Fotoğraf ölmez, mutasyona uğrar…

Şu korona virüs hepimize mutasyonu öğretti. En son çıkan bir haber, Covid-19’un mutasyona uğrayıp bulaşı gücünü arttırdığı yönündeydi. Dileyelim o da fake news çıksın. Bazı kelimeler özellikle son yıllarda öylesine baskın bir şekilde dilimize giriyor ki, istemeden kullanıyoruz.

Türk Dil Kurumuna göre mutasyon değişim değil, değişinim olarak dilimize girmiş. Wikipedia’ya göre ise, bir canlının genomu içindeki DNA ya da RNA diziliminde meydana gelen kalıcı değişmelerdir. Konumuz sağlık değil, burada fotoğraftaki değişimini incelemek istiyorum.

Rahmetli Ara Güler “cep telefonları fotoğrafçılığı öldürüyor” demişti.  Acaba cep telefonları fotoğrafı öldürüyor mu, yoksa değişime mi uğratıyor? Akıllı telefonun kamera özelliğini kullanabilen herkes artık fotoğraf çekiyor. Dünyadaki insanların yarısı her gün 30-40 fotoğraf çekiyor ve 3 milyarını sosyal medyada paylaşıyor. Yani fotoğraf makinesi dünyadaki insanların çoğunun elinde ve herkes birbirinin ne çektiğini görüyor, nasıl çektiğini ise bir yere kadar anlayabiliyor. Günümüzde o kadar çok fotoğraf dolaşımda ki, bırakın başkalarının fotoğraflarına bakmayı, kendi çektiğimiz fotoğraflara bile bakmıyoruz. Peki, yediğimiz yemeğin ya da gittiğimiz müzedeki tablonun fotoğrafını neden çekiyoruz? Daha sonra bakmak için mi? Hatırlamak için mi? Paylaşmak için mi? Neden? Fotoğraf makinesine hafızamızdan daha çok güvendiğimizi söyleyebilirsiniz ama fotoğraf makinesinin gözümüz gibi görmediğini de biliyoruz. Fotoğraf makinesinin duygusu yok, gözümüzün ve beynimizin yaptığı düzeltme işlemlerini de yapamıyor. Yani özetle, göz hafızası kamera hafızasından daha güçlü. Bir resim bin kelimeye bedeldir derler ama bir bellek de milyon kelimeye bedeldir. Kişi fotoğrafı çekerken etrafa gözüyle bakmaktan vazgeçip daha sonra rahat rahat bakacağını ümit ediyor ama başarılı olamıyor. Çünkü, fotoğraf cep telefonunun hafızasında veya hard disklerde unutulup gidiyor, bir gün aklına düşüp aramaya başlayana dek… Belki de o fotoğraflar hiç bakılmadığı için ölüp gitmiş de, haberimiz bile olmamış. İnsanın aklına neden çektik o zaman sorusu geliyor. Amacımız veya isteğimiz fotoğrafları çekip, daha sonra bakmak değil miydi? Bence günümüzün asıl sorunu, hiç bir şeye yetişemediğimizdir. Zamanımız fırtına hızıyla uçup gidiyor ve bunu yavaşlatmak maalesef mümkün değil. Belki de bu ürkütücü duygu daha sonra bakmak üzere bizi deklanşöre basmaya zorluyor kim bilir? Belki de sorulması gereken esas soru bu…

