler de Bollywood’da toplumsal mesajlar içeren filmler üretti. Payal Kapadia, All We Imagine as Light ile Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül kazanarak uluslararası başarı elde etti.

Hint Sinemasında Kadın Yönetmenlerin Temaları

Kadın yönetmenler genellikle toplumsal cinsiyet, kadın hakları, aile içi şiddet, kast sistemi, LGBTQ+ temaları ve Hindistan’daki patriyarkal yapıya eleştirel bir bakış sunan filmler yapmaktadır. Meghna Gulzar ve Deepa Mehta gibi yönetmenler, kadın karakterleri güçlü bir şekilde temsil eden yapıtlar ortaya koymuştur. Deepa Mehta’nın Fire filmi, Hindistan’da eşcinsellik üzerine yapılmış ilk büyük yapımlardan biri olarak büyük tartışmalar yaratmıştır.

Bollywood’da Alternatif Anlatılar

Bollywood’daki ticari anlatıların dışında, Zoya Akhtar gibi kadın yönetmenler daha derinlikli ve alternatif hikayeler anlatarak erkek egemen yapının perde arkasını ele almıştır.

Hemşirelerin geldiği varsayılan Kerala eyaletinde ciddi bir sinema kültürü var. Kerela film endüstrisi sanat ve otör filmleriyle biliniyor.

Hint Sinemasında Kadın Yönetmenlerin Karşılaştığı Zorluklar

Kadın yönetmenler, Hindistan film endüstrisinde cinsiyet ayrımcılığı ve yapısal engellerle karşılaşmaya devam etmektedir. Fon bulma ve endüstri içindeki erkek egemen yapı, başlıca zorluklardan bazılarıdır. Sansür ve toplumsal baskılar, özellikle kadın yönetmenlerin çalışmalarını zorlaştırmaktadır.

Hint Sinemasında Kadın Yönetmenlerin Geleceği

Bağımsız sinemanın yükselişi ve dijital platformlar gibi yeni medya araçlarının ortaya çıkışı, kadın yönetmenlere daha geniş bir alan sağlamaktadır. Feminist dalga ve aktivizmin güçlenmesi, kadın yönetmenlerin seslerini daha yüksek sesle duyurmalarını sağlamakta ve festivallerde daha fazla temsil edilmelerine yol açmaktadır. Gelecekte, Hint sinemasındaki kadın yönetmenlerin varlığının daha da artması kesin olduğunu düşünüyorum. Hele ‘All we imagine as light’ filminin bu büyük başarısından sonra durumu çok daha iyi anlaşılır olmuştur.

İşi bayağı uzattım biliyorum ama bazı BGB üyesi arkadaşlarımı bu kadarının bile kesmeyeceğini de biliyorum. Olsun. Onlar sürekli çalışıp kaynaklar buluyorlar. Bana onları gönderirler. Ben de buraya koyarım. ‘All we imagine as light’ üzerinden güzel bir Hindistan sineması yazısı oluşturulur hep birlikte.

Şİmdi gelelim esas işimize, film analizine… Önce size yönetmeni tanıtayım.

Payal Kapadia 39 yaşında genç bir yönetmen. 2 uzun metrajlı film çekmiş. İkisi de Cannes’da ödül almış. Birincisi yani belgesel olanı, “A Night of Knowing Nothing” 2021’de Altın Kamera bölümünde Altın Göz ödülünü almış. Diğeri de geçtiğimiz yıl Cannes büyük ödülüne layık görülmüş. Film 30 yıldan sonra Cannes’a davet edilen ilk Hint filmi olma özelliğini taşıyor.

Payal Kapadia Mumbai’de doğmuş Hintli film yapımcısıdır. Eğitimine Andhra Pradesh’teki Rishi Valley School’da başlayan Kapadia, burada Ritwik Ghatak ve Andrei Tarkovsky gibi öncü yönetmenlerin filmlerini tanımış. Daha sonra Mumbai’deki St. Xavier’s College’da ekonomi okumuş ve Sophia College’da bir yıllık yüksek lisans programını tamamlamış. Film yönetmenliği alanındaki tutkusunu sürdürerek 2012 yılında Hindistan Film ve Televizyon Enstitüsü’ne (FTII) kabul edilmiş.

