Eskilerden 6- İzlanda

Omurden-3

DÜNYANIN MERKEZİNE YOLCULUK

 

KBB trendin bu sayısına çok beğendiğim bir ülkeyle, İzlanda ile ilgili izlenimlerimi ve bulabildiğim bilgilerini paylaşmak istiyorum. 2010 yılında ağustos ayında gittiğim bu ülkede çok güzel fotoğraflar çektim, bir tane volkanik dağ fotoğrafım da National Gographic dergisinde yılın fotoğrafı olmaya aday gösterildi. Bu sene de bir tane var haberiniz olsun.

Otelden restorana gitmek için bindiğim 50 yaşındaki taksi şöförüne hayatı boyunca İzlanda da yaşadığı en sıcak yaın kaç derece olduğunu sordum. Cevap kısa ve netti 25.

Ateşle buz yan yana bu adada. Dev buzullar ve her an patlamaya hazır volkanlar. Yanı sıra göz alabildiğine uzanan yemyeşil topraklar. Kıyıdan bir adım uzaklıkta özgürce yüzen foklar, balinalar, sıcak su fışkırtan geyser’ler, içinde hem ruhunuzu hem bedeninizi dinlendireceğiniz mavi lagünler, simsiyah kumla kaplı plajlar, yeşil vadileri geçen siyah lav nehirleri, yüksek buhar sütünları oluşturan kaynar çamur kuyuları…

İzlanda, yani ‘buz ülkesi’, doğanın sürprizleriyle büyülüyor ziyaretçilerini, ‘Buz ülkesi’ adı bir şaşırtmaca aslında. 850 yılında adaya ilk adım atan Naddod’dur, herkes gelip yerleşmesin, fazla rağbet olmasın diye ‘Snaeland’ (Karlar ülkesi) adını vermiş bu topraklara. Adanın ikinci ziyaretçisi Gardar Svavarsson bir kışı Húsavík’te geçirmiş. Giderken adaya bıraktığı birkaç mürettebat ise İzlanda’nın ilk halkı olmuş. 860 yılında ailesiyle birlikte adaya gelen Flóki Vilgerdarson ise ‘Ísland’, (Buz ülkesi) adını uygun görmüş.İlk yerleşen olarak Norveç’ten gelen kabile reisi İngolpur Arnarson kabul ediliyor.Jules Verne ise, profesör Otto Lidenbrock’un keşfettiği büyülü yer altı dünyası için burasını hayal etmiş, dünyanın merkezine seyahat buradaki bir yanardağ kraterinden içeri girerek başlatılmış.

 

BİR YANIM AMERİKA BİR YANIM AVRUPA

 

İngiltere büyüklüğündeki adanın tam ortasından bir fay hattı geçiyor. Fayın sağ tarafı Amerika kıtasına dahil, sol yanı Avrupa’ya. Tıpkı Boğazlar’ın ülkemizi Asya ile Avrupa’dan ayırması gibi. Toprakları nisbeten  genç olduğundan her yıl bir deprem kaydediyorlar. Volkanlar beş yılda bir ‘ateş püskürüyor’. Eyyafiyataokult yanardağının iki yıl önceki kış dünyanın başına açtığı dertleri bilmeyenimiz yok. Uçak seferleri günlerce iptal oldu, kara bulutlar tepemizde dolanıp durdu. İzlandalılar alışmış bu doğal ‘öfkeye’, önceden tedbirlerini alıyor. 1973 yılındaki bir patlamada örneğin, yöre halkını başka bir yere taşımışlar ve sadece bir at ölmüş. Bu patlama sonucu denize akan lavlar yeni bir ada oluşmasına neden olmuş.

Adanın dört bir yanında lav birikintileri var. Lavların üstü 10 santim kalınlığında yosunla kaplı. Çıplak ayakla gezerseniz, süngerin üzerinde yürüyormuş hissine kapılıyorsunuz.

Nehirler iki renk akıyor. Bulanık olanlar buzullardan gelenler, berrak olanlar kaynaklardan çıkan akarsular. Adanın her tarafı akarsularla dolu ve arazi özelliklerinden dolayı bol miktarda çağlayan var. Çağlayanların çevresindeki yemyeşil arazilerde inekler, koyunlar, atlar özgürce dolaşıyor. Koyunların kulaklarında birer çip var. Eylül ayında atlı görevliler bir hafta otlaklarda dolaşıp koyunları topluyor ve sahiplerine veriyorlar. Şimdiye kadar hiç koyun hırsızlığı yaşanmamış. Sadece bir kez, kamp yapan bir turist kafilesi çok acıkıp bir koyunu kesip yemiş. Suç mahallinde kemikler bulunmuş!

Koyunların etleri lezzetli, ama halk ağırlıklı olarak balık ve deniz ürünleri ile besleniyor. Ordusu olmayan, polisin silah taşımadığı bu barışçıl ülkede, Vikinglerin soyundan gelme halk deniz işlerinden, balıkçılıktan çok iyi anlıyor. Gelirlerinin büyük kısmı da balıktan. Somon, sofraların baş tacı. Bir de ‘muffin’ ya da ‘lundi’ dedikleri, yüzü çok komik bir kuş türü ile besleniyorlar. Sebzelerini yazın kendileri yetiştiriyor, kışın İspanya’dan ithal ediyorlar.

İzlanda’da yaz bir buçuk ay sürüyor. Birkaç cesur yürek dışında denize giren pek yok.  İnsanlar havuzları ve lagün denilen, bizim Pamukkale’dekine benzer doğal sıcak göletleri tercih ediyor. Plajlar da siyah volkanik kumla kaplı. Başkent Rejkjavik yakınlarında bir tane beyaz kumlu plaj var. Ve denize sıcak su akıtılıyor. Adanın her yerinde doğal sıcak su kaynakları var. Topraktan resmen duman tütüyor. Bir de ‘gayser’ deniler su fışkıran noktalar. İklim şartları nedeniyle doğada hemen hemen hiç bir böcek bulunmuyor.

 

Ada nüfusu 300 bin. Kilometre kareye üç kişi düşüyor.Bu hüzünlü adada insanlar pek neşeli değil. Güneşe hasret olmalarından belki. Ya da ekonomik krizden. Ülke, çok fazla gelir kaynağı olmadığından, Merkez Bankasındaki paraları ABD’de faize koyup, Murdoch’a global krizde kaptıralı beri, maddi durumları pek iyi değil. Yine de ulusal gurur gereği, ekonomik krizden çok durumun psikolojik olduğundan dem vuruyorlar. Aslında haklı oldukları yönler var. 150 milyon ton petrol karşılığı doğal enerjinin üzerinde oturuyorlar. Toprağın neresine bir boru soksalar 60 derece sıcak su fışkırıyor. Yani ısınmak için doğal gaza, petrole ihtiyaçlar yok. Bu enerjilerine de ‘yeşil’ diyorlar. Rengarenk binalar, havaya sinmiş efkarı biraz olsun hafifletiyor. Sarı ve kırmızı en sık kullanılan renkler. Otobüsler, evler, trafik işaretleri, hemen her şey ‘Galatasaraylı’.  Ve kent inanılmaz huzurlu. Ne trafik keşmekeşi, ne korna sesi, ne tartışan insanlar. Metropol stresinden bunalanlar için izlandaca “Dumanlı Köy” demek olan başkent Rejkjavik ilaç gibi. İzlanda basın özgürlüğünde dünyanın birinci ülkesi seçilmiş durumda. Yine kişisel gelişmişlikte de başta geliyor.

 

EFSANELERDEN EFSANE BEĞEN

İzlandalıların en önemli özelliklerinden biri fal ve efsane (saga) merakı. Turistlere anlatacak pek çok gizemli hikayeleri var. Falcıları, hayaletli evleri de cabası. Kalbinizin sağlamlığına güveniyorsanız, bu büyülü evlerden birinde konaklayıp, hayaletin çığlıklarına tanık olabilirsiniz.

Aslında adada yapacağınız başka çılgınlıklar da var.

. Evlilik töreninizi ‘blue lagoon’ denilen jeotermal kaplıcalarda yapabilirsiniz örneğin.

. Pamuk kıvamındaki yosunlar üzerinde açık havada eşinizle uyuyabilirsiniz. Ada tenha olduğundan sizi gören de olmaz. Olsa da zaten rahatsız etmez. Özel hayata çok değer veren, okuma oranı yüzde 100’e yakın, entellüktüel insanların yaşadığı bir ülkedesiniz.

. Husavik kentindeki ‘Phallological’ müzesine cinsel organınızı bağışlayabilirsiniz. Müzede  300 değişik cinsel organ sergileniyor. 170 santimlik balina penisi de burada küçücük bir hamsterin penisi de.

. Fayın üstünde, iki kıta arasında yürüyüp yüzebilirsiniz.

. Dışarıda hava eksinin altındayken, başkentten yarım saat uzaklıktaki Mavi Lagün’in sıcak kükürtlü sularında yüzebilirsiniz.

