Güzellikle elde edemediğiniz bir kalbi, unutun gitsin…

 

14 Şubat: Güzellikle elde edemediğiniz bir kalbi, unutun gitsin…
12 Şubat 2015
Birlikte olma, ilişkiyi devam ettirme ya da evlenme teklifini reddeden kadının kurşun, bıçak ya da kezzapla cezalandırıldığı ülkemizde örnek alınması gereken bu sözleri, Mozart’ın ünlü operası ‘Saraydan Kız Kaçırma’da Selim Paşa söyler. Hem de kendisini sevemeyen gözdesi Konstanze’ı sevgilisiyle birlikte azad ederken.
Opera, kendisini elde etmeye çalışan Paşa’yı sürekli reddeden Konztanze’ın Belmonte’ye olan büyük aşkının hikayesini anlatır. 14 Şubat Sevgililer günü nedeniyle Paris’in ünlü “Palais Garnier” operasında sahnelenen ‘Saraydan Kız Kaçırma’da insan sevgisine, gurur yaralayan bir davranışın bağışlanması motifi ile yönelen Mozart, insan severlik ilkesini, bugün 18. yüzyıla göre belki de daha az gördüğümüz Türk bağışlayıcılığı ile yaklaşmaktadır. Aynı zamanda doğunun sihirli havasını geniş ölçüde Türk adet ve geleneklerine yer vererek dile getirmektedir. Mozart, Osmanlı mehter marşlarının etkisiyle, eserde özellikle vurgulu sazları kullanmış, böylece dinleyenleri doğunun sihirli atmosferine kolayca sokmayı başarmıştır.
Saray denildiğinde günümüzde akla başka şeyler geliyor. Saraylardan da kızdan farklı şeyler kaçırılıyor. Aşk ne yazık ki yerini paraya bıraktı. O nedenle 14 Şubat “Sevgililer gününde” aşka dair yazı yazmak da belki anlamını başka birçok güzellikler gibi yitirdi. Ama Çetin Altan’ın dediği gibi “Enseyi karartmamak” gerek. Ümidi de elden bırakmamalı. Paris’te olduğumuz şu günlerde, her yerde Aziz Valentine’ın izine rastladığımızdan Sevgililer Günü’nün bu aşk kentinde nasıl kutlandığını, aşkların sevgilileri için neler yapacaklarını anlatalım istedik.
Güzel bir yemekten sonra Paris veya civarında özel, romantik bir otelde bir gece geçirecekler. Örneğin 1000 gece için açılmış 1000 ayna ile donatılmış 18 Kasım 2016’da kapanacak La Kiss Room adlı otelden çok sanat eseri kabul edilen odada konaklayacaklar. Veya 5.cibölgedeki Le Five Hotel’de özel yataklarda uyuyacaklar. İsteyenler L’Hotel Amour’un hiçbir otelde görülmeyen orijinal dekoruna kendilerini bırakacaklar. Sevdiklerine Yves Thuries, Christophe Roussel gibi büyük şeflerin tasarladığı pasta ve çikolataları veya Ladurée, Angelina, Lenotre gibi büyük pastanelerin ürünlerini alacaklar. L’etage I love Clubbing’de, Blok Paris Kiss Party’de veya Bateau Concorde Atlantique’de dans edecekler. Aşıklar köprüsü diye bilinen, aşk kilitleri nedeniyle yıkılma noktasına gelen Pont des Arts da yürüyecekler, oradan Mektup Müzesi’ne gidip “Sana; seni sevdiğimi söylemekten başka söyleyecek bir şeyim yok” adlı sergiyi gezecekler, sergiden çıkarken oğlan kıza dünyanın en güzel aşk şiirlerinden biri olan ‘Elsa’nın gözleri’ adlı Aragon şiirini okuyacak. Ya da “Natalie’nin göğüsleri” adlı kendi yazdığı hikayeyi okumaya çalışacak. Çiçekler verilecek öpücükler alınacak.
Sanatsever aşıklar ya Saraydan Kız Kaçırma’ya ya da Rive Gauche tiyatrosunda Donizetti’nin L’elixir D’Amour (Aşk İksiri) adlı temsiline gidecekler.
Temsile girmeden önce romantik bir restoranda yemek yiyecekler. Restoranların hemen hepsi, mumlar ve kırmızı kalplerle süslenmiş olacak. Evine yemek getirtmek isteyenler de evlerini aynı şekilde süslemiş olacak. Bazı restoranlar müşterilerine sürprizler, çekilişler, hediyeler hazırlayacak.
Paris’teki billboardlar sevgililerin birbirlerine söyledikleri aşk sözcüklerini, aşıkların isimleriyle sürekli döndürecekler.
Sevgilisi olmayan bekarlar da o akşam sevgili bulmak için Paris’in yüzlerce noktasındaki gece kulüplerine, barlarına doluşacak. Bir sevgililer gün daha Paris’te böylece kutlanmış olacak.
Sevgililer gününüz kutlu olsun. Sevginizi tek bir güne sıkıştırmayın.

Ünlü İngiliz şarkıcı Adele ve ses teli ameliyatı..

ŞARKICININ SES AMELİYATI
Bu bir şarkıcının kısa ses teli ameliyat hikayesidir. Genellikle hayatını sesi ile kazanan şarkıcılar ses teli ameliyatı olmaktan çok korkarlar. Seslerinin hayat boyu yok olacağını sanırlar. Oysa ses teli ameliyatı dünyanın sonu değil, utanç verici bir şey hiç değildir. Bir kaç yıl önce 23 yaşındaki ünlü İngiliz şarkıcı Adele ses teli ameliyatı olduktan 4 ay sonra dün gece 6 tane Grammy ödülünü toplayıp çok önemli bir başarıya imza attı. İngiltere’de üst üste 10 hafta liste başı olarak Madonna’nın1990 dan beri elinde tuttuğu rekoru da elinden alan Adele Grammy töreni öncesinde televizyona çıkıp, sesinin nasıl bozulup onu ameliyatla nasıl düzelttirdiğini anlattı.
Grammy ödüllerinin dağıtıldığı gecede de sahne alarak sesinin en az ameliyat öncesi kadar güçlü,…, güzel olduğunu milyonlara kanıtladı.
Kendisi basına açıklamadığı sürece ses sanatçısının ses rahatsızlığı olduğu ve ses teli ameliyatı olduğu gizli tutulur. Başından böyle bir ameliyat geçen  sanatçıda utanç içinde yaşar. Sesi rahatsızlandığında veya ses teli için cerrahi bir tedavi önerildiğinde sanatçı “dünyanın sonunun geldiğini” düşünür. Oysa dünyada ne kadar çok pop veya opera sanatçısı ses teli ameliyatı olup tekrar mesleklerine devam etmişlerdir.
En son Adele dışında bilinen ünlülerden Neşeli yıllar müzikalinin ünlü Julie Andrew’i, Keith Urban, John Mayer, Aerosmith grubunun solisti Steven Tyler, Who’nun solisti Roger Daltrey, Cher, Lionel Ritchie de ses tellerinden ameliyat olmuşlardı.
Şarkıcıların en büyük dertleri sahne sonrası, konuşma seslerini, sigara dumanlı ortamlarda zorlayarak ses tellerine zarar vermeleridir. Ses teli ödemi ile şarkı söylemeleri de başlı başına ayrı bir sorundur.
Yanlış ses çalışmaları, bağırma, sigara içme, boğaz kazıma ve reflü şarkıcının ses teline zarar veren faktörlerin başında gelir.
Ses telleri artık günümüzde küçük kameralarla gayet güzel incelenebilmektedir. Ameliyatlarda ya yeni özel lazerler ile veya mikro cerrahi yöntemlerle yapılmakta ses telleri nodül, polip, kist, kanama veya ödem gibi sorunlardan kurtarılmaktadır. Karbondioksit lazer ameliyat edilen dokuların uzağına da sıcak etkisi yaptığından terk edilmiştir. Tabii ses teli ameliyatından sonra ses sanatçısının 1-2 ay kadar sahneden uzak kalması gerekebilmektedir. Bu sürenin bir kısmı ses istirahati bir kısmıda ses egzersizleri ile geçmektedir. Şarkıcı gerektiğinde sesini dinlendirmeli turnesini iptal edebilmelidir.
Başında da söylediğimiz gibi en son Adele örneğinde de olduğu gibi ses teli hastalığı ne utanç verici bir şeydir, nede dünyanın sonudur. Sadece tedavisi olan bir hastalıktır.
Ünlü şarkıcı olmak gerçekten zordur. Hayatınız yok olur, paparazzilerden kaçmaktan yorulursunuz. Hızlı yaşam, ego, sigara, alkol, uyuşturucu sizi kontrolü altına alabilir.
Adele birkaç yıl önce Paris’te canlı bir radyo programında iken aniden sesinin düştüğünü, kısıldığını fark eder. Kendi söylediğine göre boğazında bir şey “pop” etmiştir. İngiltere’deki KBB doktoru ses teline kanama görür. Kendisine Boston Massachusetts hastanesinde ses cerrahı Zeitels önerilir. Zeitels ses tellerine kanama yapan şeyin küçük bir nodül olduğunu ve ameliyatla nodülün alınıp kanayan yerin lazerle yakılması gerektiğini söyler. 23 yaşındaki büyük ses hiç düşünmeden teklifi kabul eder. “Doktoruma ve vücudumun bu işi düzelteceğine inanıyordum” der, ve öyle de olur. 4 ay boyunca ses istirahatine dikkat eder ardından da ses egzersizlerine başlar. Bu dönemde kendine destek olan arkadaşlarına da teşekkür etmeyi unutmaz.
“Siz sessiz kalınca, çevrenizdeki herkes de sessizleşiyor” der şarkıcı.

