FOTOĞRAFIN ARTE POVERA İLE DANSI; “GÖZLERİNİ DEVİRMEK” SERGİSİ

FOTOĞRAFIN ARTE POVERA İLE DANSI; “GÖZLERİNİ DEVİRMEK” SERGİSİ

 

Mehmet Ömür

https://www.magzter.com/TR/Fotoğraf-Dergisi/Fotoğraf-Dergisi/Photography/?fbclid=IwAR26bhGUfj3-6EAZKsQTM8rD4dYsEKJidstgBvvkX7q8a8zkgZQ6COaXsRM

Paris’in önemli fotoğraf merkezlerinden Jeu de Paume, bir yıl önce kendi bünyesinde sergilediği “Gözlerini Devirmek“ adlı sergiyi önümüzdeki yıl Milano trienalinde de sergileyecek.

“Gözlerini Devirmek“ sergisi, 1960’li yılların İtalyan avangart sanatçılarının fotoğraf, film ve video aracılığı ile Avrupa toplumlarına yönelik kritik, hatta politik tepkilerini ortaya koyuyor. Sergiye fotoğrafın yanı sıra film ve videonun dahil edilmesinin, durağan ve hareketli görüntü arasındaki yakın akrabalık ilişkisinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Bu kritik yaklaşımın “Arte Povera” sanat akımı aracılığı ile yapılmasının da bir  tercih olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor. Arte Povera akımı 1967 yılında sanat tarihçisi ve eleştirmeni olan ve Covid salgının başında 79 yaşında Covid nedeniyle kaybettiğimiz “Germano Celant” tarafından ortaya atılmış bir sanat akımıdır. Celant, Pop Art’a tepki olarak ortaya attığı bu sanat akımını kendi kelimeleriyle şöyle tanımlıyor: “Arte Povera basit bir sanattır, anlık tesadüflere bağlı özgür ifade şeklidir, sanatı ve yaşamı birbirine yaklaştırır” Serginin dört penceresi var. Bunlardan Deneyim, İmge ve Tiyatro bölümleri Jeu de Paume da sergilenirken, Gövde bölümü ise, Paris’in Defense bölgesindeki “Le Bal” adlı sergi alanında sergilenmektedir. Bu bölümlerin her biri belirli bir kavrama gönderme yapıyor: “Deneyim” uzay ve zaman ilişkisine gönderme yaparken, “İmge” gerçekliğin yapı bozumuna, “Tiyatro” ise, ortamların doğasında var olan teatrallik boyutu yani dramatik, yapmacık ve abartılı olana gönderme yapmaktadır. “Gövde” bölümünde, kimlik sorunlarına ve “otör (auteur)” kavramına göndermeler yapılmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu sergi adını son Arte Povera sanatçılarından “Giuseppe Penone” adlı sanatçının “Gözlerini Devirmek” adlı aynı eserinden almaktadır.

Uzay ve zamanı deneyimleyin

1960’ların ortalarında birçok sanatçı; dünya ile daha doğrudan, keşfedici ve deneysel bir bağlantı kurmak için fotoğraf, film ve ardından videoyu kullanmaya başladı. Sanatçının dünyayla olan bu yeni ilişkisi çeşitli adlar aldı: Eylem, Davranış, Tutum, Deneyim ve benzerleri… Amerikalı filozof John Dewey’in “Deneyim Olarak Sanat” adlı eserinin İtalya’da güçlü bir etkisinin olduğunu söylemek gerekir. Sanat çevrelerinde deneyim, sanatçının çevresiyle olan ilişkisinin sonucu eylemi ve bu eylemin sonucu olarak tanımlanır. O dönemin İtalyan avangart sanatçıları için bu deneyim veya deneysellik, geleneksel çalışmaya karşı bir panzehir olarak görüldü. Yaratma sürecinin en az sonuç kadar önemli olduğu kabul edildi. Giovanni Anselmo’dan Giuseppe Penone’ye; Marisa ve Mario Merz’den Laura Grisi’ye fotoğraf ve hareketli görüntü, bu yeni düşüncenin ayrıcalıklı araçları haline geldi. Son derece çeşitli biçimler alan bu deneyler, hem fiziksel hem de metafizik bir boyutta; uzay, zamanın akışı, kameranın fiziksel ve doğal yasalarını da değerlendiren insanın, özellikle de sanatçının dünyayla olan ilişkisini sorgulamaktadır.

