Fransa’nın Nuri Ceylan Bilge’si…




Fransa’nın Nuri Ceylan Bilge’si…

Agnès Varda – Le Paris d’Agnès sergisi, Musée Carnavalet’de 9 Nisan – 24 Ağustos 2025 tarihleri arasında ziyaretçilerine kapılarını açıyor. Sergiye eşlik eden katalog, Varda’nın Rue Daguerre sokağındaki bir çıkmazın dibini babasının karşı çıkmasına karşına satın aldığı “cour‑atelier” diye tanımladığı alanını ve bu atölyede ortaya çıkarttığı fotoğraflarının özgür ve deneysel doğasını bize anlatmaya çalışıyor. Bir tane edinmekte yarar var.

Bence Agnès Varda’nın fotoğraf arşivi … ve Ciné-Tamaris arşivleri, sanki belgesel ile kurmacanın yarıştığı bir özgürlük ve deney alanı.

Katalogda yer alan 130 baskı—birçoğu bu sergide ilk kez izlenebiliyor—Varda’nın sinema ile fotoğraf arasındaki görsel anlatısının temelini oluşturuyor. Bu sergi, Varda’nın işlerini ürettiği mekanı. Fotoğraflarını ve sinema dilini anlamak için eşine az rastlanır bir fırsat.

Çoğu sinema severin bilip sevdiği Stanley Kubrick ve Wim Wenders de meslek yaşamlarına fotoğrafçı olarak başlamış ve sinema yönetmeni olarak tamamlamışlardır. Ama ben burada Agnes Varsa’yı ülkemizin gurur kaynağı Nuri Blige Ceylan’la karşılaştırmak istiyorum.

Agnès Varda ile Nuri Bilge Ceylan’ın Ortaklığı nerede başlar nerede biter?

“Her zaman fotoğrafa dönmek istedim. Çünkü sinema bana fazla akışkan, fazla kaygan geliyordu. Fotoğraf bir duraktır.”
— Agnès Varda

“Filmlerim, aslında birer fotoğraf albümüdür. İçlerinden bazı kareler, hikâyeye dönüşmek için sabırsızlanır.”
— Nuri Bilge Ceylan

Agnès Varda ile Nuri Bilge Ceylan… Biri, 20. yüzyılın ikinci yarısında Fransız Yeni Dalgası’nın içinde yer almış; diğeri, 21. yüzyılın başında Anadolu’dan yükselen sinema dilinin mimarılarından. İlk bakışta farklı kültürel coğrafyalardan gelen bu iki yönetmen, bence bir ortak zeminde buluşuyorlar: ikisi de fotoğraftan sinemaya doğru bir geçiş sergiliyorlar.

Varda, kariyerine Paris’te fotoğrafçı olarak başlamış, özellikle tiyatro ve sokak yaşamı üzerine çektiği karelerle dikkat çekmişti. 1955’te çektiği ilk filmi La Pointe Courte, biçimsel olarak o yıllarda henüz doğmakta olan Yeni Dalga’nın habercilerinden birisi olarak kabul edildi. Varda, sokağı ve gündeliği ön plana alan, belgesel ile kurmacayı iç içe geçiren bir dile sahip.

Nuri Bilge Ceylan ise Boğaziçi Üniversitesi’nde mühendislik eğitimi alırken fotoğrafla tanıştı. Doğanın dinginliğini, taşrada yavaşlatılmış gibi hissedilen zaman duygusunu işlerinde ön plana çıkarttı. Onun 1995’te başlayan sinema yolculuğu (Koza) da, tıpkı Varda’nınki gibi, sabit görüntüyü sabırla işleme arzusu var gibi. 1999 Cannes’da Mayıs Sıkıntısı ile başlayan, 2003’te Uzak ile ilerleyen, ve 2011 de Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle Büyük Jüri Ödülü’ne layık görüldükten sonra 2014’te Kış Uykusu ile Altın Palmiye’ye ulaşan yolculuğu da tıpkı Varda’nınkine benzer şekilde kendi imzasını taşıyordu.

