Izis’in Trajedisi

Izis’in Trajedisi

Izıs’ın eserlerinde şiirsel bir hüzün gözlenmektedir. Daha çok portre ve şehir fotoğrafçılığı üzerine yoğunlaşan Izis..

Izıs’ın eserlerinde şiirsel bir hüzün gözlenmektedir. Daha çok portre ve şehir fotoğrafçılığı üzerine yoğunlaşan Izis fotoğraflarını şöyle yorumluyor: Benim fotoğraflarıma gerçekçi değil diyorlar. Gerçekçi olmayabilir ama bunlar benim gerçeklerim.

1951 yılında New York MOMA” ya Henri Cartier Bresson, Robert Doisneau, Willy Ronis ve Brassai ile birlikte davet edilip Fransız  fotoğrafı ile ilgili sergide eserleri sergilenen bu Paris fotoğrafçısı ne yazık ki bu yıla kadar gölgede kalmış ve diğer 4 Paris fotoğrafçısı kadar tanınamamıştır. Paris”de Hotel de Ville”de retrospektif bir sergisi ile tekrar gündeme gelmiştir.

20 yıl Paris-Match dergisinin foto muhabirliğini yapmış, fotoğraf kitapları yayınlamıştır. 13 yaşında doğum yeri olan Litvanya”da okuldan ayrılıp bir fotoğrafçıda çırak olarak işe başlamıştır. Esas ilgisi resim olup 1931 yılında 19 yaşında empresyonistlerin şehrine bir kelime fransızca bilmeden, cebinde bir kuruşu ve pasaportu olmadan gelmiş ve Romantik Paris”in 1950’ li yıllarının en güzel fotoğraflarını çekmiştir. Geri planda kalmış olmasının en önemli nedeni kişisel trajedisi olsa gerek.

Bir kardeşini ve ailesini Litvanya”da bırakmış ve onların Yahudi soykırımına uğradığının haberi ile yıkılmıştır. Kendisi de karısı ve çocuğu ile 2.Dünya Savaşı sırasında Nazilerden canını kurtarabilmek için oradan oraya sürüklenmiştir. Direnişe katılmış, direnişçilerin portrelerinden eşsiz bir seri hazırlamıştır.

Savaşın hemen ardından Paris”e dönmüş, bir stüdyo açıp Paris Match dergisinde çalışmaya başlamıştır.

Esas adı Izraelis Binderman olan Izıs”ın eserlerinde şiirsel bir hüzün gözlenmektedir. Daha çok portre ve şehir fotoğrafçılığı üzerine yoğunlaşan Izıs”ın 1963 “te Chagall” i opera binası tavanını resimlerken fotoğraflayacak kişi olarak seçilmesi o yıllarda çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Chagall dışında, en bilinen fotoğrafları arasında ” Sen nehri aşkları ” , Albert Camus, Colette Rolam Petit , “Sokakta oynayan çocuklar ” Kraliçe Elisabeth” in 1953 taç töreni fotoğrafları vardır.

Kitap haline getirdiği 1952 de Israil”in yapılanmasını belgelemek için gittiği seyahat fotoğrafları da başarılı fotoğrafçılığına örnektir.

“Benim Paris”im ne modern ne eski Paris”tir, Benim Paris”im Romantik 1950 li yılların Rüya Paris”idir ” demiş ve 1980 yılında Paris”te yaşama veda etmiştir.

Jacque Prevert”le iyi bir arkadaşlığı olmuştur. Prevert, kitaplarına makaleler yazmıştır. Hayalci bir yapısı olan Izis”in en sevdiği konulardan biri de “sirkler” olmuştur. Paris” i neden seçtiğine gelince “Paris benim ilham dünyamı kamçılıyor. Bana göre her şey Paris” te olmaktadır. Bize hayal kurduran özgürlük, eşitlik, kültür hepsi Paris”tedir.”

Bir süre Sigma ajansın yönetiminde olan oğlu Manuel Bidermanas”ın küratörlüğündeki  “Izis, rüyalar şehri Paris”  sergisi halen Paris”te görülebilir. Sergide 1950″ li yılların Paris”inin çok sıcak insancıl fotoğraflarını göreceksiniz.

Izis, “benim fotoğraflarıma gerçekçi değil diyorlar. Gerçekçi olmayabilir ama bunlar benim gerçeklerim” demiştir. Bu sıralar Paris”e gidenlere öneririm, sergi Haziran”a kadar devam edecek.

Willy Ronis

Sokağın şairi

Willy Ronis

 

Her nedense, Paris sokaklarını İkinci Dünya Savaşı sonrası fotoğraflayan ve modern fotoğrafa yön veren fotoğrafçılar ilgimi çekiyor. Çok değişmeyen Paris sokaklarında onların izlerini sürmeye çalışıyorum her fırsatta. Kertesz, Brassai, Henri Cartier Bresson, İzis, Doisneau, Robert Capa, Latrigue, Atget gibi Paris fotoğrafçılarında bir gizem buluyorum.