. Kıyıdan balinaları izleyebilirsiniz.

–         Geleceğinizi öğrenmek için fal baktırabilirsiniz.

–         Çamur banyosu ile güzelleşebilirsiniz.

–         Karda golf oynayabilirsiniz.

–         Çamurda top koşturabilirsiniz.

–         Çağlayanların altında yıkanabilirsiniz.

 

NEREDE YENİR?

Jonathan Livington Mavur

Traggvagata 4-6

Naust

Vesturgata 6-8

 

Galeri Restaurant

Bergstaoaestaeti 37

NEREDE EĞLENİLİR?

101, Reykjavik’in en trendi semti.  101 aynı zamanda bu semtde geçen ilginç bir filmin de adı. En gözde mağazalar, restoranlar, barlar, tiyatro ve sanat galerileri burada. Cuma ve cumartesi akşamları çok hareketli.

 

101 Hotel Bar. Hverfisgata, 10. Rejkjavik

Tjarnabio. Tjarmargata, 10

 

NEREDE KALINIR?

RADİSSON SAS HOTEL ISLAND

Alışveriş merkezi Kringlan’a 15 dakikaka yürüme mesafesinde konforlu bir otel.

CENTERHOTEL PLAZA

Adalstraeti 4, 101 Reykjavik

Kent merkesinde Ingólfstorg Meydanı’nda, şık bir otel. Çevresinde birçok restoran, gece kulübü ve dükkan var

HOTEL BORG

Posthusstraeti 11, Reykjavik

Tarihi Asuturvollur Meydanı’nda art deco stili, şık bir otel.

HOTEL HOLT

Bergstaoaestraeti 37, Reykjavik 101

Eskilerden 5- Bistro

Omurden

ÇABUK, ÇABUK…. BYSTRO… BİSTROT
Tad ve koku alma duyusu birbirinden ayrılamıyor. Bu köşemiz ise
derginin bilimsel kısmından ayrılıyor ve daha çok gezme-tozma,
yeme-içme işlerine bakıyor. Bu yazımızda da bu nedenle tad ve koku
alma fizyolojisinden çok Fransa’nın ve Paris’in gastronomik
faaliyetlere değineceğiz. Sonuçta tad ve koku alma organlarından
mesul doktorlar değil miyiz? Lezzetli yemeklerden kimseye zarar
gelmez, haydi başlayalım…
Bistro, brasserie, şarap barı yani bar a vin, café, crêperie, guinguettes,
restaurant, yerel mutfaklar… Romantik rotaların kraliçesi, sanatın
merkezi, moda ikonu Paris her anlamda tadına varılması gereken bir
şehir ve damak tadı konusunda sunduğu seçenekler de sınırsız. Haute
ya da nouvelle cuisine’in en alengirli tatlarının servis edildiği
Michelin yıldızlı restoranlardan, ayak üstü atıştırabileceğiniz café’lere,
çeşitli bölgelerin geleneksel tariflerinden etnik mutfaklara, yok yok…
Seçenek çok olunca tuzağa düşme, kötü deneyimler yaşama olasılığı
da artıyor. Paris’e giderseniz önerimiz fazla turistik bölgelerdeki
restoranlardan kaçınmanız, yerel halkın gittiği bistroları tespit etmeye
çalışmanız, Paris’te yaşayan ya da yaşamış birini tanıyorsanız,
tavsiyelerine kulak vermeniz.
Önce Fransız mutfağı hakkında birkaç bilgi vereyim. Monarşi
yıllarının lüksünden, Fransız devriminden , koloni döneminden ve
komşu ülkelerinin kültüründen etkilenen Fransız mutfağı, yemek
pişirmenin sanatsal yönünü ön plana çıkaran, zenginliği ve
çeşitliliğiyle ünlü. Bir rivayete göre Floransalı ünlü Medici ailesinin
ferdi Prenses Caterina de Medici’nin bu mutfağın gelişmesinde katkısı
büyük. Kral II. Henry’e eş seçilen Caterina de Medici çeyiziyle
birlikte Fransa’ya Toscana mutfağının geleneğini, sofra adabını ve
aşçılarını da götürmüş. İtalyan aşçılar Fransız hanedanına çatal ve
peçete kullanmayı da öğretmişler. Sonraki yüzyıllarda Paris Avrupa’da
görkemin, lüksün, gösterişin merkezi olmuş ve kraliyet sofraları
zenginlikte, mücevherler, giysiler ve dekorlarla aşık atmış. Fransız
devrimi geçici bir duraklama dönemini başlatsa da kimileri devrimi
mutfağın demokratikleşmesi ve modern restoranların doğuşuna vesile
olarak görür: asillerin işsiz kalan aşçıları ve hatta giyotinden
kurtulmuş bazı asilzadeler restoran açmış ya da aşçılık dersi vermeye
başlamış.

20’inci yüzyıl ise, özellikle 1970’li yıllarda Fransa’da Nouvelle
Cuisine’nin doğuşuna sahne oldu. Dünya gastronomi dünyasını
etkileyen bu akıma imzasını atan Gault ve Millau, o güne kadar
Fransız haute cuisine’nin kurallarını tamamen değiştirdi: yeni tarifler,
yeni sunumlar, malzemeleri yeni ele alış biçimi, porsiyonlarda
değişiklik; hatta pişirme yöntemine bile farklılık geldi.
Yöresel mutfağa gelince: Fransa yüzölçümü geniş bir ülke.
Korsika’dan Akdeniz’in ılımlı kıyılarına, kuzeyin sert ikliminden
Atlantik kıyılarına, her bölgenin lezzetleri de farklı. Perigord, örneğin,
ördek ve kaz eti yemekleri ile tanınıyor, özellikle de tüm dünyada
bilinen foie gras yani kaz ciğeriyle. Bretanya bir diğer ünlü lezzetin
crepe’in doğum yeri. Ama midyesi ve kabuklu deniz ürünleri de
meşhur. Loire vadisinin koyun eti, av etleri, mantar çeşitleri ve keçi
peyniri; Champagne, Alsace ve Lorraine bölgelerinin jambon ve av
etleri ünlü. Picardie, Normandiya, Bretanya ve Nord-Pas-de-
Calais’ninse balık ve kabuklu deniz ürünleri. Bunların hepsini Paris’te
bistrolarda ve yerel mutfak restoranlarında tadabilirsiniz. Korsika ve
Provence denilen güney Fransa’nın tatları ve kokularından Alsaz
bölgesinin ve Bretanya’nın tatlarına.
ORDÖVR OLARAK NE ALIRSINIZ?
En önemli öğeleri şarap ve peynir olan Fransız mutfağında menü üç
ana bölümden oluşur: hors d'oeuvre ya da entrees, plat ve desert; yani
antre, ana yemek ve arkalık.
En yaygın ördövler; keçi peyniri veya jambonla hazırlanan salata, otlu
omlet ve soğan çorbası (soupe a l'oignon), et suyu (consommé) veya
pırasa ve patates çorbası (potage parisien), istridye (huitres), kabuklu
deniz ürünleri (crustaces) ve deniz ürünleri (fruites de mer).
Ana yemek (plat); et veya balık, yanında garnitür olarak sebze veya
pilav ve Fransız mutfağının olmazsa olmazı soslar önde giden
yemeklerdir.
Entrecote Bercy (beyaz şarap soslu et), Chateaubriand, andouillettes
(ızgara işkembe sosisi), canard à l'orange (portakallı ördek) tadılması
gereken lezzetler arasında sayılabilir.
Arkalık ve tatlılar; çikolatalı St Honoré, crème caramel, değişik
krepler ve genelde bol krem şantiyli tatlılar ve peynirler. Fransa bir
peynir cenneti. Yüzlerce çeşit var ama en bilinenleri camembert, brie,

