Tüm fotoğrafseverlere sesleniyor; Gençliğin Festivali “Circulation(s)”

Tüm fotoğrafseverlere sesleniyor; Gençliğin Festivali “Circulation(s)”

Mehmet Ömür

Circulations festivali girişi

Koronavirüs günlerinde WhatsApp’tan ve tüm diğer iletişim kanallarından hayatımızda hiç olmadığı kadar çok sayıda bağlantı alıyoruz. Bu bağlantılar bizi sanal ortamda dünyada bedave  kitap okumaya, sergi gezmeye ve opera izlemeye davet ediyor. 

Ben bugün sizi fotoğraf dünyasında kendini ispatlamış “Circulations” yani “Dolaşım adlı festivali gezmeye götüreceğim. Açıldığının ertesi gün sokağa çıkma nedeniyle kapanan bu talihsiz sergiyi zaten başka türlü gezebilmek mümkün değil.

Bu festival Avrupalı gençlerin festivali. Gençlerin ne kadar kararlı olduğunu anlamış bir festival. Gençler kendilerine yapılan eleştirilerin aksine sorumlu ve biz erişkin ve yaşlıların çelişkilerin omuzlarında taşıyorlar.

Festival her zaman görüş farklılıklarını ve çatışmaları bünyesinin merkezinde tutuyor ve seyircilerine Avrupa fotoğrafındaki çağdaş yaklaşımları sunuyor.

Bu yıl festivale 45 yeni sanatçı seçildi. 16 ülkeden gelen bu Fotoğrafçıların 300 fotoğrafı/eseri sergileniyor.

Avrupa’da Brexit ve ulusalcı hareketlerin yükseldiği şu dönemde “Circulations” festivali bu fotoğrafçıların birbirlerine sarılmalarına ve katkıda bulunmalarına yardımcı oluyor. En azından sanat projeleri aracılığı ile Avrupalılıklarını yaşamaya devam ediyorlar.

Bir çok fotoğraf şirketinin sponsor olduğu bu  festivalin temellerini bundan on yıl önce bir grup kadının  kurduğu “Fetart “adlı  dernek attı.

Bu kadınlar amaç olarak Avrupa’da yaşayan genç fotoğrafçıların önünlerini açmayı kendine düstur edinmişlerdi vehalen de aynı yolda ilerliyorlar.

Festival alanı olarak kendilerine “#104” adı verilen binayı buluyorlar. Bu bina 150 yıllık bir bina cenaze işleri merkezi olarak kullanılmış ama son zamanlarda belediye buradan çıkıyor ve kültür sana sanat işlerine devrediyor. Republique meydanı kadar büyük yani neredeyse 2000 metre² alana yayılan bu mekanda bugüne kadar 300.000 ziyaretçinin gezdiği “Circulations” sergileri yapılmış. Festival bu yıl 14 Mart‘ta açılışını yaptı . 15 Mayıs’a kadar devam etmesi planlanmıştı ama 15 Mart‘ta Paris’te sokağa çıkma yasa ilan edildi ve sergi açılışının ertesi gün kapatıldı. Ben bu önemli festivali gezebilen şanlı kişiler arasındaydım. Hala hasta olmadığıma göre o gece festivale  Covid-19 muhtemelen uğramamıştı.

5 bölümde en sevdiğim 10-15 kadar eseri, bazı projeleri, fotoğrafları gösterecek ve hikayelerini anlatmaya çalışacağım.

Bu yıl festivali tek bir küratör Audrey Hoareau’ya emanet etmişler. Festivalde 42 proje var. Ayrıca çeşitli workshoplar, konferanslar ve sürprizler var diyemiyorum ancak vardı diyebilirim çünkü maalesef gerçekleşemeyecekler. Sergi beş bölümde demiştik eserlerin tutarlılık içinde olmaları ve birbirleriyle daha iyi etkileşime girmeleri için bu beş grup belirlenmiş ve metinlerle de izleyicinin daha rahat takip edebilme sağlanmış.

Konular daha çok sosyal adaletsizlik, gelecekle ilgili sorun ve kaygılarla ilişki.

Bu kaygılar bugün daha da şiddetlenmiş durumda. Karmaşık kimlik sorunları da festivale dahil. Kullanılan malzemenin yani kısaca fotoğrafın doğasına dair deneysel çalışmalara da burada yer verilmiş. Doğrusu ben bunu takdirle karşıladım. Fotoğrafı bugünkü statik durumdan kurtarabilecek güzel ve önemli bir insiyatif.

Festivale 1955 yılında kurulan Person Projects Galerisi misafir galeri olarak katılıyor.

1995 yılında Helsinki’de kurulan “Person Projects” galerisi (eski adıyla Taik Persons) 2005 yılında Berlin’e taşındı. Galeri, seçilmiş ve gelişmekte olan bir grup sanatçıyı temsil ediyor. Bu galeri  fotoğrafın çeşitli uygulamalarına, kavramsal sanata özel ilgi gösteriyor. Helsinki Okulunu oluşturan seçilmiş sanatçıların galerisi olarak kabul ediliyor. Galeri, uluslararası sanat fuarlarına katılıyor ve sanatçılarını dünyanın çeşitli müzelerde sergiyor. Galeri ayrıca çeşitli sanat kitabları yayınlıyor.