 

Willy Ronis de onlardan biri. Paris 1910 doğumlu Willy, Yahudi bir ailenin çocuğudur. Babası Ukranya’nın Odessa kentinden, piyanist annesi ise Litvanya’dan göç etmiştir. 1945 yılında Rapho Ajans’ta profesyonel olarak hayata atılır. Life ve Time gibi dergilere fotoğraf verir. Fotoğrafa susamış Ronis’in çalışma arkadaşları Brassai, Doisneau gibi isimlerdir. Fotoğrafhanesi olan babası, Willy’ye 16 yaşında ilk makinasını hediye eder. O da yeni oyuncağı ile kendi fotoğraflarını ve akrabalarının fotoğraflarını çekmeye başlar. 22 yaşında babası hasta düşünce fotoğraf stüdyosu istemeden kendisine kalır. Ronis aslında kompozitör olmak istemektedir. Babasının uğraştığı sıradan ticari fotoğrafı hiç sevmemiştir. Fakir insanların gündelik yaşamlarını kaydededen Amerikalı Walker Evans gibi fotoğrafçılar onu cezbetmiştir. Konu onun için fotoğraftan daha önemlidir. Sahalarda ve sahnede olmayı sevmektedir. İşçi gösterilerini çekmeye bayılır. Bu arada babası ölür dükkan batar ve başka mahalleye taşınmak zorunda kalırlar. O andan itibaren free lance fotoğrafçı olarak çalışmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı öncesi toplumsal hareketleri fotoğraflar.

İlk sattığı fotoğraf bu gösterilerden birinde yakaladığı bir kız çocuğu fotoğrafıdır. İlk kazancıyla bir Rolleiflex alır ve değişik dergi ve gazetelere röportajlar yapmaya başlar. Kertesz, Brassai, Henri cartier Bresson ve Robert Capa ile tanışır ve dost olur. Savaş sırasında Almanlar rahat fotoğrafcılık yapmasına izin vermezler. O da Primptemps magazalarına reklam fotoğrafları çeker.

Yahudi olması nedeniyle savaşta kendisini emniyette hissetmediği Paris’ten uzaklaşıp Nice’e gider. Orada ünlü şair Jacques Prevert ile dostluk kurar.

Savaş sonrası hemen Paris’e döner. Fotoğrafa adeta susamıştır. Esirlerin dönüşünü, özgürlük gününü fotoğraflar. Robert Doisneau ve İzis le birlikte humanist fotoğraf akımının öncüsü olur. Çok sayıda röportaj yapar ve sergi açar. Kitaplar yayınlar. Arkadaşı Robert Doisneau ile birlikte `15`ler Grubu` kurar. Bu grup, fotoğrafın sanat olarak icrasını ilke alan bir fotoğrafçılar birliğidir.

Yavaş yavaş Paris’in günlük yaşam sahnelerini fotoğraflamaya başlar. Sevinçler, üzüntüler aşk sahneleri ana temalar haline gelir. Fotoğraflarının derinlerinde politik bir bilinç hissedilir. Komünist düşünceye yakın olduğunu saklamaz.

Fransa’nın sanayii ve ekonomik gelişimi sürmekte, Fransızların yaşamı da buna paralel olarak değişmektedir. Bu gelişmeler Willy Ronis’e düşüncelerini yeniden sorgulatır ve kendini Fransa’nın güneyine atar. Ama bu kaçış sınırlı olacak, Paris’e “gel git”ler belirli aralıklarla devam edecektir. Her Paris’e gelişi de bir seri fotoğrafla kendisini gösterir.

84 yaşında paraşütle atlar ve bu sırada fotoğraf çeker. 91 yaşında bir seri nü fotoğrafı çektikten sonra fotoğrafçılık sayfasını kapattığını açıklar. 2009’da 99 yaşında hayata gözlerini yuman sanatcı etik kurallara çok değer vermiştir. Life dergisi, röportajının fotoğraf altlarını kendisinin yazmasına olanak tanımadığında, o dergi ile bir daha çalışmama kararını gözünü kırpmadan verme cesaretine de sahiptir. 95’inci yaşı için ve ölümünden bir yıl sonra 2010 içinde çok büyük iki sergi ile Paris’te onurlandırılımıştır. Birinci sergisini 500 bin kişi gezmiştir. Willy Ronis’in belgelerini, albümlerini, negatiflerini, basılmış işlerini ve diğer tüm malzemelerini Fransız kültür bakanlığı koruma altına almış ve fotoğrafçılık tarihi için araştırmaya açmıştır.

Willy Ronis 20’nci yüzyılın en büyük hümanist fotografçılarından biridir. Işıklar içinde yatsın.