Kapadia’nın kariyeri, kısa filmlerle başlamış. 2017 yılında “Afternoon Clouds” adlı kısa filmi, 70. Cannes Film Festivali’ne seçilen tek Hint filmi olmuş. 2021’de ilk uzun metrajlı belgeseli daha önce de belirttiğimiz, “A Night of Knowing Nothing” Cannes’da başarı kazandı. Bu film yazarı ağzından aşk mektuplarının “voice over” olarak  Paya’ın görüntüleri üzerinde seslendiriyor.  Payal’in çektiği veya internet üzerinden topladığı siyah beyaz gençliğin protesto gösterilerini izliyoruz. 2024 yılında ise ilk kurmaca uzun metraj filmi “All We Imagine as Light” ile Büyük Ödül alarak uluslararası alanda büyük takdir topladı. Bu film aynı zamanda 2025 Altın Küre Ödülleri’nde En İyi Yönetmen ve İngilizce Olmayan En İyi Film kategorilerinde aday gösterildi.

“All We Imagine as Light”, Mumbai’de yaşayan üç kadının, şehirle ve hayatlarındaki erkeklerle olan karmaşık ilişkilerini ele alıyor. Film, kadınların yaşamlarını ve mücadelelerini işlerken, Mumbai’nin dokusunu ve atmosferini de ustalıkla yansıtıyor. Işık Mumbai’nin karmaşası üzerinde dingin bir atmosfer oluşturuyor.

Şimdi geldik filmin ayıklanmasına.

Filmde şehir rol almış durumda. Gece ve gündüz şehir görüntülerini daha çok yavaş ve hızlı çekimlerle görüyoruz. Gece Bokeh efektleri bir belirsizlik yaratıyor ve bize Mumbai hayallerin şehri mi yoksa yanılsamaların şehri mi sorusunu sorduruyor, en azından bana sordurttu. Filmin parlak ışıkları ve hızlı temposu yanılsamaların nereye kadar gideceğini sorgulatıyor.

Film gerçek mutluluğun yanılsamalardan kurtulmakla mümkün olduğunu öne sürerek filmin ana temasını ortaya koyuyor. Bu bir Prabha’nın yolculuğu ve üç kadının zorlukları birlikte aşma ve dayanışma mücadelesi filmidir diye düşünmekten kendimi alamıyorum

Başlangıçta Prabha’nı yaşamını ve yaşam mücadelesini görüyoruz. Prabha baş karakter yalnız ve monoton bir yaşam sürüyor. Genç hemşire meslekdaşı Anu ile evini paylaşıyor. Kendisini yıllardır haber alamadığı Almanya’daki kocasının geri dönmesini beklerken kendisini hâlâ evli sayıyor. O sırada Prabha’ya beklenmedik bir hediye geliyor. Bu otomatik bir pilav pişime tenceresi. Alman malı bu hediye yalnızlığının en güçlü sembolü oluyor. Prabha bu tencereye sarılarak muhtemelen ağlaması çok duygusal bir an.  Bu hediye Prabha’nın duygularını yeniden canlandırıyor.  Kocasını aramaya karar veriyor,  telefon ediyor, telefon çalıyor ama cevap alamıyor.

Ameliyathane hemşiresi olarak çalışan Prabha’nı bu sırada karşısına bir aşk fırsatı çıkıyor. Ama bu fırsatın kaçışını da görüyoruz. Prabha’nın hastahaneden çalışma meslekdaşı Dr Manji de Prabha’ya ilgi duymaktadır. ancak Prabha evli olduğunu öne sürerek reddediyor. Ama diğer taraftan  Prabha da içinde derinlerde doktora ilgi duymaktadır. Bastırdığı duyguları vardır. Bunu ev arkadaşı Anu’nu doktora flörtöz yaklaşımını kıskanmasından fark ediyoruz.

Bu arada filmde yer yer üçüncü kahraman Parvaty adlı daha yaşlı mutfak görevlisinin evinden atılma hikayesini de yaşıyoruz. Prahda, Parvaty’ye maddi ve manevi destek veriyor. Prabha tekstil işçilerinin protesto eylemlerini de destekleyerek belirli bir protest duruşu olduğunu bize gösteriyor. Filmin sosyal sorunlara eğildiğini ve toplumdaki kimlik elde etme savaşını da göstermeye çalıştığını anlıyoruz. İşte bu nedenlerden filmin belgeselle kurguyu iç içe geçirdiğini düşünüyoruz.