Person Projects fotoğraf okulu

Festival her yıl bir misafir fotoğraf okulu ağırlıyor. 

Bu yıl Prag’daki FAMU okulu fotoğraf departmanında  2 sanatçı ile geldi. FAMU, 1975 de kurulmuş ve dünyanın en eski beşinci fotoğraf okuludur. Eğitiminin temelinde klasik fotoğraf teknikleri ile dijital ve multimedya teknikleri bir araya getirmesi yatar. Bu okul öğrencilerine sadece fotoğrafçılık teknikleri değil  aynı zamanda yeni dünya ile ilgili eleştirel düşünmeyi ve felsefi yaklaşımları da öğretmektedir.

GÖRÜLMEYENLER

Bu bölümde bireysel seferberlikten kollektif aktivizme, vatandaş eyleminden politik konuşmaya kadar birçok proje, çağdaş fotoğrafçılığın değerlerine tanıklık ediyor.

Bazı sanatçılar için bu işlev öncelikli oluyor. Fotoğrafı bir amaç uğruna kullanıyorlar . Bu sayede  fotoğraf bilinmeyeni ortaya çıkartan, eşitsizlikleri vurgulayan, ayrımcılıkları vurgulayan için bir ses haline dönüşüyor. Burada fotoğraflar gazetecilik alanına girmeden, gerçeği gösteren ve yorumlayan bir araç haline geliyor.

Sonuçta, tek başına bir görüntü fazla bir şey söylemez ancak hikayesi ve diğer fotoğraflarla bir arada projenin gücünü ve etkisini on kat arttırır. Bu bölümde temel olan, günümüzün bazı sorunlarına girmek ve onları görünür kılmaktır. Buraya iki sanatçı taşıdık. İspanyol Joan Alvado’nun “The last man on earth” adlı projesi ve Fransız Maxime Franch’ın “Les invisibles” adlı serisi ilgimizi çekti. Birincisinde km karede 7 kişi ile Avrupanın en az insanının yaşadığı bölge anlatılıyor. İkincisinde ise Fransadaki 143000 evsizin yok oluş hikayesine ışık tutuluyor.  

Juan Alvado               Maxime Franch

Juan Alvado


Juan Alvado

Maxime Franch

YARININ DÜNYASI

Fotoğrafçılık tüm zamanları  kaydeder, ancak biz ona daha çok geçmişi ve nostaljiyi uygun görürüz. Oysa bu bölümde proje veren sanatçılar için gelecek şüphesiz daha çok heyecan vericidir. Geleceğe yaptıkları yolculuklarından biraz sağduyulu ama biraz da rahatsız edici fotoğraflarla geri dönüyorlar. Dünyanın durumu ve hepimizin sorumlu olduğu sorunlar göz önüne alındığında, endişelenmemek olası değildir.. Sanat her zaman insanların çılgınlıklarının karşısında  en etkili önlemlerden biri olmuştur. Hele Coronavirüsün kol gezdiği şu günlerde bu durum çok daha anlam kazanıyor.

İster durum tesbiti olsun ister kurgu olsun, eğer sanatçılar kendilerini bu konuları aydınlatmaya adıyorlarsa, her şeyden önce bu  bizi vicdanlarımızla başbaşa bırakmak  ve gelecekte çocuklarımıza ne bırakacağız? sorunu sordurtmak içindir.

Rusyadan Eugene Martikainen’in “Doesn’t Look Like Anything to Me” serisiyle ve Finlandiyadan Maija Tammi White Rabbit Fever” adlı çalışmasıyla dikkatimizi çekti. Birincisi bilim dünyasından gelen görüntülerin dijitalleşmesi ve program distrosiyonlarıyla insan algılamasının dışına çıkmaya başladığını vurguluyor. Diğeri ise başlangıcı olan herşeyin bir sonu da olduğunu anlatmaya çalışıyor.  

Eugene Martikainen

Eugene Martikainen

    Maija Tammi

Eugene Martikainen

Maija Tammi
Maija Tammi

AŞIRILIK

Biliyoruz, dünyanın görüntüye doyduğu bir dönemi yaşıyoruz. Yine de, mantıksız bir şekilde, dünyayı gereksiz fotoğraflarla doldurmaya  internetin karanlığında kaybolan görseller biriktirmeye devam ediyoruz.

Sistemimizin dönüşüme uğruyor.  Bu sistem içinde görüntü konusunu irdelememek mümkün değil. Burada üzerinde durulması gereken 2 nokta internet ve sosyal ağlar. Programlar ve veri tabanlarında boğulan bilgisayarlar artık bizi bizden iyi tanıyor.  Arzularımızı, zevklerimizi ve kararlarımızı kontrol etme hakkına elimizden almış durumda.

