Fotoğraf okumaları

Fotoğrafları okuma konusunda incelediğim bir kaç makaleden yararlanarak başka  bir yaklaşım daha önermek istiyorum.

Aşağıdaki şu maddeleri göz önünde bulundurup farklı bir yaklaşımla fotoğrafı okumaya çalışabiliriz. Fotoğrafçılar ve izleyiciler arasında belirli bir fark vardır: Biz fotoğrafçılar, fotoğrafta gözle görülenden daha fazla birşeyler olduğunu biliyoruz.

Fotoğrafçılar fotoğrafları eleştirmeyi sever – kasıtlı olarak fotoğrafın şu ya da bu şekilde nasıl geliştirilebileceğine dikkati çekmeye çalışırlar. Peki biz izleyiciler bir fotoğrafa yüzde kaç bakıyor ve fotoğrafın içinde kaybolmamıza izin veriyoruz? İçerik oluşturucunun iletişim kurmak istediklerini gerçekten değerlendirmek için ne kadar zaman ayırıyoruz?

Şahsen, fotoğraf okumaya daha fazla zaman ayırmaya gerek olmalı diye düşünüyorum.

1. İlk İzlenimler: Ne fark ediyorsunuz?

Bir resim bin kelimeye bedel olabilir, ancak bu resim size ne diyor? Tüm öğeleri toplu olarak bir inceleyin ve bu gözlemlerinizi bir anlığına unutun. Daha spesifik ayrıntılara bakmaya başlayın, ardından düşündüğünüzde ilk izlenimlerinizin her zaman doğru olmadığını anlayıp şaşırabilirsiniz.

2. İçeriği değerlendirin

Bu fotoğraf ne zaman çekilmiş? Sadece günün hangi anında çekildiğini değil, olayı da belirleyin. Farklı kültürler söz konusuysa, anlatılan hikaye de etkilenecektir.

3. İlişkiler: Konunun kendisi veya konunun izleyicile ilişkisi

Resimdeki insanlar hakkında neler söyleyebilirsiniz? Birbirlerine ne kadar yakınlar? Birbirleri hakkında ne hissediyorlar? Ayrıca izleyici olarak konu ile aranızda bir şey olup olmadığını da düşünün. İçinden almanız gereken duygular var mı? Ne hissediyorsunuz? Konuya ne kadar hassassınız?

4. Kavramlar: Eylemler ve bağlantılar

Bazen bir fotoğraftaki ince ayrıntılar mesaj üzerinde dinamik bir etki yaratabilir. El hareketleri, bakışların yönü, vb. Tüm bu detaylar görüntünün mesajı hakkında ne anlatıyor?

5. Görünüm: Sizi katılımcı olmanızı sağlıyor mu?

Güçlü fotoğraflar genellikle bizi basit izleyenden çok daha fazla içine çeker ve katılımcı yapar. Bu fotoğrafla ilgili izleniminizi ve hissinizi nasıl etkiler?

6. Fotoğrafın Yönü Sizi nereye götürüyor ?

Bu soru göz akışı ile ilgili. Tüm incelikleri ve ayrıntıları değerlendirdikten sonra, görüntünün genel mesajını veya fikrini desteklemek için öğeler nasıl bir araya geliyor bunu da düşünün. Ne görüyorsunuz? Hangi sonuçlara varıyorsunuz?

Genellikle fotoğrafta ilk bakışta görülmeyen ve  gizlenen sırları ortaya çıkarmak biraz egzersiz gerektirir, aslında sanatı heyecanlı yapan  şey de budur? Sanat üzerinde düşünmek ve ilgilenmek hoşa gider.

Fotoğrafçı olarak fotoğraflarımız her zaman yaşam deneyimlerimizden doğar ve sadece fiziksel olarak değil, estetik, politik, politik veya ideolojik olarak da beğenelim beğenmelim bakış açımızı yansıtır.

Fotoğrafın fotoğrafçıların kararlarını belirgin hale getirme derecesi ve bunun genel anlam üzerindeki etkisi değişebilir. Sonuç olarak, bir fotoğrafı okuma şeklimiz yalnızca fotoğraftaki nesneleri ve bağlamını anlamamıza değil, aynı zamanda yazar hakkındaki anlayışımıza da bağlıdır.