 

Ripple Marks, Icelandic abstract photographs

http://www.blurb.fr/books/1654670-ripple-marks

Mehmet Yalçın’a teşekkürler….

http://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-yalcin/omursunuz-mehmet-bey,17588

Ömür’sünüz Mehmet Bey

“Doktorlar renkli insanlardır… Arada bir doktorluk yaptıkları da görülür!” Zihnimde böyle kalmış ama hafızama güvenmeyip bir de internete bakıyorum. Hay Allah! Meğer doğrusu “Tıbbiyeden arada bir doktor da çıkar”mış. Yine de benim versiyonum galiba daha iyi.

Deyim, kürsüdeki orta yaşlı, gözlüklü ve sevimli adamı izlerken aklıma düşüyor. Çivit mavisi gömleğine civciv sarısı, geometrik desenli bir kravat takmış. Hem resmî, hem şakacı bir görünümde. Şarabın peşinde gezdiği bağların harika manzaraları perdeye yansıtırken, “Bordo seyahatimizde iki düzine kadar şatonun tokmağını kaldırdık” diye anlatıyor. Gözümde ortaçağdan kalma dev kapıların gülle gibi tokmakları ve onları “tok, tok, tok” diye kapıya vuran insanlar canlanıyor. Çocuksu bir keyif duyuyorum. Ardından şarapla ilgili aldığı önemli bir dersi aktarıyor: “Bir gün Paris’te yol uzayınca taksi şoförüyle sohbete daldık. Kendisine en sevdiği şarabı sordum. Biraz durdu, yüzü ciddileşti, ‘Şarap şakaya gelmez mösyö!’ dedi. Biraz daha düşünüp tavsiyelerini sıraladı. Bazılarını denedik, harikaydı…”

Gusto Şarap Kulübü’nün sezon finalinde “Prof. Dr. Mehmet Ömür’le Bordo Şarapları” tadımına konuk ettiğimiz ünlü Kulak-Burun-Boğaz uzmanı, bize zamanın nasıl geçtiğini hissetmediğimiz iki keyifli saat yaşatıyor. Buluşmamıza vesile olan Bordeaux Şarap Güncesi kitabını tüm üyeler için tek tek imzalıyor, bir yandan da şarabın başkentinde yaptığı gezilerden anılarını, izlenimlerini paylaşıyor.

Ünlü Kulak-Burun-Boğaz uzmanı Mehmet Ömür, fotoğrafçılıkta da usta

“Şarap sakal gibidir: Keserseniz, daha gür çıkar…”

Mesleğinin önemli adlarından bu renkli hekimle, 2000’lerde tanışmıştık. O zamanlar Tempo dergisinde naif şarap yazıları yazıyor, benim biraz katı gerçekçi bir gazetecilikle ele aldığım bu dünyayı daha keyifli ve renkli bir dille yansıtıyordu. Zaten bu yazıları topladığı ilk kitabının adı da, Kadehteki Aşk: Şarap’tı. Bazı cümlelerini şimdi bile hatırlıyorum. Şarapçılığımızın baskı altına alınmasıyla ilgili, “Şarap sakal gibidir: Kesersiniz, daha gür çıkar.  Asmaların doğasından gelen bir özelliktir bu. Budarsınız, üzümün kalitesini ve toprağın verdiği güzel tadları arttırırsınız” diyordu. Bir başka yazısında da iki hobisini birleştiriyordu: “Şarapla ve fotoğrafla uğraşmak insanlara belirli bir olgunluk kazandırır. ‘Feylesof yapar’ dersek abartmış olmayız. Her iki konunun da kuralları vardır ama daha iyiyi ve farklıyı bulabilmek için insanlar bu kuralları kırıp, daha ilginç ve yaratıcı sonuçlara gitmeye uğraşır…”

Sık sık tadım ortamlarında buluştuğumuz Mehmet Ömür, bu yıllarda şarap tutkusunu büyütürken bir başka hobisini de geliştirdi, fotoğrafçılıkta ilerleyip ustalaştı. Kapadokya’da çektiği müthiş siyah-beyaz fotoğrafları dev bir kitapta topladı, bunlarla da yetinmeyip muayenehanesinin kapısında kuyruklar varken Fransa’ya fotoğraf okumaya gitti. Derken gelişen teknolojiyle fotoğraf tutkusunu evlendirdi, iPhone ile ilginç fotoğraflar çekmekte uzmanlaştı, bunlarla ilgili kurslar bile açtı. Kimi İstanbul’da, kimi Paris’te, kimi de Bozcaada’da açtığı 12 fotoğraf sergisinde de hobisinin ürünlerini binlerce kişiyle paylaştı.

Egzantrik bir insanın fotoğrafı da egzantrik olmalı...

Yaş 65, yolun yarısı eder…

Tıpla ilgili üç kitabının yanı sıra bu kez hastalara yönelik esprili üslûplu Horlama Kitabı’nı, ardından şiir kitabı Oyuncaşkçı’yı, sonra da Paris’le ilgili PARİS 100 Lezzet Durağı kitaplarını çıkardı. Paris restoranlarını anlatırken bu kente torpil geçmiyordu, nitekim hemen ardından Fransızca İstanbul Restoranları Rehberi’ni yayınlayarak dengeyi sağladı.