Günümüzde yeni çıkan bazı çağdaş Sosyo-Psikolojik rahatsızlıkların işaretleri belki de bunlardır. Bazı psikologlar fotoğraf çekme bozukluğundan bahsediyorlar. Buna bir örnek vermek gerekirse, Connecticut’taki Fairfield Üniversitesi’nden psikolog Linda Henkel, Psychological Science dergisinde yayınladığı bir araştırmada, önemli bir müzede önemli bir tablonun karşısında, kişilerin bilinçsizce,  anı kaçırdıklarının farkına varmayarak cep telefonlarını çıkarıp fotoğraf çektiklerini saptamış. Louvre Müzesinin gezme süresinin rehberli olarak en az 2,5 saat olduğunu biliyoruz. Müzedeki eserlerin hepsine 10 saniye bakmaya kalksak hiç çıkmadan 4 gün gezmemiz gerekir. Ziyaretçiler Mona Lisa’yı görmek için kuyrukta en az yarım saat bekliyorlar ve eserin önünde 5 saniye kalabilirken bol bol selfie çekmeyi tercih ediyorlar. Araştırmacı psikologlar, fotoğraf çekenlere ve çekmeyenlere baktıkları objelerle ilgili sorular sorduklarında fotoğraf çekmeyenlerden çok daha doğru cevaplar almışlar. Henkel, fotoğraf çekenlerdeki dikkat kusuruna “fotoğraf çekme bozukluğu etkisi” demiş. Belki de buradan, her şeyin değiştiğini, bazı fotoğraf tarzlarının ve/veya fotoğrafçıların modasının geçmiş olduğunun anlamını çıkartabiliriz.

Bütün bunlara rağmen ben, fotoğrafın bir sanat olarak öleceğini düşünmüyorum. Hatta zanaat olarak da öleceğini düşünmüyorum, Çünkü düğün, reklam, moda ve benzeri bir çok alanda fotoğrafçılık her zaman değerli olacaktır. Özgünlük, yüksek kalite ve yetenek her zaman kazanır, her zaman değerlidir. Diğer taraftan şöyle de söylemek mümkün: “İyi bir DSLR kamera her zaman bir cep telefonu kamerasından üstündür. Ancak beklenmedik bir anda, olağanüstü bir fotoğraf çekme şansını yakaladığınızda, en iyi kamera o anda yanınızda olan kameradır. Yani cebinizden süratle ve dikkat çekmeden çıkartarak o güzel fotoğrafı çekebildiğiniz kameradır.”

Fotoğraf konusunda teknolojik ilerlemeye karşı çıkmak tarih boyunca hata olarak görülmüştür. Çünkü fotoğraf teknolojidir ve dünya teknoloji sayesinde ilerler, yaşam kolaylaşır, demokratikleşebilir. Dünyada bugün  geçtiğimiz dönemlere göre çok daha başarılı fotoğrafçılar var ve çok daha fazla sayıdalar, bundan şüphe etmeye hiç gerek yok. Sadece fotoğraf teknolojisinin yardımı değil bu. Fotoğraf okullarının varlığı, bilgiye ve görüntüye kolay erişim de hiç kuşkusuz buna olumlu katkıda bulunuyor. Sanatınızı yaratırken kullandığınız makine de gittikçe önemini yitirmekte, fotoğrafı sanat kaygısıyla çekiyorsanız tabi. Profesyonel fotoğrafçıların ise hala gelişmiş teknolojide, pahalı kameralara ihtiyaçlarının olduğu çok açık ama sanat fotoğrafçıları istedikleri kamerayla sanatlarını yapmaya devam edebilirler bence…

Günümüzde yaptığımız fotoğrafçılık ile eskiden yaptığımız fotoğrafçılığı karşılaştırarak vakit kaybetmenin bir anlamı olmadığını da düşünüyorum. Nostaljiyi artık bırakmak gerekir. Eskiden karanlık oda şöyle güzeldi, film takmak şu kadar heyecan vericiydi vs gibi duygu ve yaklaşımlar gerçekleri değiştirmiyor. Fotoğrafta belki çok şey değişti ama fotoğraf ölmedi, ölmüyor, ölmeyecek de. Can da çekişmiyor! Sadece mutasyona uğruyor, biraz da tembelleşiyor diyebiliriz belki ama hepsi budur!

Hepinize bol ışıklı fotoğraf anları diliyorum.

Trash Art

Trash and Art

We put in trash 251 million tons of garbage per year only  in US.

Artists are interested to trash for social reasons.

Marcel Duchamp, Robert Rauschenberg, Vik Munz, Damien Hirst and Tracey Emin, Joseph Cornell and Joseph Beuys are who interested to the trash.

I think we can transform the trash objects to beauty and render them useful.  We can alos Reuse trash and  old materials to make them a second life.

Trash art  is the realization that we as a society do create many amount of waste, but we can also do something about it.