roquefort, otlu peynir ve keçi peyniri. Peynirler, ana yemekten sonra
arkalık ve tatlılardan önce servis edilirler.
HER BÜTÇEYE UYGUN MEKAN
Fransız kültüründe birçok değişik lokanta çeşidi var:
Restaurant: Kalitesine göre çeşitli fiyatlarda yemekler sunan bu tür
lokantalar genellikle günün belirli saatlerinde açılır, belirli saatlerde
kapanırlar. Haftanın bir günü çoğu iki günü de kepenkleri iniktir.
Pazar ve pazartesi günleri restoranların çoğu kapalıdır. Genellikle fiks
menü seçeneği sunarlar. Saat 15:00’te öğle servisini kapatan bir
restoranda 15:15’te yemek yeme teşebüsünde bulunmamanızı tavsiye
ederim. Büyük bir olasılıkla reddedileceksinizdir.
Bistro: restorandan daha küçüktür. Menüler bazen kapının önündeki
bir tahtaya tebeşirle yazılır. Genellikle daha basit ve çabuk
hazırlanabilen yemekler sunarlar. Zengin şarap menüsü, rahat ve
sempatik servis, makul hesap, bistroların en önemli özelliklerindendir.
Burada bir ara verip başlığa dönelim ve Bistrot’larla ilgili bilgilerimizi
biraz daha genişletelim. Bistrot adının rusçada Bystro kelimesinden
geldiği söylenir. 1814 yılında 100 gün Paris’i işgal eden Rus askerler
gizlice Cabaret’leri ziyaret ederlerken işlerini bir an önce bitirip bir
tek atıp kışlalarına dönebilmek için “Çabuk, çabuk.. Bystro, bystro..”
dedikleri için bu ad cabaret’lerin üzerine yapışıp kalmıştır. Uzun barın
üzerine kolunuzu atıp kahvenizi veya içeceğinizi yudumladığınız bir
ortamdır. Daha sonraları aristokrasinin rağbet ettiği bistrot’ların en
eskisi “Procope”dur. Bir köşesinde Voltaire’in masasının hala durduğu
ve Fransız devriminin hazırlandığı bu bistrot halen Saint Germain’de
aynı yerde hizmet vermektedir. Ama daha çok turistlere tabii ki..
Bu yıllarda bistrot’ların ardından birahane anlamına Brasserie’ler
türer. 1860 da Phyloxera denilen parazitlerin bağları yoketmesinin
ardından şarap fiyatları yükselir. Bira baştacı edilir.
Alsace-Lorraine bölgesinden gelen göçmenler tarafından 1870'lerde
açılmıştır. Bugün biranın yanısıra Riesling, Sylvaner ve
Gewürztraminer gibi Alsace yöresine ait şaraplar da servis ederler. En
yaygın yemekler lahana ile yapılan choucroute ve deniz ürünleridir.
Brasserie bütün gün açıktır. En ünlüleri Montparnasse semtindedir.
Bunların başında da La Coupole gelir. Opera seviyorsanız Paris
Operası’nda bir eser dinledikten sonra Bastille Meydanı’ndaki
Bofinger Brasserie’sinde yemek yiyebilirsiniz. Bizde brasserie var mı,

diyenlere ise İstanbul’da Mim Kemal Öke caddesindeki “La Brise”i
önerebilirim.
Şarap Barları: Franız şarabının türlü türlüsünü, peynir ve kuru etler
eşliğinde tadabilirsiniz.Guinguettes: Yeme içmeyi ama özellikle de
dans etmeyi sevenler için, Marn nehrine bakan büyük terasları olan
cafe restoranlardır. Daha çok pazarları ailece gidilir ve akordeon
eşliğinde dans edilir.
Café: Paris kafe dolu. Adım başı var. Sabahları kahve ve kurvasan
önerilir. Haberiniz olsun sanatçı takımı St-Germain-des-Prés’deki
kafelere takılır.Boulangerie: Fırın. baguette, croissant, croque
monsieur alabilirsiniz..Vaktiniz ve bütçeniz kısıtlıysa ideal bir
seçimdir.
Fransa’da yeme içme bir şölendir. Ukala garsonlara kafayı
takmazsanız herşey güzel gider. Fransız mutfağının dünyanın en iyi
mutfakları arasında sayılması boşa değildir. Fırıncılık, pastacılık ve
gastronomi okulları ile yüzyıllardır dünyanın en iyi mutfağını
yaratmak için uğraşır dururlar ama bir türlü analı kızlıyı veya
yuvalamayı bulabilmiş değillerdir, etli ekmek haberleri bile yoktur.
Hepinize sevgiler…

Eskilerden 5- Saint Paul de Vence

LÜTFEN AŞAĞIDAKİ LİNKİ TIKLAYIN

 

Omurden24-26

Omurden24-26

Eskilerden 4- San Fransisco da “ Sevgililer günü” ve biraz da müzik…

Omurden_e

Omurden-2

San Fransisco da “ Sevgililer günü” ve biraz da müzik…
KBB’de Trent dergisi 11. sayısına gelmiş. Zaman ne çabuk geçiyor. Ülkemizde
istikrarlı dergilerin sayısının her geçen gün artması sevindirici. Dergi çıkartmanın ne
kadar güç lduğunu çok iyi bilenlerdenim. KBB Postasını yaşatmak için çok gayret
göstermiştik ama o da bir çoğu gibi sizlere ömür oldu. Elde kalanların son
örneklerini yok olmadan KBB Vakfına teslim ettik.
Bu sayının yazısını bir “Sevgililer Günü”nde San Fransisco’dan yazıyorum. Onun
için bu yazı karamsar bir dergilerin günümüzdeki durumu yazısısından çok bir gezi
ve sevgi yazısı olacak.
“18th Annual Advances in Diagnosis and Treatment of Sleep Apnea and Snoring”
simpozyumuna katılmak üzere geldiğim bu şehrin güzelliklerini buraya aktarmaya
niyetliyim. Toplantı tutanaklarını ise toplantı sonrasında herzaman yaptığım gibi
KBB Kanala göndereceğim.
Bugün “Sevgililer Günü” heryerde kırmızı kırmızı kalpler cirit atıyor. “Happy Valentin
Day” caddeleri, dükkanların vitrinlerini süslüyor. Magazalardan birinin kapısında
“İnsanlar birbirlerine ait olduklarını unuttuklarından beri barış sağlanamıyor”
yazıyor.Bu etkileyici sözü kim söylemişse doğu söylemiş. Adem ve Havvadan
geldiğimize göre tüm insanlar sonuçta birbirleriyle kardeş… İşte bu nedenle kardeş
kardeş yaşayıp birbirimizi sevmeliyiz. Bugünkü “Sevgililer Günü” kardeş sevgisine
atıfta bulunmuyor tabii ki… Hele San Francisco’da hiç değil.. Restoanlarda mum
ışığında baş başa romantik yemek yiyen erkeklerin kardeş olmadıkları pek belli..
San Francisco eşcinsellerin dünyada en yoğun olduğu şehir. Sean Penn’in ödül
kazandığı “Milk” adlı filmin hikayesi de bu şehirde geçer. Eşcinsel özgürlüğünün
başladığı noktanın hikayesidir bu hikaye..
Bu gece Tonny Bennett Nikko Hotelde bir konser verecek. Biletler çoktan tükenmiş.
Şarkıcı “I Left My Heart in San Francisco” adlı ünlü şarkısını kalbini sevgilisinde
bırakanlar için söyleyecek bu gece. Müzik Ve San Francisco deyince akla hemen
“Hotel California” ve “California Dreaming” geliyor her nedense.. San Francisco
California eyaletinin en önemli kenti ama Hotel California nın birçok farklı hikayesi
var. Biz romantik bir aşk üzerine olanı sevip beğeniyoruz. 19 milyon satıp 1978 de
yılın albümü ödülünü alan Eagles’ın bu albümü 3 yıl önce de internetten 1.000.000
uncu defa indirilmesini kutladı.
California Dreaming ise bizi bir on sene daha önceye götürüyor. Monterey
Festivalinde Scott Kenzie’nin söylediği parça büyük sükse yapar. Tam 7 milyon
satar ve çoğumuzun hatırlayacağı “Graduate” ve “ Forest Gump” filmlerinde ilm
müzüiği olur. Parça &0 lı yıllarda binlerce insanı buraya çekmişti bugünde bize
nostalji yaptırıyor. Ben de bugün Monterey Körfezinde kışa rağmen tişörtle dolaşıp
bahar çiçekleri arasında bu şarkıyı dinliyorum. İk satırlar şöyle diyor:
If you are going to San FranciscoBe sure to wear some flowers in your hairIf you are going to San FranciscoYou are
gonna meet some gentle people thereFor those who come to San FranciscoSummertime will be a love-in there
Eğer san Francisco’ya gidersen, şaçlarına çiçekler takmayı ihmal etme, gidersen
orada kibar insanlarla tanışacaksın ve buraya gelenlere yaz mevsimi aşk mevsimi
olacak. Şarkılar insanlar aşık olunca mı daha etkili olur bilinmez, bir şarkının peşine
düşüp onca yollara düşenler sadece filmlerde mi olur o da bilinmez. Ama bilinen her