Her fotoğrafçı yarattığı fotoğrafın yazarıdır.

Dolayısıyla , fotoğrafçının çalışmaları bir yazarın veya müzisyenin çalışmaları kadar bir stilin, bazı etkilerin ve fotoğrafik söylemin toplamı olabilir.

Fotoğraf kitapları, galeriler veya dergiler aracılığıyla tükettiğimiz fotoğrafçılık kendi tarzımızı ve sanatsal gelişimimizi büyük ölçüde değiştirebilir.

 Fotoğrafçı olarak “fark ve benzerlikler” ile yeni bir fotoğraf dili veya söylemi yaratabiliriz.

Yüz ifadeleri gibi  küçük farklılıklar bile belirli bir  kadraj sayesinde daha büyük etkiye sahip olabilir.

Fotoğrafçılığın tüm konuları ile olan ilgimiz bizi fotoğrafçı gözümüzü ve görsel dilimizi şekillendirir. Bu anlayışımız ve bakış açımız görüntünün kendisi ile görüntüdeki anlamı nasıl okuduğumuz arasındaki farkı belirginleştirir.

1955 yılında Alfred Stieglitz’in New York’ta organize ettiği “İnsan Ailesi Sergisi” sergisinde 503 fotoğrafı ‘yaratma, aşk, doğum, iş, ölüm,  barış, demokrasi, adalet’ olarak sınıflandırdı. O gün için temaya göre bu gruplama doğaldı. Oysa bugün fotoğrafçılar genellikle çalışmalarını “belgesel fotoğraf” veya “sanat fotoğrafı” olarak belirliyorlar ve bir fotoğrafı kendi referans koşulları, kendi türü ve kendi normları çerçevesinde okumaya çalışıyorlar.

Bazı fotoğrafçılar ise  bir fotoğrafı dünyanın soyut bir görüntüsü olarak değerlendirmeyi yeğliyorlar. Bazı fotoğrafçılar ise  bilinçli olarak, fotoğrafın doğrudan anlaşılmasını zorlaştırarak fotoğraf okumasını kafa karıştırıcı hale getirmeyi tercih ediyorlar.

En nihayetinde bir fotoğraf, belirli bir durumda fotoğrafçının seçiminin göstergesidir. 

Fotoğrafa baktığımızda “Denotation” yani görünen  ve “Connotation” yani çağrışımsal yönler olduğunu anlarız.

Studium ve punctum da sanatta yeri olan kavramlarıdr. Studium ilk bakışta gördüğümüze gönderme yaparken punctum ayrıntıdadır, gözümüze takılan küçük bir şeydir.

Tüm bu yöntemlerin ve fotoğrafı yazanın veya yapanın rolü hakkında düşünmek, bu anlamları bizim için daha görünür hale getirir ve sorular sormamıza yardımcı olabilir.

Bununla birlikte, fotoğraf okumaları bizi fotoğrafçılığa eleştirel bakmaya, fotoğrafçının kendi deneyimlerini görüntüye nasıl aktardığını aramaya da zorlamalıdır.

Fotoğrafçının kendi bakış açısı, yaşam deneyimleri ve önyargıları çalışmalarını nasıl etkiler? Bunu anlamaya çalışmalıyız.

Fotoğrafı okuyan kişi, fotoğrafçısı kadar içeriğine de anlam katabilir. 

İzleyicinin kültürü ve yaşam deneyimleri fotoğrafçıların düşüncelerini yansıtıyor mu yoksa çatışıyor mu?

İzleyicinin bakış açısı farklı bir görüşe ve mesajın farklı anlaşılmasına neden olur mu? İşte bu belirsizlikler fotoğrafı tartışmaya açar ve yine bu nedenden dolayı fotoğraf heyecan verir.