JEAN PAUL GOUDE


Analog fotoğraf çağının efsanevi markası Kodak dijital döneme geçişte yanlış kararlar alarak fotoğraf dünyasında çok gerilerde kaldı. İflas etti, 50.000 çalışanına yol verdi. 2 milyar dolar fiyat biçilen 1100  patentine ancak 500 milyon dolar a alıcı bulabildi. Burada Kodak’ın başına gelen felaketin neden olduğunu anlatmaktan çok firmanın ünlü reklamlarına imzasını atan önemli bir isim ile ilgili yazacağız. Bu arada Kodak’ın esas batış sebebini de yazmadan geçmeyelim. Kodak filmli fotoğraf makinesi üretimini film ve kağıt üretimini bırakıp dijital fotoğraf makinesi üreteceği yerde printer üretme kararı aldı ve battı.

Yazacağımız ünlü isim Jean-Paul Goude, fotoğraf sanatçısı olmasının yanısıra grafiker, illüstratör, yönetmen ve organizatör. Bir koltukta çok karpuz. 72 yaşındaki sanatçı 70’li ve80 li yıllarda çok önemli eserler vermiş. Louvre müzesinin bahçesindeki  Arts Decoratif (Dekoratif Sanatlar) müzesindeki çok önemli retrospektif sergisini yıllar önce Paris’te izleme olanağı bulmuş ve çok etkilenmiştik.
Bu dahi sanatçı sanatın göbeğine ırkçılık karşıtlığının göstergesi olarak melez simgeleri koymuş, idolü , sevgilisi , modeli Grace Jones’tan ilham alarak eserler vermiştir. Jean Paul Goude, Chanel’in, Galerie Lafayette’in ve Fransa’nın 200’üncü yıl şölenlerinin organizatörü olarak tanınıyor.
Bir fotoğrafçı gözüyle bu dahi sanatçıyı incelediğimizde, diğer kültürlere verdiği değerin çocukluğunda sıklıkla gittiği hayvanat bahçesiyle ilgili olduğunu anladıyoruz. Paris’teki  ‘Sömürge Müzesi’ne yakın oturması, siyahi dansçıların sahne aldığı ve caz müzik yapılan barları mekan tutması da çizgisinin ana hatlarını ele veriyor. Herşeyimiz çocukluğumuzda şekillenmiyor mu? İrlandalı bale hocası annesinin yılda bir kez gösterilerde oğluna , onlarca küçük dansçı arasında Kızılderili şefi, üç silahşör, Afrikalı savaşçı rolleri vermesi de durumu pekiştiriyor. Bu dönemde bol çizgi roman okuyor. Okuduğu çizgi romanlar hayal dünyasını geliştiriyor. Tehlike ile güzelliği bir arada görmeye başlıyor. Zencileri sarıya veya beyaza boyuyor. Bir anlamda ırkçılığa  kafa atıyor diyebiliriz. Fransız devriminin 200’üncü yılı için düzenlenen törenlere askeri gösterileri yıkarak karşıt görüş getiriyor, ama bu yaptıklarının politik değil daha çok ahlaki değer olarak değerlendiriyor.
Kendisi küçük olduğundan hep insan iri kadınlara düşkünlüğü ile biliniyor. Grace Jones’ tan sonra devreye Kuzey Afrika güzeli Feride giriyor. Tüm bu yaklaşımları halen inandığı çok kültürlülükten kaynaklanıyor. Etrafında zenciler, beyazlar, uzak doğulular her türlü ırk ve renk mevcut. Bu insanların birbirleriyle ilişkileri, birbirlerine bağlanıp sevmelerinin çok önemli olduğuna inanıyor.
Bacakları kısa, kafası kocaman olan Jean Paul Goude bunları gizlemek için omuzlarına vatka , ayakkabılarının altına da kalın topuklar yerleştiriyor. Bu komik hali Esquire dergisine sekiz sayfa konu oluyor ve ‘French Connection’ tabiri bunun üzerine yerleşiyor. Amerika’daki kapı komşusu Andy Warhol’un “Seninle bir klinik açalım bir katını dişçi bir katını terzi yapalım, acayip para kazanırız” dediği biliniyor.
Sanatçının çektiği fotoğrafları kırpıp yeniden şekillendirdiği , ara boşlukları haftalarca boyayarak doldurduğu bir tekniği var. Bu teknikle Grace Jones’un bir fotoğrafı bütün dansçıların ikonu haline gelmiş.
Jean Paul Goude’un bu kişiliği, ardında yüzlerce eser bırakmış. 200’üncü yıl şenlikleri için yaptığı Champs Elysees’den aşağı içinde tören alayını barındıran ‘KARA TREN’ ilginç bir kreasyon. Goude’nun kreasyonları arasında çeşitli stilist çizimler göze çarpıyor. Etekleri havada tutan mekanik aksamlar geliştirmiş. Video instalasyonları da var. Bir odanın dört duvarında sürekli gelip giden metro trenleri ve onlara binmek isteyen insan görüntüleri olan videoları ilginç. Jean Paul Gaude’un fotoğraf, reklam, heykel, kabartma montaj-kolaj alanlarında verdiği ürünlerini de unutmamak gerek.
Sonuçta dahi bir sanatçı ile karşı karşıyayız. Eserlerini inceleyin isterseniz.

Elliot Erwitt

Paris’te bir Amerikalı

İzis, Doisneau, Ronis, Riboud, HCB (Henri Cartier Bresson), humanist akımın öncüsü isimler… Sokaklarda dolaşırken, ellerinde genellikle bir Leica, dünyaya insancıl bir bakışla bakıp, hassas kağıt üzerine kayıt geçen ustalar. Çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris sokaklarını, banliyölerini fotoğraflayan Fransızlar … ‘Instant decisif’ yani ‘karar anı’ denilen kavramı ortaya atanlar…
Bu Fransızlardan bazılarından yazılarımızda söz ettik. Diğerlerine de teker teker  sıra geliyor. Sırada Jacques Lartigue, HCB ve Robert Cap var. Bir kez Paris’te sergisini yakaladığımız, bu akımın Amerikalı bir temsilcisine takılalım.
Elliott Erwitt dünyaya siyah beyaz ve gri tonlarından bakan, ama bakmakla kalmayıp ikon fotoğraflarını da fotoğraf tarihine bırakan önemli bir fotoğrafçı.
Paris’te Rus anne babadan doğup çok küçük yaşta Amerika’ya göçen Erwitt önce karanlık odada çalışır. Daha sonra Los Angeles ve New York’ta fotoğraf ve sinema eğitimi alır. 1948’den itibaren dönemin en önemli fotoğrafçılarıyla yan yana durur. Fotoğraf akımı yaratan Edward Steichen, Robert Capa ve Roy Striker, Erwitt’in ilk fotoğraflarına hayran kalır ve onu kanatları altına alırlar. Fotoğraf tarihinde önemli yer tutan ve ünlü fotoğrafçıların içinde bulunduğu ‘Farm Security Administration’ organizasyonunda çalışır. 1949’da Fransa ve İtalya’yı turlar. Ardından 1951’de askerlik görevi için yeniden Almanya ve Fransa’ya gider. Askerde fotoğrafçı olarak görev yapar. En güvendiği makinesi orta format Rolleiflex’dir. Kariyeri uzun ve çok verimli olur. Capa ile Magnum ajansına girer. Yıl 1953’tür. 1968’e kadar üç dönem Magnumun yöneticiliğini üstlenir. Bu yıllar Magnum’un Magnum olduğu yıllarıdır. Yaşamı boyunca belgesel, fotoröportaj ve reklam alanlarında dolaşır durur ve 20 kitaba imza atar. 84 yaşına geldiğinde hala aktiftir, fotoğrafa hizmet etmektedir. Fotoğrafları dünyayı dolaşır durur. Che Guevera’yı, J.F Kennedy’yi, Jackie Kennedy’yi, Cassius Clay’in ünlü boks maçlarını çeker. İkon fotoğrafları arasında Marlyn Monroe’ninkileri de unutmamak gerekir. Köpek fotoğrafları ise onun imzası sayılabilir.