aşkın bir şarkısı vardır, güfteye besteye dönüşmüş veya sadece “ bu bizim
parçamız” diye gönüllere gömülmüş bir şarkıdır bu.
San Francisco kafelerinde restoranlarında sürekli bu müzikler çalıyor. 60 lı 70 li
yılların müzikleri, rock müzik veya country müzik kulakları okşuyor. Jazz müzik
dinlemek isterseniz de zencilerin yoğun olduğu bölgelerdeki kadar çok olmasa da
Jazz Bar’lar a gitmelisiniz.
San Francisco zencilerin azbulunduğu daha çok beyazların ve meksika kökenlilerin
yaşadığı bir bölge. Zengin bir bölge en eski arabalar bir yaşında. Bölge pasifik
okyanusunun o büyük dalgalarının vurduğu göz alabildiğine uzanan plajlarıyla
süslü. Bu mevsimde srf yapanlara rastlıyoruz . Her ne kadar deniz girenler henüz
yok gibi oşsa da muhtemelen “karpuzun kabuğunu” bekliyorlardır. Hava pırıl pırıl
güneşli ve temiz, insanlar tişörlerle… İlkbahar havası ve ruhu kışın ortasında gelmiş
bile..
2 gün önce Dünyanın en önemli müzik yarışması yapıldı eyalette. Geçen seneki
Oscar töreninden daha çok insanı 39 milyon kişiyi TV lerinin önüne kitledi. Bir
taraftan o gün ölen Ünlü şarkıcı Withney Huston’u yı anma törenine dönüşen bu
yarışma diğer taraftan 4 ay önce nodül ameliyatı olup da 6 ödül toplayarak
Madonnayı tahtından eden 23 yaşındaki Adale’nin ses ameliyaının dünyanın sonu
olmadığını ses kısıklığının da utanılacak bir durum olmadığını dünya aleme
gösterdiği bir yarışma oldu.
San Francisconun güneyi sarmısak ve enginar bölgesi. Kuzeyi de bağlar ve
şarpçılık bölgesi. Napa ve Sonoma vadileri özel mikroklimalarıyla 100 yıl içinde
dünyanın en önemli şarap üretici bölgesi oldular. Amerikanın şarap tüketiminin %
90 ı bu nölgeden karşılanıyor. Bu bölgede günde birkaç ke yağmur yağıp güneş
açabiliyor.
San Francisconun şarap sevgisini bir kenara bırakıp bizim anladığımız anlamdaki
sevgiye bakalım istedim. İnternetin ansiklopedisi “Sevgi” kelimesini çok kıa
özetlemiş: Sevgi türkçede yaygın bir bayan adıdır. örnek olarak da Koç ailesinin bir
ferdi Sevgi Gönül (1938) vermiş. Allahtan diğer diller imdada yetişiyor.
Sevgiyi bilmek için ansiklopediye mi ihyiyaç olurmuş dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Haklısınız tabii ki benimki biraz tanım takıntısından geliyor.Yani sevgi aşk bağlantısı
nedir? Bilimsel temelleri var mıdır? Kimyası nedir ? Fizik ve matematkle ilişkili midir
gibi sorulara cevap aramak istemiştim. Yoksa “ Aşkın tesadüfleri sever” biliyoruz.
Müslim Gürses davudi sesiyle radyolarda söylüyor. Ama gözü kör etmesi, yıldırım
tarzında geleni, almızın yazısı olup olmadığı hepsi araştırılması tartışılması gerek
konular. Bunlara da tabii ki tanımından başlamak gerek. Burada gördüğümüz
plajlara sevgililer günü nedeniyle olsa gerek yüzlerce “I Love (kalp sembolü
şeklinde çizilenler çoğunlukta) you” lar bir kaç gün içinde silinip gidecek ama
sevginin ansiklopedilerde kalıcı tanımlamaları olmalı bir bayan adından öte.
Ansiklopedilerden de daha kalıcı olmaları gereken yeri kalplerimiz olmalı tabii ki.
Her nekadar kalplerimiz sadece bir emme basma tulumba olup sevgi ve aşkla
doğrudan bir ilişkisi olmsa d yine de sembolik olarak kalp organımızın bu konuda
sembol olarak seçilmiş olması güzel ve anlamlı. Düşünsenize böbrek veya dalak
aşkı temsil etseydi nasıl olurdu. Aslında beyin seçilmeliymiş ama bizim organlarımız
bile aşka böbrekten daha yakın. Aşık olunca daha çok miksiyon ihtiyacı doğuyor mu
bilemiyorum ama sevgilinin amber gibi mis gibi kokusu burundan, kadife gibi sesi
kulağımızdan alınıyor. Aşk başımızı periferik vestibüler sistem etkisi ile döndürmesi

bile kulağımızı çınlattığında kimin andığını biliyoruz. Sevgiliden çalınan bir buseye
oral kavite, dudaklar ve korda timpani aracılık etmekte.
Yazımızın sonuna yaklaşırken sevgi ile ilgili mesleki deformasyonu bir kenara
bırakıp inişli çıkışlı caddeleri, yüksek gökdelenler, rıhtımdaki balıkçı ve deniz
mahsülleri lokantaları, döndürmek için elle itilen tramwayları, Alkadraz kuşcusu”
filminin çekildiği alkadraz hapisahane adası, ünlü kırmızı şehrin sembolü “Golden
Gate” köprüsü ve Sausolito banliyösüyle ile görülesi bu şehre gelirseniz, bu şehri
seversiniz diye düşünüyorum.
Hepinize sevgi dolu günler…

Eskilerden 3 -Tıpda En Önemli 10 Buluş ve Gelecek

Tıpda En Önemli 10 Buluş ve Gelecek
Yaşamlarını insan sağlığına adamış Amerikalı 2 doktorun yazdığı Tıbbın en büyük 10
buluşu adlı kitaptan yola çıkarak önümüzdeki yüzyılda bu on buluşu geçebilecek kadar
önemli bir araştırma olacak mı diye düşündük. İnternette biraz gezip sağlıkla ilgili dergilere
göz attık. Gen mühendisliği iyiye kullanıldığında, önemli buluşlar ortaya çıkabilir izlenimi
uyandı. Önce California’dan Friedman ve Standford tan Friedland’a göre tıpta en önemli
on buluş neymiş onlara bir göz atalım isterseniz …
Sonrada önümüzdeki yüzyılda bizi bekliyen yeniliklere bakarız. Yazarlar nelerin en önemli
on buluş olduğuna, yaptıkları bir ankete göre karar vermişler. En önemli buluş olarak
fizyolojinin babası olarak nitelendirdikleri William Harvey inkan dolaşımı buluşunu kabul
ediyorlar. Kronolojik olarak bakıldığında ilk önemli buluş Andre Vesalius un anatomi
çalışmaları. Vesaliusun kısaca Fabrica Tıpda En Önemli 10 Buluş ve Gelecek olarak bilinen De humanis corporis fabrica adlı büyük kitabında yayımladığı bilgiler asırlardır uykuda olan tıp dünyasını uyandırmaya
yetiyor.
Diğer buluşlar arasında Antoine Van Leeuwenhoek in bakterileri buluşu var. Tabii ki Robert
Koch ve Louis Pasteur ün bu buluşa katkılarından söz etmeden geçmek olası değil. Aynı
Alexander Fleming in antibiotiği buluşuna, Howard Florey ve Ernst Chain in katkıları gibi.
Bilim en güzel taraflarından biri de bu olsa gerek; yardımlaşma ve yararlanma. İnsülin ve
kortizonun bulunması Nobel ödülü ile ödüllendirilmesine karşın en önemli on buluş arasına
girememiş. Çünkü, örneğin anestezinin bulunması kadar geniş etki yaratmamışlar tıp
dünyasında. Oysa Crawford Long un anesteziyi buluşu tamamen raslantı sonucu olmuş.
Bir eter partisinin ertesi sabahı kırılmış bardakların sağını solunu kestiğini ama hiç acı
duymadığını farketmiş. Edward Jenner in aşıyı, James Watson ve Francis Crickin DNA
yı, Wilhelm Röntgenin röntgeni, Ross Harrisonun doku kültürünü ve Nicolai Anichlov un
kolesterolü bulmaları da tıpta en önemli on buluş arasında sayılmış. Buluşların ortak
yönleri Bu buluşların ortak yönlerine baktığımızda anestezi dışında antibiyotik, bakteriler
ve röntgen tesadüfen bulunmuş. Ancak bu rastlantıların hiçbiri tamamen rastlantı değil.
Leeuwenhoek günlerce gecelerce gözünü kırpmadan mikroskobunun başında durmasaydı
bakterilerin çoğaldığını farkedebilirmiydi acaba? Yine Pasteurün ünlü sözüne geliyoruz
Şans ancak yetişmiş kafalara yardım eder". Buluşların sosyal taraflarına baktığımızda
yarısı demokratik ortamlardan çıkarken diğer yarısı krallıklarda olmuş.
En önemli on buluş arasında 4 İngiliz ve 1 Rus buluşu varken Amerika Birleşik
Devletlerinde ve Hollanda da 2, Almanyada da 1 buluş yapılmış. Buluşları yapanların
hiçbirinin sponsoru olmamış. Leeuwenhoek, Jenner ve Long buluşlarını akademik
ortamların dışında yapmışlar. Hiçbiri dahi değil! Buluşları yapanların karakterlerini
incelendiğimizde hiçbirinin dahi olmadığı görülüyor. Yani Beethoven in 5. Senfonisi gibi
veya Leonardo da Vinci nin La Jaconde u gibi entelektüel yapıdaki bir kişiye bir ilham
sonrası mucize tarzında gelmiyor. Buluşları yapanlar da entelektüel yapıda insanlar ama
izledikleri düşünce yolu tamamen normal bir yol. Ortak özellikleri arasında korkunç bir
merak, çok iyi bir metod anlayışı ve araştırma tutkusunu görüyoruz. Yukarda bahsettiğimiz
dünya tıbbının akışını değiştiren buluşlarını yaptıktan hemen sonra başka konularla
ilgilenmeye başlıyorlar. Eşleri ve çocuklarıyla pek ilgilenmiyorlar. Hepsi yaşamlarında
emeklerinin karşılığını alıyorlar (Nobel vs). Ama hiçbirinin aradığı şan şöhret para değil.
Hepsi genç. Yaş ortalamaları 32. Sadece Röntgen 50 yaşın üstünde. 3 tanesi 30 yaşın
altında. Jenner ve Long un neşeli ve uyumlu kişilikleri dışında hepsi sert ve birlikte
seyahat edilemiyecek kadar egoist.
Bu şekilde bu güne kadar tıp alanında yapılmış en önemli buluşların özetini yaptıktan
sonra gelelim önümüzdeki yüzyılda bizi bekleyen yeniliklere. Sağlığımızı ilgilendiren hangi
konularda ne gibi araştırmalar yapılıyor, acaba bunlardan herhangi birinin yukardaki
önemli buluşlar gibi tıbbın akışını değiştirmeye gücü olabilecek mi ? Son yıllarda yapılan
sağlığımızı doğrudan ilgilendirebilecek araştırmaların önemli bir kısmı gen mühendisliği