Simon Hantai; bir abstre resim dehası

Bugün Louis Vuitton vakfında Simon Hantai sergisini gezdik. 18 Mayıs‘tan 29 Ağustos 2020’ye kadar açık kalacak olan bu sergi çok heyecan vericiydi. Sanatçının doğumunun 100. yılında bugüne kadar yapılmış en büyük retrospektif sergisiydi. 1957-2000 yılları arasında yapılmış130 dev tablosu sergilenmekteydi.

1922’de Macaristan’da doğan ve 12 Eylül 2008’de Paris’te 85 yaşında ölen bu Macar asıllı Fransız ressam abstre resim sanatının önemli isimlerinden birisidir. Eserlerinden birine sahip olabilmek için yüzbinlerce dolar ödemek gerekiyor. Kendisi değişik sanat alanlarına girmiş ve çok değişik teknikler deneyerek bugünkü çizgisine ulaşmıştır. Sürrealizm, yazı sanatı, katlama teknikleri gibi çeşitli teknikleri denemiştir.
1982 yılında sanat hayatından 15 yıl uzaklaşıp tekrar geri dönmüştür.

Hantai’nin yaşam hayatına bakarsak Katolik inanca sahip alman dilinde konuşan bir ailenin üç çocuğundan ikincisi olduğunu görürüz. Macaristanda yaşamasına rağmen macarcayı ancak okulda öğrenmiştir. Zaten babası da alman politikalarına tepki olarak ismini Hantai olarak değiştirmiştir. Budapeşte Güzel Sanatlar Akademisine kaydolmuş ve İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı pozisyon almıştır. Tutuklanmış ama kaçmayı başarmıştır. Macaristan’da sanata ilk başladığında resimleri daha çok figüratif özelliklerdedir. Matisse’ten ve Nabis ressamlarından etkilenmiştir. Başından itibaren büyük formatta yüzeyler kullanmıştır.
Bu dönemde Güzel Sanatlar‘da tanıştığı nişanlısı ile birlikte Macaristan’ın vermeyi taahhüt ettiği bir bursla Paris’e gelme şansları doğuyor. Ancak Fransa’nın vize vermesi gecikince İtalya üzerinden Fransaya gitmeye karar veriyorlar. Ancak Fransa’ya geldiklerinde Macaristan’ın bursu vermekten vazgeçtiğini öğreniyorlar. Onlarda Macaristan’a dönmekten vazgeçiyorlar ve Fransa’da kalmaya karar veriyorlar. Ile Saint Louis’de bir otelde kalıp ardından Cite des Fleurs’e yerleşiyorlar. Hantai Paris’te önce sürekli müzeleri ve galerileri dolaşıyor. Matisse’e hayranlığını saklamıyor. Jean Dubuffet, Picasso, André Masson ve Max Ernest’den feyz alıyor. Değişik yüzeylere değişik deneysel uygulamalar yapıyor. Kolajlar, sürtmeler, jiletle kazımalar ve damlatma işleri yapıyor en son katlamalara başlıyor. Bu arada Amerikalı ressamlarla Paris’teki bir galeriye sergi yapmaya davet ediliyor.
30 yaşına girdiği gün André Breton’un kapısının önüne bir resim bırakıyor. Bu resimi alan Breton bir sergide bu resimi sergiliyor. O da gidip kendisini Breton’a takdim ediyor. Breton kendisi için kişisel bir sergi düzenliyor ve kataloğunun önsözünü yazıyor.

Yazdığı bir makale ile sürrealist grubun içinde bir kriz yaratmayı amaçlıyor. Marcel Duchamp’ın bir eserine takılıyor. Bu eser “Büyük Cam” olarak da bilinen “Bekarları Tarafından Çırılçıplak Soyulan Gelin” adlı eser. Yeterli tepki alamadığı ve derin anlaşmazlıklar nedeniyle Hantai sürrealist gruptan uzaklaşıyor.