Kentsel tasarım

Fotoğrafçı Franco Vaccari, 1972 yılındaki Venedik Bienalinde “Fotoğraf, tefekkür değil, eylemdir” sloganını atmıştır. O yıllarda, yani 1960’larda  fotoğraf, film ve video kullanılarak kentsel kamusal alanlardaki grevler ve öğrenci hareketleri kayıt altına alındı. 1970’lerde sanatçılar şiddet kullanarak şehirleri ele geçirdi ve çeşitli eylemler yapıldı. Örneğin, Torino’nun kemerlerinde büyük bir gazete yumağı Michelangelo Pistoletto tarafından itilerek aşağı doğru yuvarlandı ve bu eylem Ugo Nespolo tarafından filme alındı. Mario Cresci ise, fotoğraf filmlerinin bobinlerini açarak film şeritlerini Roma sokaklarına saçtı. Franco Vaccari, İtalya’nın ortak portresini oluşturmak için fotoğraf kabini Photobooth’u kullandı. Tüm bu eylemler sanat ile toplumu bir araya getirme çabalarıdır. Sanatı ve yaşamı bölümlerine ayırmaya yönelik başka girişimler, tarihi kentlerde çeşitli olaylarla ortaya konulmaya çalışılmıştır.  Jeu de Paume’daki bu sergide, avangart fotoğrafçı Ugo Mulas’ın 1969 da Como’da düzenlediği “Campo Urbano” adlı eseri, serginin en çarpıcı eserlerinden biri olarak karşımıza çıktığını da ayrıca belirtmek gerekir.

Medya

Piero Manzoni, “Kültürümüz tamamen değişti. Sorun sadece farklı görmek değil, tamamen başka şeyler görüyoruz. Bir sanatçı ancak kendi zamanının materyallerini, düşüncelerini ve formlarını kullanabilir” savını ortaya koymuştur.  Piero Manzoni, 1960’lı yıllarına başında fotoğraf ve film kullanarak, reklamcılık ve basın aracılığıyla eylemler yapmış eserler üretmiştir. Bundan sadece birkaç yıl sonra, fotoğraf, film ve video kullanan arte povera sanatçılarına belirsiz bir statü atfedildiğini gözlemliyoruz. Ancak, bu sanatçıların toplumla ilişkileri, teknolojik zenginliklere sahip olmaları ve benzeri nedenler, onlara şüpheli gözle bakılmaya başlanmasına yol açtı. Bununla birlikte varsayılan tarafsızlıkları, gerçeği nesnelleştirme kapasiteleri, gelip geçici olanı yakalama özellikleri, tekrarlanabilirlikleri, kullanım basitlikleri ve görünürdeki bayağılıkları, onları sanatsal açıdan yeterli kılınmasına ve kabul görmesine de yol açtı. Bu nedenle, Michelangelo Pistoletto’dan Alighiero Boetti veya Emilio Prini’ye kadar pek çok sanatçı fotoğrafı ve medyayı sadece araç olarak değil ama farklı düşüncelere öncülük etmek iciçn kullanmaya başlayarak  dünya algımızı kökten dönüştürdü.

Ortamları yeniden gözden geçirmek

Fotoğraf ve hareketli görüntü, resim ve heykel gibi geleneksel sanatlar, analiz etmek, yapısını bozmak, eseri yeniden yapılandırmak ve bazen de genişletmek için kullanılmaktadır. Michelangelo Pistoletto’nun ayna resimleri sadece fotoğraf ve resmi değil, aynı zamanda hareketli görüntüleri de çağrıştırmakta, Resim ve heykellerden medya dünyasına geçişi sağlamaktadır. Aynı yıllarda Giulio Paolini, fotoğraf aracılığıyla sanatı ve resmin bileşenlerini analiz etmeye çalışmış, Carlo Alfano ise kendi resimlerini klasik ikonografiye göndermeler yapmak suretiyle ve fotoğraflar aracılığıyla gerçeklikle beslemeyi başardı. Yer değiştirmeler, ödünç almalar (apropriasyon), melezleştirmeler yoluyla uygulamalar ve ortamlar yeniden tanımlandı.