HÜZÜN VE MUTLULUK
Elephant Paname denilen sergi alanı üç katlı Paris’in yeni sergi mekanlarından. Üç katlı saray yavrusu bir binada bulunan Elephan Paname’ın birinci katında dünyanın bir numaralı sommelier’si seçilen  Enrico Bernardo’nun  restoran var.  Şu anda dünyadaki en önemli fotoğrafçılarımızdan 5 yıl önce kaybettiğimiz Gökşin Sipahioğlunun sergisi olan bu mekanda 4 yıl önce Elliott Erwitt’in az görülmüş fotoğrafları ile Parislilere  sürpriz yapmıştı.
Ewitt’e göre hüzün ve mutluluk birbirine benzer. Belki de bu nedenle Erwitt’in fotoğrafları bu kadar şaşırtıyor insanı. Bu kadar naif bir fotoğrafla bu kadar düşündürücü ve derin anlamlar taşıyan bir fotoğrafı yan yana görmek heyecan yaratıyor. Birçok fotoğraf insanın yüzünde gülümseme bırakıyor. Erwitt yaşamla dalga mı geçiyor?
Çoğu fotoğrafı şiirsel, insanı derin rüyalara daldırıyor ve hiç tartışmasız bu fotoğraf dehası ve görsel yaratıcı insana şapka çıkartıyorsunuz.
Merak edenler Elliott Erwitt’in teNeues yayınlarından çıkan ‘Personal Best’ adlı eserini inceleyebilir. Kitapda çok zengin bir fotoğraf serisi var.

DERİN İÇERİK
İnsan ustanın fotoğraflarına bakmaya doyamıyor. Altı yıl önce Maison Europeenne de la Photo’da sergisi açılan Erwitt’in her yıl sergisi açılsa insan sıkılmadan gidip tekrar tekrar hayranlıkla seyredebilir, diye düşünmeden edemiyorum.
“İyi fotograf nedir? Güzel fotoğraf nedir?” soruları da aklım sokan kişidir Erwitt. O konuyu da irdeledik zaten. Şimdi burada Erwitt’in sanatına baktığımızda başka birçok sanatçıda yaşadığımız sadece “Kötü değil” demekle kalmıyoruz. Çok daha da öteye gidiyoruz. Değişik sanat alanlarında olduğu gibi, Picasso’nun resimlerine, Giacometti’nin heykellerine nasıl bakıyorsak Erwitt’in fotoğraflarına da öyle bakıyoruz. Her fotoğrafında yakalanmış derin bir içerik var, derin bir “Şey” var.
1970’li yıllarda sinema dünyasına geçen Erwitt bir çok belgesel filme de imza atmıştır.

Colorado. 1955.

USA. New York City. 2000.

Elliott Erwitt

Marlyline Monroe

USA. New York City. 1946

 

Makine, fotoğrafı anlamamıza ne kadar yardım eder?

Olayı temelinden alırsak fotoğraf çekmek için makineye ihtiyaç yoktur. Bir Coca Cola teneke kutusu bu işi görür. Bugün fotoğraf makinesi olarak tasarlanmamış iPad de fotoğraf çekiyor. Bu nedenlerden fotoğraf makinesinin yeniden tanımlanması gerekiyor. Eğer fotoğraf teknolojiyse, bu tanım yapılmalıdır. Deklanşör şart mıdır? Hassas katman nerede durmalı, hangi maddeden olmalıdır? gibi yüzlerce soruya cevap bulunmalıdır. Oysa hala fotoğraf makinesinin içinde olup bitenlerin hepsini tam olarak bilmiyoruz. Makine mi bize hakim oluyor, biz mi makineye hükmediyoruz? belli değil. Fotoğraf makinesi üreticileri fotoğraf çekeni zahmete sokmadan mükemmel fotoğraf çeken makinelerin reklamlarını sürekli önümüze koyuyor. En son model, en yüksek megapikselli, yağmurdan da etkilenmeyen, üzerinde de f:1,2 objektif taşıyan pahalı bir makine ile çekilmiş çok güzel bir fotoğraf bizi başarılı fotoğrafçı yapmaya yeter mi? Fotoğraf sadece iyi teknikle üretilen güzel fotoğraflar demek midir? Hatalı, yarısı yanık, fotoğraf kurallarını çiğnemiş bir fotoğrafın fotoğraf dünyasında yeri var mıdır, yok mudur?
Fotoğraf makinesi hiç bir zaman mükemmel fotoğraf çekmedi. Nasıl ki bir daktilo hiç bir zaman bir best seller yazamadıysa fotoğraf makinesi de tek başına bir şey demek değildir. Makinenin arkasında bir beyin olmalıdır. Ancak makinenin rolünü de bir kenara atmamalı. Bresson, ‘Leica olmasaydı, ben ben olmazdım’ demiştir. Amsel Adams zone sistemini büyük format makinesine borçludur. Bugün de eğer kuvvetli bir teleobjektif ve refleks makineniz yoksa bazı fotoğrafları çekmeniz mümkün değildir.
Günümüzde yüzlerce çeşit fotoğraf makinesi fotoğraf çekenlerin hizmetine sunulmuş durumda. Çek-atlardan, oyuncak Holga, Lomograflardan, kompakt ve bridge’lerden tutun çok gelişmiş refleks makineler ve orta ve büyük format makinelere kadar çeşitli fotoğraf makineleri mevcuttur. İhtiyacınıza ve tercihlerinize göre bir veya birkaç tanesine sahip olabilir, arzunuza göre de bunları kullanabilirsiniz. Bazıları fotoğraf makinesi kullanma tercihlerini yemek yeme tercihlerine benzetirler. Kompakt makine ile herşey otomatikte fotoğraflayan kişiler, Mac Donalds’ta ayakta yemek yiyenlere benzetilir. Bridge veya giriş seviyesi makine kullananlar sıradan bir lokantada yemek yiyen kişi gibidir. Ama gelişmiş profesyonel bir makineyi elinde tutan fotoğrafçı gerçek bir gurmeye benzetilir. Micheline yıldızlı lokantada yemeğini keyifle, bir şölen gibi yiyordur. Fotoğraf endüstrisi milyar dolarların konuşulduğu pazardır ve tüm kullanıcılara hitap edecek makine üretip satmaya çalışmaktadır. İnternette veya sergilerde gördüğümüz mükemmel fotoğrafları ise yukarıdaki gurmeye benzetebileceğimiz makinesinin tüm ayarlarını kendi kontrolü altında tutan ve tercihlerine göre kullanan fotoğrafçı çeker. Yıllardır güzel fotoğraflara baktığından ‘fotoğrafçı gözü’ gelişmiş, yaratıcı yönü ön plana çıkmıştır. İşte bu fotoğrafçılar dünyada eline fotoğraf makinesi alan insanların yüzde 1’ini geçmez. Amatör fotoğrafçıları, profesyonel ve sanat fotoğrafçılarından ayıran işte bu farklı yaklaşımdır. Her birinin fotoğraf adına kendi kendine sorduğu sorular farklı, bakış açıları da değişiktir. İş sadece makine ile de bitmemektedir. İşin içinde flaş, üç ayak ve lensler de vardır. Herkes kendi tercihine göre bu aksesuarları seçer ve kullanır. Artık günümüzde dijital dünyada bunların rolleri de değişmiştir. Yüksek rezolüsyonlu bir makine ile çektiğiniz fotoğrafın küçük bir kısmını kaliteyi bozmadan büyütebilmekte, 24 mm objektifle çektiğiniz fotoğrafı 35 mm ile çekilmiş gibi sunabilmektesiniz.
Makineden beklentiler arttıkça kalite de düşmektedir. Bir makinenin hem onu hem bunu hem de şunu yapmasını beklediğinizde alacağınız kalite düşer. Ama her makine ve aksesuarından yapmasını istediğiniz şeyi sınırlarsanız kalite de artacaktır. Örneğin düşük f değerli fiks lenslerle elde edeceğiniz kaliteyi bir tele objektifle elde etmeniz çok zordur. Fotoğrafçı sürekli tercihler yapmak zorundadır. Herşeye aynı anda sahip olamazsınız. Bir fotoğrafçı hem çekeceği konunun yakınında hem de uzağında olmak zorunda değildir. Bu nedenle teleobjektifler yaratıcı sanat fotoğrafında pek yer bulmazlar hatta birer tuzaktırlar. Ama profesyonel moda fotoğrafçılarının vazgeçemekdikleri lensler arasındadırlar.
Bana sıklıkla en iyi fotoğraf makinesini soruyorlar. Oysa bunun cevabı bende yok. Soranın kendi içinde saklı. Makineleri eline alacak, beğenisine, ihtiyacına ve ayırdığı bütçesine bakarak kendisi karar verecek. Makine ile fotoğrafçının arasındaki ilişki daha çok duygusaldır. Onu yanımızdan ayırmadan dolaşırsak yanlık başımıza dolaştığımızdan daha güzel şeyler yaşayacağımızdan emin olabilirsiniz.
Makineniz olsun veya olmasın fotoğraf anlaşılmayı bekleyen önemli bir felsefi konudur. Lomografi Rus mercek üreticisinin yarattığı günümüzde hala beğeni toplayan basit bir fotoğraf makinesidir. BU makinenin kullanıcıları arasında felsefi bir yaklaşım oluşmuş 10 altın kural ortaya çıkmıştır. Bakın bunlar nelerdir.
1. Kameranızı gittiğiniz her yere götürün. Nerede ne ile karşılaşacağınızı asla bilemezsiniz.
2. Kameranızı günün her saati kullanın, gündüz ve gece. Çünkü her anın ayrı bir hissi var.
3. Kameranız hayatınızın akışını engellememeli; onun bir parçası olmalı. Tıpkı yemek, içmek, konuşmak, yürümek, düşünmek gibi…
4. Kameranızı farklı açılarda tutun. Deklanşöre basarken, ne çektiğinizi görmek zorunda değilsiniz.
5. Kameranız elinizdeyken, yakınlaşmaktan korkmayın. İçinizde fotoğraf çekme arzusu oluşturan nesne ya da kişiyi mümkün olduğunca yakın markaja alın.
6. Düşünmeyin! Kameranızı alın, dışarı çıkın ve önünüze geleni çekin.
7. Hızlı olun! Saniyenin onda biri bile önemli. Ayarlarla vakit kaybetmeyin.
8. Film üzerine ne kaydettiğinizi önceden bilmek zorunda değilsiniz. Rastlantılara izin verin. Hayatın keyfini çıkartmaya bakın.
9. Sonradan da… “Aaa! O ne? Bunu ne zaman çekmişim? Nerede çekmişim?” Beyninizi bu tür sorularla meşgul etmeyin.
10. Kuralları kafanıza takmayın. 10 Altın Kural’ı unutun. Canınız ne istiyorsa, onu yapın.
Gördüğünüz gibi makineden yola çıkarak fotoğrafı anlamak, veya bir nebze de olsa fotoğraf hakkında düşünmek mümkündür.