Bunlar olurken şarabı da ıskalamıyordu renkli doktor. Sevdiği Bordo şaraplarının peşinden bu kentin bağlarına gidiyor, şato şato geziyordu. Uluslararası toplantılarda dünya hekimlerine şarapçılığımızı tanıtmak için İngilizce ve Fransızca kitapçıklar bile bastırdı.

Büyük boyutlu, Damla Esen’in şirin çizimleriyle bezenmiş “Bordeaux Şarap Güncesi” ise, şarap tutkusunun taçlandığı eseri oldu. Bu arada üniversiteyi de okuduğu Paris’e yerleşti, hekimliğe ayırdığı zamanı iyice azalttı.

Gırtlağımıza kadar günlük siyasete boğulduğumuz şu günlerde, Mehmet Bey gibi kerli ferli, adının önünde Profesör gibi ağır bir unvan taşıyan 66 yaşındaki bir aydınımızın bazılarına hafif gelebilecek ütopyalarının peşinden cesurca gitmesi, etrafın ne dediğini umursamadan “kendini gerçekleştirmesi”, doğrusu içimi ferahlatıyor… Mehmet Ömür’ü izlemek yaşama sevincimi arttırıyor, başka dünyaların da var olduğunu hatırlatıyor.

Ve dilimin ucuna, başlıktaki cümle geliyor. Ömür’sünüz Mehmet Bey!

Mehmet Ömür’le iPhone LOFOTEN Gezisi

Paris iPhone fotoğraf gezisi

Merih Akoğul katılımı ile yapılacak bu iPhone fotoğraf gezisi Parisi fotoğraflamayı, iPhone fotoğrafçılığının inceliklerini ve yaratıcı tarafını daha iyi öğrenmeyi amaçlamaktadır.

Gezi sonunda her katılımcı Pariste çektiği en güzel fotoğraflardan bir portfolio ile dönecektir. Esas amaçlanan ise fotoğrafın gölgesinde güzel vakit geçirmektir

ve unutulmayacak hatıralar biriktirmektir.

paris foto gezisi.

 

 

 

Merih Akoğul katılımı ile yapılacak bu iPhone fotoğraf gezisi Parisi fotoğraflamayı, iPhone fotoğrafçılığının inceliklerini ve yaratıcı tarafını daha iyi öğrenmeyi amaçlamaktadır.

10 kişi ile sınırlıdır. 15 eylül cuma ve 16 eylül cumartesi tarihlerinde yapılacaktır.

Gezi sonunda her katılımcı Pariste çektiği en güzel fotoğraflardan bir portfolio ile dönecektir. Esas amaçlanan ise fotoğrafın gölgesinde güzel vakit geçirmek ve unutulmayacak hatıralar biriktirmektir.

paris foto gezisi.

Sipa; Gökşin Sipahioğlu

 

Corbis, Getty Image, Magnum, Sipa; Göşin Sipahioğlu

Foto muhabirliği, görüntü ve haber fotoğrafı üzerine,

Fotoğraf konusunun en hassas noktalarından biri foto muhabirliğidir. Ara Güler hayatını kendisinin fotoğraf sanatçısı değil de foto muhabiri olduğunu anlatmakla geçirmiştir. Tabii ki bir fotoğraf sanatçısı ve foto muhabiri arasında en azından tanım açısından fark vardır.

http://www.dailymail.co.uk/news/article-2096328/Tragedy-air-Stunning-black-white-pictures-board-Yankee-Papa-13-capture-ill-fated-mission-violent-throws-Vietnam-War.html bağlantısındaki fotoğraflar foto muhabirliğin boyutlarını göstermek açısından çok önemli.
Microsoft’un sahibi neden dünyanın en büyük fotoğraf arşivinin sahibi olmak ister? Neden rakibi olan bir şirket rekabeti ortadan kaldırmak için kanunların etrafından dolanarak bu ajansı ortağı olduğu çinli şirkete satın aldırır?
2016 yılının nisan ayında Getty Images, Corbis’i bünyesine kattı böylece dünyanın en büyük iki görüntü bankası birleşmiş oldu.
Bütün bu soruların cevabı bugün görüntünün bu kadar ucuzlamasına karşın ne kadar da değerli olmasının ardında yatmaktadır.
Dünyanın en büyük haber ve görüntü arşivini kuran uzun boylu olduğu için ‘Büyük Türk’ diye lakap takılan ama uzun boyunun yanında gerçek anlamda da büyük bir kişiliğe sahip olan Gökşin Sipahioğlu konunun esas kişisi. Dünyanın çeşitli çatışmalarının içinden görüntüler gönderen bu savaş fotoğrafçısı esas ününü görüntü arşivi oluşturarak ve Sipa ajansını kurarak yapmıştır.

