Yol günışığından bir roket… Eskiden çok eskiden..

–       Günaydın! G20 ye mi geldin?

Ha! Ah!, uf!, zorla gözlerimi açıyorum, omzum ağrıyor. Uzun kuyruklu, alacalı kahverengi tonlarda, uzun tüylü, sevimli bir sincap gözlerimin içine bakıyor

    – Hoş geldin, adım Lucy. Bana adımla hitap edebilirsin.

Şaşkınım…

–         Günaydın Lucy, ben neredeyim?

–         Tam Central Park’ın ortasındasın. Biz sincaplar buraya takılırız. Paraşütünü açamamışsın… Yoksa böyle düşmezdin. Ama en güzel yere düştün. Hadi gel buradan çıkalım. Kapının önündeki Sinderella’nın arabasıyla gezdireyim seni.

Central Park’ın 5 Avenue ye açılan kapısından çıkıyoruz. Sinderella’nın arabasını atlar çekiyor. Kulaklarının üzerinde rengârenk tüyler, uzun püsküllerle süslenmiş atlar ve atlı arabalar…

Bir tanesine atlıyoruz.      Plaza Hotel’in Türk bayraklarıyla süslü kapısının önünden geçip Parkın etrafında turalıyoruz. Lucy bana sokuluyor.

–         Buraları çok severim en çok meşe palamudu burada!

–         En güzel meşe palamudu burada, en güzel yemekler nerede?

–         Le Bernardin, Per Se, Porter House, Gramercy Tavern, Babbo, Nobu daha bir sürü var. Sen paradan haber ver. Ha sahiden, paran var mı?

–         Sen merak etme hallederiz….

–          O zaman gel SoHo ya gidelim….

Beni Metro ya indiriyor. İtalyan mahallesinden yeryüzüne çıkıyoruz. Güneş gözümü alıyor. Duvarlar grafitti dolu, gökyüzü masmavi. Gökyüzünde bir helikopter görüyorum. Lucy kuyruğunu oynatıyor pilotun yanındayız, Lucy bir omzumda bir kucağımda… Birbirimizi çok sevdik.  Pilot – ne güzel bir çift oluşturmuşsunuz diye iltifatta kusur etmiyor.

–         Tanışalı 2 saat oldu diyorum. En güzel fotoğrafı nerede yakalarım.

Aşağıyı gösteriyor…

–         Manhattan köprüsüne git oradan Brooklyn Köprüsünü çek, köprü en güzel oradan görünür.  Hudson nehrinin üzerindeyiz. Burada göç kapısı Ellis adasını, Özgürlük Anıtını tanıyorum.

–         Kim tanımaz ki onları diyor, Lucy

–         Amerika özgür mü? Diye soruyorum.

–         Bu kadar göç olmasaydı olurdu diyor.

–         Anlaşıldı sen Yahudi komşuya da tahammül edemezsin.

–         Bizim buraların yarısı Yahudi, biz onları severiz onlar da bizi idare eder, diyor.

Arka sırada Renkkörleri Adası, Karısını Şapka Sanan Adam romanlarının yazarı Oliver Sacks’la selamlaşıyoruz.”Müzik ve beyin”  konulu konferans vermeye gelmiş buraya. 

–         Konferansa gelmezsen darılırım diyor.

–         Bakarız diyorum. Lucy ile biraz işimiz var da…

Helikopterden atlıyoruz. Brodway’e iniyoruz. Hair müzikalinin son biletlerini alıp içeriye dalıyoruz. Good Morning Starshine ve Aquarius şarkılarının 1979 yılı Milos Forman filmi aklımda. Lucy gözlerini kapıyor. Erotik sahnelerden rahatsız oluyor, sahnede ot içiyorlar. Çıkıyoruz.  