André Breton’u sürrealist grubu dağıtmaya ikna etmek istiyor. Sürrealist son bir sergi yapıyor ve 1955’te gruptan ayrılıyor. Çünkü Breton Jackson Pollock’un “action painting”’inin adını bile duymak istemiyor. Gruptan ayrıldıktan sonra çok büyük bir stüdyoya taşınıyor. Ve yeni bir boyama teknikeri üzerine çalışmalara başlıyor. Önce tüm yüzeyi parlak renklerle boyuyor ardından kahverengiden siyaha kadar değişen koyu yağlı bir katmanla kaplıyor. Ardından tabakayı sıyırıyor ve çeşitli mutfak eşyaları ile renkli katmanı tekrar tekrar kazıyor bir çeşit süpürme hareketi geliştiriyor. Sonuç hem Pollock tarzında negatif bir resim hem de güçlü bir “gesture” tekniği resmi olarak ortaya çıkıyor. 1955 ve 57 yılları arasındaki bu periyodu gesture veya Pollock’un Over-all tarzı bir dönemidir. Abstrakt ekspresyonizm’e yakın duruyor. Pollock’un ve George Mathieu’nün etkisinde kalıyor.

1958 ve1959 da “Pembe Yazım” dediği dönem başlıyor. 1958’de resimde anlaşılmaz kelimelerden oluşan yazılar yazıyor. “Pembe Yazım” diye adlandırıyor ama içinde pembe renk yok. Hrıstiyan dini takvimini kullanarak çeşitli filozofik ve mistik yazıları kırmızı yeşil mor ve siyah çini mürekkebi ile dini takvimin değişik dönemlerinde anlaşılmaz bir şekilde yazıyor.
Daha sonra katlama teknikleri dönemi geliyor.
Önceleri beyaz rengi hiç takdir etmezken ve beyazın hiç bir şeye karşılık gelmediğini düşünürken daha sonraları renkleri ortaya çıkarmak için beyazın mutlaka gerekli olduğuna inanmaya başlıyor.
1967’de Saint-Paul-de-Vence’deki Maeght Vakfının “On yıllık sanat” sergisine katılıyor.
1960-67 yılları arasında “Katlanır Tablo”ları ile bir retrospektif yapıyor ve bu yöntemini kuramsallaştırıyor. Ardından, aynı zamanda annesinin önlüğünü çağrıştıran “masa” veya “tahta” anlamına gelen Latince kelime “Tabula”dan yola çıkarak Tabulalarını (1972–76) yaratıyor.
1976’da, Paris’te, Ulusal Modern Sanat Müzesi’nde o zamana kadarki en önemli retrospektifi ile “Hantaï” bir şekilde yüceltiliyor.
Mayıs 1976’dan itibaren Hantaï, 3 buçuk yıl boyunca resim yapmayı bırakıyor. Ünlü ressam bu dönemde psikolojik bir kriz yaşıyor ve sanatın toplumdaki yerini ve sanat piyasasının zafer çığlıkları karşısında kendi rolünü sorguluyor.
“Kültürel hayattaki her şey bana çok cesaret kırıcı, hatta utanç verici görünüyor nefes alacak bir yer bulamıyorum” diye haykırıyor. Bu dönemde sanat dünyasındaki fikir yokluğu onu çok sarsıyor.
1982’de Hantaï’nin eserleri Osaka ve New York’ta sergileniyor.
Yine aynı yıl Venedik Bienali’nde Fransa’yı 18 büyük Tabula’sı ile temsil ediyor. Hantaï bunu kendisi için çok büyük bir başarısızlık olarak değerlendiriyor. Ardından, kazandığı büyük şöhretin zirvesindeyken, Hantaï tüm kamu faaliyetlerinden vazgeçtiğini ve her şeyden geri çekildiğini duyuruyor.
15 yıl sergileri geri çeviriyor ve hiç bir röportaj vermiyor. Sadece filozof arkadaşlarıyla görüşmeye devam ediyor. Deleuze, Jacques Derrida, Georges Didi-Huberman bunların başını çekiyor. Bazı kitaplara yazı yazıyor. Bazı tablolarını bahçesine gömüyor. Bazılarını tahrip ediyor. Keserek yok ediyor. Eserlerinin ticari meta haline gelmesini protesto ediyor. 1997 de Paris belediyesine 16 tane eserini bağışlıyor. 1998 de Georges Didi-Huberman’ın etkisi ile tekrardan sergi yapmayı kabul ediyor. 1999 yaşadığı dönemin en büyük sergisini gerçekleştiriyor.
Bu sergiyi Münster’deki Westphalian State Museum of Art & Cultural History’de yapıyor. Bu sergide ilk kez “Altın Monokromunu” sergiliyor. Aynı yıl Pompidou çağdaş sanat merkezinde de bir sergisini yapıyor.
2003 Hantaï yine önemli bir bağışta bulunuyor. Pompidou sanat Merkezine bolca eser bağışlıyor.
Simon Hantaï 2008 de 85 yaşında Paris’te öldü. Montparnasse mezarlığın gömüldü. Simon ve Zsuzsa Hantaï birlikte 5 çocuk sahibi olmuşlardır