Yayınlanan tüm görüntüler erişilebilir ve aranabilir durumda ve fotoğrafçılık bundan rahatsız oluyor. Fotoğrafların artık tek sahibi yok ve görüntüler herkesin malı oluyor. Kişisel arşivlerimiz evrensel hale geldi ve umuma açıldı diye kabul ediliyor . Hayatımızın anlık görüntüleri ne kadar da  birbirine benzemeye başlıyor. Getty images gibi görsel bankalarda bulamayacağınız görsel malzeme bize sanki yok gibi geliyor . Tarihin en iyi saklanan sırları ve fotoğrafları bile artık yaygın bir şekilde yayınlanıyor. İtalyan Chiara Caterina “The After image” serisiyle 10 yıldır topladığı slideları  ve internetten topladığı görüntülerin birbirleriyle olan çapraşık ilişkisini ortaya koymuş. Bu iki görsel kitlesinin diyaloğu insanla makine arasındaki diyalogu çağrıştırıyor. Hollanda’dan Arjan Nooy &Anne Geene ise insanın beynini yitirebileceği güzellikte bir seri ve 400 sayfalık bir kitapla gelmişler. Kitabı hiç tereddüt etmeden alıp fotoğrafa dair düşüncelere daldım. İnsanı fotoğraf felsefesine zorlayan bu çalışmada U adlı fotoğrafçı hiç bir fotoğrafçının beceremediği kadar çok çeşitli konularda fotoğraf çekiyor ve çok değişik tarzlarda fotoğrafları bir araya getiriyor. Bu karakter Flaubert’in Buvard et Pecuchet adlı romanındaki karakterlere benzer. Türkçeye “Bilir bilmez” adıyla çevrilen ve Can yayınlarından çıkmıştır. Romanda yüzeysel bilgilerle kendilerini  herşeyi bilen insanlar gibi gösteren, hiçbir şeye derinlemesine ilgi duymadıkları halde daldan dala atlayan ve bu yüzden sık sık rezil olan iki küçük bujuvanın komik hikâyesinin anlatıldığı bir romandır. Sanatçılar sanki bazı insanların da bu tarz fotoğraf çekmeye düşkün olduklarının farkına varmışlar gibi anlaşılıyor.

Chiara    Caterina
Chiara    Caterina

                             Chiara    Caterina

Arjan Nooy &Anne Geene
Arjan Nooy &Anne Geene

                               Arjan Nooy &Anne Geene

KENDİNİ ARAMA

Fotoğrafçı çoğu bize dış dünyayı gösterir ama fotoğraf makinesinin  fotoğrafçıya dönüp fotoğrafçının kendisini gösterebilme özelliği de vardır. Fotoğrafçı bugün derinlemesine araştırmalar yaparak, kendi köklerini, geçmişini, kültürünün sorguluyor. Aile içindeki bir gizem, çoğu zaman bu projelerin başlangıç noktasını oluşturur. Çocukluk ve gençlikle bağlantılı bazı hatıralar da  buradaki gibi bazı fotoğraf serilerini ortaya çıkartmaktadır. Bu proje ve serileri ben merkezci çalışmalar olarak görmemeliyiz. Bunlar sanatçının hem kendisini hem de çevresini daha iyi anlayabilme yolunda attığı adımlarıdır.

Gerçek bir tutkuyla, sanatçı kişisel tarihinin bir bölümünü fotoğraflarla ortaya çıkartıyor. Duyarlı ve deneyimli sanatçı, fotoğrafçılığı içgörüleri için kullanıyor ve bunları bize sunuyor. Fransa’dan Nathalie Déposé “La Frontière” adı serisiyle bize İspanyadan göçen dedesinin Fransa’da bulduğu anneannesiyle olan hayat hikayesini anlatıyor. Aile fertlerinin fotoğraflarını toplayan sanatçı bulduğu fotoğraflardan herkesin farklı hikayeler çıkardığını vurgulayan başka bir öykü anlatmış. Tayland kökenli İtalyan fotoğrafçı Alba Zari ise hiç tanımadığı babasını kendi fotoğrafları üzerinden bulmanın yollarını aramış. The “Y” adlı çalışma insanı gerçekten duygulandırıyor. Hiç tanımadığı babasının izini sürerken onun esas babası olmadığını esas babasının Los Angeles’te evsiz barksız bir kişi olduğunu tesbit ediyor. Bunun üzerine kendi fizyonomisi üzerinden babasının üç boyutlu avatarını oluşturuyor. İlginç hem de çok ilginç.  

Nathalie Déposé                
Nathalie Déposé                

Nathalie Déposé                

  Alba Zari

  Alba Zari

FOTOĞRAF ARAŞTIRMALARI

Artık fotoğraflar eskisi kadar duvara asılmıyor. Bu nedenle bazı fotoğrafçılar gözlerimizi karşıya sabitlemek yerine hareket ettirmeye çalışıyor.