tarafından yapılıyor. Örneğin hücre içine genler sokularak hemofilide olduğu gibi bozuk
genler düzeltilmeye çalışılıyor. Muz, domates veya patates içine gen enjekte edilerek bu
meyve ve sebzelere mikroplara karşı koruyucu proteinler ürettirilmeye çalışılıyor. Bakalım
çocuk reçetelerine muz yazıldığını görebilecekmiyiz? Yine genetik manipülasyonlarla bazı
sinekler tifoya karşı, bazı tahta kuruları ise Chagas hastalığına karşı immün sistemi
kuvvetlendirebiliyorlar. Koyuna verilen bir gen sütünden albümin elde edilmesini
sağlıyabiliyor. Transgen hayvan denilen bu koyunlar sayesinde yanık hastalarının tedavisi
kolaylaşabilecek.
Gen mühendisliğinin yardımıyla. Bu koyunları klonlayarak mucize süt veren bir sürüye
sahip olmak da söz konusu olabilecek yakın gelecekte. Domuzlarda insan vucudunun
reddetmiyeceği organların üretilmesi projesi rüya gibi gelse de üzerinde çalışılan
konulardan. İleri teknolojiler insan sağlığı için çok önemli tanı ve tedavi araçlarının
gelişmesini sağlamaya devam edecek önümüzdeki yüzyılda. Bilgisayar teknolojisi sanal
endoskopiye şu anda bile olanak sağlıyor. Hekim bir aracın içindeymişcesine insanın hava
borusunda veya bağırsaklarında dolaşıp tanı koyabiliyor. DNA mikroçipleri yardımıyla
genetik araştırmalar 1000 kat daha hızlı yapılabilecek. Bu sayede anomaliler ortaya daha
kolay çıkabilecek, kanser genlerinin nasıl çalıştığı anlaşılacak. Genetik testlerle kişinin
kansere, kalb-damar hastalığına veya diabete yatkınlığı saptanabilecek. Bu durum
hastalığa karşı önlem ve erken tedavi şansını getirirken, psikolojik sıkıntıları ve sigorta
şirketleri ve işverenlerin kişilere bakışlarındaki önyargıyı da beraberinde getirecek. Bir saç
telinden veya vücuttaki bir kıldan zehirlendiğimiz, vitamin yetmezliğimiz veya kansere
yakalanmış olduğumuz anlaşılabilecek önümüzdeki yüzyılda.
Tedavide de yenilikler bizi bekliyor.
İlaçların veriliş şekilleri kolaylaşıyor ve vücuttaki seyirleri takip edilebiliyor. Buruna
yapıştırılan zamk gibi bir madde, damar içinde dolaşan binlerce bölmesi olan ve dışardan
kumanda ile istenilen ilacın, istenilen bölgeye bırakılmasını sağlayan mikroçipler
neredeyse piyasaya sürülme aşamasında. Elektronik ticaretten sonra elektronik ilaçlarda
hayatımıza girmek üzere. Prototip Bostonda yapıldı bile. Halen menapoz ve bazı kalp
hastalıklarında kullanılan yapıştırma bantları hafif bir akım eklenerek daha etkili duruma
getirilecek. Daha değişik maddelerin daha fazla dozlarda deriden verilmesi böylece
mümkün olacak. Farmakogenomik bilim dalı yardımıyla hangi ilaçları tolere
edemiyeceğimiz veya hangi ilaçların bizde etkisiz kalacağı önceden bilinecek. Bize verilen
ilaçlar buna göre düzenlenecek veya yeni ilaçlar geliştirilecek. Alzeimer gibi dejeneratif
hastalıkların tedavisinde doku bankaları kullanılacak. Teknik açıdan büyük güçlükler ve
etik kaygılar olmasına karşın insan embrio hücre kültürleri bu konuda büyük ümitler
veriyor.
Tütünden insan hemoglobülini üretilip bitkisel kan emrimize girecek. İnsan elinden daha
hassas hareket eden uzaktan kumandalı robot cerrahi aletlerle çok daha başarılı
ameliyatlar gerçekleştirilmeye başlandı bile. Hem de cerrah Antalyada hasta Zonguldakta
olduğu halde. Bütün bunlar hayal mi yoksa önümüzdeki yüzyılda tıptaki en önemli
buluşlardan biri olmaya aday projelerden biri mi bilmiyoruz. Bunu zaman gösterecek.
Dileriz önümüzdeki yüzyılda insan tarihindeki en önemli buluşlar gerçekleşir. İnsanlar daha
sağlıklı ve mutlu yaşarlar ve huzur içinde ölürler. Çünkü hiçbir buluşun insanı
ölümsüzleştirmeyeceğini biliyoruz. Aynı filozofun dediği gibi " mors certa hora incerta", yani
ölüm kesin saati belirsizdir.
(*) Friedman M., Friedland G.W.; Medecin’s 10 Greatest Discoveries. Yale University,
1998.

Eskilerden 2

Ömürden_24-25

Fotoğraf tarihinde NADAR ailesi,

Paris’te Mitterand Kütüphanesi galerilerinde Nadar sergisi var. Bugüne kadar sadece Felix Nadar’ı bilirdik. Bu sergi sayesinde Nadar’ların üç tane olduğunu birlikte anılmaları gerektiğini öğrenmiş olduk.
Fotoğrafçı aynı zamanda ressam, tasarımcı, yazarlar, gazeteci, karikatürist ve mucit Felix Nadar,  kardeşi Adrien Tournachon  ve oğlu Paul Nadar fotoğraf tarihine hepsi ayrı ayrı  izler bırakmışlar.
Çok yönlü gösterişli bir kişilik olan Felix Nadar, 1850’ler ve 1860’lardaki çağdaşlarının portrelerini çekip sergilediği portre galerisi ile ünlüdür. Çok az bilinen yönü bilimsel ilerlemenin ateşli savunucusu olması .  Tüm yaşamı boyunca cumhuriyet ve laiklik için savaş verdi.  Aynı zamanda yazar, muhabir ve çok yetenekli bir karikatürist olduğu da biliniyor muydu?  Hayır. Bir erkek kardeşinin, Adrien Tournachon, ressam ve fotoğrafçı, bohem sanatçı olduğu biliniyor muydu? Bunun cevabı da “Hayır”.  Oğlu Paul 1886’da 1855’te kurulan ve 1939’a kadar  ailenin atölyesini yönettiği de az bilinir.  Aynı Paul’un, Fransa’da, Kodak firmasının temsilcisi ve aynı zamanda uzun yıllar fotoğrafçılar odası  başkanıdır.
Nadar‘ın 1830’ların sonlarında Paris’in çeşitli editörleri tarafından kol kanat altına alınması sonucunda diğer iki Nadarın unutulmasına neden oldu. Oysa  Felix Tournachon NADAR diye bir takma adı alır ama diğer 2 Nadar’ı gölgesi altında bırakır. Fransız milli kütüphanesindeki (BnF) sergi bu haksızlığı biraz olsa ortadan kaldırmaya ve üç Nadarı da bize tanıtmaya yönelik bir sergi.
BnF küratörlerinin tarafından düzenlenen sergi önce bu adaletsizliği onarmak ve  bazen birbirlerine karşı olup bazen de müttefik olan bu akrabaların yüzleşmeleri, hedefleri ve nasıl ilerlediklerini anlamamıza sağlamaktadır. İkinci imparatorluktan yirminci yüzyılın ortalarına kadar olan dönemi kapsayan ve üç Nadar’ın farklı işlerini  bize gösteren ve bol dokümanlarla desteklenen bir fotoğraf sergisi..
1950’de, ,Paul Nadar’ın kızı, Nadar ailesinin son ferdi Mar ‘ın ölümüyle BnF, fotoğraf studyosunun tüm arşivlerini alırken, Kütüphanenin Mimari bölümü de  yüz binlerce cam negatife sahip olmuş oldu.
New York Metropolitan Sanat Müzesi, Los Angeles Getty Müzesi de bu sergiye çok önemli destek verdiler.
Üç yüzden fazla parça, orijinal fotoğraf baskıları, çizimler, çeşitli baskılar, resimler, bu  ailenin yaşamı  ve sanatsal yönünü anlamamıza olanak vermektedir. Eserlerin seçimi, kronolojik bir sıra üzerinden yapılmıştır.  Tournachon ve Nadar eserlerinin ne kadar kıymetli ve çeşitli olduğunu görmemizi sağlamaktadır
Gerard de Nerval ve Charles Baudelaire, Sarah Bernhardt ve Josephine Baker, Gustave Dore, George Sand, Victor Hugo, Lamartine Nadarların portrelerini çekerek ölümsüzleştirdiği sanatçılardan sadece bir kaçı. Arşivleri, portre ve otoportrelerle dolu.
Nadarların üçü de pantomime ve tiyatroya düşkün, studyolarında setler kuruyorlar. Hikayeler anlatıyorlar. Studyoyu gerçek bir ticarethane olarak işletiyorlar. Fotoğrafta çeşitli denemeler ve yapıyorlar. Bilimsel gelişmeleri takip edip fotoğrafa uygulamaya çalışıyorlar. Sıcak hava balonu maceraları da mevcut.
Yapay ışık fotoğrafçılığı, hava fotoğrafçılığı ve anlık fotoğrafçılıkta zamanlarının öncüleridirler. Serginin en önemli bölümünün portreler bölümü olduğunu kabul etmemiz gerekir. Fotoğraf tarihini incelerken adını çok duyduğumuz ama işlerini az gördüğümüz bu ailenin bu genişlikteki ilk sergilerinin tüm fotoğraf severlerin ilgisini çekeceğine eminim. Sergi 3 Şubat 2019 a kadar devam ediyor.
.