Akşam yemeğinde Lucy Le Bernardin’e yerimizi ayırtmış bile. Teşekkür ediyorum. Kulak kepçemin köşesinden bir fırt dişliyor. Bana da marine Japon salatalık eşliğinde Kampachi tartar ısmarlıyor. Çok beğeniyorum uzun kuyruğunu okşuyorum. Gurme menüyü keyifle bitiriyoruz. Şarapları onlar seçmişler.  Tatlar damakta kalıcı olarak yerlerini buluyor. Mutluyuz.

–         Dur daha bitmedi Blue Note’a “cafe cognac” içmeye gideceğiz. Manhattan Transfer’i dinleyeceğiz.

Manhattan Transfer Chris Rea ya adadığı albümün tanıtımını yapıyor. . Louis Armstrong veya Nat King Cole’u dinlemeyi tercih ederdik. Buraya en çok onlar mı yakışırlar? Daha niceleri var; Duke Ellington, Billy Joel, Simon ve Garfunkel, Norah Jones, Jennifer Lopez, Mariah Carey, Barbara Streisand, Sammy Davis Jr. İlk aklıma gelenler….

Sabah kafama bir meşe palamudu fırlatarak uyandırıyor. Gezecek daha çok yer var, diyor.

Sabah sabah bir sergiye götürüyor. 

–         Sincap olmak daha iyi, bak sizinkiler Çin’deki mahkûmlara neler yapmışlar. Paris’te protestolar nedeniyle kaldırılan sergide ilginç görüntülerle karşılaşıyorum. Herkesin yüreğinin kaldıramayacağı görüntüler. Damarları bırakıp tüm diğer dokuları yok etmişler bir kadavrada. Havada dünyanın etrafına iki defa dolanacak uzunluktaki kırmızı damarları  görünüyor eski canlının ama vücut yok ortada. İlginç sanat eseri olarak kabul edilebilir. 

–         Kalp dışında burada her şey var diyor, Lucy. 

South Street Seaport tan Pier  17 yi gezerek yukarı doğru yürüyoruz. Oradan yönümüzü İtalyan mahallesindeki festivale çeviriyoruz. Bir ölümlünün görebileceği en büyük etin nasıl piştiğine şahit oluyorum. 

–         Lucy, iştahım kaçıyor. 

Lucy ile Türkçe anlaşıyoruz. Bizim Türkçe konuştuğumuzu gören bir kaç Türk yanaşıp Lucy den yanak alıyorlar. Her taraf insan kaynıyor. İsveçliler, Hintliler, çekik gözlüler, obezler, sarı benizliler, Aids’liler, gayler, zenciler….. 

–         Lucy, kurtar beni….

Lucy beni deniz taksiye atıp Brooklyn’e çıkarıyor. Nat King Cole’un evine götürüyor. Bu güzel şehre ait şarkıları dinliyoruz baş başa….

Belki neler dinlediğimizi merak edersiniz diye şuraya yazıyorum.

 Neil Diamond’dan” I Am, I Said“, ”  Jennifer Lopez’den “Jenny From The Block” , Stevie Wonder’dan “Living for the City” ,  Ricky Martin’den “Livin’ La Vida Loca”,  Suzanne Vega’dan “Ludlow Street” ,  Paul Simon’dan “Me and Julio Down by the Schoolyard” , The Rolling Stones’dan  “Miss You” ,  Bee Gees’den  “Nights on Broadway” , Marianne Faithfull’dan “Penthouse Serenade” , Lou Reed’den “Perfect Day” , Bob Dylan’dan “Positively 4th Street” , Kenny G’den” Tribeca” ….. 

Paramız azalınca Lucy beni Wall Street’in soğuk gökdelenleri arasında bir ATM ye götürüyor. İçinde dünyanın parası var görüyorum. Azıcık alıyorum. Aslında şehir para dolu… Lucy gökyüzünden paralar yağdırıyor. Kendimi “Lucy Harikalar Diyarında” hissediyorum. Lucy beni çok güzel gezdiriyor. Luna parktan çıkarıp kitapçılara sokuyor.. Barnes &Nobles’den çıkıp Borders a giriyoruz. Ben kitap alıyorum. 

