Monet mi? Michell mi? yoksa Küratör mü?

Monet mi? Michell mi? yoksa Küratör mü?

 

Mehmet Ömür

 

Louis Vuitton (LV) Vakfı müzesi zaman zaman ilginç ve güzel çalışmalar ile bizleri şaşırtmaya devam ediyor.

Üç yıl önce, 27 yaşında yaşama veda eden Doors grubunun efsanevi solisti Jim Morrison’da olduğu gibi, yine 27 yaşlarında ölen iki önemli ressamı; Jean Michel Basquiat ve Egon Schiele’nin eserlerini birlikte sanatseverlerle buluşturmuş ve karşılaştırma fırsatını yaratmıştı. 

Bu kez LV Vakfının Küratörü Suzanne Sagé, Claude Monet ile Joan Michell’i karşı karşıya getiriyor ve bizi düşünmeye davet ediyor. Acaba Amerikalı ressam Monet’den etkilenmiş miydi? İşte soru bu! 

Sanat tarihini incelediğimizde, hangi dönemde olursa olsun sanatçıların kendilerini belli saplantıların içinde bulduklarını görüyoruz. Monet ve Mitchell onlarca yıl ara ile yaşadıkları Vexin’in küçük bir köyü olan Vétheuil’de, rengarenk tablolar yapmışlardır. Bu eserlerde, iki olağanüstü ressamın duyarlılığını, doğaya karşı hislerinin ifadelerinde, ne kadar çok ortak noktasının olduğunu Louis Vuitton Vakfı’nın bu sergisiyle görme şansını buluyoruz.

Joan Mitchell, 1925 yılında Chicago’da, burjuva bir ailede doğmuş ve empresyonist ustalarını yaşadığı kentin müzesi olan Chicago Sanat Enstitüsü’nü çok erken yaşlarda görebilme şansına erişmiştir. New York’ta, de Kooning ve Kline gibi Amerikan resminin önemli isimlerinin yardımıyla kısa sürede başarıya ulaşmış ve New York’ta soyut dışavurumcu hareketin ikinci nesil temsilcisi olmuştur. Ama kendisine göre Brancusi’nin ve Rodin’in stüdyosunda geçirdiği zamanlar ona çok daha önemli beceriler kazandırmış. “Ulu meşelerin gölgesinde hiçbir şey yetişmez. Kendimi arkadaşlarımdan ve Amerikan devlerinden kurtarmam gerekmişti¨ sözleri konuya açıklık getirir. Monet’yi kopya ettiği iddia edildiğinde ise, şöyle konuşur: ¨Sabahları, özellikle çok erken saatlerde her taraf mor ve Monet bunu zaten göstermişti. Ben de sabah dışarı çıktığımda her yer mor oluyor ve ben de gördüğümü yansıtıyorum, Monet’yi taklit etmiyorum¨  Mitchell’in jestleri karakteristiktir, tuvali örtmez ama büyük ve ölçülü hareketlerle çok renkli tonlamalarda eserler üretir. Resminin abstre resim olduğunu ama aynı zamanda manzara olduğunu savunur ve illüstrasyon diyenlere katılmaz.

50 yıl boyunca Monet’nin yaşadığı bölgede, aynı manzaraya aynı nehre bakarak yaşayan bu Amerikalı ressam özetle, Monet’den etkilenmediğini sadece aynı manzarayı gördüğünü ve bunu tuvaline yansıttığını ifade eder. İşte burada Mitchell’i çok yakından tanıyan Suzanna Sagé,  ressamın söylediklerinin ne kadar doğru olup olmadığını düşünmemize neden oluyor. Küratörün bir görevi de bu değil midir zaten? İki sanatçı arasında bir iki kuşak fark var ve karşılaştırmalı bu serginin adı ¨Monet Mitchell Diyalogu¨. İki ressamın manzara ve doğa karşısında hissettiklerini ve resimlerine yansımalarını izliyoruz.

Claude Monet’nin “Nilüferler” eseri 1950 yıllarda Amerika’da abstre ekspresyonist ressamlar tarafından çok önemsendi. Bir çok eleştirmen Monet’nin moderniteyi savunduğunu ve ilkesinin sanatın özü olan soyutlama olduğunu vurguluyorlar. Mitchell’e gelince ise, 1957-58 yıllarında arkadaşı Elaine de Kooning’in yardımıyla soyut izlenimcilik sergilerine katıldığını biliyoruz. Mitchell, 1968 de Monet’nin yaşadığı bölgeye, Vétheuil’e yerleşti ve Mitchell’in yeteneği adeta çiçek açtı. Küratör Suzanne Sagé, sanatçı ile Normandiya’nın bu köşesi arasında bir tür aşk hikayesi olduğunu belirtiyor. Mitchell’de, Monet’nin algıladığı ışık ve renk duyarlılığını tuvallerinde göstermeye çalıştığını görüyoruz. Monet, sanatında zaman içinde şekilleri terk edip renk ve ışığa yoğunlaşmıştı. Bitki, su ve çevrelerindeki manzaraları resmiyle  ifade yolunu seçmiştir.  Sergide bu iki sanatçının 60’a yakın eseri bulunuyor ve sergilenen tablolar bizim büyülü bir zaman geçirmemizi sağlıyor. İşte bu nedenle zaman zaman sergiyi yeniden gezmekten kendimi alamıyorum!