Bu yazımı onun savaş fotoğrafçılığı üzerine yazmıyorum. 5 yıl önce aramızdan 84 yaşında ayrılan ve Fransadaki türklerin en fransızı olarak bilinen “Büyük Türk” ün SIPA press ajansı nasıl kurduğunu ve Gökşin Sipahioğlu’nun ölüm yıldönümü nedeniyle açılan sergi ve haber görüntüleri dünyasını biraz incelemek için yazacağım.

Paris’te Louvre müzesine 4-5 dakika mesafedeki Elephant Paname adlı yeni açılan kültür merkezi iki katını Gökşin Sipahioğlu’na ayırmış. Serginin adı “Elephant Paname invite SIPA”. Tam bir ay sürecek.

İzmirde doğmuş, İstanbulda Saint Joseph Lisesini bitirmiş Gökşin Sipahioğlu. Efes Pilsen’in temeli olan Kadıköy Spor Kulübünün de kurucusu. Daha sonra gazetecilik bölümünden mezun olup İstanbulda gazeteciliğe atılıyor. İlk işini İstanbul Ekspress adlı gazetede buluyor. Ardından sırasıyla Yeni gazete, Vatan gazetesi ve Hürriyette önemli görevler yapıyor. Fransaya gelip Gamma ajansı ile çalışmaya başlıyor. Çeşitli ülkelerde önemli çatışmalardan kareler gönderiyor. Küba’ya denizci kimliği ile girmeyi başarıyor. Mısır, Çin, Çekoslavakya, Arnavutluk ve daha niceleri. Önemli olduğunu düşündüğü bir habere gönderilmeyince kendi ajansını kurmaya karar veriyor ancak yeteri mali gücü olmadığı için kurduğu şirketi 4 sene sonra yasallaştırabiliyor. 30 yıl yöneticiliğini yaptığı SIPA ajansı dünyanın en önemli haber ajanslarından biri oluyor. 16 m2 küçük bir odada kurduğu ajans sattığında 8000 m2 lik dev bir haber ajansıydı. Dünyanın her yerinde 2000 bağlantılı olduğu muhabiri, sürekli merkezde çalışan 160 çalışanı ile birlikte 20 milyon fotoğrafı arşivlemiş bir kişi. Sygma ve Gamma’nın satışlarından sonra Bill Gates’in teklifine “hayır” diyecek kadar güçlü. Chirac’ın elinen Chevalier de la Legion d’honneur ünvanını alıyor.

Bakın serginin giriş yazısını yazan WE DEMAİN editörü François Siegel ne diyor. “5 yıl önce 90 yaşını bekleyemeden bizi bırakıp gittin ama kendini unutturamadın. Bu sergi bunu kanıtlıyor. Dünya da senin düşündüğün gibi şekillenmiyor. 68 Mayısında kaldırım taşları üzerinde fotoğraflar çeken “Büyük Türk” özgürlük, laiklik ve zayıfları koruyan Avrupadan  ne kaldı sanıyorsun? Oysa Paris duvarlarında “Bu daha başlangıç” yazıyordu. O günler senin gibi uluslararası bir yeteneğin ve Sipa’nın doğuş yıllarıydı. Çalışkandın, Paris Match, Figaro magazin, VSD, Newsweek beni gönderir mi diye bakmadan dünyanın en belalı çatışmalarının olduğu yerlere gözünü kırpmadan giderdin. Bugünün dijital dünyasının haberciliğinin hoşuna gideceğini hiç sanmıyorum. Hatta “türklerin en fransızı” olarak ülkenin aydınlıktan karanlığa göçüşünü ve dünyanın en büyük gazeteci hapisanesi oluşunu kaldırabilir miydin? bilemiyorum.
VSD dergisinin editörüydüm. Zor günlerdi. İşler düşüyordu. Bana moral vermek için her zaman sana ayrılmış masanın bulunduğu ünlü restorana davet ettin. Başkaları görüntüler için dünya para isterken “Merak etme Sipa sana görüntü desteğini sürdürecek” dedin. Bu hatıra unutulası değil.  Maceracı ve romantik basının en son patronu seninle ilgili o kadar çok  hatıralar var ki.”

YALNIZ MI? TEK BAŞINA MI?

YALNIZ MI? TEK BAŞINA MI?