Bu bölümde, fotoğrafçılığın ötesine geçmek isteyen fotoğrafçılara yer verdik.  Bu sanatçılar geleneksel biçimde çalışmak istemiyorlar.  Çalışmalarını başka boyuta taşımak, hiyerarşilerden, perspektif ve uzay kaygısından uzaklaştırmak isteyen fotoğrafçıların işleri bu bölümde görülebiliyor.

Yaratıcı sanatçılar, artık çalışmalarının formatını kendileri belirliyorlar ve bunu bize sunuyorlar. Biz kabul edelim veya etmeyelim bu işler sergide gözümüzün önündeler. Perspektif ve sergileme kaygılarının ön planda olduğu anlaşılıyor. Neredeyse mimari bir yaklaşım, objelerin birlikteliği, üstüste bindirme  ve dekupaj teknikleri uygulanmış. Sanki burada çok daha fazla sanatsal kaygılarla yoğrulmuş ve neredeyse bir enstalasyona yakın işler ortaya çıkartılmış.

Bu deneysel çalışmaların her biri, sanki fotoğrafın duyusal karakterini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Burada  fotoğrafın sanatsal yönü genişletiliyor ama sanatın fotoğrafik eserin yani fotoğrafın önüne çıkmasına izin verilmiyor.

Belçikalı Jeroen  de Wandel “Amygdala” adlı çalışmasında (Amygdala tıp dilinde ve latince bademcik anlamına gelir) duygusal ve travmatik hatıraların beyindeki tam yerini göstermeye çalışmaktadır. Bazı anılar hafızamıza kazınırken bazıları yavaş yavaş yok olur giderler. Çifte pozlamalarla hafızamızın katmanlarına gönderme yapmış. 

Finlandiyalı Niina Vatanen “Time Atlas” projesinde çeşitli kaynaklardan elde ettiği görsellerle ve sezgisel mantığını kullanarak çok ilginç ilişkileri yakalamış. Zaman algısı sorgulayan bir seri ortaya çıkartmış.

Jeroan de Wandel
Jeroan de Wandel

Jeroan de Wandel

Niina Vatanen
Niina Vatanen

Niina Vatanen

Ne yazık ki Corona virüsün aldığı binlerce canla birlikte bu festivalde hiç bir ziyaretçinin karşısına çıkamadan fotoğraf tarihine gömülüp gidecek. Karantinada kaldığımız bu günler bize evde macro fotoğraf veya obje fotoğrafçılığı ile ilgilenme, fotoğraf tarihini veya kütüphanemiz koyup yıllardır bakamadığımız fotoğraf kitaplarımızı inceleme fırsatı veriyor. Ama sonsuza kadar da sürmesini arzu etmeyiz. Biraz da dışarı çıkıp sokak fotoğrafçılığı veya manzara fotoğrafları çekmek ruhumuza iyi gelecektir. Umarım yaz mevsimine bu dileklerimi gerçekleştirebiliriz.     