1. Durağanlığın Anlatıya Dönüşümü

Her iki sanatçının da sineması, doğrudan bir olaylar zincirine değil, atmosferin ve karakterlerin iç dünyasına dayanır. Bu, aslında fotoğrafın doğasına çok yakın bir anlatı kurma biçimidir. Fotoğraf, tek bir anı ölümsüzleştirir; ama o anın içine baktığınızda, zamanın hem geçmişini hem geleceğini sezersiniz. İşte Varda ve Ceylan’ın sineması da budur: sizi bir fotoğrafın içine bakmak zorunda bırakır.

Varda’nın Cléo de 5 à 7 filmi, gerçek zamanın içinde bir kadının ölüm korkusunu, sokakların gündelikliğiyle iç içe işler. Kamerası hep “orada olanı” izler; tıpkı bir fotoğrafçı gibi sabırla. Ceylan ise Bir Zamanlar Anadolu’dada, gecenin içinde yavaş yavaş ilerleyen bir polis konvoyunun yavaşlığıyla zamanı esnetir; mekân, gece, suskunluk başlı başına birer görüntü ve hikaye ziyafetine dönüşür.

2. Sessizliğin ve Sıradanlığın birlikteliği

Varda, sıradan insanların hayatından hikayeler çıkarabilen bir gözlemciydi. Özellikle Sans toit ni loi (Çatısız, Kanunsuz) filminde, toplum dışına itilmiş bir kadının hikâyesini, belgesel estetiğiyle işler. Kamera, karakterin ardından yürür; ama aynı zamanda çevreyle de ilgilenir. Varda, görüntünün içindeki tüm ayrıntılara da anlam yükler.

Ceylan’nın sinemasında ise da sıradanlığın içindeki kırılmalar öne çıkar. Diyaloglardan çok yüzler konuşur. Örneğin Uzak filminde, iki adamın birlikte yaşadığı mekânlarda geçen sahneler, yalnızlığın ve iletişimsizliğin görsel bir anlatımıdır. Işık, kadraj, bakış — hepsi birer iç monolog gibi çalışır.

3. Kadın ve Zaman Algısı: Farklı Yönelimler

Bu iki yönetmenin sinemasal yaklaşımı arasındaki belki de en önemli fark, zaman ve toplumsal cinsiyet algısında ortaya çıkar. Varda, kadın karakterleri merkeze alır ve onları çevreleyen patriyarkal dünyayı eleştirel bir mercekle işler, gösterir. Feminist sinemanın öncülerindendir.

Ceylan ise daha varoluşsal bir dil kurar. Kadınlar çoğunlukla erkek karakterlerin iç dünyalarının yansıtıcısı konumundadır. Ancak bu, Ceylan’ın sinemasında bir eksiklik değil, bilinçli bir tercih olarak belirir; çünkü onun sineması, bireyin yalnızlığını ve yabancılaşmasını merkeze alır. Bu fark, aslında her iki yönetmenin yaşadığı toplumsal bağlamla yakından ilişkilidir.

4. Cannes ve Evrensel Duruş

Her iki yönetmen de Cannes Film Festivali’nin “gözbebeği” olmuş isimlerdir. Varda, hem Altın Palmiye Onur Ödülü’nü aldı hem de Les Glaneurs et la Glaneuse gibi belgesel-nitelikli işleriyle festival damgasını vurdu. Ceylan ise Altın Palmiye dahil olmak üzere birçok ödülle, Türkiye sinemasını dünya haritasına kalıcı olarak yerleştirmiştir.

5. Görüntüden Düşünceye Bir Dönüşüm

Her iki yönetmen için de sinema, bir dünya görüşünü duyurma biçimidir. Fotoğrafla başlayan bu yolculuk, sinemada daha geniş bir alan bulur ama asla görsel sadelikten vazgeçmez. Onların sineması, bir bakışın sinemasıdır; zamanla yarışmayan, onunla yürüyen bir sinema.

İki Bakış

Varda’nın “bakışları” kadınları görünür kılarken, Ceylan’ın “suskunlukları” erkeğin iç çatışmasını görünür kılar. Ama ikisinin de sineması, bir karede gizlenen öykünün peşindedir. Işığın, boşluğun, duraksamanın anlamını bilirler. Ve bu anlamda, Varda ile Ceylan, aynı yoldan yürüyen iki ayrı kişi gibidir: biri Seine kıyısında, diğeri Kapadokya vadilerinde; ama bence ikisi de bir görüntünün içinde kaybolmaya gönül vermiş fotoğrafçı/yönetmendirler.
Yolu Paris’e düşen fotoğraf ve sinema sevenlere Agnes Varda sergisini görmelerini öneririm. Hiç pişman olmayacaklarından eminim.