Marc Riboud’nun ardından…

“Fotoğraf, dünyayı değiştiremez, dünyayı gösterebilir”

“Fotoğraf meslekten çok bir tutku olmuştur benim için, saplantıya yakın bir tutku” 
Marc Riboud
 
 
Paris Modern art Museum 2016’ın son günlerinde, Vietnam savaşı protestoları sırasında askerlere çiçek uzatan kız (la Jeune fille à la fleur , 1967) ve Eiffel Kulesi Boyacısı gibi ikonik fotoğraflarla tanınan Fransız fotoğrafçı Marc Riboud’un retrospektif sergisine evsahipliği yapıyor.
Bu yıl ağustos ayında 93 yaşında kaybettiğimiz Riboud, fotoğraf sanatının efsane isimlerinden. Lyone’lu bir burjuva ailenin 7 çocuğundan biri olan Riboud deklanşöre basmaya çok küçük yaşlarda, babasının armağan ettiği Vest Pocket Kodak  ile başlar. 1937 yılında, henüz 14 yaşındayken  fotoğraflarını Expo 1937’de sergiler. 2. Dünya Savaşı’nda Fransız direnişçilerine katılır ve 1944’te 
 Maquis du Vercors’de savaşır. Savaş bitiminde de École centrale de Lyon’da mühendislik eğitimi alır
Hayranlık duyduğu Henri Cartier Bresson ile tanışıp onun olumlu eleştirilerini aldıktan sonra da fotoğrafçılığı meslek edinmeye karar verir ve 1953’te, dünyanın en büyük fotoğraf ajanslarından Magnum’a gidip Capa’dan iş ister. Capa, “ Seni tanıyan yok daha doğru dürüst fotoğrafların da yok ben sana nasıl iş vereyim?” der. Ama hemen arkasından ilave eder, “Şehirler serisini bitirdik bir tek sehir kaldı, Leeds. Oraya kimse gitmek istemiyor hadi seni oraya göndereyim!” 
Bu teklif Riboud’ya profesyonel hayatın kapısını aralar. UNESCO’ dan sponsorluk alır ve   dünyanın çeşitli yerlerine fotoğraf çekmeye gönderilir. İstanbul’da 2 ay, Hindistan’da 6 aydan fazla kalır. Çin, Ortadoğu, Afganistan, Filipinler, Rusya, Amerika, Cezayir ve daha birçok yerdenden çarpıcı kareler gönderir. 1953’te çektiği le Peintre de la tour Eiffel“( Eiffel Kulesi Boyacısı) Life dergisinde yayımlanan ilk fotoğrafı olur.
Fotoğrafın öğrenilebileceğini savunan Riboud yaşamı boyunca 40 kadar kitaba imza atar. İstanbul üzerine kitabı 2003’te Actes Sud tarafından yayınlanmıştır.
Duygusal ve çekingen bir yapısı olan sanatçı, fotomuhabirliğin çarpıcı fotoğraf göstermeye eğilimli yüzünü sevmez. Değişmekte olan çatışmalı bölgelerden sıradan fotoğraflar çıkararak dikkat çekmeyi yeğlemiştir. Gösteri kortejlerini takip etmekle yetinmek yerine, « yüzleri, ifadeleri daha yakından görmek için»kortejin önüne geçmeyi yeğlemiştir. Askerlere çiçek uzatan kız fotoğrafı gibi. Solda süngülü askerlerin gri görüntüsü ile sağda çiçekli kızın hüzünlü ifadesi arasındaki tezat çok nettir. Savaş yanlısı ve savaş karşıtı imaj. 
1973’te Watergate skandalı patladığında Washington’da, 77 Bildirgesi sırasında Prag’da, Şah ülkeden ayrldığı yıl İran’da, 1980 olaylarında Polonta’da olan Riboud son seyahatini 2010’da Şangai’ya yapar.
Riboud’un sanatsal dehası özel yaşamıyla ilintilidir: işinde de özelinde de açık görüşlü, enerjik, dyarlı ve entelleküeldir. Çektiği her kareye kendinden bir şey koymuş, yaşama, çevresindeki dünyaya duyduğu tutkuyu aktarmıştır. Riboud için fotoğraf anlatılacak bir öykünün bir parçası olmuştur. Bu yüzden fotoğrafları bu denli güçlü, derin, hasas, anlamlıdır. Her karesinde iletişime, kültürel farklılıklara günlük yaşamın analizine verdiği önem fark edilir. Kendisini, ‘değişimin ve anının anlatıcısı’ olarak tanımlamasını boşuna değildir. Onun için fotoğraf görmeyi hatta görmeyi arzulamayı ve hayatı sevmeyi öğretir.
 
Riboud’un Paris Modern art Museum’daki 27 fotoğraflık retrospektif sergisi 16 Ocak’a kadar devam ediyor.

.

“Şu Şunu öldürecek” veya öldürdü…

sefiller-victor-hugo-radyo-tiyatimages-43 images-42iphone-77-plus-40-b1ac 405px-nd-de-paris-l3-ch1 sefiller-victor-hugo-radyo-tiyat

‘Notre-Dame’ın Kamburu’ Victor Hugo’nun1831 yılında yayınlanan ve Fransa’da krallık döneminin karanlık günlerinden kesitler sunan romanıdır.
Hugo, Paris’in ünlü katedrali Notre-Dame’ın başrahibi Claude Frollo’yu kral XI Louis ile sohbete sokar. Bu sohbette, Frollo efkarlı bir şekilde bakışlarını önündeki kitaptan kiliseye çevirir ve şöyle der:”Ceci tuera cela ” yani “Bu, onu öldürecek.”