Paul Auster’in “Moon Palace”, J. D. Salinger’in “The Catcher in the Rye”, Tom Robbins’in “Skinny Legs and All”romanlarını seçiyorum. Yolda okurum.

Oku oku adam olursun!!!! Lucy benimle dalga geçiyor. Geçen hafta SoHo dan ve Beşinci caddeden çıkaramadığı Füsun hanıma şehri gezdirememiş. So Ho dünyanın moda merkeziymiş.

Lucy beni sinemaya götürüyor. Dünyanın sorunlarına karşı hassas kılmak itiyormuş. “Fuel” filminde bu büyük ülkenin dünyanın  petrolünün % 2 sine sahipken % 30 unu harcadığını öğreniyorum ama şaşırmıyorum. Sinema çıkışında fıstık dağıtıyorlar. Bu yüzden beni bu filme getirdiğini anlamakta güçlük çekmiyorum. Gala’nın kalabalık görünmesine katkım oluyor. Ben fıstığa itiraz ediyorum.

–         Ben Buffalo Wings ve Bloody Mary isterim

–         Tamam, sana bir “spesiyal” yaptırıyorum…

–         Lucy, yoruldum dönelim!

–         Olmaz , “Babbo”’ da yer ayırttım diyor, Lucy. 

Hatırlıyorum Meral Demirel de  bu restoranı önermişti. Daha sonra evinde DVD seyredecekmişiz. Sağlam filmleri varmış Lucy’nin. Washington parkının köşesinde Babbo’da  makarna ve şarap ziyafeti çekiyor rehberim bana… Aklıma Gilbert Becaud ve onun sevgili rehberi Nathalie geliyor. Ben de Lucy ye bir şarkı yakabilir miyim acaba?

Lucy’ye şarkı sözü yazamasam da İstanbul’a gelirse Çiya’da kebap yemeğe götüreceğime dair söz veriyorum. Ayrılacağız diye hüzünleniyoruz.

Ona film seyretmeye gidiyoruz.

Evinin duvarlarında komşularının fotoğrafları asılı.. Kimler yok ki. Woody Allen’i, John Travolta’yı, Susan Saradon’u,  Jack Nickholson’u  ve daha birçok tanınmış simayı seçiyorum.

 Önüme bir sürü film DVD si atıyor: “Marathon Man”  “Hello, Dolly”, “West side Story”, “Midnight Cowboy”,” French Connection”, “The Godfather”, “Akbabanın üç günü”, “King Kong”, “Taxi driver, Saturday Night Fever”, “Manhattan”, “Sophie’nin Seçimi”, “Bir zamanlar Amerika”,  “Radio days”, “Wall Street”, “Ghost”,  “Kadın Kokusu”.

–         Seç bir tanesini seyredelim…. Bu filmler bizim mahallede çekildi.

Bir film seçiyorum ve  kendi mahalleme, mahallime dönüyorum………

Fikret Mualla; bir Ressam….

Çizmeye başlayınca Paris’te Pigalle’i

Pigalle’deki gezen kadınları

Kadınların ellerinden tutan çocukları

Çocukların ellerindeki balonları….

Rengarenk ah ne renk….. 

Saygı sana Mualla Fikret…

Fenerbahçe’nin ilk sol açığı Hikmet Topuzer’in yeğeni Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödemeye çalışan Duyunu Umumiye’nin ikinci müdürü Mehmet Ekrem Mualla’nın oğlu Modalı Mustafa Fikret Mualla. Babası daha sonra Saygı soyadını alır. Saint Joseph ve Galatasaray Liseli. Dayısı gibi futbolcu olmak isterken sağ ayak bileği 12 yaşında kırılınca ilk travmasını alır.. Ayağı bir yıl alçıda kalır, sonrasında da elinde yürümesine engel olmayan bir ayak kalır ve yaşam boyu aksak yürür. Bir keresinde  şöyle der:  “Bir Alman kadın sevmiştim… Akıllısın, zekisin ama çirkinsin hem de topal” diyerek reddetti beni… Ben de kendimi içkiye verdim.” Kadınlarla arasının iyi olmamasını  sadece bu aksaklığına bağlamak yetersiz kalır diye düşünüyorum.. Mutlak başka nedenleri de vardır.