Fotoğrafın Yapıbozumu

1968’den başlayarak,1973 yılındaki ölümüne kadar, önemli bir avangart fotoğrafçılardan biri olan ve Arte Povera’nın birçok sanatçısına yakın olan Ugo Mulas, “Le Verifiche (Doğrulamalar)” adlı serisini üretmişti. Metinlerin eşlik ettiği bir dizi görüntüde Mulas, fotoğraf ortamının özgünlüğünü neyin oluşturduğuna dair bir fikir vermektedir. Karşılaşmalar, eleştirel okumalar ve yazarının pratiği ile beslenen Le Verifiche, fotografik görüntünün boyutu ile; zaman, mekan, dil ve insanla olan özel ilişkisini vurgulamaktadır.  1970’lerin başlarından itibaren sergilenen, çoğaltılan ve hakkında yorum yapılan Le Verifiche, İtalyan fotoğraf sahnesinde önemli bir rol oynamıştır. Napolili fotoğrafçı Mimmo Jodice’e göre, Mulas’in bu serisi görüntünün kurgulanmış ve yapay doğasını hatta maddi gerçekliğini vurgulamaktadır. Luigi Ghirri, 1970’lerdeki çalışmalarının çoğunu, bir görüntünün görüntüsü ve bir çerçeve içindeki çerçeve kavramı etrafında tasarlayarak sürdürmüştür.

Tiyatro

İtalya’da 1960’ların ikinci yarısında, Torino’dan Napoli’ye ve Roma’dan Cenova’ya kadar yeni mekanlar ve yeni sergi türleri ortaya çıkarken,  yaratıcı süreç stüdyolardan galerilere taşındı. Bu mekanlara, sergi süresince halkın katılımını da sağlayan eserler yerleştirildi. Bu yeni sergi alanları, fotoğrafçılara ve kameramanlara, yeni eserler yaratmak için olağanüstü motivasyon sağladı. Claudio Abate’den Ugo Mulas’a ve Paolo Mussat Sartor’a kadar, Arte Povera ile temas halinde olan bir fotoğrafçı kuşağı, belgesel imgeleri terk edip yerine avangart yaklaşımla farklı imgeler oluşturmaya başladılar. Bu nedenle fotoğraf, bazen bir eserin veya bir ikonun, hatta geçmiş bir eylemin tek tanığı olmaya başladı. Bunların yanı sıra sanatçılar; oynar, kullanır, eserini harekete geçirir, dramatize eder ya da tam tersine gizemini ortadan kaldırır şeklindeki yaklaşımlar kabul görmeye başlarken, video ve film ise bu yaratıcı sürece eşlik eder veya tam merkezi haline gelme sonucunu doğurmuştur.

Yaşayan Tablolar

Luigi Ontani, 1970’lerin başında şöyle demiştir: “Ressamlık hayatımı ve resim performansımı unutulmak için değil; sanat tarihini, masalını, mitolojisini, alegorisini, folklorunu, ikonolojisini canlandırmak adına seçtim. Olup bitenlerle hiç ilgilenmedim. Beni ilgilendiren, düşüncenin işgal ettiği alandı.” İşte bu döneme bir nevi terörizm egemen olmuş,  sosyal ve politik söylemlere güven tamamen kaybolmuştur. Arte Povera fotoğrafçıları bu ortamda alegorik ifade biçimleri yarattılar. Tarihsel referanslardan yola çıkarak, alıntılara başvurarak, sanatın gelip geçici bir eylem olduğu düşüncesinden vazgeçen bu kuşak, çok duyarlı bir şekilde fotoğraf olsun resim olsun bir imgeyi yeniden canlandırmayı amaçladı, bir tür teatrallik yaratmaya çalıştılar. Bu bağlamda Michele Zaza, Michelangelo Pistoletto, Vettor Pisani ve Elisabetta Catalano, motifleri ve tarihsel referansları yeniden yorumladılar. Bazen de, Man Ray ve Marcel Duchamp gibi imge ve metni karıştıran daha anlatısal bir yol arayışına girdiler.

Tüm bu eserleri, Jeu de Paume’da 29 Ocak 2023 tarihine kadar izlemek mümkün. Fotoğraf öylesine derin bir konu ki her yazımızda ona başka bir pencereden baktığımızı fark ediyoruz. Gözlerimizi devire devire bu dipsiz kuyuyu inceliyor ve mutlulukla ilerliyoruz. Fotoğrafa hangi boyutta olursa olsun, ister sanatsal, ister belgesel, ister teknolojik ister akademik emeği geçenlere selam olsun!