“Monet, Michell Diyalog” sergisi’nin alt katında ressam Mitchell’i daha iyi tanıyabilmek adına bir Joan Michell retrospektif sergisini de gezmek mümkün. Mitchell in sanatına bakıp resimlerini dikkatlice deşifre ettiğimizde, ona ilham verenin doğa olduğunu anlıyoruz.  Dikey, incelen fırça darbeleri çimenleri veya söğüt yapraklarını çağrıştırıyor, parlak sarılar ayçiçeklerini andırıyor. Empresyonizmin babası olan Monet’nin ise, sığınağı olan “Giverny’nin Çiçek Bahçeleri” eserini sanki içimizde hissediyoruz. İki sanatçının resimlerinde renklerin ve hareketlerin dansı ile  gözlerimiz zevkten dört köşe oluyor.

Özetlersek iki ressamın  birinci ortak noktaları doğa ise, ikinci ortak noktaları renktir. Tuvalden tuvale, iki sanatçı arasındaki renk ilişkisi apaçık ortaya çıkıyor. Mitchell, özellikle Monet’nin Nilüfer resimlerinde çokça bulunan leylak rengi ve yeşilin ahenkli bir tonlamasını kullanıyor. Aynı şekilde Monet’nin paletinde ve Giverny’deki yemek odasının duvarlarında yer alan sevdiği parlak sarıyı da Mitchell severek kullanmıştır. Sergide buna iyiden iyiye şahit oluyoruz. Hayatının sonunda Monet, onu neredeyse kör eden ve renk algısını bozan ciddi görme sorunları yaşadı. Bir süre mavi rengi gördü ve kırmızı ile sarıyı algılayamadı. Bu nedenler renklerinde koyulaşma başladı. Joan Mitchell’in “Tilleul” (1978) adlı eserinde bunun yankısını bulduğunu fark ediyoruz. Üçüncü ortak nokta ise bu sergi ile gün ışığına çıkan büyük formatlar. Sergide Claude Monet’nin muhteşem 2×4 metre boyutlarındaki “L’Agapanthe” (1915–1926) üçlüsünün çevresinde Mitchell’in, çok sayıda dev diptik ve poliptik eserleri asılmış. Bu da bize formatlar arasındaki benzerliği göstermeye yetiyor. 

Monet’in ¨İzlenimlerimi doğrudan doğanın önünde, gelip geçen etkileri yaşayarak resim yapmış olma erdemine sahibim¨ gibi bir sözü var. Doğa karşısında hissettiklerini ve iç sesini tuvale aktarmıştır. Dışavurumcu olan Mitchell ise daha çok iç dünyasından gelenleri tuvaline yansıtmıştır. Burada melankoli, üzüntü, öfke gibi duygular muhteşem bir manzara şeklinde gözlerimizin önüne seriliyor.

Küratör Suzanne Sagé, sergide iki ressamın doğal el hareketlerini de göstermeyi ihmal etmemiş. Gizemli duygu ve hislerini ifade etmek için her ikisi de doğal el hareketlerini tercih ediyor. Monet hızlı ve canlı fırça darbeleri vururken, Mitchell bol bol ve  sanki köpük köpük darbeler bırakıyor. İşte bu yüzden bu sergi acaba Monet’in mi, Mitchell’in mi yoksa küratörün sergisi mi? diye düşünmeden edemiyorum. Monet’nin kataraktı şiddetlendikçe, (Buna Charles de Gaulle “yaşlılık bir gemi kazasıdır” der) cesur fırça darbeleri daha da özgürleşir ve vahşileşir. Öyle ki, Monet’nin son resimleri ile Amerikalı ressamın resimleri birbirlerine rahatsız edici derecede benziyor, türler ve dönemler arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor. “Duygularımı göstermek için birçok kusurun ortaya çıkmasına izin veriyorum” demiştir Monet. Kusurların sanattaki özel yerinin de farkındayız tabii ki…

Yapıtlarının aynı yerde karşı karşıya getirilmesi, onları neyin bir araya getirdiğini veya neyin farklılaştırdığını kuşkusuz daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bu nedenle bu muhteşem sanatsal etkinlik için LV Vakfı müzesine, küratörü Suzanne Sagé’ye ve katkıda bulunan diğer kurumlara teşekkür ediyoruz. Bu büyük etkinliğin, bilimsel kısmını Louis Vuitton Vakfı hazırladı. Joan Mitchell Vakfı ile Musée Marmottan Monet, sergilenen resimleri sağladı. Organizasyon konusunda San Francisco Modern Sanat Müzesi ve Baltimore Sanat Müzesinden destek alındığını ayrıca belirtmek isterim.