Arkadaşlarımızla yemek yediğimiz restoranda yan masada yalnız başına oturan adam hala aklımdan gitmedi.
Aslında epey zamandır yalnız olmakla tek başına olmak arasındaki fark konusunda düşünüp duruyordum.
Bir elinde bir kitap diğer elinde bir kadeh kırmızı şarap, muhtemelen bir kendi içine bakıyordu bir de arada etrafına ve bize göz atıyordu. En köşedeki masayı seçmişti. Yalnız mıydı? Tek başına olmayı mı yeğlemişti?
Ben yalnız yaşamaktan da yalnız yemek yemekten pek hoşlanmam. Paylaşmayı severim. Hem de pek çok konuda. Yemek de bazı başka konular gibi paylaştıkça şölen olur, keyif katlanır.
Tabii ki bu her zaman böyle olmuyor. Bütün yemek boyunca birbirlerine iki laf etmeden sofradan kalkan çiftler de görüyoruz.
Yan masadaki yalnız yemek yiyen komşumuz da acaba benim gibi paylaşmayı seven ama bu akşam tesadüfen yalnız kalmış bir kişi miydi yoksa yalnız yemek yemeyi alışkanlık haline mi getirmişti. Yalnız yemek yemekten keyif mi alıyordu? Bunlar hep kafamı kurcalıyor. Acaba tek başına yemek yiyen bu kimse çok sevilen ve çok geniş çevresi olan birisi miydi. Yoksa bazıları gibi etrafında kendisini çok sever gibi görünen onlarca kişiyle dolaşan gerçek bir yalnız mıydı?
Bu konuda masamızda güzel bir dedikodu başladı. 50 li yaşlarını geçmiş bu adam acaba yeni mi boşanmıştı. Karısını aldattığı için mi boşanmıştı. Onunla birlikte yemeğe çıkacak bir çocuğu veya arkadaşı yok muydu? Yoksa geçen ay ölen eşinin yasını mı tutmaya devam ediyordu.
Ben konuyu tersten aldım. Hiç mi yalnız başına restorana gitmemiştim? Hiç mi yalnız başıma yemek yememiştim? Belki de yalnız yemek yemek bir cesaret işidir. Bir gövde gösterisidir. Belki de ne boşanmıştı,ne de eşini kaybetmişti. Sadece yalnız başına kalmak istiyordu.
Yalnız yemek yiyenlerin böyle bir cesaretleri olsa gerekir. Ama cesaretin de bir yere kadar sınırı var. Örneğin eline en sevdiği ve sadece erkeklere mahsus dergisini alıp yan masadakilerin gözlerinin içine baka baka yemek yiyebilir mi? Yalnız adam!!
Belki de yalnız kadın!! Orada oturmuş telefonunu kurcalarken belki de sevgilisinin veya kocasının kendisini son anda nasıl atlattığının hesabını yapıyordur. Yemeğe çalıştığı balık boğazında düğümleniyordur. Bir an önce eve dönüp Desesparate Housewives ı izlemeye can atıyordur.
Mutsuz kadın, yalnız adam… Sevgililer gününe bir ay kala yalnız yemek yiyenler hakkında düşündüklerimiz işte bunlar. Ayıp ettiğimizi biliyorum
Ayıp ettiğimi fark ettiğim anda da oturup küçük bir araştırma yaptım. Yalnız yemek yiyen insanlar her zaman mutsuz, üzgün veya depresyonda olmuyorlarmış. Hatta yalnız yemek yemeyi sevimli bulanlar çoğunlukta. Bazıları içinde yalnız yemek yemek büyük bir mutluluk. Düşünsenize; ağzınızı şapırdatarak yemek yiyebiliyor, hem de istediğiniz kadar yiyebiliyor, önünüzdekini karşınızdakiyle paylaşmak durumunda kalmıyorsunuz. Kendi kendinizesiniz ve yediğiniz yemekle baş başa kalıp ne yediğinize konsantre olup onun tadını çıkartabiliyorsunuz. Kendi içinize dönüp rahatlıyorsunuz. Hiçbir suçluluk duygusu taşımadan büyük bir mutlulukla da masadan kalkıyorsunuz. Büyük bir manevi olay yaşamış, dua etmiş, masaj yaptırmış, sporda ter atmış ve hafiflemiş olarak restoranı terk ediyorsunuz.
Amerika birleşik devletlerinde bugün çalışanların % 60 ondan fazlası bilgisayarlarının önünde tek başlarına yemeklerini yiyorlar. Eskiden 1,5 saat kadar olan öğle yemeği arası artık bir çok işyerinde 15 dakikaya kadar düşmüş durumda. Buda amerikalıları giderek daha obez olmaya doğru itiyor. Hem kötü yemek kalitesi hem de yemek yeme tarzı obezitenin baş nedenleri arasında.
Ama her sorunu kendi avantajlarına döndürmeye çalışan yeni kuşak bilgisayar karşısında yemek yerken kendilerini filme çekerek bundan para kazanmaya bile başlamış durumda.Yalnız başına yemek yiyenler için öneriler şöyle; masa veya bar alternatifiniz varsa barı seçin, karşınızda konuşacak hatta size şevkat gösterebilecek birini bulma şansınız var. Kalabalık restoran yerinde daha sakin restoran seçmeye çalışın. Bilgisayarınız veya telefonunuz ile oynayın binlerce arkadaşınız varmış sansınlar:))
Yalnız adamlar bazen çok da ilginç kişiliklere sahip olabiliyorlar. Yalnız yemek yemek istemezseniz yalnız yemek yiyenleri gözlemleyin. Yalnız mı olduklarını yoksa tek başlarına mı kalmak istediklerini anlamaya çalışın. Hoşunuza gidebilir.