Auteur teorisi, François Truffaut tarafından 1954 yılında yazılan bir makalede ortaya atılan teoridir. Teoriye göre iyi ve kötü filmlerin olmadığı, iyi ve kötü yönetmenlerin olduğu savunulmaktadır. Bu teori yönetmenleri ressamlara, film ekibini de bir nevi boyaya benzetmektedir. Vikipedi

Ripple Marc; İzlanda’da abstre fotoğraflar

Ripple Marks

2010 yılında ilk İzlanda seyahatimden sonra bir gün batımı sırasında yerden 50 cm yükseklilkten çektiğim fotoğraflar bir abstre fotoğraf albümüne dönüştü.

Yıllar sonra tecrübeli bir fotoğrafçı olarak incelediğimde hiç de küçümsenecek bir fotoğraf kitabı olmadığını düşünüp burada küçük bir tanıtımını yapayım istedim.

Kitaptaki kısa metinleri buraya taşıdım. Tabii ki içindeki abstre fotoğraflardan örnekler de buraya geldi. Umarım hoşunuza gider.

 

Kitap 2010 yılında Blurb tarafından basıldı. Kitabın aşağıdaki linkten ön izlemesini yapabilirsiniz.

https://www.blurb.com/b/1654670-ripple-marks

 

 

 

 

İzlanda’ya yaptığı seyahat sırasında nefes kesici İzlanda manzarası, Mehmet Ömür’ü durgun küçük bir dere yatağında harika sürprizlerle karşıladı. Maelifellssandur (Enlem: 63,5°, Boylam: 19,1°) adlı bölgede Omur, dalgalanmanın büyülü şekillerini yakalayacak kadar şanslıydı. İşaretler doğanın bizler için hazırladığı pek çok sürprizden biriydi ve  o güzel günde günbatımıyla birlikte ortaya çıktı. Kitaptaki bu harikulade şekiller, sanatçının doğadan gelen örnekleridir. Ömür, hayal gücümüzün sınırlarını aşmak için her fırsatı değerlendirmeye hazır, tam donanımlı bir sanatçıdır.

Mehmet Ömür 1951’de İstanbul’da doğdu. Fotoğraf çekmeye 70’lerin başında Kodak instamatic 100 fotoğraf makinesiyle başladı. Ancak bir KBB cerrahı olarak yoğun cerrahi pratiği, fotoğrafçılığa istediği kadar zaman ayırmasına izin vermedi. Dijital çağla birlikte tekrar fotoğrafa  geri döndü. Bugüne kadar  hem İstanbul’da hem de Paris’te birçok kez eserleri sergilendi.

İzlanda Soyut Fotoğraflarında Dalgalanma İzleri (Ripple Marks)

 

GİRİŞ YAZISI

“Doğadaki her şeyde harika bir şeyler vardır”

-ARİSTO

Tarih boyunca insan çabası, akranları arasında ikon haline gelen figürler üretti. Mehmet Ömür, eseriyle bu kitapta dehasının inanılmaz izini bırakıyor.

Doğa özgünlüğü temsil eder. Ancak çoğumuz bilinçsizce etrafımızdaki her şeyin bizim gördüğümüz gibi olduğu yanılsamasını yaşarız. Eğer yapabilirsek

bilinçaltını açığa çıkarıp ve farkındalığa izin verin, o zaman  görebildiğinizi fark edeceksiniz.

Mehmet Ömür’ün yaptığı gibi aldatmaca…

Serhat Totan

 

During his last expedition to Iceland, the breathtaking Icelandic landscape awarded Mehmet Omur with a wonderful surprise in the form of a languid little river. In the region called Maelifellssandur (Latitude: 63.5°, Longitude: 19.1°), Omur was fortunate enough to capture the magical shapes of the ripple marks; one of the many surprises which nature keeps in store for us was unveiled on that beautiful day just by the sunset. These marvelous shapes in this book are exquisite examples of the artist’s spontaneity. Omur is a fully equipped artist who is ready to use any opportunity to go beyond the limits of our imagination.