Hepinize sanat dolu günler dileğiyle…

Moda Tasarımı Sanat mıdır? Christian Dior Müzesi

Moda Tasarımı Sanat mıdır? Christian Dior Müzesi

Mehmet Ömür

Bu konu nereden bakıldığın bağlı olarak bizi farklı noktalara taşıyabilecek bir konudur. Aslında soruyu şöyle de sorabilirdik; Sanat nedir? Oxford sözlük tanımına göre; ‘Sanat, insanın yaratıcı becerisinin ve hayal gücünün ifadesi veya uygulamasıdır. Başka bir kaynağa göre Sanat, iki kişi arasındaki diyalogdur, iletişimdir, aktarımdır. İzleyicinin dahil olması gerekir. Sanat yorumlanabilir; yani farklı insanlar için farklı şeyler ifade edebilir oysa sanatçı için bambaşka bir anlam ifade ediyor olabilir. Sanatı kaç kişiye sorarsak o kadar değişik cevap alma olasılığımız vardır.

Kreasyon da dediğimiz moda dünyasında yaratılan giysiler bazen birer sanat eseri gibi karşımıza çıkıyor. Artık dizaynırlar sanatçı olarak kabul görüyor, o zaman moda tasarımcılarının da öyle görülmeleri gerekmektedir diye düşünüyorum. 

Karl Lagerfeld “Sanat sanattır. Moda modadır” demişti.   Andy Warhol, sanat ve modanın birlikte var olabileceklerini kanıtlamıştır.

Peki, sanat sadece müzede ya da tuval üzerinde olmak zorunda mıdır? Değildir diye düşünüyorum.  Sanat aslında her yerdedir, her yerde olmalı dünyamızı güzelleştirmelidir. Dinlediğimiz müzikte, yazdığımız ve okuduğumuz kelimelerde hatta yaptığımız kıyafetlerde sanat olmalıdır. Bu yazımızın konusu geçtiğimiz yıl Paris’te açılan Christian Dior müzesidir. Üç kat üzerinde gezilen müzenin en üst katı Dior’un yaşamına ayrılmıştır. Diğer katlarda yaşamı boyunca ürettikleri vardır. Hayattan 52 yaşında ayrılan Dior bu kısa ömründe arkasında çok sayıda moda tasarımcısı halef bırakmıştır.

Christan Dior ölmeden önce; “Terziler, harika bir hayal dünyasının son sığınaklarından birini temsil ediyorlar. Onlar bir bakıma rüya görme ve gösterme ustalarıdır” demiştir.

 

Christian Dior’un ilk atölyesi, Avenue Montaigne  30 numaralı binanın çatı katında yer almaktaydı.  Üç atölye, küçük bir stüdyo, bir show room, bir kabin, bir yönetim ofisi ve altı küçük soyunma odası ile başladı. Yetmiş yıllık bir efsane sonrası bugün Dior yine aynı cadde üzerinde bir çok binada müşterilerini ağırlamaktadır. İlk binanın arka köşesine yeni açılmış olan müze ise her gün yüzlerce sanatseveri kucaklamakta, bilet kuyruğu ana caddeye kadar uzamaktadır. Yakın bir gelecekte Türkiye ve dünyanın gelecek gelecek turistlerin olmazsa olmaz bir adresi olacak ve burayı görmeden dönmeyeceklerdir. Galerie Dior, modeller, orijinal eskizler ve arşiv belgelerini bu tarihi adresin anısını sürdürmek üzere Paris’te  Haute Couture ruhunu sembolize etmeyi amaçlamıştır. Bu binada binden fazla kreasyonla Dior stilinin özü sunulmaktadır.

 

 

Dior tabii ki sadece moda dünyasına getirdiği şaşırtıcı efsane çizgilerle değil ayrıca modaya devrimci yaklaşımıyla da moda tasarımına damgasını vurmuştur.