Tropik Bir Güzellik: Jonathas de Andrade’nin Dünyasına Yolculuk

Jeu de Paume Paris’in en önemli fotoğrafa adanmış müzesi.  Château de Tours ise Jeu de Paume tarafından yönetilen Tours kentindeki fotoğragf müzesi. Bu yaz sanatseverleri Brezilyalı sanatçı Jonathas de Andrade’nin duyusal ve politik açıdan çarpıcı işlerini sergiliyor. 20 Haziran – 9 Kasım 2025 tarihleri arasında açık kalacak sergi, “Gueule de bois tropicale et autres histoires” (Tropikal Sarhoşluk ve Diğer Hikâyeler) başlığı altında bir  kimlik manzarası diyebiliriz.

Bu sergi, sadece Brezilya’nın kuzeydoğusundan gelen bir ses değil, aynı zamanda evrensel olarak bastırılmış halkların, unutulmuş işçilerin ve dışlanan bedenleri de bize anımsatıyor. Andrade’nin işleri; antropoloji, eğitim, tiyatro ve etnografiyle harmanlanan bir estetik-politik okuma sunuyor.


“Ressaca Tropical” ile Başlayan Bir  Arkeolojik yaklaşım

“Ressaca Tropical (2009)”

Serginin isim işlerinden biri olan “Ressaca Tropical”, Andrade’nin eline geçen eski bir günlüğü ve Recife kentine ait kişisel fotoğrafları birleştirerek hem belgesel hem de kurmaca bir kent portresi sunuyor. Bu görsel anlatı, bedenin coşkusu ile şehir planlamasının yarım kalmış modernlik arayışı arasındaki çatışmayı görünür kılıyor. Tropikal bir baş dönmesi, hem bireyin hem toplumun geçmişine dair bir sersemlik hâlini temsil ediyor.


“Educação para Adultos”: Alfabenin Ötesinde Bir Bilinçlenme

[Buraya “Educação para adultos (2010)” işine ait görseli yerleştirin]

Brezilyalı pedagog Paulo Freire’nin devrimci eğitim anlayışından ilham alan bu yerleştirme, okuryazarlık kadar farkındalık yaratmayı da hedefliyor. Andrade, annesinin eğitimcilik anılarından yola çıkarak oluşturduğu bu çalışmada, sözcüklerle imgeleri bir araya getirerek politik, erotik ve çoğu zaman ironik çağrışımlarla izleyicinin katılımını tetikliyor.


Beden, Arzu ve Bellek: “Cartazes para o Museu do Homem do Nordeste”

“Cartazes…”

Bu hayalî etnografik müze kampanyasında Andrade, Recife sokaklarından derlediği portrelerle toplumsal cinsiyet ve arzu ile ilgili bir seri oluşturuyor. Homoerotik estetikle yoğrulmuş bu görsel dil, maskülenliğe gönderme yapıyor.


Doğa ve İnsan Arasında Bir Fantezi: “O Peixe”

 

“O Peixe (2016)”  Balık adlı video’dan alıntı.

Balıkla kurulan neredeyse mistik bir yakınlık ritüeli… Bu 37 dakikalık video işi, avlanan balıklara sarılan erkek bedenlerini gösterirken, arzu, ölüm, şiddet ve şefkat gibi kavramları iç içe geçiriyor. Tropik fantezilerle yüklü bu sahneler, çevre ile insan arasındaki karmaşık bağı sorguluyor. Görüntüler tutulan balığa veda töreni gibi algılanabilir.


Direnişin Sessiz Dili: “Jogos Dirigidos”

“Jogos Dirigidos (2019)”

Piauí bölgesindeki işitme engelli bireylerin kendi aralarında geliştirdikleri özgün işaret dili, Augusto Boal’ın  tiyatrosuyla harmanlanıyor. Sessiz bir dilin direnişe, kolektifliğe ve anlatıya dönüşümünü belgeleyen bu film, görünmeyeni görünür kılıyor.