Müziğin Şarabı

Bir aralar İbrahim Tatlıses’ten sıkça dinlediğimiz “Bir taş attım pencereye” adlı türküde, “Rakıyı da şaraba katalım mı vay vay” sözleri geçiyor. Rakıyla şarabın hiçbir yerde yan yana gelmesi, uyum sağlaması olası değildir, ancak şarkılarda birlikte olabilirler. Bu yazımızda şarabın müzikle olan ilişkisine değinelim istedik.

Şarap Tanrısı Dionysos, içilen her kadehe bir anlam vermiş: İlki sağlık, ikincisi aşk ve zevk, üçüncüsü uyku içinmiş. Dörtten sonrası içinse «İnsana kendini kaybettirir şiddete yönelmesine yol açar » demiş. Üçüncüde durup, işi tadında bırakmak gerekirmiş.

Belki de haklı, Dionysos. Tıp dünyası günde bir kadeh kırmızı şarabın kalp ve damar sağlığı için yararlarından bahsediyor. Âşıksanız eğer, sevgilinizin gözlerinin içine bakıp da kalbiniz titrerken içtiğiniz ikinci kadeh, sizi çoktan sarhoş eder. O kadehte bu âlemi terk etmişsinizdir artık. Eros’un topraklarında içiniz eriyip gitmiş, doğaya karışmış, çevrenizde size günlük hayatın varlığını hatırlatan tüm detaylar silinip kaybolmuştur.

Şarap büyülüdür. Başınızı döndürür, dilinizi çözer. Şarap aynı zamanda en eski iksirdir. Sıkıntılı bir gününüzde bir iki kadeh şarap ağırlaşmış yüreğinizi hafifletir  size hayatın, dertlerinizin gelip geçiciliğini, uçuculuğunu hatırlatır.

Şarap müziği de büyülemiş, başını döndürmüştür; arşivler, şarabın müziğe verdiği ilhamla dolup taşmıştır. Bu şarkıların içinden bir dönem kalbinize taht kurmuş olanları mutlaka vardır. Arkanızda bıraktığınız güzel günlere duyduğunuz özleme Henry Mancini’nin ‘Days of Wine and Roses’ı eşlik etmiştir belki. İlk öpüşmenizi hatırlarken Weavers’ın ‘Kisses Sweeter Than Wine’ı sırdaşınız olmuş olabilir. Bitmiş bir aşkın ardından, Bon Jovi’nin ‘Bitter Wine’ıyla bastırmış olabilirsiniz içinizdeki boşluğu…

Orijinali Nancy Sinatra ve Lee Hazlewood’a ait olan ‘Summer Wine’ı yeniden söyleyen Ville Valo’yu dinleyince, bir şişe Boğa Kanını yaz sıcağında bir dikişte içmiş gibi sarhoş ve hoş oluyorsunuz. Lütfen YouTube’da arayıp bulun ve dinleyin… Yok yok ben size yardım edeyim; https://www.youtube.com/watch?v=iqe5p0F_SxY

‘Hotel California’nın gizemine gizem katan dizelerinde, “Lütfen şarabımı getirin!/ Dedi ki: 1969’dan beri o içkiyi satmıyoruz” bölümünü yüksek sesle söyleyenlerden miydiniz? Hem ağına düşürülmekten korktuğunuz, hem de aklınızı başınızdan alıp sizi kendinizden geçirmesi dileğiyle yanıp tutuştuğunuz bir kadını düşlerken, Ricky Martin’in ‘Livin’ La Vida Loca’sını mı mırıldandınız? https://www.youtube.com/watch?v=p47fEXGabaY  “Asla su içmez, sana Fransız şampanyası ısmarlattırır.” Femme fatale sevgilinizi Queen’in ‘Killer Queen’ şarkısıyla mı yad ettiniz? Bu yıl sinema dünyasına damgasını vuracak “Bohemian Rhapsodi” ye de bir selam edelim. https://www.youtube.com/watch?v=2ZBtPf7FOoM

Yunanistan’da bir aşk şarkısı olan ‘Passas’ (Paşa), Makedonya’da Kalamatianos Sirto’su olarak aynı melodi fakat farklı sözlerle söyleniyor;

Ah bir hakim olaydım, of aman, yandım doldur şarabı,

Güzele takılaydım, hey dost hey, şarabım nerde?

Kızların en güzelini, of aman yandım, doldur şarabı

Gayri hiç bırakmasaydım, hey dost hey, şarabım nerde?

Bir türlü unutamadığınız sevgilinizi, kırmızı şarabın silgisiyle silmeyi denediniz, sonra olmadığını gördünüz ve bunu UB40’nin ‘Red, Red Wine’ şarkısıyla mı itiraf ettiniz? https://www.youtube.com/watch?v=zXt56MB-3vc

Aşk acısı gelip de çöreklendi mi, yüreğinizdeki yangını en çok körükleyen şarkılar ana dilinizde yazılmış olanlardır. Sezen Aksu’nun ‘İstanbul İstanbul Olalı’ şarkısında “Bi lodos lazım şimdi bana, bi kürek, bi kayık/ Zulada birkaç şişe Yakut yer gök kırmızı/ Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp/ Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı” deyişi gibi… https://www.youtube.com/watch?v=QjyWPkoBSjo

Gittikçe yaklaştığını bildiğiniz ancak yine de ertelemeye çalıştığınız sonun kederini yine onunla birlikte, “Bir masaldı aslında/ Ne yazık sonu yoktu/ Bir şarap sofrasında hazin/ Kibar bir vedayla son buldu” diyerek dağıtmaya çalışmak gibi…

Her şeye rağmen toparlanıp yeniden başlamak gerektiğinde moralimizi yükseltecek, yaşadığımız acıları kabullenip arkamızda bırakmamızı sağlayacak yardımı yine bir şarkı sözünden alabiliriz:Hayat şarap gibidir, keder de var neşe de.

 

..”

 

 

 

 

 

Aziz ‘Vin’cent bize de el verir mi?

 

Aşağıdaki yazıyı tam 10 yıl önce yazmışım. Türk şarapçılığında neler değişmiş diye bir bakayım dedim. Bir arpa boyu yol alamamışız. Hatta alamamışız. Dünyadaki bağ alanı sıralamasında yerimiz 2017 de 2016 ya göre bağ alanlarımızın %20 azalmasına rağmen hala 5. sırada kalmayı başarabilmişiz.  Şarap üretiminde ise 2 sıra yükselip 33 sırayı almışız. Ama hala Yunanistan, Moldovya, Ukranya ve Cezayirin gerisindeyiz. Ülkemizin adı da ortadoğu ülkeleri arasında sayılıyor. Buna sevinmeli mi? Tüm engellere rağmen ihracatımızın arttığı düşünülüyor. Bu iyi birşey. Şarapta kalite de yükseliyor, bunu Türkiyedeki  şarap dünyasının nabzını tutan meraklılardan sürekli duyuyoruz, deneyimliyoruz. Ama heyhat bir arpa boyu yol yok. Şaraba tanıtım yok destek yok. Üreticiye engel diz boyu. Oysa artı değeri en yüksek ürünlerden biri. Düzenli ve sınırlı tüketildiğinde sağlıklı, bir çok hastalığı azaltan resveratrol antioksidanına sahip bir içecek.