 

.

Steve McCurry Sergisi; Maillol Müzesi Paris

Paris şu sıralar Steve McCurry Sergisi afişleri ile donanmış durumda. Dünyanın en çok görülmüş portrelerinden biri olan Afganlı kız Sharbat Gula portresi sergi posterlerini süslüyor. Steve McCurry  bir süre önce Roma’da da aynı sergi yaptı.  İnsanın aklına “acaba Steve McCurry bu portreden maksimum yararlanmak mı istiyor?” düşüncesi geliyor. Steve McCurry bu fotoğrafı 1984’te bir ilkokulda çekmişti. Sharbat Gula o zaman 13 yaşındaydı aradan yıllar geçtikten sonra onu bulup tekrar fotoğrafladı. Taliban’ın gelmesi ile birlikte Sharbat Gula Roma’ya sığındı. Bu sergi fotoğrafçıya adanmış en kapsamlı sergi. Sud-Est 57 Ajansı’nın kurucusu Steve McCurry‘nin menajeri Biba Giacchetti serginin küratörlüğünü yapıyor. Maillol Müzesi’nde iki katta serpiştirilmiş 150 fotoğraf herhangi bir tema üzerinden ilerlemiyor. Savaş fotoğrafları, portreler, seyahat fotoğrafları içiçe bulunuyor. 

Müzenin iki katı sadece fotoğraflara ışık düşecek şekilde karartılmış. Bu görsel bir farkındalık yaratıyor. Fotoğraflar bakışlarımızı yakalamayı başarıyor onlarla derin bir empatiye giriyoruz. Steve McCurry’nin insana gösterdiği ilgi çok yoğun hissediliyor. Porterelerdeki karakterlerin gözleri bize çeşitli hikayeler anlatıyor. Mekanlar arasında bir köprü oluşturuyor. Steve McCurry’nin kamerası yardımıyla dünyaya portreler aracılığıyla giriyoruz. O zaman McCurry’nin, güçlü ve tutarlı bir an yakalama yeteneği olduğunun farkına varıyoruz. Roland Barthes dediği an yakalama meselesi burada devreye giriyor. Fotoğraftaki insan yüzü, izleyiciyi fotoğrafın arkasındaki hikayeyi anlamaya çağırıyor. Steve McCurry renk tonu kullanımındaki büyük ustalığı ile görüntülerde zafer ve umut duygularını ortaya çıkarıyor. Her yerde ışık ve renk var.  Görüntülerde çoğu zaman trajik durumlar var. Örneğin Afganistan Herat’daki harabelerin tam ortasında bir grup insanın ısınmak için etrafında toplandığı parlak sarı ateş, duvarlarla muhteşem bir kontrast oluşturuyor. Fotoğrafların üçte biri ile ilgili yorumları girişte ücretsiz dağıtılan kulaklıktan dinleyebiliyoruz. Kulaklıktan Steve McCurry kendi sesinden fotoğrafların hikayelerini anlatıyor. Onu dinleyerek fotoğrafların çekildiği bağlamı daha iyi anlıyoruz.

Steve McCurry parlak renkleri ile ünlüdür. 