Mehmet Omur was born in Istanbul in 1951. He began to take photographs in the early 70’s with his Kodak instamatic 100 camera. However, his intense surgical practice as an ENT surgeon did not allow him to commit as much time to photography as he would have liked. He has come back to the scene again with the digital era. His works have been exhibited several times both in Istanbul and Paris in the last ten years.

Ripple Marks in Iceland Abstract Photographs

 

“In all things of nature, there is something of the marvelous”

-ARISTOTLE

Throughout history human endeavor has generated figures that became icons among their peers. Mehmet Omur with his work-of-art, leaves an incredible mark of his genius in this book.

Nature represents authenticity. However, most of us unconsciously choose to

live under the illusion that everything around us is as we see it. If we can

unveil the unconscious and allow ourselves to become aware, then we can see

the deception as Mehmet Omur does….

Serhat Totan

 

 

 

 

 

 

 

Kadın Savaş Fotoğrafçıları

Ukranya-Rusya savaşının yoğun gündemde olduğu şu günlerde Paris’te savaş fotoğraflarıyla ilgili sergiler açılıp duruyor. Bunlardan bana göre en önemlisi “Kadın savaş fotoğrafçıları Sergisi ”. Diğeri  Askeri müzede “Savaş fotoğrafçılığı“ ve nihayet efsane fotoğrafçı Steve McCurry’nin Maillol müzesindeki büyük retrospektifi. McCurry ‘nin fotoğraflarının en az yarısı savaş bölgelerinden oluşuyor. Dolayısı ile onu da Paristeki savaş fotoğrafı sergileri arasında saymayı yeğledim. “Kadın savaş fotoğrafçıları Sergisi ” sergisinde  1930’lar ve 1940’lardan başlayıp bugünlere kadar son 80 yılın savaşlarını ele alan 8 kadın fotoğrafçının 80 fotoğrafını izliyoruz. Hiç görülmemiş, az görülmüş ve ikon fotoğraflardan oluşan bu nefes kesici sergi Paris’te Danfert-Rochereau meydanındaki Liberation müzesinde oldukça uzun bir süre, 31 Aralık 2022 ye kadar görülebilecek. Önce Almanyada sonra İsviçrede sergilenen bu fotoğraflar cinsiyet klişelerinden çok uzak ve insani bakış üzerinden ilerliyor. 

Lee Miller (1907-1977), Gerda Taro (1910-1937), Catherine Leroy (1944-2006), Christine Spengler (1945), Françoise Demulder (1947-2008), Susan Meiselas (1948), Carolyn Cole (1961) ve Anja Niedringhaus (1965-2014) bizi kadınların bakışıyla mı yoksa şiddetin evrenselliği ve savaşın sonuçlarıyla mı karşı karşıya getiriyor? İşte bu soruyu soruyoruz sergiden çıkarken. Oysa sorunun  cevabı çok net! Bu fotoğrafçılar bize savaşın vahşetini zavallı insanların çektikleri çileleri gösterip bizi uyarmak istiyorlar. Doğrudan savaşın vahşeti ile karşı karşıya olduğumuzu fark ediyoruz.

Sergi, bu sekiz kadının fotoğraflarını öne çıkararak ziyaretçiyi savaşın şiddetine dair ortak bir bakış açısıyla karşı karşıya getiriyor.

Savaş muhabirini daha çok  takdir edilen, sağlam, cesur, yalnız bir kişi olarak görmek isteriz. Hatta onu erkek bir fotoğrafçı olarak görme eğilimindeyizdir.

Savaş fotomuhabirliğinde kadınlar nerede durur?

19. yüzyılın ortalarında fotoğrafın doğuşundan bu yana, fotoğraf eğitimi ve akredite edilme konusunda kadınlar geri bırakılmışlardır.

Alman Anja Niedringhaus (1965-2014), Balkan savaşını izlemek için patronuna altı hafta boyunca hergün bir mektup gönderdi. Nihayet izin aldı beş yıl Saraybosna’da kaldı. Ardından Ortadoğu ve Afganistana gitti. Anja 2002 yılıda Associated Press’e için çalışmaya başlamış ve daha sonraları ülkemize de gelmiştir.

Afganistanda 2014 yılında savaş sırasında pisi pisine psikopat bir polis tarafından vurularak öldürülmüştür.