Neyse konuyu bilen biliyor bilmeyenlere 10 sene öncesinden bir mektup yazalım…

Şarap Larousse’unun verilerine göre Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağılmadan önce bağ yüzeyi sıralamasında 602 bin hektarla (Birleşmiş Milletler Gıda ve Ziraat Örgütüne göre 560 bin hektar) dünyanın 5’inci ülkesi olan Türkiye, Sovyetler dağıldıktan sonra 4’üncü sıraya yükseldi (Sovyetler’in bağ alanları tüm cumhuriyetlerin bağları toplanarak hesaplanıyordu ve 757 bin hektardı). Bağlarda yetiştirilen üzümlerden üretilen şarapların miktarı olarak hesaplandığında ise Türkiye aniden 30’uncu sıraya iniyor. Türkiye’nin yerinin Çin’den Özbekistan ve Kıbrıs’tan bile geride kalarak en sonlarda yer almasının nedeni üzümlerin sadece yüzde 3 kadarının şaraba çevriliyor olması. Geri kalanı sofralık üzüm, kuru üzüm, pekmez, pestil olarak değerlendiriliyor. Oranlarına bakarsak beşte biri sofralık üzüm, beşte ikisi kuru üzüm ve son beşte ikisi pekmez, pestil ve diğer ürünler olarak dağılmaktadır ki şarap bunlar arasından diğer ürünlere girmektedir. Çekirdeksiz kuru üzümler ihraç edilmektedir, ancak kuru üzüm tüketimi giderek düştüğü için yurt içinde kompostoda kullanılanlardan artanlar, zaman zaman doğu ve güneydoğuda hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Tablo 50 sene önce de böyleydi bugün de aynı üzücü durumda. 8-10 yıldır Türk şaraplarının daha kaliteli olduğunu biliyoruz. Önde gelen üreticilerin Fransız ve Amerikalı önologlarla çalıştıklarını ve ürün kalitelerini artırmak için çaba sarfettiklerini de görüyoruz. Ülkemizde şarapçılıkta neler iyi gidiyor neler kötü gidiyor, araştırmak istedik.

Cumhuriyet tarihinde ilk Türk şarap kongresi 1946 yılında TEKEL tarafından, ikincisi 1963 yılında ve üçüncüsü 1976 yılında Ticaret ve Sanayi Odaları tarafından düzenlenmiş. Bu kongrelerde bir arpa boyu yol alınamadığı ve 30 yıl sonra sorunların aynı olduğu görülmüş. Kongrelerden fayda alınamayınca tenzili rütbe yapılarak kongreler sempozyumlara dönüştürülmüş. Birincisi bağbozumuna denk getirilip 14 Eylül’de Tekirdağ’da yapılan sempozyumların altıncısı, 19 Eylül 2005’de yine Tekirdağ’da düzenlenmiş. Başlangıçta kongrelere Gümrük-Tekel Bakanı ve Ticaret Bakanları gelirken sonraları kimse uğramaz olmuş. Birçok tebliğler verilmiş ama bakılmış ki Türkiye hâlâ şarap ihraç eden ülkeler arasında görülmüyor. Dünya şarap kongrelerinde yıllardır temsil edilmiyor. Önemli uluslararası fuarlarda da Kavaklıdere dışında hiçbir üretici yok. Şarap içilen ülkelerin şarap dükkânlarında Türk şarabı isteseniz gülerler. Yüzölçümü ve bağ alanları bizim yanımıza bile yaklaşamayacak Bulgaristan bizden çok daha iyi şarap üreten ve ihraç eden bir ülke konumunda. Bu durumda olmamız sadece Müslüman ülke olmamıza, zamanında imamların bağ söktürmek için inananlara vaaz vermelerine bağlanabilir mi? Bağlanamaz.

Gelişmiş ülkeler gençliği düşük alkol oranlı içkilere yöneltmeye çalışırken biz tam tersini yapıyoruz. Şaraba en yüksek vergiyi yükleyerek içerdiği alkol oranına göre rakıdan çok daha pahalıya satılmasına ve satılamamasına yol açıyoruz. Çok çarpıcı ve üzücü olduğuna inandığımız birkaç rakam verelim. Atatürk’ün Orman Çiftliği’ni kurup şarapçılığı teşvik etmesiyle şarap üretimi 1928’lerdeki 2,5 milyon litre seviyesinden 1960’larda 50 milyon litre seviyesine çıkmıştır. Ancak daha sonraki yıllarda her yıl üretim düşüş göstererek 1974 yılında 30 milyon litreye gerilemiştir. 2000 yılından itibaren şarap üretim ve tüketiminde bir yükseliş eğilimi gözlenmektedir. 1960’larda 500 adet olan özel sektör şarap üretici sayısı 1976’da 114’e inmiştir. Bugün bu sayı 76’ya düşmüştür. Devlet toplayamadığı vergiyi içkiye koyduğu vergiye ekleyerek alacağını düşünüyorsa, üretici sayısı daha da düşecek kayıt dışı üretim ve metil alkole bağlı ölümler de artacaktır. Bunun örneklerini sürekli görmekteyiz.

Avrupa’da kayıt dışı alkol tüketimi 0,75 litre iken bizde bu rakam ÖTV artışına paralel olarak artıyor ve 5 litre seviyesine vuruyor.

Türkiye’nin şarap ihracatı çok düşük. Tüm ihracat geliriyle ancak İstanbul’da 3-4 tane ev alabilirsiniz. 30 yıl önce Cezayir’in sadece Avrupa’ya sattığı şarap tutarı bugün bizim sattığımızın 10 katı, yine Müslüman bir ülke olan Fas’ınki ise bizim ihracatımızın 4 katı. Tablo çok karanlık sevgili şarapseverler, bilmiyorum tehlikeyi görebiliyor musunuz? Artık ülkemizde bizim şaraplarımızdan daha ucuza yabancı şaraplar içiliyor. Türk şarapları içeride de dışarıda da rekabet etme yeteneğini kaybetmiş durumda. Üreticiler büyük bir sabır ve özveriyle, tabii ki kayıt dışı üretenlerden bahsetmiyorum, durumu kurtarmaya çalışıyorlar. Dileyelim başarılı olsunlar. Ama yok olmamak için daha çok direnmeleri gerekecek. Belki gelecekte bir kurtarıcı da onlara dolayısıyla bize de gelir. Fransızlar’ın şarap koruyucusu Aziz ‘Vin’cent belki bizde bir bilge yöneticiye el verir. Yok, bir kurtarıcı beklemek istemez isek bizim önerilerimiz şunlar:

En az 30 yıllık planlar yapılarak şaraplık üzüm ve şarap üretimi yasalarla korunmalıdır. Anadolu kökenli üzümlerin tespit edilip şaraplık türlerde klon belirlenmesi yapılmalıdır. Üzüm günü gününe işlenmesi gereken bir ürün olduğundan 500-700 km’den taşımalara son verilip, bağ bölgelerinde tesislerin kurulmasını sağlamak gerekir. Bağ kadastrosunun yapılıp, üzüm çeşitlerinin kalite ve verimlerinin incelenmesi gerekmektedir. Moda olan yabancı üzüm cinslerinin bilinçsizce dikilip üretilmesinin önüne geçilmelidir. Deneme bağcılığını fakültelere ve büyük üreticilere bırakıp heveslerin peşinden koşulmamalıdır. Fakültelerce üzüm cinslerine ve bölge iklim koşullarına göre verim araştırmaları yapılmalıdır. Fidan üretimini artırıcı destek gerekmektedir… Vs, vs…

Selam ve sevgiler

Dordogne ve Malbec

Dordogne, Fransa’nın güney batısında Bordeaux’ya yakın bir bölge. Sanki turist çekmek için yaratılmış. Paris ve Nice dışında Fransa’nın en çok yabancı çeken turizm bölgesi. Dordogne bölgesinin krallar devrinde “kara kılıç” diye bilinen çok kara üzümüne günümüzde “Malbec” adını vermişler. Bu isim bölge şarap dünyasının gezgin satıcısı konumundaki “Bay Malbec”e atfen verilmiş. Bir insanın bir üzüm türüne adını vermesine herhalde ancak Fransa ve Bordeaux gibi kendine özgü bir dünyada rastlanabilir.