The trash art works can reflect the consumerism and excess around us and that can change the world aorun us and make us concient.

The works of trash art could  reflect the consumerism and excess all around us and make us thinking about all the plastic floating in all the seas.

We can give messages and ask people  and  encourage them to many ideas for reducing our impact on the environment. We can put this work of trash art in a bottle  and send it like a “Message in the bottle”. 

 I think the call to action is urgent for the world.

I choose thos works of art because they are representativ.

İki yıl sonra yeniden Ergun Çağatay Anısına….

Ergun Çağatay abiyi hayata gözlerini yummadan 5 yıl önce Salı Fotoğraf Grubu’nda tanımıştım. Zamanla özel mizacının yanında ne kadar sevgi dolu bir insan olduğunu anlamam ile aramızda bir yakınlık doğdu. Evlerimiz yakındı, bize gelir fotoğrafa dair konuşur, fotoğraf kitaplarına bakar, fotoğraf felsefesi yapardık. Merih Akoğul ile 2017 yılında Arles Fotoğraf Festivali’nden döndükten bir süre sonra posta kutumda, ondan gelen mektupta aşağıdaki yazıyı buldum. Tarih 4 Temmuz 2017, saat ise 13:41’i gösteriyordu. Mektupta sadece ARLES’e giden bütün arkadaşlara ithaf olunur yazıyordu ve ekteki dosyayı açınca aşağıdaki yazısı ile karşılaştım.

GÖRMENİN DEĞİŞKENLİĞİ

Beni bu yazıya itekleyen neden  epey bir zaman önce İngiliz The Guardian gazetesinin fırsat buldukça okuduğum fotoğraf sayfasında Masahisa Fukase adlı bir Japon fotoğrafçının < Karasu > Japoncası < Karga> Türkçesi  ve < Raven > İngilizcesi adlı kitabının The British Journal of Photography tarafından son 25 yılın en iyi fotoğraf kitabı seçildiğini okuduğum zaman merakımdan çatlayabilirdim.  Bu ne biçim kitaptı ki,  ilk basımı 1986 yılında yapılan  ve koleksiyonerlerin ilk basımına İngiltere’de 2.000 English Poundu,  Amerika’da 3.500 ABD doları verecek kadar kesenin ağzını açtığı bu kitapta şimdiye kadar görmediğim ne olabilirdi?  Aradan yıllar geçti ve beni merakımdan çatlatacak bu kitabın yeniden basıldığını geçen ay okudum. Fazla vakit kaybetmedim, Londra da yaşayan bir arkadaşımdan rica ettim ve kitap bir hafta sonra elimdeydi.

Kitabın sayfalarını çabuk çabuk çevirdim, sanki bir kitapçıda iyi bir kitap arayan kişi gibi sayfalara göz ucuyla baktım. Kitabın sayfalarını dolduran bütün fotoğraflar siyah beyaz çekilmişti. Bendeki ilk izlenim, Allah Allah bunun nesi 25 yılın en iyisi oldu? Daha sonra belki acele ile bir şeyler kaçırdım düşüncesi ile kitabın sayfalarını yavaş yavaş çevirerek bir daha baktım ama ilk düşüncemi değiştirecek bir şey göremedim. İtiraf etmeliyim, bu kitabı bir kitapçıda göreydim alıp almamakta tereddüt ederdim. Düşüncem, bazı şeyleri göremediğim yolundaydı ve bazı soru işaretleri kafama takıldı. Kitap hakkında daha çok bilgi toplamalıyım niyetiyle kitabı kütüphanemin bir rafına koydum .

Kitap ve onu yapan fotoğrafçı Masahisa Fukase konusunda toparlayabildiğim az ve öz bilgiler yetmedi.  Fukase’nin melankolik, acınası hazin hayatında sadece karısı Yohko’nun fotoğraflarını çekti ve 1978 yılında YOHKO adlı kitabı yayımlandı.  Kitap, 13 yıl evli kaldığı ikinci karısının onu 1976 yılında terk etmesinden iki yıl sonra yayımlandı. Yohko’nun Fukase’nin hayatından çıktığı yıl doğduğu yer Hokkaido’ya giderken tren penceresinden boş istasyonlarda kümelenen ve zaman zaman trenin penceresinden görebildiği uçuşan kuzgunları seyrederken yalnızlığın kitabı Kuzgun fikri doğdu. Kitap 1982 yılında noktalandı ve 1986 da ilk baskısı yapıldı.