Giacometti; Kaybolan eserlerin peşinde…

Giacometti; Kaybolan eserlerin peşinde… Mehmet Ömür  Fotoğraflar; Bülent Özgören ve Giacometti arşivi Bu iki Henri Cartier Bresson fotoğrafını HCB severler iyi tanırlar. Giacomettinin fotoğraflarıdır. Ünlü heykeltraş ve sanatçı Giacometti geçtiğimiz asrın en önemli sanatçıları arasında sayılır. Geçtiğimiz hafta Giacometti Vakfı-Enstitü adlı müzeye/atölyeye davet edildim. Bu çok da iyi oldu çünkü yıllardır Paris’e gidip gelmeme ve Giacometti ve sanatına çok hayranlık duymama rağmen burasının hiç bilmediğim bir yer olduğunu fark ettim. 5, Rue Victor Schoelcher, 75014 Paris adresindeki bu mekana müze demek doğru değil (zaten vakıf da muhtemelen bu yüzden enstitü demiş) çünkü çok küçük ve yaşamı boyu içinde çalıştığı atölyesi dışında 4 büyükçe odadan oluşuyor.  Giacometti’nin kendi atölye binası yıkıldığından atölye olduğu gibi bu binaya taşınmış. Aslında burası daha önce Paul Follot adlı bir dekorasyon sanatçısı tarafından atölye olarak kullanılmış. Vakıf tüm binayı alıyor ve burada dönem dönem Giacometti’nin eserleri sergileniyor.  Alberto Giacometti ve ” Küçük Adam” 1926-1927 Anonim fotoğraf Alberto Giacometti, 1901’de İsviçre’de Stampa şehrinin Borgonova adlı köyünde doğmuştur. Babası Giovanni Giacometti Alberto’nun kendisi gibi bir ressam olmasını istediği için onu sanatla ilgilenmeye  teşvik ediyor. Sanatçı önceleri ailenin ve  arkadaşlarının portrelerini çiziyor. 1922 de Paris’e gelmeden önce Cenevre’deki Güzel sanatlar akademisine gidiyor . Paris’te kübizm, afrika sanatı ve yunan heykellerini keşfediyor  ve “La Grande Chaumière Akademisi”nde çalışmaya başlıyor. Heykellerini başlangıçta alçıdan yapıyor ve daha sonra bronza döküyor. Académie de la Grande Chaumière, Paris’te özel bir sanat okuludur. Giacomettinin Paris’te yaşadığı dönemde Parisin sanat merkezi Montparnasse’dır. Akademiyi Giacometti gibi bir  İsviçreli olan Martha Stettler kurulmuştur. 1926’da Giacometti Montparnasse bölgesinde 46 rue Hyppolite-Maindron’da 23m2 lik küçük bir atölyeye taşınıyor. Ve ölene kadar bu atölyede çalıyor. Başarılı kariyeri ve eşi Annette Arm onu bu küçük ve konforsuz atölyesinden kopartamıyor.  Kendisinden 13 ay küçük kardeşi Diego’yla arası çok iyi olan  Alberto, kardeşini 1927’de yanına alıyor ve onu atölyesinin karşısındaki bir binaya yerleştiriyor. Diego’da sanatçı ve Giacomettinin bir çok işinde yardım ediyor. Dieogo aynı zamanda abisine modellik de yapıyor. 1929 da Kadın, ve Erkek ve Kadın adlı heykellerini  yaptıktan sonra Giacometti, Joan Miró ve Jean Arp aracılığıyla gerçeküstü akımı ile tanışıyor. 1929’da Tristan Tzara, René Crevel, Louis Aragon, André Breton, Salvador Dalí, André Masson ile tanışıyor. 1931’de resmen Paris sürrealist grubuna katılıyor. René Crevel, Tristan Tzara ve André Breton’un kitapları için gravürler ve çizimler yapıyor. Grubun dergilerinde yazılar da yazıyor. 1930 da La Boule adlı heykeliyle Giacometti ilk “sembolik nesnesini” yaratıyor. Aynı yıllarda Giacometti: “Yıllardır sadece aklıma düşen heykeller yaptım; Hiçbir şeyi değiştirmeden, ne anlama geldiklerini merak etmeden kendimi onları uzayda çoğaltmakla sınırladım. Hiçbir şey bana bir tablo şeklinde görünmedi” diyor ve sanat anlayışını belirliyor. 1934 de “Görünmez Nesne” yi yapıyor ve ardından André Breton’u büyüleyen bir dizi sürrealist heykel yapıyor. Sürrealist eserlerinin çoğu, sanatçının yaşamının son on yılında yaptığı bronz eserlerdir. Endişe, hayal gücü, belirsizlik, şiddet bu heykellerin en önemli özelliklerindendir. Giacometti sürekli heykellerini üretir ve yok eder. Bazen konularını tekrarlar, gerçekliği “görme” denemeleri yapar. Baş, büst, ayakta, hareketsiz veya hareketli figürler onun takıntılı konularındandır. Bıkıp yorulmadan, tüm yaşamı boyunca sürekli üretir. Hayatının sonuna kadar heykel ve resim çalışmalarına devam eder. Ünlü sürrealist yazar André Breton Giacometti’nin ve eserlerini çok beğenir ve bunlar hakkında sürekli güzel yorumlar yapar. Ancak Giacometti, Breton’un 1947’de Maeght galerisinde yaptığı  Sürrealizm sergisine katılma önerisini kabul etmez. 1946/1947 yıllarında, Giacometti yeni stilini, uzun boylu ipliksi figürleriyle ortaya koyar. “İşaret Eden Adam” bu dönem bronz işlerinden bir tanesidir. Alberto Giacometti, 1949’da Annette Arm ile evlenir. 1950’deki Pierre Matisse galerisindeki sergisi için Giacometti, en ünlü bronz  heykellerini üretir: Kaide üzerinde dört kadın. Jean Paul Sartre, 1948 de Giacometti’nin New York’taki sergi açılış yazısını yazar. 1954 yılında Sartre sanatçıya başka bir referans metni daha yazar. Aynı yıl Giacometti, portresini çizdiği ünlü Jean Genet ile tanışır. Genet de “Alberto’nu atölyesi” adlı eserini yazar. Alberto Giacometti 1966’da İsviçre’nin Choire şehrindeki kanton hastanesinde ölür. Cesedi Borgonovo’ya nakledilir ve anne-babası ile aynı mezara gömülür. Eşi Anette 1993 te ölene kadar Giacomettinin eserlerini koruma altına almaya çalıştı ve sonunda 2003 yılında kamu yararına Giacometti Vakfı Paris’te kuruldu. Montparnasse’taki Giacometti Enstitüsü, küçük ve çok sevimli bir Art Deco konağında bulunuyor. Bu binadaki temel unsur heykeltraşın yaşam boyu çalıştığı atölyesi. Burada yaklaşık elli eser, heykel, resim veya sıklıkla yayınlanmamış çizimler keşfediyoruz. Bu eserlerin arasında şimdiye kadar hiç görülmemiş eserler var. Örneğin “Kafes”. Jean Paul Sartre’la arkadaşlığı onun heykelini yapmaya kadar gitmiştir. Jean Genet ile arkadaşlığı ise yazarın Balkon adlı eseri üzerine yaptığı çalışmalarla  sonuçlanmıştır.. Atölyesi İsviçre çakısına benzetilir. Küçük, kompakt ama maksimum kullanışlıdır. Sanatçı öldüğünde eşi geride kalan her şeyi büyük bir titizlikle korumaya almıştır. Sigara tablasındaki izmaritleri bile halen durmakta ve izlenebilmektedir. Bu atölye çok önemli sanatçı ve düşünürleri misafir etmiştir. Fırçalar, terebentin şişeleri daha neler neler, her şey yerli yerindedir.  Atölyeden sonra üst kattaki bölümleri gezdiğimizde sanatçının gölgede kalmış çizim defterlerini ve yok ettiği bazı eserlerinin fotoğraflardan yola çıkılarak yeniden yaratılan 3 boyutlu örneklerini görüyoruz. Çok fazla eser yok ama olanlar en önemli eserlerinde. Örneğin;1926 da yaptığı alçıdan Kompozisyon adlı eseri ve “Küçük adam” adlı eseri. Tabii insanın aklına bu eserlerin yeniden yaratılıp sirkülasyona sokulması bunun etik olup olmadığı sorunu getiriyor. Burada bir kaç çizim defterinin de sergilenmiş olduğunu görüyoruz. Tahta, bakır ve metalden “Sürrealiste Obje” si. Yeniden yaratılan “Oiseau Silence” yani “Kuş Sessizlik” adlı eseri. Brassai’nin fotoğrafladığı “Tahta Kafes”, alçıdan “Yürüyen Kadın”  ve “Manken” adlı eserleri. Stanley Tucci’nin “Son Portre” adlı filmi, ressam ve heykeltıraş Alberto Giacometti’nin  yaşamının son yıllarına adanmış bir film. Sanatçıyı sevenler, tanımak isteyenler önce bu filmi izlemelerini öneriyoruz. Daha sonra da Giacometti vakfının o nostaljik atmosferindeki muhteşem heykeller karşısında gözlerine bayram ettirsinler. Alberto Giacometti, Sürrealist obje, 1932 Fondation Giacometti, Paris Sergi ve Giacometti Vakfı enstitüsünden çeşitli görüntüler