Hugo, 1482 yılına yerleştirdiği bu rastlaşmanın bulunduğu bölümünden sonra “Le livre tuera l’edifice” (Kitap eseri öldürecek) der. Burada mimarlığın (kilisenin taşları anlamı da çıkarımlanabilir) matbaanın icadını takip eden yıllarda tüm gücünü ve hatta varlığını yitirdiğini iddia eder. Hugo’ya göre mimarlık rönesans ile çoktan ölmüş, “taştan kitap” yerini “kağıttan kitaba” bırakmıştır.

Notre Dame de Paris’in filmi 1911’de sessiz olarak çekilmiş, 1956’daki unutulmaz versiyonunda de Quasimodo’yu Anthony Quinn, Esmeralda’yı Gina Lollobrigida oynamıştır.
1998’de müzikal olarak sahnelenmiş, 15 ülkede binlerce kez izlenen müzikaldeki “Belle” adlı iç parçalayan romantik parçayı sanırım duymayan kalmamıştır.

Bütün bu uzun girişi “Bu, onu öldürecek” lafının, son zamanlarda sıkça duyduğumuz “iPhone fotoğrafı öldürecek” savına bağlamak için yaptım. Victor Hugo bu cümleyi katedralin arşidüküne söyletmekteki amacı, yeni icad edilmiş matbaada sonsuz sayıda çoğaltılabilecek kitapların, katedralin duvarlarındaki sembollerle yapılan eğitimin sonunu getireceğini düşünmesinden kaynaklanmaktadır.
Orta çağın sonlarında yaşanan değişimleri acaba günümüzde yaşıyor olabilir miyiz? Dijital çağ sanatın yerini alıyor mu? Sanal yaşam elle tutulan sanat eserlerinin pabucunu dama atıyor olabilir mi?
Bizde ilk baharda İstanbul Deniz Müzesinde düzenlenen Pitoresk İstanbul Dijital Sergi, Hollanda Den Bosh kenti Noordbrabants müzesindeki dokunmatik ekrandaki orta çağın en ünlü ressamı Jerome Bosh’un sergisi ve nihayet Kore Seul’de Monet’nin empresyonizmi adlı serginin müze duvarlarına projeksiyon şeklinde yapılması yeni bir çağa girildiğinin göstergeleri.
Bu duruma gelinmesinde sorunun, eserlerin elde edilmesinin zorluğundan mı yoksa yeni sanatseverlerin tercihlerinin tahta çerçeve içindeki tuvalden ekrana doğru yönelmesinden mi geldiği ayrı bir tartışma konusu. Fotoğrafın öldüremediği resim sanatını dijital teknolojinin öldürmesi de bizce mümkün değildir. Biz şimdi fotoğrafa ve iphone’a dönelim.
Bir önceki yazımızda Delaroche’un fotoğrafın bulunuşu için “Bugünden itibaren resim sanatı ölmüştür” dediğini yazmıştık.
Son günlerde iPhone’un fotoğrafı öldüreceği çok konuşulur oldu. Fotoğrafın, resim gibi, hiç bir biçimde ölmeyeceği bilindiğinden, bu lafı belki de şöyle algılamak gerekir; “iPhone diğer fotoğraf makinelerinin yerini alacak.” İşte bunu anlamak mümkün. iPhone o kadar pratik ki artık insanlar ağır DSLR makinelerini taşımak istemiyor. Hatta küçük kompakt kameralar bile yerlerini iphone veya diğer mobil cihazlara bırakıyor.
Bu cihazların mükemmel lensleri çok güzel fotoğraflar çekilmesine olanak sağlıyor. Sensör rezolüsyonları gelişiyor, gelişmeye de devam edecek. Aksesuar miktar ve kalitesi de aynı şekilde artıyor. İki lensle siyah beyaz çekme olanağı sağlayanlar var.
Küçük yüksek rezolüsyonlu 1.8 diyafram açıklığına ulaşan ve tüm manuel ayarları yapabileceğiniz küçük ek kameralar cep telefonlarınıza veya ipad’lerinize takılabiliyor. Kaliteli bir fotoğraf çektikten sonra süratle bazı ayarlar yapıp yine süratle sosyal paylaşım ortamlarına sokmak mümkün. Daha da ileri gitmek isteyenler değişik lezzette siyah beyaz, çift pozlama, bracket, seri çekim, panoramalar yaratabilirler.
Dünyanın en önemli uzman mühendislerinin bütün ihtiyaçları düşünerek ürettiği bu cihazların mükemmeli arayış içinde olduğunu artık kabul etmemiz gerekir
Daha da ileri gitmek isteyenlere bu fotoğraflardan yola çıkarak ve bunları stilize ederek abstre, yağlı boya, sulu boya dijital eserler yaratma imkanları var.
Eeee bu kadar avantaj ve özellikleri olan bir fotoğraf makinesi aslında telefon da olsa doğal olarak diğer makineleri zaman içinde öldürebilecektir, ama fotoğrafı asla. Kimsenin endişesi olmasın…
Hugo’nun düşündüğünün aksine kitap hiçbir şeyi öldürmedi, mimari de var olmaya devam ediyor, kilise de…

‘Kalkma Kalkışma-Soulevements-Uprisings’

013_man-ray_section-1-160-13-600211-1024x814 56ab95b526787_lesperanca-del-condemnat-a-mort-i img_0945 img_0954 img_0972-2 soulevements-1_0 soulevements4-24manet soulevements5-25gil soulevements5-34centelles

15 Ocak 2017’ye kadar Paris Musee de Jeu de Paume’da sürecek olan fotoğraf sergisinin adı bu.
Felsefi bir kavramdan yola çıkılarak, bir dizi fotoğrafın ve çeşitli sanat eserleriyle belgelerin toparlanması ile oluşturulmuş bir sergi.
Sanat tarihçisi Georges Didi-Huberman yönetiminde hazırlanan sergide, ‘kalkma kalkışma’ kavramının çeşitli yönleri çok güçlü görsellerle izleyici ile buluşturuluyor. Hareketsizliği harekete geçiren çeşitli güçlerin marifetleri gözler önüne seriliyor. Fiziki kaldırma gücünün etkileri ile ilgili görseller sergide sizi karşılıyor. Dennis Adams’ın Patriot isimli uçan bir naylon torbanın görseli bir başka fotoğrafta gazeteden bir uçağa eşlik ediyor. Rüzgarın nesneleri kaldırması gibi fiziki olaylardan yola çıkarak, ellerin kolların kaldırılması, dudakların hareketler ardından işin düşünce boyutundaki özelliklerine geçiliyor. Düşüncelerin kalkması ve buna bağlı olarak bildiri dağıtılması ve direniş metinlerinin yazılmasına kadar devam ediyor. Goya’dan günümüze resimler, desenler, heykeller, film, video, instalasyon ve çeşitli belgeler konunun etrafında fotoğrafları destekliyor.
Vücudun isyan ettiği, “Hayır” denilen durumlar dünyanın çeşitli yerlerinden alınmış çatışma görüntüleri, barikatlar, şiddet olayları resmi geçit yapıyorlar. Her halükarda anladığımız şu; bir yerde ne zaman bir duvar karşımıza çıkarsa o duvarı aşma, sınırları geçme arzusu da oluşuyor. En azından hayali kuruluyor. Hayal bazen gerçekleştiriliyor bazen son buluyor ama her zaman o his ortaya çıkıyor. İşte bu sergi bu hisse tercüman olmak üzere hazırlanmış.
Jeu de Paume müzesinin klasik fotoğrafçılar ve fotoğraf konularından sıyrılarak başka bir boyuta geçerek müze alışkanlıklarını ufak da olsa bir şekilde aralama arzusundan kaynaklanıyor.
Sergide öne çıkan eserler şöyle; Goya’nın 1799’da yaptığı “Les Caprices” adlı eseri, Roman Siner’in Kırmızı Şeritler adlı 1975 instalasyonu ile sergide mevcut. Diğer sanatçılar arasında Henri Michaux, Gustave Courbet, Joseph Beuys, Michel Foucault,, Gilles Caron, Chim, Lisette Model, Garciela Sacco, Willy Ronis tanıdıklarımızdan.
Sözlerle kalkışanlar da sergilenmiş; Charles Baudelaire, André Breton, Dada, Frederico Garcia Lorca, Victor Hugo, Rosa Luxembourg, Man Ray, Pier Paolo Pasolini, Pablo Picasso eserlerinin yanısıra anonim birçok eser de güzellikleriyle sergiyi süslemiş. İsyan sözleri, şarkıları, tartışmaları, düşünceler her yana yayılmış. Basılmış, dağıtılmış çeşitli belgeler mevcut. Bildiriler serginin bir bölümünü doldurmuş. Bizde Yılmaz Aysan ‘sol’un görsel serüvenini Afişe çıkarttığı gibi Georges Didi-Huberman da Jeu de Paume’un bir bölümünü George Büchner, René Char gibi yazar-şairlerin bildirilerine ve afişlerine ayırmış.
Sergide konu başlığı ile uyumlu çatışmaların görselleri de unutulmamış. Henri Cartier Bresson ve has arkadaşı Meksikalı Manuel Alvarez Bravo,Honoré Daumier, fotoğraf tarihinde foto-kartvizitin mucidi olarak bilinen Adolphe Eugnène Disderi, Edouard Manet, Armando Salgado ve diğerleri eserleri ile yer almışlar. Bazı eserlerde gösterileri yatıştıran güçler gösterilmektedir oysa diğer bazı eserler kalkışanlardan güçleri düşüncelerinin gücü kadar büyük olmadığı için  ölenleri de göstermekte.
Sonuçta Freud’un da dediği gibi arzunun yok edilemezliğini de görüyoruz bu sergide. Joan Miro’nun “Ölüm mahkumunun ümidi” adlı eseri de mevcut. Miro bu eseri 1974’te Frank rejimi tarafından öldürülen Salvador Puig i Antich anısına yapmıştır. Bir “kalkma-kalkışma-soulevemet-uprising” annelerin çocuklarının cansız vücutları üzerinde göz yaşları dökmeleri ile son bulabilir. Bazen de kalkma-kalkışma olayını Buenos Aires’te Anne-anneanneleri direniş yürüyüşüne de dönüştürebilir. Gaza’da, Mısır ve Çin’de bu iletişim çağında her zaman kalkışanlar var olacaktır.
Bu bölümü süsleyen eserler arasında Joan Miro’nun eserinin dışında, Maria Kourkouta, Perdo Motta, Voula Papaioannou, Enrique Ramirez’in eserleri yer alıyor.
Yolunuz bu aralar Paris’e düşer ise ve fotoğrafa, felsefeye ve sanata biraz merakınız varsa bu sergiyi sakın kaçırmayın derim. Hiç pişman olmazsınız.