Masahisa Fukase  devamlı gittiği barın merdivenlerinden düştükten sonra 20 yıl şuurunu kaybetmiş halde komada kaldı ve 2012 yılında öldü.

Ben kitaba bakarken fazla detay içermeyen çoğu siluet gibi, karanlık depresif kuzgun fotoğraflarından bazıları çok ilginç geldi ama kuzgunu yalnızlığın simgesi olarak bağlayamadım ama bağlamalıydım . Bu satırları yazarken aklım İngilizce başlangıç dizelerinde ve bugüne kadar hala hafızamda kalmış Amerikalı yazar, şair Edgar Allan Poe’nun Kuzgun adlı şiiri geldi. Fukase ve Poe aynı kuşu kullanarak kaybolan kadın ve yalnızlık temalarını işlemişti biri satırlarında diğeri görselliğinde…

Belki kaçırdığım başka şeylerde vardır diye sanat çevreleri ile ilgili halkımıza kültür fetvaları veren bir dostumuzun bir süre evvel dilinden düşürmediği John Berger in “Görme Biçimleri” adlı kitabını aldım . Kitabın kötü Türkçesiyle boğuşarak iki bölümü bitirebildim ama sonunda bu kitabın kült entelektüel laf salatası olarak bütün ömrünü görme yeteneği üstüne yaşam kurmuş biri için fazla geldi. Fukase’nın Kuzgun’u ancak tekrar tekrar bakıldığı zaman  içinde sakladığı zehir gibi acı mesajı görmek ve anlamamın mümkün olacağı düşüncesi kafamda oluştu.

Görme Biçimleri, amatör sanatseverler için eğitimsel bir kılavuz kitabı olabilirdi ama görerek üreten biri için, o görme duygusu içinde yeşermemişse başkasının kitabını okuyarak üretmesi mümkün olamayacağına inanıyorum. 

Son olarak bir başka görme melakesi diyebileceğim bir konuya kısaca değinerek sözümü bitirmek istiyorum

Yukarıda Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan yazıyı kaç kişi gördü, kaç kişi okudu bilmem mümkün değil ama esas değinmek istediğim nokta yalnız İstanbul’un değil hemen hemen Türkiye’de her kentin sokak kedileri vardır. Kedilere gözümüz aşinadır, kimileri onları evine almadan besler. Sokak kenarlarında yer yer derme çatma kedi kulübeleri, barınakları vardır. Kaldırım kenarlarına konan kedi mamaları ihtiyacı, yerli kedi maması üreten tesislerin kurulmasına yol açmıştır ama kimsenin akına kediler üstüne film yapmak fikri gelmemiştir. Neden? Sokak kedileri ister yabani olsun, ister sokulgan olsun  bizler için yeknesak, her gün göre göre gözümüzün alıştığı olağan bir sokak  manzarasıdır. Dışardan gelen birinin sokak kedileri gözüne çarpar, dikkatini çeker ama üstünde fazla durmaz veya bizleri küçümseyen bir nida kafasına yerleşir. Benim tanıdığım bir kaç yabancı dostum, sokak hayvanlarının serbestçe dolaşmalarına hayret etmişti. Bir başka birisi de, “belediye bunları niye toplamıyor” diye sordu. Çoğumuzun hayran olduğu batı kentlerinde dolaşan birinin sokak kedisine rastlaması çok ender görülen bir manzaradır.

Aramızdan birinin Türkiye dışında uzunca bir müddet kaldıktan sonra tekrar aramıza döndüğü zaman, ilk günlerde sokak kedileri dikkatini çekecek belki ama daha sonraları onun da gözü alışacaktır. Kediler filminin yapımcısı Ceyda Torun böyle biriydi. Kedileri fark etti, gördü ve atamızdan biri olmasının avantajını kullandı. Ona birisinin toplumun yapısını öğretmesi gerekmiyordu.