GÖRÜNTÜ SÜPERMARKETİ

Geçtiğimiz hafta Jeu de Paume fotoğraf müzesinde Peter Szendy’nin küratörlüğünüde “Görüntülerin Süpermarketi” adlı bir sergi açıldı. Sergi artık hesaplanamayacak miktarlarda üretilen fotoğraflar konusunda bazı  sorulara cevap arıyor.

Walter Benjamin’den önce yaşayan  Alman sanat tarihçisi ve kültür teorisyeni Aby Moritz Warburg(1886-1929) Benjamin’den önce bu konuya girmiş ve görsellerin izlediği yollardan bahsetmişti. Warburg bu harekete  “Görüntü göçü demiş, göç yollarından bahsetmiş hatta bunların araçlarından, otomobillerinden ve toplu ulaşım vasıtalarından söz etmiştir.

Peter Szendy ise bu düşüncelerden yola çıkarak iconomi kelimesini türetmiştir. İconomi, görüntünün ekonomisi ve dolaşım hatta değiş tokuş yollarına gönderme yapıyor.

Bu gün artık görüntüler doğrusal artış değil üstsel artış gösteriyor. Bu ne demek oluyor?

Doğrusal artışı sezgisel olarak kavrayabiliyoruz. Ancak üstel artış söz konusu olduğunda birçoğumuz doğru çıkarımlarda bulunamıyoruz. 

Günümüz dünyasının fotoğrafa doymuş durumda olduğu anlaşılıyor.

Bu kadar çok fotoğraf üretildiğine göre birçok sorun da ortaya çıkıyor.

Bu kadar çok fotoğraf nerede saklanılacak, nasıl yönetilecek, nasıl aktarılacak?

Bu fotoğraflar hangi yolları izleyecekler, ağırlıkları ne olacak, akım hızları nasıl ayarlanacak, bu fotoğrafların değerleri nedir ve ekonomiye katkıları nasıl anlaşılacak.

Sayıları, hareketleri ve akışları ölçülmeyecek derecede görselle karşı karşıyayız. Her allahın gün inanılmaz sayıda fotoğraf ve video üretiliyor ve devreye giriyor. Bu devasa fotoğraf yükününün tek bir fotoğrafı nasıl çekilebilir? Bu mümkün müdür. Sergi bir anlamda bu soruya kafa yormamızı istiyor. 2000 yılında Kodak firması o fotoğrafın icad edilmesinden o güne kadar çekilen fotoğrafların 80 milyar olduğunu duyurdu. 15 yıl sonra 2015 yılında bir araştırma şirketi 80 milyarın 15 katının yani 1 trilyondan fazla fotoğrafın çekildiğin saptadı. Her gün sadece sosyal medyada 3 milyar fotoğraf paylaşılıyor. Belki bunun on misli ise paylaşılmıyor ve hard disklerde kalıyor. Siz çektiğiniz fotoğrafların kaç tanesini paylaşıyorsunuz? bilmiyorum Ama  ben sadece 100 de birinden azını paylaşıyorum. Bu şekilde bir hesap yaparsak 2000 yılına kadar çekilen sayıda fotoğrafı artık bir günde çekiyoruz.