Kadim Haritalar, Yeni Yorumlar: “Fome de Resistência”

 “Fome de Resistência (2020)” 

Kayapó kadınlarının, Brezilya ordusuna ait askeri haritalar üzerine yaptığı çizimlerle hazırlanan bu projede, harita sadece bir coğrafi veri değil, aynı zamanda bir kültürel direniş aracına dönüşüyor. Andrade burada, yerli bilgeliğin görünürlük ve süreklilik kazanmasını sağlıyor.


Kayıp Eşyalarla Örülen Bir Topluluk: “Achados e Perdidos”

 

 “Achados e Perdidos (2020)” 

Bir zamanlar kamusal havuzlarda unutulmuş erkek mayoları, geleneksel yontucuların ellerinde bedensiz torsolara dönüşüyor. Bu iş, queer beden politikalarıyla popüler sanat formlarını iç içe geçirerek mizahi ve kışkırtıcı bir ifade kullanmayı amaçlıyor.


Direnişin Mutfak Eşyaları: “A batalha do todo dia de Tejucupapo”

“Tejucupapo (2022)” 

Küçük bir köyde kadınların Hollandalı işgalcilere karşı verdiği tarihsel direnişi belgeleyen bu proje, gündelik ev eşyalarının nasıl sembollere dönüşebileceğini gösteriyor. Andrade’nin duyarlılığı, nesneleri çağdaş bir şiirsellikle anlatıyor.


Sokaktan Sahneye: “Olho da Rua”

“Olho da Rua (2022)”

Yüz evsiz bireyle hazırlanan bu altı perdelik film, yoksulluğun sadece bir gösteri öğesi olmadığını, örgütlenme ve kolektif bir  bilinci yaratabileceğini göstermeye çalışıyor. Bir yemek sofrası etrafında kurulan bu sahne, hem estetik hem de etik bir davet olarak algılanabilir.


Sergiyle ilgili Bilgiler

Yer: Château de Tours, 25 avenue André-Malraux, 37000 Tours
Tarih: 20 Haziran – 9 Kasım 2025
Saatler: Salı–Pazar 14:00–18:00 (Pazartesi ve 14 Temmuz kapalı)
Giriş: 5€ (İndirimli: 2,5€) – 27 yaş altı için ücretsiz
Küratör: Marta Ponsa
Organizasyon: Jeu de Paume & Saison Brésil France 2025


 Sanat bakışı ile Toplumsal Bellek

Jonathas de Andrade’nin işleri, sadece bir coğrafyaya ya da kimliğe değil, sanki hepimize ve tüm insanlığa ait. Her işi bir soru, her sergisi bir davet niteliğinde. Ve “Gueule de bois tropicale” ile bize sorduğu şey şu: Hangi belleği, hangi bakışla taşıyoruz?

Yapay Zekâ ve Görsel Yaratım: Tourcoing’de Görsel Kültür Tartışıldı..

Tourcoing ve Lille şehri tek vücut olmuş durumdadırlar. Birbirlerine yapışık yaşarlar. Lille’de yaşayan UPP (Union des Photographes Professionnels) yönetim kurulu arkadaşım Isabelle Vandromme geçenlerde gittiği Tourcoing’daki yapay zekanın görsel dünyaya etkileri ile ilgili 29 Nisan 2025 tarihinde yapılan konferanslar dizisinin bilgilerini benimle paylaştı. Ben de sizlerle paylaşıyorum. Bu nedenle Isabelle Vandromme’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Çünkü verdiği bilgiler hayli ilginç. Bu konuya sürekli eğilmeye devam edeceğim. Nitekim dün Paris’te Fotoğrafın bulunuşunun 200. cü yılı kutlamalarına hazırlık çerçevesinde Kültür Bakanlığının düzenlediği  yuvarlak masa toplantılarından biri yine aynı konuya ayrılmıştı. O toplantının notlarını da daha sonra  buraya alacağım.

Bir Ayna, Bir Algoritma, Bir Hafıza tazelemesi: Yapay Zekâ ile Görsel Yaratım Üzerine Notlar

Tourcoing’deki Plaine Images kampüsünde, Fotoğraf Enstitüsü’nün öncülüğünde düzenlenen “IA et création(s) visuelle(s)” başlıklı buluşma, yalnızca yapay zekâyı konuşmakla kalmadı; görsel kültürün belleğindeki soruları da yeniden gündeme getirdi. Bu buluşma, teknik raporların yanında, fotoğraf, arşiv, yüz, arzu ve hafıza gibi insanî kavramların yapay sistemlerle nasıl etkileşime girdiğini de tartıştı.