Ben de kendisine aynı gün saat 17:32 de şu cevabi mektubu atmışım.

Sevgili Ergun Abi,

Güzel yazıyı derinlemesine okumaya ve üzerinde düşünmeye çalıştım. Hem de tam “Raven” adlı kitabı eşime hediye olarak aldıktan bir kaç saat sonra. Bu baskısı Arles’da 80 Euro’ya satılmakta. Eşim yazın kargalarla ilgili bir heykel sergisi hazırlıyor, sevineceğini düşündüm. Benim alma nedenim tamamen şahsi idi. Ama yolda Merih Akoğul’a rastlayıp Masahisa Fukase sergisine gitmesini tavsiye edince, fotoğrafçıyı çok iyi bildiğini hatta elinde Kuzgun kitabının çok para eden ilk baskısı olduğunu söyleyince, Merih’in yıllardır Japon fotoğrafına olan ilgisinin ne boyutta olduğunu anladım. 

Şimdi kitabı nasıl bulduğumu söyleyeyim. Neden sevdiğimi söyleyeyim. Önce fotoğrafçının ”fotoğrafçı” kimliği beni etkiledi. Fukase’nin babası önemli bir fotoğrafı Stüdyosu sahibi, emekli olduğunda “Studio’nun”un başına Fukase geçecek. Fukase tereddüt ediyor ve okumaya gidiyorum diye alıp başını başka diyarlara gidiyor. Sonra kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle diyor; “Ya fotoğrafçı olacaktım, ya da fotoğraf sanatçısı ve karar vermek zorundaydım.” Bütün yaşamını fotoğrafa vermiş, eşi kendisini terk ettiğinde 6 ay boyunca gergin bir şekilde sabahtan akşama kadar 1000 mm teleobjektifi İle gökyüzünde kuzgun avlamış. Kuzgunun iki dünya arasında bir sembol olduğunu anlamış. Yaşayanlar için ölümü (eşinin yok oluşu), ölü ruhlar için ise hayatı temsil eden bu “kapkara yaratığı” gece gündüz demeden, yeryüzünü ve gökyüzünü tarayarak resmetmesi neyi gösterir ki? Sergisinde kargaları kartpostallara basıp, uygun bir yerine renkli fosforlu kalemlerle karga desenleri çizmiş. Depresyondan kurtuluş aşaması mı desek? 

Neyse lafı uzatmayalım. Karga kitabını sevmemin başlangıcı Fukase’nin kişiliği ve fotoğraf tutkusu ise, ikinci nedeni çok güzel serilere imza atmış olmasıdır. Yani özetle Fukase sağlam bir fotoğrafçıdır ve güzel işlere imza atmıştır. Serilerinden bir tanesi “Hibi” adını taşıyor. Fotoğraflarını çektiği duvar çatlaklarını boyamış ve yeniden başka biçime sokmuş. Bu “Hibi” (Günlük) eserlerini sergilediği “Private 92” sergisinden çok kısa bir süre sonra merdivenden düşmüş, beyin kanaması nedeniyle 20 sene yoğun bakımda yaşamış. Çektiği karga fotoğraflarına tek tek baktığımda ben de ilk reaksiyon olarak “eee yani” dedim ama serinin tamamına bakınca “şimdi tamam, olmuş hem de çok güzel olmuş” dedim.

O fotoğraflardan aldığım heyecan, siyah beyaz lekelerin dağılımı, bizde genellikle soğuk bir duygu uyandıran kargalara başka gözle bakmama neden oldu. Hitchcock’un kuşlar filmindeki korkudan ziyade bir hüzün, bir yalnızlık ve bir başka dünya duygusu içimi sardı. İşin içinde Nostalji de var mıydı bilemiyorum. Bir fotoğrafa bakarken sadece o fotoğrafa değil, o fotoğrafın arkasına, fotoğrafçısına da bakmak gerekir diye düşünüyorum. Onun için fotoğrafçının bir iki fotoğrafından yola çıkarak onun eserlerini değerlendirmek bence eksik kalır diye düşünüyorum.

Kuzgun kitabının bu kadar değerli olması sanatçı fotoğrafçının imzasının, kaşesinin pahası ile ilgili bir şey olsa gerek diye de düşünüyorum.