Filmin ikinci yarısı yanılsamalardan kurtuluşa ayrılmış. Parvaty’nin evden atılması kesinleşince Prabha ile Anu onun taşınmasına yardım etmek üzere onun sahildeki Ratnagiri adlı köyüne giderler. Burada ilk yanılsamadan kurtuluş gerçekleşir. Anu’nun Müslüman sevgilisinin de sahil kasabasına gelmiş olduğunu görürüz. Anu onunla buluşup sevişerek engellerinden kurtulduğuna Prabha ile birlikte şahit oluruz. Anu yanılsamalarından kurtulur özgürlüğüne kavuşur. Bence tam da bu anda Prabha içindeki ¨IŞIĞI¨ görür. All we imagine as light değil mi? Ahu’nun aşkı tüm zorluklara rağmen açıkça yaşaması Prabha’nın hayatındaki eksik olan şeyi fark etmesine neden olur.

Uzakta deniz kenarında bir hareketlenme oluşur. Belli ki önemli bir olaydır, hayati bir durumdur. En başta mesleği ve yemini nedeniyle ilk koşması gereken Prabha o anda kalakalır. Bir süre yanından insanlar koşup gider o hareket edemez. Ne olmuştur o anda? Av köpeklerinin av gördüğünde Türkçe Ferma, İngilizce Point Fransızca L’arret (durma) denilen durumuna benzettim ben, kalakalış dedim.  İşte filmin çözülme noktası bence buradadır. O birkaç saniyelik kalakalış durumu sırasında zihninde bir yüzleşme yaşar. Denizde boğulmuş olduğunu anladığımız adamı gidip resüsite eder, yeniden yaşama döndürür. Onun kocası olduğunu hayal eder. Bu yaşadığı veya hayal ettiği olayı gerçekle yüzleşme fırsatına çevirir. Filmin son sahnelerinde boğulmaktan kurtardığı kişinin kaldığı evin sahibesine onun kocası olmadığını söylerken adama da ne kadar değişmişsin diyor. Bu sahnelerdeki diyaloglar teker teker incelenirse adamın tamamen Prabha’nin zihninde olduğunu ve onunla hesaplaşmaya devam ettiğini anlıyoruz.

Kocasına telefon ettiğinde kocasına söyleyebilecekleri bu sırada söyler. Zaten ölü olan evliliğini önce canlandırır sonra adama dokunur,  artık onu istemediğini söyleyerek onu içinde tekrar öldürür ve özgürlüğüne kavuşur. Anu’nun başlangıçta tasvip etmediği ilişkisini de bundan sonra kabullenir, Shiaz’ı masalarına davet eder.  Belki kendisi de doktora duygularına açacaktır. Yönetmen bunu bize bırakmış. Filmi açık uçlu film yapmış.

Sonuçta film insanların gerçekten kendi hayallerini mi, yaşadıklarını mı yoksa toplumun onlara sunduğu yanılsamalara mı kapıldıklarını sorguluyor.

Filmde Prabha’nın bazı şeyleri kabullenerek ilerlediğini ve sonuçta özgürleştiğini anlıyoruz. Aşkın sınırları aşabileceğini görüyoruz. Film kast, din ve toplumsal kurallara meydan okuyarak aşkın her şeyin üstünde tutulması gerektiğini vurguluyor.

Prabha’nın yolculuğu, mutluluğun toplumsal baskılar yerine kendi seçimlerimizde bulmamız gerektiğini gösteriyor. Film, izleyiciye açık uçlu bir sonuç sunarak asıl meselenin kendimizi özgürleştirmek ve yeniden sevmeye cesaret etmek olduğunu gösteriyor.

Filmin Görsel Kimliği

Mumbai’nin Görsel Dili: Mumbai, kadınlar başta olmak üzere birçok kişi için özgürleşme hissi sunan bir mekan olma özelliği taşırken, aynı zamanda günlük mücadeleleri ve kimsenin sizi tanımadığı bir ortam olma özelliğini de içinde barındırır.

Filmde Ele Alınan Temalar: Anu için şehir, özgürlüğün ve anonimliğin somut bir alanıdır; buralarda gözlerden uzak, kendi kendine olmanın ve kendisini ifade etmenin imkanını bulur. Prabha içinse Mumbai, çalışma hayatının ve sürekli bir geçişin merkez üssüdür; şehri genellikle kalabalık bir trenin pencerelerinden seyreder. Bu zaman zaman yavaş zaman zaman hızlı bir akış şeklindedir.