Gerda Taro (1910-1937), İspanya İç Savaşı sırasında cepheye ilk ulaşanlardadır. Kendisi 27 yaşında Paris’te yaşayan Yahudi bir mültecidir. Cumhuriyetçi birliklerin Madrid’den çekilmesini belgelerken bir tankın tarafından ezilerek hayatını kaybetmiştir. Genç yaşında ardında savaşın insani yanını yakalayan fotoğraflar bırakarak yaşamdan ayrılmıştır.

21 yaşında Vietnam Savaşı’nı fotoğraflamaya  cebinde tek yön bilet ve 100 dolarla yola çıkan Fransız Catherine Leroy (1944-2006) ise  mesleğine tutkuyla bağlı bir fotomuhabirdi. Çenesi şarapnel tarafından kırıldı. Değişik cephelerde yakalanıp serbest bırakıldı ama hiçbir şey onu yıldırmadı, her seferinde  cepheye geri dönüdü. Ardında çarpıcı derecede gerçekçi fotoğraflar bıraktı. 

Savaş fotoğrafçılığı sadece bir erkek işi değildir. Dünya Kadın Hakları Günü’nde, kadınların da savaştığını ve cepheye giderek erkekler gibi fotomuhabirlik yaptıklarını hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. da medyada yer almak için cepheye gittiklerini hatırlamakta fayda var. Birçok kadın fotoğrafçı küresel krizleri, çatışmalardan etkilenen insanları göstererek toplumları uyarmaya ve şavaşları engellemeye çalıştılar.

Bu sergi, seçilmiş sekiz fotoğrafçı üzerinden 1936 ve 2011 yılları arasında kadınların çatışmalar sırasında görüntüledikleri anların izini sürüyor: Gerda Taro, Lee Miller, Catherine Leroy, Christine Spengler, Françoise Demulder, Susan Meiselas, Carolyn Cole ve Anja Niedringhaus; Bu kadınların hepsi yaşadıkları dönemlerde bir dönem tanındılar. Gerda Taro İspanya İç Savaşı’nı, Lee Miler İkinci Dünya Savaşı’nı, Catherine Leroy ve Christine Spengler Vietnam, Kamboçya ve İrlanda’daki savaşları, Françoise Demulder Kamboçya, Angola, Lübnan, Irak’taki çatışmaları, Susan Meiselas Nikaragua ve El Salvador’daki savaşları fotoğrafladı. Carolyn Cole ve Anja Niedringhaus, Irak ve Afganistan’da olan bitenleri gösterdi.

“Kadın savaş fotoğrafçılarının erkek meslektaşlarından farklı bir bakış açısı var mı?” sorusu hep gündeme gelir. Bunun cevabı en azından savaş fotoğrafçılığı açısından  “Hayır”dır. Çünkü fotoğrafçılık mesleği  kadın erkek ayırmadan savaş bölgesinde fotoğraf çekmeyi gerektirir. Ancak  kadınların belirli çevrelerle özellikle kadınlarla ve çocuklarla daha kolay iletişim kurdukları düşünülebilir.

Kadın fotoğrafçılar çatışmalarda hem tanık hem de aktördürler, bazen de maalesef kurbandırlar.

Kadın fotoğrafçılar erkeklerin karşılaştığı bazı engelleri kaldırarak, bazen daha samimi fotoğraflar yakaladılar diyebiliriz ama bunun objektif bir kıstası yoktur tabii ki. Ukranya-Rusya savaşının gündemde olduğu şu günlerde savaş fotoğrafçıları göçmenleri, sivil mağdurları, acı çeken askerleri dünyaya göstermektedirler.

Bu yaptıkları işin önemi ve etkisi tabii ki zaman içinde çeşitli etkenler nedeniyle değişmekte azalıp çoğalmaktadır. Bazı fotoğrafların toplumları harekete geçirerek savaşların sonlanmasına neden olduğu yakın geçmişten çok iyi hatırlanmaktadır.