 

Dior’u ilk fark eden ünlü Amerikan dergisi Harper’s Bazaar’ın genel yayın yönetmeni Carmel Snow olmuştur. New Look (Yeni Görünüm) terimi de Carmel Snow tarafından uydurulmuştur. Bu dergi aracılığı ile dünya, rüyalara adanmış bu krallığı keşfetmeye başlamış oldu. Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan kadınlığın baştan çıkarma gücünün farkına varan Dior kadın tavrını yeniden inşa ederek somutlaştırmıştır.

 

Biraz da Christian Dior’un yaşamına bakalım isterseniz.

Dior 1905 de Normandiya’da doğmuş ve 1957 de İtalyada ölmüştür..

Ailesi gübre üretimi yapan sanayici, oldukça varlıklı bir aileydi Christian  mimar olmayı hayal ediyordu. Ancak abisinin iyi olması mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmasının ardından annesinin kederden ölmesi ve ardından da babasının iflas etmesi tüm hesapları alt üst etti. Babasının verdiği sermaye ile açtığı Paristeki sanat galerisini kapatmak zorunda kaldı. Oysa bu sanat galerisinde , Picasso, Braque, Matisse,  Max Jacob, Jean Cocteau ve Salvador Dali’nin eserlerini sergilemişti.

 

İlk başta Le Figaro dergisine  şapka modelleri çizmeye başladı. Ardından  Paris’in moda evlerine eskizler çizerek geçimini sağladı. II.ci dünya savaşına katıldı. Fransa’nın Güneyinde meyve yetiştirdi. Savaş bitmeden Paris’e geri döndü. Lucien Lelong ve Pierre Balmain ile çalıştı. Savaş sırasında Nazi subaylarının ve Fransız işbirlikçilerinin hanımlarını giydirdi. Savaş bitince Fransa’nın en önemli tüccar ve sanayicilerinden biri olan tekstilci Marcel Boussac’ın  60 milyon frank yatırım desteğiyle kendi moda evini kurdu.

 

Biraz da Dior sanatından bahsetmeye çalışayım. İlk koleksiyonunu 1947’de sunan Dior bu kreasyonlarına Korolla yani taç yaprakları adını vermiştir. Dior’un tasarımları II. Dünya Savaşı modası olan kapalı ve erkeksi tasarımların aksine çok daha cinsel istek uyandırıcı dizaynlardı. Şekiller ve siluetler tasarımında ustalaştı.  “Ben çiçek kadını tasarladım.”  demiştir. Kreasyonları daha çok sıkı dokunmuş pamuklu bezlerden yapılan sert, büstiyer şeklindeki korseler; kalça vatkaları, ince belli korseler ve jüponlardan oluşmaktaydı. Bu giysiler, belden aşağı genişleyerek inen modelleri sayesinde giyen kişinin çok daha kıvrımlı hatlara sahip gözükmesini sağlıyordu. Etek ucu boyu baldırlara ve bileklere kadar inerek hoşa giden bir görünüm veriyordu. Birden vücuda oturan siluet, yüksek göğüs, dar omuzlar ve uzatılmış etekler sokaklarda görülmeye başlandı.

.  Ayrıca bir dizi parfüm piyasaya sürdü: İlk parfümünü, kardeşi Catherine Dior’a saygı olarak  Miss Dior olarak adlandırıldı.

 

 

Kariyerinin başlarında, Christian Dior tasarımları bacaklarını örttüğü için kadınlardan tepki aldı. Çünkü o dönemde bu boy ve ölçüler, kumaş yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkmış ve alışılmış değerlere uyuşmuyordu. Paris’teki bir moda defilesi sırasında Dior‘un tasarladığı bu kıyafetler, aşırı kumaş sarf edildiği gerekçesi ile tepkiyle karşılandı. “Yeni Görünüm” kadın modasında devrim niteliğinde bir çığır açtı ve  II. Dünya Savaşı sonrasında Paris’i yeniden modanın merkezi yaptı.

İtalya’da geçirdiği bir tatil sırasında kalp krizi nedeniyle ölmüştür. Ölümüyle ilgili çeşitli rivayetler gerçek hikayeden yola çıkılarak başlığıyla bir filme senaryo olabilir. , hayatının son yıllarını Cezayirli şarkıcı Jacques Benita ile paylaştı.

Bu yazımızda Dior’un yeni açılan Müzesinden, yaşamından sanatından ve sanat ve Moda tasarımı ilişkisinden bahsetmeye çalıştık.

Sonuç olarak insanların fiziksel ve psikolojik ihtiyaçları ile belirlenen giyinme, modacı ve sanatçıların işbirliği ile oluşturulan giysilerin örtünme ve korunma ihtiyacının dışına çıkmasıyla sanat niteliği kazandığını söyleyebiliriz.