Güzellikle elde edemediğiniz bir kalbi, unutun gitsin…

 

14 Şubat: Güzellikle elde edemediğiniz bir kalbi, unutun gitsin…
12 Şubat 2015
Birlikte olma, ilişkiyi devam ettirme ya da evlenme teklifini reddeden kadının kurşun, bıçak ya da kezzapla cezalandırıldığı ülkemizde örnek alınması gereken bu sözleri, Mozart’ın ünlü operası ‘Saraydan Kız Kaçırma’da Selim Paşa söyler. Hem de kendisini sevemeyen gözdesi Konstanze’ı sevgilisiyle birlikte azad ederken.
Opera, kendisini elde etmeye çalışan Paşa’yı sürekli reddeden Konztanze’ın Belmonte’ye olan büyük aşkının hikayesini anlatır. 14 Şubat Sevgililer günü nedeniyle Paris’in ünlü “Palais Garnier” operasında sahnelenen ‘Saraydan Kız Kaçırma’da insan sevgisine, gurur yaralayan bir davranışın bağışlanması motifi ile yönelen Mozart, insan severlik ilkesini, bugün 18. yüzyıla göre belki de daha az gördüğümüz Türk bağışlayıcılığı ile yaklaşmaktadır. Aynı zamanda doğunun sihirli havasını geniş ölçüde Türk adet ve geleneklerine yer vererek dile getirmektedir. Mozart, Osmanlı mehter marşlarının etkisiyle, eserde özellikle vurgulu sazları kullanmış, böylece dinleyenleri doğunun sihirli atmosferine kolayca sokmayı başarmıştır.
Saray denildiğinde günümüzde akla başka şeyler geliyor. Saraylardan da kızdan farklı şeyler kaçırılıyor. Aşk ne yazık ki yerini paraya bıraktı. O nedenle 14 Şubat “Sevgililer gününde” aşka dair yazı yazmak da belki anlamını başka birçok güzellikler gibi yitirdi. Ama Çetin Altan’ın dediği gibi “Enseyi karartmamak” gerek. Ümidi de elden bırakmamalı. Paris’te olduğumuz şu günlerde, her yerde Aziz Valentine’ın izine rastladığımızdan Sevgililer Günü’nün bu aşk kentinde nasıl kutlandığını, aşkların sevgilileri için neler yapacaklarını anlatalım istedik.
Güzel bir yemekten sonra Paris veya civarında özel, romantik bir otelde bir gece geçirecekler. Örneğin 1000 gece için açılmış 1000 ayna ile donatılmış 18 Kasım 2016’da kapanacak La Kiss Room adlı otelden çok sanat eseri kabul edilen odada konaklayacaklar. Veya 5.cibölgedeki Le Five Hotel’de özel yataklarda uyuyacaklar. İsteyenler L’Hotel Amour’un hiçbir otelde görülmeyen orijinal dekoruna kendilerini bırakacaklar. Sevdiklerine Yves Thuries, Christophe Roussel gibi büyük şeflerin tasarladığı pasta ve çikolataları veya Ladurée, Angelina, Lenotre gibi büyük pastanelerin ürünlerini alacaklar. L’etage I love Clubbing’de, Blok Paris Kiss Party’de veya Bateau Concorde Atlantique’de dans edecekler. Aşıklar köprüsü diye bilinen, aşk kilitleri nedeniyle yıkılma noktasına gelen Pont des Arts da yürüyecekler, oradan Mektup Müzesi’ne gidip “Sana; seni sevdiğimi söylemekten başka söyleyecek bir şeyim yok” adlı sergiyi gezecekler, sergiden çıkarken oğlan kıza dünyanın en güzel aşk şiirlerinden biri olan ‘Elsa’nın gözleri’ adlı Aragon şiirini okuyacak. Ya da “Natalie’nin göğüsleri” adlı kendi yazdığı hikayeyi okumaya çalışacak. Çiçekler verilecek öpücükler alınacak.
Sanatsever aşıklar ya Saraydan Kız Kaçırma’ya ya da Rive Gauche tiyatrosunda Donizetti’nin L’elixir D’Amour (Aşk İksiri) adlı temsiline gidecekler.
Temsile girmeden önce romantik bir restoranda yemek yiyecekler. Restoranların hemen hepsi, mumlar ve kırmızı kalplerle süslenmiş olacak. Evine yemek getirtmek isteyenler de evlerini aynı şekilde süslemiş olacak. Bazı restoranlar müşterilerine sürprizler, çekilişler, hediyeler hazırlayacak.
Paris’teki billboardlar sevgililerin birbirlerine söyledikleri aşk sözcüklerini, aşıkların isimleriyle sürekli döndürecekler.
Sevgilisi olmayan bekarlar da o akşam sevgili bulmak için Paris’in yüzlerce noktasındaki gece kulüplerine, barlarına doluşacak. Bir sevgililer gün daha Paris’te böylece kutlanmış olacak.
Sevgililer gününüz kutlu olsun. Sevginizi tek bir güne sıkıştırmayın.