Sergi 8 ayrı bölümde geziliyor. her fotoğrafçıya 10 kadar fotoğrafını sergilediği bir bölüm ayrılmış. İç içe geçen bu bölümleri gezerken insan duygulnamaması etkilenmemsi mümkün değil. Savaştan nefret etmenize, tüylerinizin diken diken olmasına neden olan fotoğraflar görüyorsunuz. Bunlardan bazılarını buraya taşıdım. Bunlar arasında en çok beğendiğimi sorarsanız; Carolyn Cole’un yaralı filistinlinin hastaneye götürülürken çektiği ölüm anı fotoğrafıdır. “Bütün hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti,” sözünü aklıma getiren bu fotoğrafın gerçekçiliğinden çok etkilendiğimi söyleyebilirim.

Savaşın vahşetine nasıl tanıklık edilir? Ziyaretçi, sergilenen fotoğraflar arasında, bu soruyu yanıtlamak için bir çok fotoğraf görüyor. Bunlar arasında savaş sırasındaki günlük hayattan insanların samimi bakışları, vahşet görselleri, savaşın saçmalığına ve sonuçlarına yapılan göndermeler de var. Bu fotoğraflar, savaş alanında ve cephe gerisinde gerçekte neler olduğunu herkese açık bir şekilde göstermeye çalışıyor.

İsterseniz biraz da serginin kadın savaş fotoğrafçılarını inceleyelim. 1907 doğumlu Amerikalı Lee Miller, kariyerine model olarak başladı. 1930’ların sonunda Paris’te Man Ray asistanlığını yaptı, ardından New York’ta önce kendi stüdyosunu açtı. Vogue dergisi kendisini işe aldı. 1942’de Amerikan ordusunda akredite savaş muhabiri oldu ve savaşın bitişini herkesten önce yakaladı. Toplama kamplarını ilk haber yapan gazetecilerden oldu.

Gerda Taro 1910 yılında Almanya’da doğmuş, 1933 yılında Paris’e göç etmiş bir fotoğrafçıdır. Robert Çapa ile çalıştı ve fotoğrafçı oldu. Fransız komünist basını için Capa ve Seymour ile 1936’da İspanya İç Savaşı izlemeye gitti. Temmuz 1937’de Brunete’de bir tank tarafından ezildi ve öldü, muhtemelen cephede öldürülen ilk kadın savaş fotoğrafçısıdır.

Paris’te doğan Catherine Leroy, 1966’da basın fotoğrafçısı olarak akredite oldu ve 1969’a kadar Vietnam savaşı’nı izledi; 1968’de Vietkonga tutsak oldu. Ardından Lübnan’daki çatışmayı fotoğrafladı. Catherine Leroy, 1976’da Robert Çapa Altın Madalyasını alan ilk kadın fotoğrafçıdır.

Christine Spengler dil eğitimi aldıktan sonra savaş fotoğrafçısı olarak Çad’a gitti. Kuzey İrlanda, Vietnam’da ve Kamboçya’da, Batı Sahra’da, Orta Doğu’da, Afganistan’da, Irak’ta birçok çatışmayı fotoğrafladı. Corbis Sygma, Gökşin Sipahioğlu’nun Sipa press’inde ve Associated-Press’de çalıştı.

Françoise Demulder, savaşı fotoğraflamak için Vietnam’a gitmeden önce felsefe okudu. Gama ajansı için çalıştı. Daha sonra Kamboçya, Angola, Lübnan ve Irak’a gitti. 1977’de Dünya Basın Ödülü’nü alan ilk kadın fotoğrafçı oldu.

Amerikalı Susan Meiselas, görsel sanatlar bölümünden mezun oldu. Magnum ajansına katılmadan önce Amerika’da kadınlar üzerinde birkaç seri fotoğraf çalışması yaptı. Güney Amerika’da, Nikaragua, El Salvador’daki çatışma bölgelerinde çalıştı ve 1979’da “Robert Capa” Altın Madalyası ile ödüllendirildi.

Carolyn Cole, Amerika Birleşik Devletleri’nde foto muhabirliği okudu. Çeşitli gazetelerde fotoğrafçı olarak çalıştıktan sonra 1994 yılında Los Angeles Times ekibine katıldı. Kosova’da savaş muhabirliği yaptı, ardından Afganistan ve Irak’taki savaşları fotoğrafladı. Liberya’dan yaptığı haber nedeniyle Pulitzer Ödülü’nü aldı.