Görselin Algoritmayla İlk Teması

Basel Üniversitesi’nden Estelle Blaschke ve Paris’ten Christian Joschke, fotoğraf tarihinin algoritmik yapılarla olan gizli birlikteliğini anlattı. Algoritma, ilk dijital kameralardan beri vardı zaten; görünmezdi ama yön verici bir rolü vardı. Ve şimdi, generatif yapay zekâ ile bu birliktelik, birlikte oluşturdukları imgelerle yeni bir evreye geçti. Peki, bu imgeler neyinanlatıyor?

Thierry Sugitani’nin sunduğu veri  tarihi, bu göstergenin arka planında dolaşan bilinmezleri gün yüzüne çıkardı. Flickr’daki amatör yüklemelerden 5 milyar görsellik devasa LAION-5B veri havuzlarına uzanan bu arşivler, fotoğrafın kime ait olduğunu, kimin tarafından etiketlendiğini, ve hatta kimin unutulduğunu sorgulattı. Etiketlerin ardındaki görünmez emek (çoğunlukla kadınlar tarafından yürütülen düşük ücretli işler), yalnızca teknik bir detay değil, aynı zamanda kültürel bir eşitsizliğin debelirtisiydi.

Fotoğraf Gerçeklik midir, Yoksa Bir Hafıza Tazelemesi mi?

Antonio Somaini, bizim de Fotoğraf dergisinde yazdığımız Jeu de Paume’daki “Le Monde selon l’IA” sergisi bağlamında sunduğu analizle, yapay zekânın hem görsel hem kavramsal bir “çift yüzlülük” yarattığını gösterdi. Bir yandan milyonlarca fotoğraf AI sistemlerine görsel okuma becerisi kazandırırken, diğer yandan bu sistemler, hiçbir optik cihaz kullanılmadan “fotoğraf gibi görünen” imgeler üretebiliyorlar.

Yüz tanıma teknolojileri, “ortalama yüzler”, veri kümelerinin şeffaf olmayan içeriği… Somaini bu yeni görsellik rejimini “algoritmik hafıza” olarak nitelendiriyor. Fakat bu hafıza, hatırlamaktan çok, yeniden inşa etmeyi tercih ediyor. Hafıza artık sabit bir geçmiş değil, sürekli yeniden kodlanan bir şey artık

Dijital İlişki, Yapay Yalnızlık

Morgane Baffier, yapay zekâyla kurulan duygusal ilişkileri “A(m)i” yani “Arkadaş” adlı projesinde sorgularken, izleyiciyi rahatsız edici bir noktaya çekiyor: “Yapay zekâ bir sevgili veya bir köpekten daha mı iyi? Konuşabiliyor ama dokunamıyor.” Sartre’ın cehennemi olan “başkaları”nın yerine, şimdi başkalarının yapay kopyaları mı yerleşiyor?

Y ve Z kuşaklarının teknolojiyle kurduğu ilişkiden sonra gelen Alfa kuşağı ise, “ölümcül cool” tavrıyla dijitalden uzaklaşarak bir tür sessiz isyan başlatıyor. Belki de insanın kendi sesini yeniden duymaya ihtiyacı var.

Kodlanmış Arzular ve Görselliğin Krizi

Ella Altman’ın film-sanat projesi, arzunun yapay zekâ tarafından nasıl işlenip yeniden yorumlandığını sinema estetiği üzerinden sorguluyor. Bir kadının başka bir kadına söylediği “Seni yiyeceğim” repliği, yapay zekânın elinde bir kurt suratına dönüşüyor. Jestler, imgeler, bedenler… Hepsi kodlanıyor ama acaba hâlâ hissediliyor mu?

Altman, AI’nin gerçekçiliği taklitte ne kadar başarılı olursa olsun, bir noktadan sonra fantastik olanı, yani hayal gücünün kıpırtısını bastırdığını düşünüyor. Yüz ifadelerinin eksikliği, duygunun temsilini zedeliyor. Peki, duygusuz bir gerçeklik hâlâ sanatı mümkün kılar mı?