Annesi kız olmasını arzu etmiş ve onu hep kız gibi süsleyip giydirmiş ve aşırı derecede üstüne düşmüştür. Ne yazık ki bu kadar kuvvetli duygu bağı ile bağlı olduğu annesini 15 yaşında iken eve kendi taşıdığı İspanyol gribi hastalığından kaybedince ikinci darbeyi yer.  Fikret Mualla’ya göre ”annesinin kırkı çıkmadan” babası kendisinden sadece 4 yaş büyük bir akraba kızı ile evlenir. Sakatlığının üzerine anne kaybından sonra eve üvey anne gelmesi dertlerinin üstüne tüy diker. Sinirli ve isyankardır. Üvey anneyi döver, babaya el kaldırır. 

Babası evladına faydalı olsun ve evden uzaklaşsın diye genç yaşında mühendislik eğitimine İsviçre’ye gönderir ama Fikret Mualla mühendis olmak istememektedir. Özgür ruhu nedeniyle mühendislik yerine Almanya Münih Güzel Sanatlar Fakültesini bitirir ve ressam olarak 1928 de Türkiye’ye döner. Ayvalık’taki resim hocalığını ”Elektrik olmayan yere resim hocası gerekmez” diye terk eder. Galatasaray’daki resim hocalığı da uzun sürmez. Beyoğlu’nda devamlı olay çıkarır. Birkaç karakol macerasının ardından polis korkusu içini sarar. Sevmediği, beğenmediği insanlara ”leblebici”demeye başlar. Ruh sağlığı iyice bozulmaya başlamıştı. Teknik olarak sevmediği bir Atatürk fotoğrafına laf etti diye Bakırköy Akıl ve Ruh hastalıkları hastanesine kapatılması genç ressamı derinden yaralar. Aslında hapishane ve hastane arasında tercih yapılmış kendisine hastane uygun görülmüştür. Zamanın ünlü doktoru Mazhar Osmanın kontrolünde, ve ünlü şairi Neyzen Tevfik’in komşuluğunda hastanede misafir edilmiştir. Ama yine de bu misafirlik uzunca sürmüş ve paranoyalarını derinleştirmiştir. Hastaneden çıkar çıkmaz dostu Fikret Adil’e teslim edilir. Orada da barınamaz, birkaç iş tutar, daha çok çıngar çıkarır. İzmir fuarına yapacağı işi son güne bırakır, Suadiye plajında yediği havyarı  paltosuyla öder. Yaşamı boyunca sınırlarda dolaşır durur.

1938  de babasını kaybedip ve mirasa kavuşunca biraz rahatlamış ve Paris’e gitmeyi aklına koymuştu. 1939 da 2.Dünya Savaşı öncesi Paris’e göçtü. Gidiş o gidiş 1967 de öldü. Kemikleri arzusu üzerine 1974 de Fransa’dan alınıp Karacaahmet mezarlığına getirip defnedildi.

Fikret Mualla yaşamı sırasına mutluluğu ve hak ettiği yeri bulamamışlar sınıfından bir ressam. Van Gogh gibi, Utrillo gibi, Modigliani gibi ama Picasso gibi değil. Eserleri gizemli ama tam. Renkler ve kompozisyonlar mükemmel. Çağdaşlarından etkilenmemiş bir ressam. Diğer birçok ressamdan etkilendiği tek yön şarapla ilişki, kuvvetli bir ilişki içinde. Bu kuvvetli ilişkinin temelinde muhtemelen çocuklukta geçirdiği derin yaralar var. Bir de üzerine pisi pisine Bakırköy Akıl Hastanesine uzun süre kapatılmasını koyarsanız tüm yaşamını korkular içinde geçirip kendisini ucuz şarabın kollarına bırakmasını anlarsınız. 