Bay Malbec, Bordeaux’da yaşayan bir şarap tüccarı. Ancak üzümlerle yıllardır o kadar haşır neşir olmuş ki bir üzüm türüne Bay Melbec’in ismi verilmiş. Bay Malbec aslında  ‘Negociant’ yani şarap   komisiyoncusu. Mesleğini iyi bilen ve çevresi geniş zat nasıl bir sepaja adını vermiş, doğrusu muamma. Ama Mösyö Malbec, etiyle kemiği ile gerçek bir insan.

Malbec üzümlerine çok daha güzel bir isim daha yakıştırılmış tarih boyunca: Kralın bitkisi! Ne güzel bir ad değil mi? Bu, Malbec’in yüzlerce adından sadece biri. ‘Kara kılıç’  veya İngilizlerin ‘kara şarap’ demeleri, renginin çok koyu olmasıyla ilgili. Cot, Pressac ve yanlış bir adlandırma da olsa Auxerrois ise en çok kullanılan adlar.

900 yıl önce kralların tercihi bir şarapmış. İngiliz prensinin bu bölgenin prensesiyle evlenmesinde bu şarabın rolünün olduğu söylentiler arasında. Bay  Malbec ise  bu şarabın yayılmasında büyük rolü olan  Bordeaux’lu bir şarap tüccarı.

İşte Fransa’nın Dordogne denilen güney batı bölgesinde bu üzüm cinsi de en çok olarak onun adıyla biliniyor. Bordeaux’ya komşu bu bölgede Cahors, Bergerac, Montbazillac, Montravel ve Pecharman apelasyon almış şarap bölgeleri.

Cahors AOC şarapları içlerinde en az yüzde 70’i bu üzümden (Malbec) bulundurmak zorunda. Yanına Merlot ve Cabernet de ekliyorlar.

Fransızlar’ın en büyük derdi yeni dünya ülkeleriyle pazarlama konusunda yarış edememeleri. Çok iyi şarapları olduğuna inanan Fransızlar çok kötü pazarlamacı olduklarını da kabul ediyorlar. Belki de ürünlerinin iyi olduğunu bilmelerinin getirdiği bir rehavet durumu. Her ne ise, bölge şaraplarını tanıma amaçlı yaptığımız gezide durumun değişmeye başlamış olduğunu görüyoruz.

Önce kısaca bölgeyi tanıtalım:

Dordogne, Fransa’nın güney batısında Bordeaux’ya yakın bir bölge.

Sanki turist çekmek için yaratılmış. Paris ve Nice dışında Fransa’nın en çok yabancı çeken turizm bölgesi. Gökten şato yağmış gibi, bu nedenle ‘bin bir şatolar bölgesi’ de deniliyor. Kalelerle çevrili kasaba ve köyler yol boyunca sizi karşılıyor. Tarih öncesi dönem ve Orta Çağda hareketli günler geçirdiği biliniyor.

Dünyanın en eski mağarası olduğu kabul edilen, ilk insan resimleriyle bezeli Lascaux mağarası da burada. Üç Silahşörler filmlerinin çekildiği Orta Çağ kasabaları da. Sarla çok sevimli dar sokakları olan şirin bir şehir.

39 Euroya 2 Michelin yıldızlı menü

Sarla’yı gezdikten sonra kuzey doğuya doğru yönelin, rüya gibi bir şatoda 39 euroya 2 Michelin yıldızlı gastronomik bir mönu yiyin.

Coly adlı köyde Manoir Hautegent adlı şatoyu es geçmeyin. Şiddetle tavsiye olunur. Sahibi Türkiye’yi çok seven, çok misafirperver zarif bir kadın.

Oradan bölgenin başşehri Perigeux’ye gidin. Paris’teki Sacre Coeur’e benzeyen kilisesini gezin. Yolda Tourtoirac adlı sevimli köyün manastırını görün.

Sarla’da, Chateau Chevailers La Grezette’ın açtığı satış noktasından etiketinde Malbec yazan şaraplardan alın. Fransız şaraplarının etiketlerine şimdiye kadar görmeye alışık olmadığımız sepaj adını baş köşede görünce şaşırın.

Teruarın önemine ve önceliğine çok önem veren Fransız şarapçılığı bu yüzden ihracatta alan kaybetmeye başladığından beri uzmanlar soruna çözüm aramışlar ve pazarlamada rekabet edebilmek için yeni dünya ülkelerinin yaptığı gibi tüketicinin arzularına boyun eğmeye başlamışlar. Tüketici çok karmaşık etiketlerden hoşlanmıyor. Çünkü ne içtiğini anlamıyor. Gerek içtiği üzümün cinsi gerek hasat yılı, çoğu için ayrıntı. Bu nedenle artık Fransız şaraplarında da etiketlerde sepaj adlarını görüyoruz.

Aynı şekilde Alpler’deki kayak merkezi Chamonix’de Savoie şaraplarının üzerinde de görünür biçimde Mondeuse üzümünü insanın gözüne sokmaya çalışmışlar.

Artık tüketici farklı üzüm şarapları tatmak istiyor. Bunu da etikette görmek istiyor. Bizim şarapçılığımız da bu yönde gelişiyor. Globalizasyona direnmek mümkün değil.

Tekrar Cahors’a ve şaraplarına dönelim. Cahors, Galliler tarafından Lot Nehri üzerinde kurulmuş. 13’üncü yüzyılda krallar ve hatta papaya kredi açan bankerlerin yaşadığı şehir olarak tarihe geçmiş.

Papa 12. Jean burada doğmuş ve 1332’de burada üniversite kurmuş. Avignon’daki sarayında ise Cahors şarabı dışında şarap içilmezmiş.

Kapitülasyonlar nedeniyle iyi tanıdığımız I. François buradan getirttiği asmaları Fontainebleau’daki sarayının arazilerine diktirmiş. 7’inci yüzyıldan itibaren şarap üretilen bu bölgede 17’inci ve 18’inci yüzyıllarda üretilen şarabın yarısını Hollandalılar daha baştan satın alırlarmış.

Bordeaux’lular da buna bozulduklarından sevkiyat yeri olan Bordeaux’dan Cahors şaraplarının geçişi sırasında diğer şaraplara göre iki misli vergi alırlarmış. Ancak ekonomik sorunlar ve bağları saran hastalıklar, zamanının en sevilen bu şarabını asırlarca tarihin karanlığına gömmüş.

1868’deki floxera salgınından önce Fransız Prof. Michel Pouget  tarafından Arjantin’e  taşınan Malbec’in Fransa’da yeniden dirilişi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1947’de, Parnac adlı kooperatifin kurulmasıyla başlıyor. Ancak 1956’daki büyük don tüm bağları alıp götürüyor.

Kooperatif yeni bir atılımla Malbec’lerin daha dirençli suşlarını yeniden diktiriyor ve günümüze kadar gelmelerini sağlıyor.

1971’de Cahors şarapları AOC apelasyonunu alıp mutlu sona ulaşıyor. Arjantin Malbec’lerinden biraz daha gövdeli, yoğun tanenli  ve buruk bu Malbecler taşlı ve kalkerli topraklarda iyi sonuç veriyor.

Başlangıçta meyvemsi aromaların yoğun olduğu Fransız Malbec’leri şişede yıllanmaya bırakıldıklarında gövdeleri kadifemsi kıvam alıp derin aromalar kavuşuyor.

Beyazda Sauvignon Blanc’ın kullanıldığı Cahors da Malbec dışında diğer sepajlar Cabernet ve Merlot. Önde gelen üreticiler arasında Clos Triguedina, Chateau de Chambert, Chateau de Haute Serre, Clos La Coutale, Chateau La Grezette sayılabilir.

16-18 derecede içilmesi uygun bu şarapları mantarlı etlerle ve kaz ciğeri ile yemenizi tavsiye ederiz.

Bergerac’ın 15 kilometre güneyinde Montbazillac bölgesinde ise aynı teknikle, Sauterne’lerle yarışacak kalitede tatlı beyazlar üretiliyor ve Semillon gibi benzer üzümlerle yapılan bu beyazlar uzun yıllar yaşlanmaya uygun.

Birkaç şişe almayı ihmel etmeyin, çünkü başka yerde bulamazsınız. Fiyatları da gayet makul, 8  ile 50 euro arasında değişiyor.

Gelelim Arjantin Malbec’lerine.

Şilinin ucuz şarap, Arjantinin kaliteli şarap üretimi peşinde olduğu bilinen bir gerçek. 150 yıl önce Arjatin sadece sofralarda tüketilecek şarapları üretebilmenin derdindeydi. Bugün dünyanın en kaliteli Malbec şaraplarını üretiyor. Belki Fransız Malbec’lerinden de üstün. Dünyanın her bir yanına da ihraç ediyor. Arjantinde bugün 76 bin hetar Malbec ekili durumda. Fransada ise sadece 13 bin hektar Malbec bağı var.

17 Nisan Malbec günü idi. Önümüzdek yıl 17 naisanda  bir Arjantin Malbec i alın. Neyle yiyeceğim diye kafa yormayın büyük bir bifteği ızgara yapın ve Malbekcinizle birlikte afiyetle yiyin.