Alman Anja Niedringhaus ve felsefe ve gazetecilik eğitimi aldı. 1990’da European Pressphoto Agency tarafından işe alınan ilk kadın fotoğrafçı oldu. 2002 yılında Associated-Press için çalıştı. Yugoslavya, Irak, Orta Doğu ve Libya’ya da fotoğraf çekti. 2014 yılında Afganistan’daki çatışmalarda öldürüldü.

“Savaşın Kadın Fotoğrafçıları” sergisi, 31 Aralık’a kadar Paris’teki Musée de la Liberation’da devam edecek.

Serginin posterinin fotoğrafı Christine Spengler’in “Phnom Penh’in Bombalanması” adlı fotoğraftır. Onu da buraya alalım. Christine Spengler haklı olarak, “Kadın bakış açısı diye bir şey yoktur” diyor. Sergi, kadının erkek eğemen bir ortamdaki yerinden çok, bu fotoğrafçıların kendi zamanlarına bakışını göstermeye çalışıyor. Filmden dijitale, Avrupa’dan Afrika’ya, çok değişik fotoğraflarla sanki bizi çok derin bir yerimizden yakalamaya çalışıyor. Başlangıçta sıradan bir sergi ile karşılaşacağımı düşünürken tam tersine son yıllarda en etkilendiğim sergilerden birii ile karşı karşıya olduğumu fark ettim.

Christine Spengler’in en ünlü fotoğrafı Phnom Penh’in Bombalanması, serginin afişi olarak kullanılıyor. Birçok çatışmaya imza atan 77 yaşındaki fotoğrafçı, bu fotoğrafın öyküsünü şöyle anlatıyor.

Bu fotoğraf bence apokaliptik bir fotoğraftır. “Bu fotoğrafı çektiğimde öğlen saatleriydi”. Ama gökyüzü o kadar siyah, atmosfer o kadar ağırdı ki fotoğraf geceden fırlamış gibi görünüyordu. sahne o kadar gerçekti ki ön tarafa yığılmış cesetleri kadraja almamayı tercih ettim.

Christine Spengler, Associated Press için 1975’te Kamboçya’daki Phnom Penh’e gönderilir. Bir pazar günü elinde kamerayla dışarı çıkmak üzereyken tüm fotoğrafçılar ona pazar gününün ordular arasında gizli bir anlaşma günü olduğunu ve dinlendiklerini fısıldarlar. Mesleğe yeni başladığından ve meraktan dışarı çıkar ve şehrin dışı taraflarına gider.

Christine Spengler şöyle devam eder;

“Birdenbire gökyüzü karardı ve yirmi dakika boyunca Phnom Penh’in merkezine 220 mermi düştü. Kızıl Kmerler şehri ilk kez bombaladılar. Ve ben bu bombalamanın öncesinde, sırasında ve sonrasında oradaydım. Bu duman tüten harabelerden sadece iki kare tuttu, işte bunlardan biri serginin posteri olan “Phnom Penh’in Bombalanması” fotoğrafıdır.

Christine Spengler kardeşi ile birlikte Çad’da İsyancılar tarafından yirmi üç gün esir alınır. Kurtuldukları gün, iki askerin el ele cepheye gittiğini görür. Kardeşinin Nikon’unu alır ve anı yakalar. Yeni bir meslek keşfetmiştir.

“Her zaman mazlumların yanında olmayı istiyorum”

“Bir resmin bin kelimeye eşit olduğu doğru değil. »

“Bir resmin bin kelimeye eşdeğer olduğunu söylemek yanlıştır. Bombardıman fotoğrafında  çığlıklar, kokular, yaralıların çığlıkları, dumanlar içinde büyüyen atların kişnemeleri eksiktir. Daha sonra, fotoğraflayamadığım her şeyi yazmaya karar verdim. Bu yüzden Savaşta Bir Kadın adlı otobiyografimi yazdım. Bu kitapla çığlıkları ve kokuları da anlatmak istedim. »

Son olarak “Phnom Penh’in Bombalanması” fotoğrafı Paris’in dört bir yanına serginin afişi olarak asılırken Spengler bir posterin altında “tüm teçhizatıyla sokakta bir kadın” gördü. Kadının fotoğrafını çekti. facebook hesabında yayınladığı bu  fotoğraf  Ukraynalıları da bombalar altında ve evsiz olarak düşünmesine neden oldu. Sergi ziyaretleri serimize önümüzdeki sayılarda da devam edeceğiz.Kadın Sava