Çevresiyle daha rahat iletişim kurma aracı olarak da, resmiyle arasında katalizör görevi yaptığı içinde şaraba yakın duruyor Mualla. Kendisiyle birlikte şarap içmiş hala hayatta olan arkadaşlarının söylemesi hiç beyaz içmemiş ünlü ressam. Şarap siparişleri de gerek Montparnasse’daki Rotonde veya  Dome’da olsun gerekse Saint Germain’de La Palette’de olsun sadece “bir kırmızı getir garson”a indirgenmiş. Hiçbir zaman “Bana bir Grave, bir Brouilly veya Mercurey getir” gibi derin beklentileri olmamıştır.

Günün koşullarıyla da uyuşan anarşizme yakın duran bir özgürlük anlayışı var. Paris’teki bohem hayatının temelleri Almanya’ daki eğitimi sırasında atılır. Roma, Yugoslavya ve İsviçreyi gezer. Munch, Nolde, Klee’yi incelediği ve ekspresyonizme yakın durduğu anlaşılmaktadır. Ama bu ekspresyonizm anlayışı Fikret Mualla’nın özgürlüğünden bir şeyler götürmez. Her ne kadar Toulouse Lautrec’e benzetip, kopya çekti diye hakkını yiyenler varsa da bugün artık Fikret Mualla’nın özgür sanatının önünde herkes şapkasını çıkartmaktadır.

Fikret Muallanın Paris’e geldiğinde resim için şöyle dediğini düşünüyorum. ”Artık yalnız değiliz. Sen ve ben dünyanın kendisiyiz. Ve dünya hiçbir zaman olmadığı kadar büyük ve güzel görünüyor. Bunu ressamımıza sıradan bir şarap ve pastis söyletmiş olabilir ama olsun. Kadınlardan kıskandığı için resimle arasına bir kadın bile sokmayan Fikret Mualla resim yapmadan ve şarap içmeden bir gün bile geçirmedi diyebiliriz. Sabah saat 6 da tuvalinin veya küçük resim kağıdının karşısına geçer saat 10 kadar çok süratli çizip boyayarak çalışır sonra gelsin kırmızı… Tabii çoğu Bistro’larda içerdi. Evde içtiği ve polis komuşunu kalaylayacak sarhoş olduğu da olurdu tabii ki. “ Vasat bir ressam hiç olmasa da olur” diyerek devamlı çizdiğini de düşünüyorum kendisinin. Hayatıyla ilgili en geniş çalışmaları Orhan Koloğlu ve Hıfzı Topuz yaptılar. İkiside hacimli birer kitap yayınladılar. Kırmızıyı ne kadar sevdiğini kitaplardan anlıyoruz. Ama ayrıntılar daha az. Bu kadar sevdiği kırmızının Bordeaux’dan gelenini hiç mi sormadı veya Bourgogne’dan? Pastis’te içtiği de olurdu ama kırmızı şaraba bu denli bağlı olmasının  nedeni neydi? Yaşamında iki şeye tutkuyla bağlıydı; resmine ve kırmızıya…

1953 yılının 10 Nisanı ile 14 mayıs tarihleri arasında tuttuğu resimli notlar Parisin ünlü Akıl hastanesi Sainte Anne’ı nasıl da hakettiğinin belgesidir. “Çakallar”‘ın kol gezdiği defterde uçuşan fikirler, küfürler, korku belirtileri, kopuk cümleler birbirini kovalar gider.

Renkleri kendi renkleri, desenleri ve konuları da kendi konularıdır. Bistrolar, kafeler  barlar, oyuncular, çalgıcılar, Pigalle’de gezen bayanlar, balonlu çocuklar, natürmortlar konuları arasındadır. Renkleri parlak ve güçlüdür. O kadar karanlık bir yaşamın içinde insan bu kadar rengi nasıl görür? Bu sorunun cevabı da şarapta yatar.