İlk başlarda siyah beyaz film kullanmasının nedeni bu filmlerin ucuz olmasıydı. Sergi her ne kadar 1979’da Afganistan’da Sovyet ordusuna karşı Savaşan mücahitleri gösteren siyah beyaz bir fotoğrafla başlasa da çok süratli bir şekilde renk patlamasına doğru evriliyor.

Steve McCurry gençliğinde savaş bölgelerine gönderilen bir foto muhabiriydi. Aynı zamanda Magnum üyeliği de var. Ancak sergi biyografisinde bu özellikleri görünmüyor. Bunun nedeni belki fotoğrafçı geçmişinden sıyrılıp sanatçı kimliğini öne çıkarmak istemesi olabilir. 

Kariyerini dünyayı dolaşarak yapan Steve McCurry Time ve Life gibi dergilere siyah beyaz fotoğraf çekerek fotoğrafçılığa başladı. Steve McCurry’nin 40 yıllık bir kariyerini bu sergide izleme fırsatını yakalıyoruz. Magnum Ajansı’nın önemli bir foto muhabiri olan Steve McCurry gerçekten referans bir fotoğrafçıdır. 

29 yaşında Amerikalılar tarafından finanse edilen Afgan-Sovyet savaşına gitti.  Bir grup islamcı mücahitin arasında onlarla aynı giysiler içinde cephede dolaştı. Fotoğraf bobinlerini elbiselerinin içine dikti, fotoğraf makinesinin yanında yakalatmak üzere başka bobinler bırakarak sınırları geçti.  Rusya’nın Afganistan’ı işgalini ilk fotoğraflayan kişi oldu.

Steve McCurry Hindistan‘a 80 kez seyahat etti. 1983’te fırtına içinde beş ay boyunca Hindistan‘ı bir uçtan bir uca dolaştı. Bu gezisinde çok renkli fotoğraflar çekti. Bu fotoğraflardan bazıları hala onun en ünlü fotoğrafları arasında sayılabilir. Steve McCurry savaştan çok savaşın masumlar üzerindeki toplumsal sonuçlarıyla ilgilendi. Bu durumu  “Hiçbir şey istemeyen ancak her şeyini kaybeden mültecilerin içinde bulunduğu kötü durumlarla ilgileniyorum” diye ifade etmiştir..

Afganistan’ın işgalinden sonra Pakistan’daki bir mülteci kampında fotoğraflardan peçesi yırtılmış genç kız bakana çok şey söylüyor. Yeşil gözlü Afgan kız başındaki kırmızı yırtık örtüsüyle bugünün dünyasının Mona Lizası olarak kabul edilebilir. Sharbat Gula afgan savaş mültecilerinin gerçek bir simgesi haline gelmiş oldu. Afganlı kız olağanüstü yeşil gözleri ile çektiği acıları yoğun bir bakışla ifade ediyor. Bu kız Pakistanı yıllarca terk etmedi ve bu fotoğrafının getirdiği şöhretinden yararlanmaya da çalışmadı. Sonra ülkesine döndü ve son taliban dalgası ile Roma’ya göçtü.

1991’de Amerikan ordusuyla Kuveyt’e çıkan Steve McCurry sanki cehenneme benzeyen manzaraları yakalar. Yanmakta olan petrol kuyularıyla alevler içinde kalmış yağmalanmış bir bölge görüntüsü dikkatimizi çekiyor. 

McCurry 1992’de Kabil’de burka giymiş afgan kızlarının spor ayakkabılarla ortaya çıkardıkları çelişkiyi  gözler önüne seriyor. İslamcılıkla özgürlükçü gelenekler arasında insanların sıkışıp kaldığını bize gösteriyor.

Steve McCurry’nın Küba ve Papua Yeni Gine’den egzotik fotoğrafları var. Kendine has renkleriyle dikkati çeken fotoğrafları bu sergide izleme fırsatı buluyoruz. Madagaskarın ünlü uzun Grandidier Baobab ağaçlarının altında oynayan çocuklar önemli fotoğraflardan bir tanesi. McCurry bize bu fotoğrafta pastoral duygular vermiş.