Gece, Bir Metafor: Filmde gece sahneleri, yalnızlık ve gizlilik temalarını derinleştirir. Şehrin geceleyin sunduğu atmosfer, insanlarının gizli yaşamlarını ve onların mücadelelerini öne çıkarır.

Emek ve Sınıf Mücadelesi: Film, Mumbai’deki işçi hakları ve mevcut eşitsizlikler üzerine odaklanır. Sendika toplantılarının yer aldığı sahneler, hukuki ve sosyal yapıların işçi sınıfını nasıl marjinalleştirdiğini gözler önüne serer.

Kurgusal ve Belgesel Unsurların karışımı: Film, kurgusal anlatım ile belgesel tarzının gerçekçiliğini ustaca birleştirir. Gerçek kişilerin deneyimleriyle hikaye zenginleştirilir, böylece kurgusal öğeler daha inandırıcı bir hal alır.

Oyuncu Seçimleri ve Performansları: Yönetmen, filmin tematik derinliğiyle uyumlu, politik bağlamda anlamlı oyuncuları tercih etmiştir. Kani Kasuti (Prabha) ve Divya Prabha (Anu) rolleriyle, etkileyici ve derin performanslar sergileyerek dikkat çekerler.  Erkek oyuncuların ikisi de Müslüman. Haroon (Shiaz), Azeez Nedumangad (Dr Manoj)

Temel Semboller

Temel Semboller: Işık ve Umut: Film, ışığı ve umudu, daha iyi bir geleceğe ulaşma potansiyeli ve hayalleri temsil etmek için kullanır. Karakterler, mevcut zorlukları aşarak, daha iyi bir geleceği hayal etme mücadelesi içindedir. Filmin ilk yarısı gece ağırlıklı, karanlık ikinci yarısı ise aydınlık ve gündüz ağırlıklıdır.

Bürokrasi ve Belgeler Aracılığıyla Siyaset: Film, gerçek hayattaki siyasi meselelere göndermeler yapıyor, bunu özellikle vatandaşların kimliklerini belgelemek zorunda bırakıldıkları yasalar üzerinden yapıyor. Hindistan’da birçok yoksul insanın resmi belgelere erişim eksikliğini, onların temel haklarını ve barınma olanaklarını sorguluyor.

Payal filmin girişindeki sesleri seçerken çevresindeki film için çalışanlara hatta gelip geçenlere danışıyor. Görüntülerle seslerin örtüşüm şekilleri kullanılışa göre izleyicilerde çok farklı duygular uyandırdığını iddia ediyor Payal. İlk uzun metrajlı filminde de bunu çok güzel göstermiş zaten. “Voice over” tüm görsellere bakışımızı değiştiriyor. Eğer “voice over” yerine bir rock müziği kullansaydı çok farklı bir film olacaktı. Filmde meditasyon hissi uyandıran Etiyopya müziği kullanırken diğer tüm müzikler Topsha adlı gruptan almış. Melankolik müzik olduğunu ifade ediyor.

 

Perde Arkası;

Muson yağmurları renkleri etkiliyor.

Hikaye iki gerçek Kerala’lı hemşirenin yaşamından yola çıkıyor.

Lisan karmaşası bilinçli seçilmiş. Bir taraftan kalabalıkta sizi anlamıyorlar bu iyi ama diğer taraftan toplumda kendinizi dışlanmış hissediyorsunuz.

Dijital çekmeyip 16 mm kamera ile çekmesi bir tercih. Ucuz ve grenli nostaljik görüntüler veriyor.

Filmi çekmeye başlamadan önce bolca, senaryoda olmayan sekanslar çekiyor.

Görüntü ile sesin üst üste bindirme tarzı ve yerinin seyircide çok farklı duygular yarattığını söylüyor. Bence de bu çok doğru. Filmi çekmeye başlamadan önce çok sayıda röportaj ve gerçek hayattan kesitler çekmiş. Filmin girişinde bunları kullanıp gerçekçi bir atmosfer oluşturuyor. Şehri başrole taşıyor ardından bir kurgu olan hikayesi ile devam ediyor. Nereden geldiği belli olmayan sesleri kullanmayı seviyor.