Kendi Hayaletimize Bakmak

Sanatçı Thomas Ferreira’nın, veri setlerinden insan figürlerini sildiği ve AI’nin “insan”ı bu yoklukta nasıl yeniden var etmeye çalıştığı deneysel çalışması, neredeyse Foucaultvari bir bedensizlik estetiğine ulaşıyor. Saydam, kaygan ve hayaletimsi beden imgeleri… Yapay zekânın tanımadığı ama taklit etmeye çalıştığı insanın parodisi.

Bu, yalnızca teknik bir deney değil; insanın kendi varlığına dair kurduğu simülasyon olarak kabul edilebilir.

Her şeyin Yapaylaştığı  Çağda Görselin Geleceği

Tourcoing’deki bu buluşma, fotoğrafın yapay zekâyla girdiği ilişkinin teknik bir mesele olmadığını, aksine ontolojik, etik ve estetik bir sorunlar yumağı olduğunu gösterdi. Artık sadece “fotoğraf gerçekliği temsil eder mi?” değil; “bu görsel kim tarafından, hangi emekle ve hangi hafıza ile üretildi?” sorusunu sormak gerekiyor. Yapay zekanın ürettiği görsellere yeni bir isim takılıp fotoğrafın ruhu özgür bırakılmalı sorusunu sorup duruyorum.

Bir yapay zekâ görüntüsü, bizim arzumuzu taklit ederken aslında bizim varoluşumuzu yansıtıyor olabilir mi? Belki de bu sorunun cevabı, artık “fotoğraf çekerken değil, görüntüye bakarken” verilecek.

Sekizinci Günah!

2001 yılında Daniel Schacter “Unutmanın Yeni günahı” adlı kitabını yayınlamıştı. Bu kitaptaki 7 günahı şöylece bir inceledikten sonra bugünkü 12 Haziran 2025 tarihli sayısındaki bir makaleyi dikkate alarak 8.ci günahı da tanımaya çalışalım.

UNUTMANIN 7 GÜNAHI

Daniel Schacter’ın “unutmanın yedi günahı” (The Seven Sins of Memory) kavramı, belleğin neden kusurlu çalıştığını sistematik olarak açıklayan, hem bilimsel hem de felsefi derinliği olan bir çerçevedir. Schacter, Harvard Üniversitesi’nde psikoloji profesörüdür ve bu modelini ilk olarak 2001 tarihli kitabı The Seven Sins of Memory: How the Mind Forgets and Remembers’da ayrıntılı şekilde ortaya koymuştur.

Bu yedi “günah”, hafızamızın hataya açık doğasını ve bu hataların aslında hayatta kalma ve verimlilik için evrimsel avantajlar taşıyabileceğini de gösterir.

İşte o yedi günah;

1. Geçicilik (Transience)

Zamanla bellekteki bilgilerin solması, detayların silinmesi.

Örneğin, yıllar önce izlediğiniz bir filmin adını ya da karakterini hatırlayamamanız. Bu, belleğin doğal bir yaşlanma süreciyle azalan yönüdür.

2. Dikkatsizlik (Absent-mindedness)

Dikkat eksikliğinden kaynaklı unutmalar.

Anahtarları nereye koyduğunuzu ya da bir randevunuz olduğunu unutmanız gibi. Bilgi kodlanmamışsa, hatırlanması da imkânsız hale gelir.

3. Engellenme (Blocking)

Bilginin “orada” olduğunu bilmenize rağmen zihne ulaşamaması.

Dilinizin ucunda olan bir ismi hatırlayamamak tipik bir örnektir. Anı bellekte mevcuttur ama erişim o anda engellenmiştir.

4. Atıf Hatası (Misattribution)

Bir bilginin kaynağını, bağlamını ya da sahibini yanlış hatırlamak.

Örneğin bir hikâyeyi arkadaşınızdan değil de televizyonda duyduğunuzu sanmak. Yalan anıların temeli buradan doğabilir.

5. Önerilebilirlik (Suggestibility)

Dış etkenlerle belleğin şekillendirilmesi veya bozulması.

Özellikle travma veya çocukluk anılarında, başkalarının yorumları ya da yönlendirmeleriyle yanlış hatıralar oluşabilir.

6. Çarpıtma (Bias)

Mevcut inançlar ve duygularla geçmişin yeniden yazılması.

Örneğin, şimdi kötü hissettiğiniz biriyle olan geçmiş anılarınızın da olumsuz olarak değişmesi. Bellek, sabit değil; güncellenebilir bir metindir.