John Berger’in “Görme biçimleri” konusunda size yüzde yüz katılıyorum. Kütüphaneme 40 yıl önce giren (hatta 2 tane) yıllar içinde defalarca okumaya teşebbüs edip 2 veya 3. sayfasından öteye gidemediğim bir kitap. Nedeni de tamam çevirisinin özellikleriyle ilgili. Bu değerli sanat insanını yakın bir süre önce kaybetmiş olmamız bana bu kitabı okumadan anlamamı sağladı. Pera Müzesi’nin gösterdiği, John Berger’in kendi görüntüleri ve sesiyle izlediğim o 2 film ne demek istediğini anlamama yardımcı oldu desem yalan olmaz. Ama o da biraz. Şimdi ne anladın derseniz biraz düşünmem gerekir. Kendisi görsel öğeye felsefi boyutta yaklaşmış bir ressam. Daha çok da bir feylezof. Günümüzde ticari yaklaşımlar, cinsellik, reklamlar; görselliğin gerçek boyutundan daha başka boyutlara taşındığını gösteriyor, düşündürüyor. Özet olarak benim anladığım bu şekilde ama bu pilav daha çok su kaldırır.

3 gün sonra 7 Temmuz saat 8:57 de Ergun abi den şu mektup gelir yazısı parçalıdır.

Kafamdakileri sana parça parça yazabilirim bugünlerde hayatımın akışından ötürü konsantrasyon zorluğu çekiyorum yani çok şey yapmak isteyip hiç bir şey yapamamak. Nedenleri çeşitli ama sonuç bu.

Fukase’nin kitabının bana bunca yıldan sonra gösterdiği şey “iyi bir şeyler yapabiliyorsan, hiç bir fotoğraf panayırına ihtiyacın yok” (Arles / Perpignan / Mois de Photo / London Photodays  v.s.+ v.s. gibi) Ancak, ihtiyacın yok derken çözüm nerede diye sorarsan düzgün ve doyurucu bir cevabım yok . Ben, fotoğrafçı kariyerimde bir kaç defa ölümle burun buruna geldim. Birinci seferinden sonra kafama takılan “bu işi niye yapıyorsun?” sualinin cevabını hala arıyorum ve bugüne kadar tatmin edici bir cevap bulamadım. Para kazanmak için dersen?  Para kazanmak için bundan daha aptalca bir meslek olamaz, hele bu ülkede. Benim gibi tiplerin yapmaya çalıştığı şey, özel bir pasta fırını işletmek, sadece gurme ve gırtlağına düşkün paralı insanların canı çekerse uğrayacağı bir yer ama öte yandan ekmek fırını işleten yerler var (bazı arkadaşlarımızın olduğu gibi). Bu yerlerin gurmelere ihtiyacı yok çünkü insanlar karnını doyurmak zorunda yani reklamcılık 

(arkası öğleden sonra) 

4 gün sonra  11 temmuz da klavyesinin başına tekrar geçmişti;

Sana öğleden sonra dedim ama aradan epey zaman geçti, yukarıda kendime hep sorduğum “bu işi niye yapıyorsun” sorusunu başka kişilerde sormuş

http://time.com/4839246/photographers-passion/

Reklamcılık ve moda fotoğraflarının dışında bugün ülkemizde geçim sağlayacak başka bir fotoğraf alanı yok.  Bu başka boyutlarda dış ülkelerde de devam ediyor, reklamcılık ve moda fotoğraflarına bir başka alan daha eklemeliyim, düğün fotoğrafçılığı. Özellikle Amerika’da başka alanlarda çalışan fotoğrafçılar (fotoğraf kitabı yapanlar veya foto muhabirleri gibi) yaşamlarını devam ettirebilmek için düğün fotoğrafçılığına başladılar. Acı ama gerçek .