Şarabın Dansı

tomer_dancer_07lafite-1878

Merak etmeyin. Tom Robins’in yazdığı ‘Pancarın Dansı’ romanı gibi kurgu bir yazı değil okuyacağınız. Şarapla dans arasında mevcut olan yakın ilişkilerden bahsetmek istiyorum.

‘Şarap da dans edermiymiş?’ demeyin lütfen! Şarap daha ilk başından oynamaya başlar. Fıçıda veya tank içinde fermante olurken zıp zıp zıplar. Yeter ki siz defi gösterin… Hemen oyuna girer. Biliyorsunuz şarap çok oyuncudur. Bütün oyunları sever. En çok da dans etmeyi.

Şarabın dans sevgisi çok eskilere, taa Roma’ya kadar uzanır. Hani derler ya “Bütün yollar Roma’ya çıkar” işte öyle… Baccanalia, şarap tanrısı Bacchus’a adanmış mistik bir festivaldir. Aslına bakarsanız olay daha da eskilere dayanır, komşuya gelir. Antik Yunan’da Baccahanalia vardır. Dionysia adı altında yapılan bu eğlenceler sırasında insanlar neşe içinde yer içer eğlenir ve dans ederlerdi. Bunu da daha çok Dyonysos’a adanmış anfiteatrlarda yaparlardı. Bu anfiteatrların en büyükleri halen Anadolu’da bulunur. En önemlilerinden biri Seferihisar yakınlarında Sığacık’ta Teos antik kentinde çok iyi durumda sizleri beklemektedir. Zeytin ağaçları arasındaki bu Dionysos mabedi bir gün batımında çevre bölgelerde üretilen bir şişe Egeo Syrah, Chateau Met veya Urla Nexus’u dostlarla birlikte tüketmek için ideal bir ortam yaratmaktadır.

Neyse konumuza dönelim… Bu yeme içme dans etme eylemleri Yunanistan’dan güney İtalya’ya sıçrar ve burada bir gizem kazanır. İtalya’da bu eylemler erkeklere kapalı, şarap içilip dans edilen ayinlere dönüşür. Başta 16-17 Martt’ta yapılan bu ayinlere daha sonra erkekler de kabul edilmeye başlanır ve sık sık yapılmaya başlanır. Zaman içinde o kadar yaygınlık kazanır ki milattan önce 186 yılında Roma senatosu bu ayinleri sınırlamak zorunda kalır.

Ancak bugün bizdeki alkole sınırlamalardan daha farklıdır. Sınırlanan alkol tüketimi değil ayinlerdir. Neyse burada biz şarap dans sanat derken önümüze açılan kapıdan içeri girip bu şarap ve dans ayinleri sanatı nerelere taşımış ona bir bakalım…

Alexander Glazunov Mevsimler adlı balesinin 4. sahnesini Baccanale olarak adlandırmış ve şaraba adamıştır. Philip Roth Elveda Columbus adlı romanında Patimkin’in barına “Bacchanal öteberici” adını takmıştır. Ünlü yazar John Steinbeck daha sonra Elia Kazan tarafından sinemaya aktarılan Cennetin Doğusu adlı baş yapıtında Jenny’nin genelevine ‘bacchanal taverna’ demiştir. John Cage, 1938’de Amerikalı dansçı ve koreograf Syvilla Fort’un Bacchanalia adlı dansının müziğini bestemiştir.

Belirli bir yaşın üzerine çıkmış bir kuşağın çok iyi hatırlayacağı güzel yıldız Jennifer O’Neill’in Dorothy rolünü oynadığı ‘Summer of 42’ adlı filmin müziğini Michel Legrand yapmış ve 1972 yılında en iyi orijinal müzik akademi ödülünü almıştır. Ülkemizde “Yaz Günüydü” adıyla oynatılan bu filmin parçalardan birinin adı da Bacchanale’ dir. Oz büyücüsünün 2011yılı yeni yapımındaki sahnelerden bir tanesi de büyücünün şatosundaki dansdır. Bu dansın adı da yine şarap tanrısı Bacchus’a adanmıştır.

Böylesine uzun bir girişten sonra şarabın ve dansın ilişkinine girebiliriz diye düşünüyorum. İkisi de zordur. İyi dans edebilmek için ruh, beden, çalışma, arzu, şans, uygun ortama ihtiyaç vardır. Şarap için de aynılarına ihtiyaç olduğu gibi ayrıca dengeye de ihtiyaç vardır. Dengesiz bir dansçı ise ayakta bile duramaz.

Şarap üretmek de tüketmek de çok zevklidir. Dans etmek de seyretmek de aynı derecede zevklidir. Tabii ki bilene sevene ve anlayanına, meraklısına.. Diğerleri de zaten bu yazıyı okumuyor olacaklar..

İyi bir şarap üretmek ve çıtayı yükseltmek için çok çalışmak gerekir. Şarap hiç bir şey yapılmadan da oluşur gelişir ama kalite çalışma araştırma ve tecrübededir. Aynı dansda da olduğu gibi. İyi bir dansçı başarılı bir performas yapabilmek için günlerce çalışmalı çalışmalı ve çalışmalıdır. Yoksa hepimiz müzik eşliğinde kollarımızı kaldırıp hareket edebiliriz ama buna ne kadar dans denilebilir bu da tartışma konusudur. Üzüm de kendi haline bırakılırsa sıradan şarap olur biraz daha kendi haline bırakılırsa da sirke olur.