Steve McCurry 1950’de Philadelphia’da doğdu. Çocuk denecek yaşta eline kamera aldığında insanları fotoğrafın merkezine koymaktan bugüne kadar vazgeçmedi. Sergide kronolojik ve tematik bir yoldan çok Steve McCurry’nin insanlık hallerini gösterdiği bir konu yelpazesi izliyoruz. Amerika’dan Hindistan‘a Küba’dan Afganistan‘a Madagaskar’dan Kuveyt’e çeşitli ülkeleri dolaşma fırsatı buluyoruz.

Sergideki fotoğraflardan Steve McCurry’nin güçlü bir gözlem yeteneğine sahip olduğunu anlıyoruz. Steve McCurry şöyle diyor geriye dönüp baktığımda ışıkla görmeyi ve yazmayı bu renkli titreşimler sayesinde öğrendim. Fark ettim ki kamera sanki bir fırça oluyor. Bazı yerlerin sefaletini iyimser bir görüntü olarak sunmak için farklı renkler üzerinden ilerliyor fotoğrafçı.

Steve McCurry kendisinin usta bir görsel bir hikaye anlatıcı olduğunu kanıtlıyor. Bunu hikayeleri olan fotoğraflar çekerek yapıyor.

Fotoğraflarda kullandığı renklerin şiirsi yapısı arka planda ortaya çıkan siyasi ve tarihsel durumla sıklıkla çelişiyor. 1991 yılında mezar-ı şerif camisinin önünde fotoğraflanan güvercinlerin uçuşu Afganistan’ın talihsiz istikrarsızlığını bize gösteriyor.

Afganistan’daki savaştan dünya ticaret merkezinin çöküşü ve körfez Savaşı’na kadar Steve McCurry dünyada meydana gelen büyük ayaklanmalar hakkında sürekli fotoğraflar göndermiş.

Steve McCurry dramatik olayların yarattığı insanlık durumunun çelişkileri üzerinde oynuyor.

Sergi gerçekten bizi bir dünya turuna çıkarıyor. Beyrut‘ta mayınlarla dolu bir arazide masum dört çocuğun terk edilmiş bir makina tüfekle eğlendiği bir fotoğraf var. Karanlığın ve ışığın kesiştiği ancak insan ırkı için temel olan saflık ve umudun her zaman üstün geldiği bir dünyayı göstermeye çalışıyor Steve McCurry.

Steve McCurry’nin dünyası adlı sergide fotoğraflar tarihi veya bölgeye göre sınıflandırılmamış bunun nedenini her birimizin farklı bir tepkisi olmasına bağlıyorlar. Bu nedenle sergi için seçtiği fotoğrafları herkesin kişisel yorumunu açık bırakmayı tercih etmiş anı kaçırmamanın önemini vurgulamak istemiş.

Steve McCurry’nin hayatta en çok uğraştığı şey seyahat etmek ve deneyimlerini çoğaltmaktır.

Sergi 29 Mayıs 2022’ye kadar Paris’te Maillol müzesinde devam edecek. Fotoğrafçı sergi öncesi yaptığı açıklamada hayatını fotoğraf sanatına adamanın ne anlama geldiğini anlattı. McCurry kendisinin Afganistan tarihine çok bağlı olduğun bunun bir şekilde  içine işlediğini söylüyor. İlk gezisinde fotoğrafladığı ailelere zaman zaman ziyaretler yaptığını söylüyor.

McCurry, savaş ve şiddetle boğuşan bu dünyada tek bir gerçek olduğunu da ekliyor. “Bu dünyada geçirdiğimiz zamanın kısadır”. Fotoğrafçının iyimser kalmasının her zaman kolay olmadığını da sözlerine ekliyor.

Fotoğrafçının çağdaş dünyada rolü sorulduğunda “hala yapılacak çok iş var” diyor.

Steve McCurry’nın konuşmasının sonunda “isteksizliği ve korkuyu aşın risk alın meraklı olun” diyerek bitiriyor.

Bu sergi Paris’e yolu düşen fotoğraf severlerin mutlaka görmesi gereken bir sergi.

Hepinize güzel ışıklı fotoğraflar diliyorum.