Tekrar Fukase’ye dönersek bugün fotoğrafta yeni bir şey  söylemek güç, ortaya durmadan saçma sapan şeyler çıkıyor, herkes yeni bir şey arıyor… Fotoğrafın kendisi medya malzemesi oldu, tıpkı bir ressamın paleti, boyası. fırçası gibi . Fotoğraftan Cindy Sherman, Andreas Gursky gibi büyük para kazananlar var ve bu insanların fotoğraf dünyasına ciddi katkıları olmamasına karşılık sözüm gelişi bir Ansel Adams / Cartier Bresson fotoğrafından daha fazla bunlara kıymet biçiliyorsa, bunu digital evrime borçlular. Eğer bugün Fukase yaşasaydı, KUZGUN’u bir ay önce piyasaya sürülseydi ne kadar ilgi çekerdi? Akademik ve mantıkta yeri olmayan bir soru ama bugünün fotoğraf pazarı, koleksiyonerlere fotoğraf satmağa uğraşan tiplerle dolu ancak  o koleksiyonerlerin neler topladığını görürsen şaşırırsın. (Elton John’ın koleksiyon kitabındaki fotoğraflar beni şaşırtmış, ister istemez niye bunları toplamış sorusu kafama takılmıştı) Dünyadaki tüm koleksiyonerler bu yargı altında toplamak doğru olmaz, ancak diğer bir deyiş ile çağın beraberinde zevklerde değişiyor. Hızlı ve çabuk yaşanan bir çağda sanatın (fotoğraf dahil) bundan etkilenmemesi mümkün değil.

(devam edecek )

Çünkü kimde para ve sermaye varsa onun zevki geçerli olacak. Ülkemizde bunun iyi bir örneğine değinirsek, bir dönem fotoğrafçılar reklam ile foto muhabirlik dünyasına sıkışıp kalmıştı . Serbest fotoğraf olarak işlerini yayınlayacak ortam yok sayılacak kadar kısıtlıydı (bugün hala geçerli), ender çıkış noktalarından biri şirket ve bankaların bastırdığı takvimler ve Şakir Eczacıbaşı’nın yıllık ajanda niyetine çıkardığı resimli kitap benzeri bir şeylerdi. O dönem benim tanıdığım, fotoğrafla uğraşanların tümü, bu yoldan geçimini sağlayan kişiler takvim fotoğrafçısı olmaya çalışırken, bu işten iyi para kazanan bir kaç kişiden biri olan Sami Güner’i kendilerine örnek alınan kişilerdi. Ekonomik zorlamalar, kültür düzeyi,  yurt dışına seyahat etmenin imkansıza yakın zorluğu Türkiye’de fotoğrafın uzun yıllar Sami Güner, Şakir Eczacıbaşı makası içinde sıkışıp kalmasına neden oldu. 

Elektronik çağdaki bu sürat, kalıcı bir şeyi yaratmanın şartlarını gittikçe zorluyor ve bugün çekilen fotoğrafların çeşitli nedenlerden yüzde doksanı gelecek yirmi yıl içinde kaybolacak. Genel akım, “bugün bakılıp yarın unutulacak fotoğraf” olması için teknoloji devleri bireyleri zorluyor. Bugün geçerli olan teknik ile üretilen fotoğraflar, ilerde gelişen teknik alana yatırım yapılıp, yeni teknolojiye transfer olmazsa kaybolup gidecek. Yukarıda sözünü ettiğim şartlar göz önünde tutulursa yeni bir Fukase benzeri kitabı yaratmanın  güçlüğü daha  iyi anlaşılıyor

(devam edecek )

demiş ama yazısının devamı gelmedi. Yazışma bu kadarıyla kaldı . O dönemde Japon fotoğrafçılığı ile ilgili bir sergi vardı MEP’de (Maison Europeenne De La Photographie), bu sergi bilgisini kendisine gönderdim .

https://www.mep-fr.org/event/memoire-et-lumiere/

Ancak buna da bir cevap gelmedi. Daha sonra araya giren onun ve benim çeşitli yolculuklar ve ayrılıklarımız bu güzel atışmaları maalesef yarıda bıraktı. Hayatta olup bu felsefi fotoğraf dertleşmelerini yapabilmeyi ne kadar isterdim. Bu güzel insan ve büyük fotoğrafçının ışıklar içinde yatmasını diliyorum

Fotoğraf Okunur mu?

Horlama ve Uyku Apnesi