Peter Szendy’nin bu konuyla ilgili kitabından yola çıkılarak dünyanın dört bir köşesinden gelen 40 kadar sanatçının 60’tan fazla eseri ile hazırlanan beş bölümdeki bu sergi bizi günümüz fotoğraf üretimi ile ilgili düşünmeye yöneltiyor. Aşıtı fotoğraf üretimi genel ekonomiyi nasıl etkiler? Fotoğraf stoklarının artışı ölçülebilir mi? İşçiliğin azalması sorun yaratır mı? Kripto para neye çözümdür? Bu sorulara kim cevap verecek?Fotoğrafçı mı iktisatçı mı? Her şey inanılmaz bir süratle gelişiyor ve değişiyor. Ekonominin görüntüsü sanki görüntünün ekonomisinden bahis ediyor. Önlü arkalı bir kağıdın iki yüzü gibiler.

Sergide beş bölüm var; Stoklar, Hammaddeler, Çalışma, Değerler, Change yani değiş dokuş.

Stoklar bölümünde Andrea Gursky’nin  devasa eseri ile karşılaşıyoruz. Gursky bu eserinde “Amazon” adlı 2016 yapımı bu fotoğrafta Amazonun dev depolarını ele alıyor.

Müzenin tüm duvarları Even Roth adlı fotoğrafçının fotoğraflarıyla tüm döşenmiş.

Ana Vitoria Mussi “Por um fio” adlı eseri ile 22.000 negatif filmi dökülen bir şelale şeklinde enstelasyon olarak sergilemiş.

Geraldine Juarez ise bir ayna üzerine “Getty images”  logosunu basarak bütün görsellerin bir data bankasına gideceğini vurgulamak istemiş.

Bu bölümdeki son eser Zoe Leonard’ın 2018 yılı işi;  “Nasıl güzel görüntü elde edersiniz”  ile değişik dönemlerin fotoğraf depolama uygulamalarına gönderme yapıyor. Diğer taraftan yıllar öncesinden ünlü rus sanatçı Kazimir Malevitch’in sanat tarihi içinde görsellerin nasıl hareket ettiklerini gözler önüne seren eserlerini de görme fırsatı da buluyoruz.

İkinci Bölüm hammadde bölümü olarak adlandırılmış.  

Bu bölümde  Minerva Cuevas’ın Ufuk II adlı 2016 işini görüyoruz. Burada vurgulanan petrolün dünyamızı ve görüntüyü nasıl kirlettiği üzerine bir çalışma.

Jeff Guess 2011’de ürettiği “Addressability” adlı çalışmasında günümüz görüntülerindeki  piksellerin  yerine gönderme yapıyor. Değişik rezolüsyonlarla  görüntülerin nasıl yığılıp dağıldığını gösteriyor.

Thomas Ruff internette bulduğu renkli manga görüntülerini dağıtarak 2002 yılında yaptığı  “Substrat 8 II” adlı işini bu sergiye koymuş

Üçüncü bölüm İş ve Çalışma bölümü. Bu bölümde Martin Le Chevallier  2017’de yaptığı “Clickworkers” adlı eseri ile dijital alanda çalışan işçilerin nasıl bir zincir kurduğunu ve # larla “Like”  larla görüntünün uzaktan nasıl işlendiğini gösteriyor. Bu konuya daha 1923 yılında Laszlo Moholy-Nagy “Telefon görüntüleri” adlı eseri ile ilk girişi zaten yapmıştı.

Yine bu bölümde Aram  Bartholl 2017 işi “İnsan mısınız?” adlı eseriyle devasa bir CAPTCHA Görüntüsü koymuş 

Dördüncü bölüm; Değerler bölümü

Hans Richter’in 1928’de enflasyona ayırdığı para konulu kısa filmden sonra  2010 da Máximo González’in tedavülden kalkan paralarla oluşturduğu devasa duvar enstelasyonları kadar tekrar eden bir görsel motifi bu bölümde izliyoruz.

Para günlük hareketleri kontrol eder konusuna yaklaşıma gönderme yapan eserler bu bölümde bulunuyor. Robert Bresson, paraları kavrayan ellerin koreografisini yapar (Para, 1983).  Ünlü fransız fotoğrafçı Sophie Calle, ATM lerdeki güvenlik kamerasından aldığı görüntülerden insanların paraya bakış anlarını yakaladığı  ilginç video ile karşımıza geliyor. 