7. Kalıcılık (Persistence)

İstenmeyen anıların silinememesi; zihne musallat olması.

Travmalar, pişmanlıklar, utanç verici anılar zihinde sürekli yeniden canlanabilir. Bu da depresyon ve anksiyeteyi besleyebilir.

Bu yedi “günah”, belleğin başarısızlıkları gibi görünse de aslında onun evrimsel işlevlerinin bir parçasıdır. Schacter’a göre, unutmak bir kusur değil, bir stratejidir: Daha önemli olana yer açmak için gereksizi elemek.

8.Cİ GÜNAH; UNUTMAYI DEVRETMEK

İşte haftalık Le Courrier International deki makaleden alıntıladıklarım.

Hatırlamak mı, Aramak mı? Dijitalleşmenin Belleğimizle Girdiği Büyük Savaş

Adım attığımız her sokakta bir harita, okuduğumuz her satırda bir arama motoru, unuttuğumuz her detayda bir ekran var. Ve biz, farkında olmadan, hafızamızı değil, bağlantılarımızı eğitiyoruz.

Peki dijitalleşme gerçekten belleğimizi silikleştiriyor mu?

Britanya’nın saygın bilim dergisi Nature’de yayımlanan bulgulara göre, bu sorunun yanıtı evet… ama sadece yüzeyde. Austin’de kaybolan Adrian Ward örneğinde olduğu gibi, GPS kullanımı zamanla bireyin yön bulma yetisini törpüleyebiliyor. Eskiden sezgisel olarak bulduğumuz yolları artık ekranlarda arıyoruz. Haritalar elimizde, ama içsel pusulamız kararmakta.

Hafıza artık kendini içerikte değil, içeriğe ulaşma yollarında saklıyor. Bilginin kendisini ezberlemiyoruz; onu nerede bulacağımızı ezberliyoruz. Psikolog Betsy Sparrow’un adlandırdığı gibi, bu bir “Google etkisi.” Yani zihin, bilgi deposu olmaktan çıkıp bir tür dijital arayüzle yer değiştirmiş durumda. Hafıza, internete dış kaynaklı olarak “emanet” ediliyor.

Daha da ilginci, araştırmalar fotoğraf çekmenin de bu sürece katkı sağladığını gösteriyor. Bir anı kareye almak, onu zihinsel olarak daha az işlemenize yol açıyor. Hafızamız belgelenen anı devre dışı bırakıyor. “Nasıl olsa kaydettim,” düşüncesiyle hatırlama işlevini askıya alıyoruz.

Bununla birlikte, dijital dünyanın tüm yönleriyle düşman olduğu da söylenemez. Sohbet robotları –örneğin ChatGPT– doğru kullanıldığında yaratıcılığı tetikleyebilir. Yeni fikirlere açılan kapılar, sadece bilgiye ulaşmak için değil, bilgiyi dönüştürmek için de kullanılabilir. Yapay zekâ, belleği değilse de düşünce biçimimizi şekillendirme gücüne sahip.

Ancak burada da dikkatli olunmalı. Sıkça yinelenen bir uyarı var: Eğer insan sürekli cevapları dışarıdan alırsa, soru sorma yetisi körelir. Hafıza sadece bilgiyle değil, soruyla da beslenir.

Daniel Schacter’in “unutmanın yedi günahı”nı hatırlayacak olursak, dijital çağda biz sekizinci günahı yaşıyoruz: unutmayı devretmek. Zihin, yükünden kurtulmak için dijitale yaslanıyor; ama bu aynı zamanda, içsel dünyamızın boşalması riskini de beraberinde getiriyor.

Yine de tüm bu gelişmelerin tek yönlü, tek boyutlu olmadığını unutmamak gerek. Teknoloji bir tehdit değil, bir araç. Onu nasıl kullandığımız, neyi hatırlamak istediğimizle doğrudan ilişkili. Ve belki de en önemli soru şu: Hatırlamak mı istiyoruz, yoksa sadece erişmek mi?

Not: Bu yazı, Courrier International dergisinin 12-18 Haziran 2025 tarihli 1806. sayısında yayımlanan “Le numérique abîme-t-il vraiment notre mémoire ?” başlıklı makaleden esinlenmiştir.