Şimdi gelin biraz şarapla birlikte dünya danslarını dolaşalım. Bacchanal danslar İtalyadan çıktığı için oradan başlayalım. Emiglia Romagna bölgesinin ünlü şarabı Ucinella Trebbiano Smetana’nın Polka dansı gibidir. Notalar notaları takib eder. Yudumlar da yudumları, dostça ve candan bir ahenk içinde ilerler giderler. İkisi de insanlara iyi gelir, güç ve kuvvet verir. Romagna bölgesi sangiovese üzümlerinden yapılan şarapla ilgili hikaye çok eskilere dayanır. Sangiovese İtalyanın en çok üretilen üzümüdür. Toscana’nın incisidir. Ancak Romagna bölgesinin sangiovese’si sangioveselerin asıdır, hasıdır. Adı da ilk defa bu bölgede telaffuz edilmiştir. Bölgede konaklayan bir misafir ne şarabı içtiğini sorduğunda şarabı üreten rahip “Jüpiter’in Kanı” anlamına gelen “Sanguis Jovis” diye bu şarabı adlandırmış ve o zamandan beridir bu üzüm Sangiovese diye bilinmektedir. Yüzyıllardır bölge köylü ve çiftçisine kuvvet veren bu şarap aynı zamanda aristokratların masasını süslemiş manastırlarda ise dini ayinlerde kullanılmıştır. Bologna usulü tagliatelle al ragu ile eşleşmesi idealdir. Bu şarap yöresel dansların ritmini yansıtan tonlara sahiptir. Bu bölgede gelenek operadır özellikle baledeki cinderella rolü ünlüdür. Bu rolün her hareketi Romagna sangiovese  aromaları gibi narin ve kararlıdır. Dansdaki el ve yüz hareketleri şaraptaki denge ve elegansla uyum sağlar.

Yine bu bölgenin zarif hanımefendi üzümü albana üzümünden yapılmış beyaz şaraplar vardır. Bu şaraplar Mazurka dansı gibi öne çıkan hareketler yaparlar. Polonya’nın mazurka bölgesinin adından alan hoş bir danstır bu dans. Ama şarabı içerken bir müzik duymak istiyorsanız beyninizde Chopin’in eserleri çınlayacaktır. Bu parçalar Chopin’in ünlü cenaze marşından öte noktürnleri olacaktır mutlaka.. Bu arada beyinde atom bombası etkisi yaratan Chopin isimli polonya votkasını aklınıza bile getirmemek kaydıyla. Georges Sand ile fırtınalı bir aşk yaşayan Chopin piano için yazılabilecek en güzel müzikleri bestelemiş 39 yaşında ölmüş ve vatan hasretiyle geçen kısa hayattan sonra Paris’te gömülmüştür.

Bölgenin Ruchetto dell’Uccellina adlı bir başka şarabı ise pinot noir’dan üretilen yoğun ve doğal aromalarıyla kompleks yapıda ve az bulunan bir şaraptır ki sanki Tango gibi sizi kavrar döndürür, zaman zaman yere doğru yaklaştırıp tekrar yukarı kaldırır. Oysa Bölgenin Cagnina şarabı dans edecekse doğrudan Galopade yapar. 19. yüzyıl ikili dansı gibi bu şarap da sizin boynunuza sarılır dayanılması zor bir tatlılıkla sizi sarıp sarmalar ve müziğin ritmi ile döndürmeye başlar.

Şarap, müzik, ritm ve dönmek denilince şarap dünyasından bir ünlü aklımıza geldi. Ülkemizin köklü şarap üreticilerinden Dolucanın profesyonel modern danscısı ve pazarlama müdürü Sibel Kutman’a sorduk; sizce Dans ve Şarabın ilişkisi nedir. Bakın neler söyledi….

Engüzel eşleşmenin şarabın ve dansın tarihinde yattığını ve eski dünya, yeni dünya ilişkisinin şarapta ve dansta kurulduğunu anlattı.

Eski Dünya vs Yeni Dünya şarapçılığı

Eski dünya ülkeleri (basta Fransa, Almanya, Italya) yüzyıllarca sarap yapımını kendi hegamonyalarında bulundurdular, oldukca katı kurallarla şekillendirdikleri ve ağırlıklı terroir’a dayali ve hiyerarsik bir üretim sistemini benimsediler, ‘iyi şarabın’ tanımını da bu kriterlere bağladılar. Yeni dünya ülkeleri (başta ABD, Avusturalya, Şili) şarapta köklü bir geçmişe sahip değillerdi, eski dünyanın terroir kurallarını da kendi iklim ve toprak gerçeklerine adapte edemiyorlardı. Bu kuralciliğa karşı geldiler, terroir kavramının yanı sıra ‘varietal şarap’ konseptini oluşturarak, şarapçılıklarını yöreden ziyade üzüm cinsine endeksleyen bir sistem geliştirdiler ve kendilerini şarapseverlere kabul ettirdiler. 20. yüzyılın ilk yarısında temelleri atılan yeni dünya şarapçılığı yüzyılın ikinci yarısında eski dünya ile her kulvarda rekabet edebilecek düzeye erişti.

Bale vs Modern Dans

Avrupa’nın öncülüğnde gelişmiş olan bale, yüzyıllarca dans sanatının en üst konumunda yerini korudu. Bale, kuralları çok net belirlenmiş, ancak belli vücut tiplerinin icra edebileceği, yer çekimi ile mücadele eden, ekseriyetle eşlikçisi olarak klasik müzik eserlerini ve klasik kostümleri tercih eden bir format. Yine 20. yüzyılın ilk yarısında, balenin bu kuralcılığı ve kendi içerisinde oluşturmuş olduğu hiyerarşiye bir tepki ve kendini bedensel olarak farkli bir sekilde ifade edebilmenin arayışı neticesinde Isador Duncan, Martha Graham gibi öncülerin sayesinde modern dans akımı doğdu. Farklı vücut tiplerinin de icra edebildiği, yer çekimi ile barışık, müzik ve kostüm seçimlerinde özgün, pozisyonların kurallara bağlı olmadığı, bedenin serbestçe hareket edebildigi bir dans şekli de hayata geçmis oldu ve yıllar içerisinde kabul görüp dans sanatında saygın bir konuma geldi.

Daha sonra bize üzümler ve potansiyel dans eşleşmelerini sıraladı.

Üzümler ve potansiyel dans eşleşmeleri

Cabernet Sauvignon: eski dünya’da Klasik Bale i.e. Royal Ballet, Paris Opera Balesi, yeni dünya’da Modern Dans’in Klasikleri i.e. Martha Graham, Paul Taylor, Alvin Ailey
Merlot: Couples Dancing’, romantik, vals, foxtrot
Shiraz: iddiali, delidolu, güçlü, isyankar, masculine, koşulsuz ‘Modern Dans’ i/e Lar Lubovitch, Momix, Mark Morris
Chardonnay: Prima Ballerina, feminen, başrol, klasik
Sauvignon Blanc: Prima Ballerina’nin modern dans versiyonu, yine başrol, daha vahşi, daha özgün, daha şımarık
Okuzgozu: ‘Social Dancing’, herkesin her zaman yapabileceği, arzu ettigi müzigin eşliğinde kendi zevkine göre dans etmesi
Boğazkere: oldukça “maskülen” hatta ağır abi formatında, bana Sicilya Mafya filmlerindeki erkek erkeğe dans sahnelerini, Rus Kazak dansi tipi kendi bedeniyle inatlaşan koreografileri, ağlatan bir Sirtaki, memlekette ise yavaş bir Ankara Havasını anımsatıyor
Kalecik Karasi: Cab Sauvignon’un biraz daha yumuşak ve rahat versiyonu yani ‘Modern Bale’. hala bir takım formatlar olan ama deneysellige açık
Sultaniye: oldukca feminen, cilveli, şenşakrak, folk dansları, köy eğlenceleri, kaşık dansı, halka dansları
Riesling: alman usulü folk dansları, polka, gavotte
Malbec: baştan sona Tango, latin
Emir: Boğazkere kadar damardan olmasa da yine maskülen ama rustik, zeybek, efe, square dance
Narince: ‘Post Modern’, yalın, minimalist, less is more anlayisi, ama teknik beceri gerektiren, mesajini bağırmadan veren eserler
Tempranillo: Flamenco
Grenache: şahsına münhasır, herhangi bir akıma sığmayan, eksperimental, acquired taste, off off broadway
Bizde tersten ilerleyip bizim bölgelerimizin danslarını üzümleriyle eşleştirmeye çalıştık.

Egenin mert, atılgan mazluma dost haksıza düşman, cesur Zeybeğini Bornova Misketine benzettik. Halikarnas balıkçısı da Zeybek oynanışını 3 e ayırır. Birincisi elleri kaldırıp meydan dolaşma iken, ikinci hareket üzüm salkımını koparıp diz üstüne düşerek sepete koyma hareketidir. Üçüncü hareket ise sepetteki üzümü ezerek şarap olacak iksiri elde elmektir.

Trakya bölgesinin oyunların genel adı Hora’dır. Hora çok hızlı ritmli ve kıvraktır. Sıkı denge ister. Aynı papazkarasının dengeli şaraplar vermesi gibi. Yine bu bölgenin dansı kasap havası ise tam bir Gamaydir. Gamay ele ele kolkola tutuşularak diziyle yürütülen oyunlar gibidir. Dosttur. Dostlarla içilir dans da dostlarla yapılır.