Ünlü İngiliz şarkıcı Adele ve ses teli ameliyatı..

ŞARKICININ SES AMELİYATI
Bu bir şarkıcının kısa ses teli ameliyat hikayesidir. Genellikle hayatını sesi ile kazanan şarkıcılar ses teli ameliyatı olmaktan çok korkarlar. Seslerinin hayat boyu yok olacağını sanırlar. Oysa ses teli ameliyatı dünyanın sonu değil, utanç verici bir şey hiç değildir. Bir kaç yıl önce 23 yaşındaki ünlü İngiliz şarkıcı Adele ses teli ameliyatı olduktan 4 ay sonra dün gece 6 tane Grammy ödülünü toplayıp çok önemli bir başarıya imza attı. İngiltere’de üst üste 10 hafta liste başı olarak Madonna’nın1990 dan beri elinde tuttuğu rekoru da elinden alan Adele Grammy töreni öncesinde televizyona çıkıp, sesinin nasıl bozulup onu ameliyatla nasıl düzelttirdiğini anlattı.
Grammy ödüllerinin dağıtıldığı gecede de sahne alarak sesinin en az ameliyat öncesi kadar güçlü,…, güzel olduğunu milyonlara kanıtladı.
Kendisi basına açıklamadığı sürece ses sanatçısının ses rahatsızlığı olduğu ve ses teli ameliyatı olduğu gizli tutulur. Başından böyle bir ameliyat geçen  sanatçıda utanç içinde yaşar. Sesi rahatsızlandığında veya ses teli için cerrahi bir tedavi önerildiğinde sanatçı “dünyanın sonunun geldiğini” düşünür. Oysa dünyada ne kadar çok pop veya opera sanatçısı ses teli ameliyatı olup tekrar mesleklerine devam etmişlerdir.
En son Adele dışında bilinen ünlülerden Neşeli yıllar müzikalinin ünlü Julie Andrew’i, Keith Urban, John Mayer, Aerosmith grubunun solisti Steven Tyler, Who’nun solisti Roger Daltrey, Cher, Lionel Ritchie de ses tellerinden ameliyat olmuşlardı.
Şarkıcıların en büyük dertleri sahne sonrası, konuşma seslerini, sigara dumanlı ortamlarda zorlayarak ses tellerine zarar vermeleridir. Ses teli ödemi ile şarkı söylemeleri de başlı başına ayrı bir sorundur.
Yanlış ses çalışmaları, bağırma, sigara içme, boğaz kazıma ve reflü şarkıcının ses teline zarar veren faktörlerin başında gelir.
Ses telleri artık günümüzde küçük kameralarla gayet güzel incelenebilmektedir. Ameliyatlarda ya yeni özel lazerler ile veya mikro cerrahi yöntemlerle yapılmakta ses telleri nodül, polip, kist, kanama veya ödem gibi sorunlardan kurtarılmaktadır. Karbondioksit lazer ameliyat edilen dokuların uzağına da sıcak etkisi yaptığından terk edilmiştir. Tabii ses teli ameliyatından sonra ses sanatçısının 1-2 ay kadar sahneden uzak kalması gerekebilmektedir. Bu sürenin bir kısmı ses istirahati bir kısmıda ses egzersizleri ile geçmektedir. Şarkıcı gerektiğinde sesini dinlendirmeli turnesini iptal edebilmelidir.
Başında da söylediğimiz gibi en son Adele örneğinde de olduğu gibi ses teli hastalığı ne utanç verici bir şeydir, nede dünyanın sonudur. Sadece tedavisi olan bir hastalıktır.
Ünlü şarkıcı olmak gerçekten zordur. Hayatınız yok olur, paparazzilerden kaçmaktan yorulursunuz. Hızlı yaşam, ego, sigara, alkol, uyuşturucu sizi kontrolü altına alabilir.
Adele birkaç yıl önce Paris’te canlı bir radyo programında iken aniden sesinin düştüğünü, kısıldığını fark eder. Kendi söylediğine göre boğazında bir şey “pop” etmiştir. İngiltere’deki KBB doktoru ses teline kanama görür. Kendisine Boston Massachusetts hastanesinde ses cerrahı Zeitels önerilir. Zeitels ses tellerine kanama yapan şeyin küçük bir nodül olduğunu ve ameliyatla nodülün alınıp kanayan yerin lazerle yakılması gerektiğini söyler. 23 yaşındaki büyük ses hiç düşünmeden teklifi kabul eder. “Doktoruma ve vücudumun bu işi düzelteceğine inanıyordum” der, ve öyle de olur. 4 ay boyunca ses istirahatine dikkat eder ardından da ses egzersizlerine başlar. Bu dönemde kendine destek olan arkadaşlarına da teşekkür etmeyi unutmaz.
“Siz sessiz kalınca, çevrenizdeki herkes de sessizleşiyor” der şarkıcı.