Trenlerdeki kadın kompartmanlarında kadınların dostluk kurması konusunu da seviyor.

Bütçe ve dil sınırlamalarının yönetmeni daha yaratıcı yaptığına inanıyor Payal.

Özet;

Filmde iki söz benim için öne çıktı; “Kaderinden kaçamazsın” ve “Yanılgıların olmasa delirirsin.”

“All we imagine as light” bir çığlık, bir özgürleşme filmi. Kadın kahraman zaten ortalarda olmayan kocasını hayatından atıp, ondan kurtulup diğer kadınlarla aile kuruyor.–

Mehmet Ömür

Tom Wesselmann ve Estetik Bir Devrim

Pop’un Louis Vuitton Vakfındaki Şovu:

Louis Vuitton Vakfındaki Pop sergisi bitmek üzere. Çok neşeli, yaşama umutla baktıran insanın içini açan bir sergi bu. Bu nedenle Pop sanatının ve sergiye 150 eseriyle ağırlığını koyan Tom Wesselmann’ın sanatının üzerine biraz konuşalım istedim.

Sanat tarihinin akışını değiştiren bazı isimler, sadece bir akımın içinde parlayan yıldızlar değil, o akımı biçimlendiren, ona yenikler getiren ve  günümüze kadar  gelmesini sağlayan sanatçılardır. Tom Wesselmann da işte böyle bir sanatçıydı.

1931’de Cincinnati’nin  banliyölerinden birinde doğan Wesselmann, sanatı başta bir kaçış, sonra bir oyun alanı ve en sonunda da devrimci bir yaşam tarzı olarak yaşadı. İlk gençlik yıllarında karikatüre yönelmişti, 1950’lerin sonunda resim yapmaya başladı, Amerika’nın en büyük sanat hareketlerinden biri olan Pop Art’ın öncülerinden biri oldu. Dönemin görsel dilini yeniden tanımladı; gündelik nesneleri, tüketim kültürünün ikonlarını, reklamları, gazeteleri ve televizyon ekranlarını, o zamana dek sanatın alanına dahil edilmemiş estetik unsurlar olarak yapıbozumuna uğrattı. Afrikadaki primer sanata benzetilebilir gibime de gelmiyor değil doğrusu. Belki de yanılıyorumdur. Sanat tarihçisi değilim, sanat eleştirmeni de değilim ama sanat sever olarak bu konularda düşünme ve blogumda kendime yazılar yazma arzusunu da içimde taşıyorum.

Pop Art, modern dünyanın duygularını yakalayan ve sıradanın içindeki sanatı ortaya çıkartan bir sanat hareketidir. Ancak Wesselmann, Pop Art’ı sıradan bir tüketime ve nesne fetişizmine indirgemedi. Onun sanatı, biçimsel sadelik ile güçlü bir görsel etkiyi karıştıran, erotizm ile soyutlama arasında gidip gelen, modern dünyanın görsel bombardımanı karşısında bilinçli bir estetik seçimdi. Dadaizm’den ilham alarak, nesnelerin rastlantısallığını değil, onların yeniden düzenlenmiş, rafine edilmiş ve sanatsal bir kompozisyona dönüştürülmüş halini sundu.

Sanatı Yeniden Biçimlendirmek

Wesselmann, sanatın geleneksel sınıflandırmalarını zorladı. Büyük ölçekli çıplaklar serisi olan “Great American Nudes”, klasik nü resminin Pop Art’a adapte edilmiş en önemli yorumlarını yaptı. Burada, Amerikan bayrağının renkleriyle bütünleşen figürler, tüketim kültürünün kışkırtıcı erotizmi ile sanat tarihinin tüm zamanlarda değerli kalan formlarını bir araya getiriyordu. Reklam panolarından fırlamış gibi duran devasa dudaklar, sigara içen kadınlar, çarpıcı renklere boğulmuş iç mekanlar, hepsini bu sergide görüyoruz… Her şey, tam da Wesselmann’ın istediği gibi, izleyiciyi sarsmak, harekete geçirmek ve sıradan olanın istendiğinde sıra dışı olabileceğini göstermek için tasarlanmıştı.