Akdeniz bölgesinde Kaşık oyunları oynanır. Akdeniz halk dansları, Toros sırtlarında rengarenk elbiseler içinde nazlı nazlı oynanır… Erkeğin uyumlu hareketi, kadının tatlı salınışı birliktedir. Dans ritimlerinin yavaş oluşu sıcağa bağlıdır. Tempo ağırdır ancak kıvrak hareketler bu dansların zevkle seyredilmesini sağlar. Davul – zurnayla eşliğindeki bu oyunları kadın ve erkekler beraber oynarlar. Giderek yok olmaya yüz tutan bu oyunlar yok olmuş son örneklerinden tekrar yaşama tutunmuş bölge üzümünün şarabı Acıkaraya benzer. Zarif ve yumuşak bu şarap bölgenin halk dansları gibi nazlı ve güzeldir.

Güneydoğu Anadolunun dansları ağır Halayı dizi biçiminde oyunlardır ve ağır seyrederler. Boğazkere gibi ağırbaşlıdırlar. Sanki “ağır git mola desinler” havası sezilir.

Biraz daha yukarı Elazığ civarına çıkınca “çayda çıra” ile öküzgözünün birlikteliğini ve uyumunu anlamak çok kolaylaşır. Tartımlı oyun “Çayda Çıra” erkek evine gitmeden bir gece önce gelinin el ve ayağına kına yakılmasıyla başlar.

Çayda çıra yanıyor

Canda şevk uyanıyor

Yandı eridi mumlar

Nasıl can dayanıyor

Nanay gelinim nanay

Oyna dön bugün bu ay

sözleriyle renkli mum yanan tabaklar ellerde sekerek ilerlerler. Öküzgözü öküz gözü gibi koyu renklidir. Yuvarlak ve koyu renklidir; yapılı, kalıcı, kırmızı meyvemsi, dolgun, hafif tanenli özellikleriyle yıllandırılmaya uygundur. Evlilik gibi romantik anlar için uygun bir şaraptır.

İç anadolu denilince akla yine Nevşehirle “Halay Yöresi” gelir. Semah, seymen ve sinsin oyunları da yaygındır. Kendine özgü ince aromaları ve serinletici bir lezzeti ile Emir bu dansların içkisi gibidir. Köpüklü şarap yapımına da elverişli olan bu üzümden Halay gibi kıpır kıpır renkli neşeli şaraplar çıkar.

Brassai-Graffiti

images-9 images-10 images-11 images-13 images-14“Paris gece hayatında beni kendine hayran bırakan şeyleri görüntüye çevirme arzusu beni fotoğrafçı yaptı”
Brassai

Hayatta anlam var mı diye düşünürsünüz bazen, ama birileri çıkar hayatınızın anlamlı olduğunu anlarsınız!
Brassai

Önce Henri Cartier Bresson’un talihsiz arkadaşı İzis’i yazdık, sonra sokağın şairi Willy Ronis’i, ardından da ünlü Hotel de Ville’deki öpüşme fotoğrafı “Le Baiser” nin fotoğrafçısı Doisneau’yu… Bugün Centre Pompidou sanat Merkezi’ndeki sergisi nedeniyle Brassai’yi yazıyoruz. Sırada aynı dönem Paris fotoğrafçılarından Jacques Lartigue, Marc Riboud ve Henri Cartier Bresson var. Robert Capa ise çok farklı özellikleri olan büyük fotoğrafçı olarak 8 fotoğrafçılı bu serinin son konuğu olacak.
Brassai’nin 9 Kasım 2016 ve 30 Ocak 2017 tarihleri arasında Paris’te Pompidou Sanat Merkezinde “Graffiti” adlı sergisi var. 1930’ lu yıllarda Brassai uzunca bir süre Paris duvarlarındaki resimleri, kazınmış yazı ve şekillerin fotoğrafını çeker… Bu fotoğraflar dergileri süsler. New York daha dahil olmak üzere dünya’da çeşitli şehirlerde sergilenir. Sürrealist sanatçılara ilham kaynağı olur. Macaristan’da 1899’da doğan, 84 yaşında Paris’te ölen Brassai’nin esas adı Gyula Halsz’dır. Desinatör ressam heykeltraş ve yazar olan Brassai’nin fotoğrafa başlaması, fotoğraf makinesini dökümantasyon aracı olarak kullanmaya başlamasıyla olmuştur. Ancak ardından makinesi elinden bırakamaz hale gelmiştir.

Brassai sokak sokak dolaşır. resim atelyeleri, genelevler… Görmeyi başaramadığımız şeyler, insanlar teker teker karşımıza çıkagelirler, elle tutulurlar.
Zamanını bu kadar güzel göstermiş, yaşadığı dünyaya bizi bu kadar içine çeken başka fotoğrafçı çok azdır diye düşünüyorum. Picasso heykel yaparken, Henry Miller düşünceler içinde yazarken, Çiçek kabaresinde Akordeoncusu ile KİKİ, sokak lambası yakıcısı veya sokak dilberi hepsi gözünüzün önündedir.
Arkadaşı Henry Miller ona “Paris’in gözü” adını takmıştır. Bu ad avangard fotoğrafçı için tam yerindedir de.
Ticari açıdan da çok başarı kazanır, iki dünya savaşı arası Fransanın en ünlü fotoğrafçılarındandır.
Paris’in gizli yüzünü göstermiştir.Şehrin entelektüel yanını da cilalar. Picasso, Prévert, Sartre, Cocteau, Camus, Desnos, Miller dostlarıdır.
Montparnasse’ın deli yıllarının tanığı ve başrol oyuncusudur. Sürrealist akımın göbeğindedir.
“Eşyaları değiştiren sisin şiirinin, şehri dönüştüren gecenin şiirinin, insanları değiştiren zamanın şiirinin peşindeydim” der…
Fotoğrafta sevdiğim, özel olarak kaydedilmiş basit bir konu ve bunun olağanüstü hale getirilmesidir. Ara Güler’in tersine “Ben fotomuhabiri değilim, aktüalite beni ilgilendirmiyor. Gündelik hayat çok daha heyecan verici, sadece gözümüzle fotoğraf çekmeyiz aklımızla da çekeriz” der.
Görüntüsünü oluştururken tabii ki kompozisyon ve yapıya önem verir ama, daha çok yakın plan çalışarak insana dair fotoğraflar oluşturmaya çalışır.
Fotoğraflarını karanlık odada kendisi banyo eder ve basar.
Aslında fotoğraflarının sürrealist olması, gerçeği kendi görüşü ile olağanüstü hale getirebilmesinde yatmaktadır.
‘Sadece gerçeği göstermeye çalışıyorum ama gerçekten daha gerçeküstü birşey yok’ diye de ilave eder. Brassai gündelik hayatın bir köşesini sanki hayatımızda ilk defa görüyormuş gibi göstermeye çalışır.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Macar ordusunda süvari olarak görev yaptıktan sonra 1920’de Berlin’e yerleşir. Gazetecilik yapar ve aynı zamanda güzel Sanatlar akademisine devam eder. Brassai daha sonra Paris’e yerleşmeye karar verir. Pariste Jacques Prevert gibi önemli sürrealistlerle arkadaşlık kurar. Picasso Dali, Matisse ve Giacometti gibi dönemin önemli sanatçılarının fotoğraflarını çeker, onlarla dosluk kurar. Henry Miller ile köklü bir dostluğu olur. Henry Miller ve Picasso’nun kitaplarını yapar. Paris’in gece hayatını çok sevmektedir. “Gece Gezgini” “Gece Parisé’ adlı kitapları yayınlar. Paris sevgisi ise “Duygusal Paris” “Brassai-Paris” ve “Paris Aşkına” adlı fotoğraf kitaplarını hazırlar.
Fransa’nın Lejyon donör ödülü ile ödüllendirilir. Brassai yaşamın son dönemlerini dünyada tanınmış bir fotoğrafçı olarak geçirir. Arles’da sergiler açar, onur fotoğrafçısı olarak ağırlanır. Şu andaki Graffiti sergisinden önce daha büyük bir resrospektif sergisi yine Pompidou sanat Merkezinde 450 eseri ile 2000 yılında yapılmıştı. Fotoğrafın nasıl sanat fotoğrafı olduğunu ve fotoğrafçının nasıl sanat akınlarının göbeğinde olduğunu anlamak açısından mutlaka gezilmesi gereken bu Brassai “Graffiti” adlı sergiyi , Paris’e yolu düşen bütün fotoğrafseverlere öneriyorum.