Kripto para finans için olduğu kadar sanat için de çok önemli bir durum yaratıyor. Yves Klein, altın ile çek haline getirilmiş “görsel hassasiyet zonlarının” değiş tokuşa soktuğu eserini sergiliyor.

Wilfredo Prieto iki ayna arasına yerleştirdiği 1  doların aynadaki görüntüsünü çoğalttığı eseri ile ilgimizi çekiyor (One Million Dollar, 2002).

Beşinci bölüm; Değiş-tokuş.

Bu bölümde William Kentridge’in hazırladığı yavaş sayfa çevirme hareketini görüyoruz  (İkinci El Okuma, 2013).  Richard Serra’nın çalışması ise  (El Yakalama Lideri, 1968) düşen paraları tutma videosu olarak kar

şımıza geliyor. Aslında hareket eden her şey görünür hale geçer de diyebiliyoruz.. Trevor Paglen okyanus dibindeki görüntüleri yüksek hızla taşıyan kabloları fotoğraflamış. Martha Rosler’in “Cargo Cult” adlı eserinde bizi görüntürlerden oluşan malların taşınmasıyla karşı karşıya bırakıyor.

Sonuçta sergide  ziyaretçiyi iki soru bekliyor: Martin Le Chevallier’in önerdiği görüntü aslında planlı yavaş yavaş bir eskime mi değil mi sorusu bir tarafta duruyor(Obsolete Heroes, 2019). 

Diğer soruyu ise  Hiroshi Sugimoto’nun (ABD Play House, 1978)  adlı eseri soruyor. Bu eser her yıl Paris-Photo fuarı sırasında sergileniyor. İkon bir fotoğraf. Bu fotoğrafın öyküsü şöyle; Hiroshi Sugimoto bir akşam New York’ta Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nde fotoğraf çekerken, kendisini halüsinasyona görüyor sanır. Aklına düşen soru şudur; ”Farz edelim ki bütün bir sinema filmindeki görüntüleri tek bir karede çekiyor musunuz?   Aslında bu sorunun cevabı basittir “Parlayan bir ekran elde edersiniz.” Bu kareyi elde etmek için sinemalar gidiyor ve çekimler yapıyor. Kendisi bu fotoğrafı oluştururken yaşadıklarını şöyle anlatıyor; “Bir öğleden sonra East Village’da geniş formatlı bir kamerayla ucuz bir sinemaya girdim. Film başlar başlamaz, B ayarında deklanşöre bastım. F değerini yüksek tuttum. İki saat sonra film bitince, deklanşöre tekrar bastım”. O akşam filmi banyo ettiğimde gördüğüm şey hayalimin  gerçekleştiğini bana gösteriyordu. Karşımda bembeyaz bir ekran ve simsiyah bir sinema salonu vardı! Fotoğrafın gösterdiği acaba sonsuz süratin bir sonucumu? Sonuç olarak sergi ve bu sorular bizde oldukça karmaşık duygular uyandırıyor.

Jeu de Paume fotoğraf müzesindeki “Görüntülerin süpermarketi” adlı serginin bizi görüntüler üzerine felsefi düşünmeye sevk eden tematik bir sergi olduğunu düşünüyorum. Fotoğrafla düşünsel boyutta ilgilenen, neden fotoğraf çektiğini sorgulayanların mutlaka görmesi gereken bir sergi olduğuna inanıyorum.

Artık görüntülerin bir çoğu bir makine tarafından üretilip bir başka makineye gönderiliyor. Örneğin parka giren araçların plaka numaraları, veya alış veriş merkezlerinde müşterilerin ürün satın alırken veya incelerken yüz ifadelerini kaydeden kameralar. Bu görüntülere “Aşeropoyet” yani insan eli değmemiş görüntüler de deniliyor.

Sonuçta “Görünmez görsel kültür” ortaya çıkıyor yani bilgimiz olmadan görünürlük giderek üretiliyor, yönetiliyor ve sömürülüyor. Bu görünmeyen görsellerin de bir yaşamı hatta bir ekonomisi olduğunu da vurguluyor Peter Szendy.

Tüm bunlar görüntüler arasında bir taraftan bir tarafa zıplayan, dolaşan, sallanan göz hareketlerimizi geliştirmektedir. Peki bunun sonunda göz neyi görür neyi göremez. Gölgede kalan görüntüler hangileridir. Gizli ikon ekonomisi nasıl işler. Sorulması gereken daha onlarca soru var.

Sergiden çıkarken kafamızdaki fotoğrafa dair soruların da miktarı artmış olduğunu hissediyor ve bu duygularla müzeden uzaklaşıyoruz.

Aklımıza yine o soru takılıyor; Walter Benjamin yıllar önce “Geleceğin cahilleri, alfabeyi sökemeyenler değil fotoğraf çekemeyenler olacak” ama kendi fotoğraflarını okuyamayan fotoğrafçıyı da cahil saymak gerekmez mi?” demişti. Dünya sanki yazan ama yazdığını okuyamayan insanlarla doluyor.