Wesselmann, klasik resmi natür mort’a dönüştürdü. “Standing Still Lifes” adını verdiği seride, alışıldık masa üstü natürmortları devasa ölçeklerde yaptı, nesneleri neredeyse heykelsi bir boyutta yaparak gerçeklikle sanat arasındaki sınırı belirsizleştirdi. Küçük bir meyve tabağının veya bir sigara paketinin grotesk büyüklüğe ulaşması, izleyicinin algısını altüst etti ve insanlarda ciddi bir illüzyon yarattı.

Aynı zamanda, yeni malzemelerle ve tekniklerle de denemeler yaptı. Lazerle kesilmiş çelik ve alüminyumdan yapılan soyut figürlerle  geleneksel tuvallerden uzaklaştı.  Endüstriyel malzemelerle sanatın yeni olasılıklarını araştırdı. Plastik ve neon renkler, onun Pop Art ile olan ilişkisinin en belirgin görsel öğeleri haline geldi. 1980’lerde çelik ve alüminyum üzerine yaptığı çizimlerle gerçekten  cesur bir tavır sergiledi.

Sanat ve Günlük Hayat Arasındaki İnce Çizgi

Wesselmann’ın eserlerinde sanki sanat ve hayat arasında kesin  sınır kalkmış durumda. Telefon zili, bir televizyon ekranının titreşimi, radyodan yükselen sesler, bir vantilatörün uğultusu Wesselmann’ın sanatında dekorun parçası değil, esere  şekil veren öğelerdir. Bu yüzden eserleri sadece gözle değil, bedenle, duyularla algılamak gerekir. Büyük ölçekli tuvallerinin önünde durduğunuzda, bir anda sahnenin içine çekilir, nesnelerin ölçeğiyle oynayan bir gerçeklik yanılsaması içinde kaybolursunuz.

Onun Pop Art içindeki konumu, yalnızca malzeme seçimi veya konu başlıklarıyla değil, aynı zamanda sanatına yüklediği anlamlarla da farklı bir yerdedir. Warhol gibi sanatçılar tüketim kültürünü ironik bir şekilde yüceltirken, Wesselmann reklamları ve gündelik objeleri farklı bir amaç için kullanıyordu: Sanatı, endüstriyel üretimin ve medyanın içinde eriyip giden bir gösterge olmaktan kurtarmak ve yeni bir algı düzeyi yaratmaya çalışıyordu.

Pop Art  Sonsuza Dek gider mi?

Tom Wesselmann 2004 yılında hayata veda etti. Ancak Pop Art, onun vizyonuyla şekillenmiş yeni sanatçılarla yaşamaya devam etti. Mickalene Thomas, Derrick Adams ve Tomokazu Matsuyama gibi sanatçılar, Wesselmann’ın eserleriniı yeni perspektiflerle yorumlayarak Pop Art’ın zaman tanımadığını ve hala yaşadığını gösterdiler. Jeff Koons, sıradan nesneleri ikonlaştırarak Pop’un görkemini sürdürdü; Ai Weiwei, küreselleşmiş Pop Art’ı politik bir dile çevirdi; KAWS, sanatın dijital ve sanal alanlara taşınmasını sağladı. Sergide Wesselmann’ın 150 eserinin yanında Marcel Ducamps, Andy Warhol,Jasper Johns, Yayoi Kusama,Roy Lichtenstein ve Robert Rauschenberg gibi tanıdık isimlerin eserleri de var. Marcel Duschan’ın ‘Çeşme’si 20 yüzyılın sanat anlayışını değiştiren en önemli eser olarak baş köşedeki yerini almıştı.

Pop Art hiçbir zaman kapanmış bir defter değildir. Başlangıç tarihini belirlemek ne kadar zorsa, bitişini ilan etmek de o kadar imkansızdır. Çünkü Pop Art, sadece bir akım değil, bir bakış açısıdır. Günümüz dünyasında, dev reklam panolarının, televizyonların ve sosyal medyanın görsel bombardımanı altında yaşarken, Wesselmann’ın sanatı hâlâ  aynada bize bizi gösteriyor. Tüketim kültürünün tam ortasında, nesnelerin ve imgelerin sonsuz akışı içinde, Pop Art hâlâ nefes alıyor.

Ve bu nefes, Wesselmann’ın bıraktığı bir miras olarak yankılanmaya devam ediyor: ‘Pop Art , sonsuza kadar’, diyelim ve burada bitirelim.