Resim yapmadan önce içtiği dönemler  var. Yaptıktan sonra içtiği dönemler de Pastis’de sevdiği içkidir ama baş tacı yaptığı her zaman kırmızı şaraptır. Almanya ‘ya gitmeden küçük yaşında İstanbul’da şaraba başladığı anlaşılıyor. Evden çok meyhaneyi mekan tutuyor.

Sonuçta Fikret Mualla’nın iki sevgilisi vardı. Resimle ve şarapla yaşadı. Kadının resmine zarar vereceğine inanmıştı. Bulabildiğinde günde asgari 2-3 şişe şarap tüketti. Parasızlığı nedeniyle hep isimsiz ucuz şarapları içti. İsimli en çok içtiği şarapta yine zamanın en ucuz şarabı Chianti idi. Bu şarap o kadar ucuza üretiliyordu ki şişe parası bile ucuza gelsin diye dünyanın en ince şişesin konuyordu. Kırılmasın diye de hasırla kaplanıyordu. Fikret Mualla’nın resimlerinde sıkça rastladığımız Fiasco denilen şişlerin tek marifetleri ucuz olmalarıydı.

Fikret Mualla Van Gogh ve Toulouse Lautrec’e sadece delilikleriyle benzer. Resminde kimseyi taklit etmedi. Tamamen  kendi kişisel tarzını ortaya koydu. Çok ve uzun mektuplar yazdı gençliğinde. Alman yazar Shiller’le ilgili bir kitap yazdı. Schiller’le çok benzer tarafları vardı, veya o öyle olması için özen gösterdi. Kendisini ona benzetmeye çalıştı. Ona benzedi ama istemeden daha çok benzediği kişi ünlü Fransız empresyonist Maurice Utrillo oldu. Suzanne Saradon oğlunun kimden olduğunu hiç bir zaman söylemedi. Alkolle bağlantısı Fikret Mualla kadar güçlü

Fikret Mualla’nın kendine has sanatı o yıllarda pek anlaşılamamıştır. Önce Bedri Rahmiden dinleyelim:

Fikret’in 1930 ile 1936 arası resimleriyle  Pariste zaman zaman yaptığı resimler orta derecede bir ressam başarısını aşan işlerdir. Bir parça resim kültürü olan kişi bu resimlerden birisini görür görmez dikkat kesilir. Onun öteki resimlerini görmek arzusu duyar. Size şu kadarını büyük bir emniyetle söyleyebilirim ki Fikret Mualla kadar resim yapan ecnebi ressamların hepsi yaptıkları iş sayesinde paşa gibi değilse de bey gibi yaşamaktadırlar. Fikret Mualla onların 1954 te ulaştıkları ustalığa 1936 da ulaşmıştı. Böyle olduğu halde niçin bir türlü rahata kavuşamadı. Niçin bir çok istidatlara layık olduğu değeri veren Paris ondaki değeri bulup çıkaramadı. Kabahat kimde? Bence kabahat alkolün tel tel çözüp bıraktığı sinirlerde. Fikreti gündelik hayata bağlayan  akıl tellerinin kıldan ince kılıçtan keskin bir duruma gelene kadar aşınmasında. Bu aşınmanın göze batan tarafı şu:

  • Ben iyi bir ressamım. Cemiyet benim kıymetimi bilmeli, beni bağrına basmalı. Beni şımartmalı. Benim irili ufaklı taşkınlıklarıma göz yummalı. Ekmek elden su gölden yaşamalıyım. Hiç kimseye hesap vermeye borçlu değilim. Cemiyete canım ne isterse onu veririm. Buna karşılık da canım ne isterse onu alırım. “ düşüncesindeyi Mualla.

1950‘lerde bile Paris’in veremediğini, 1930 larda Türkiye’nin vermesini beklemek tabiiki hayalcilik olur. O günlerde toplumumuz modern sanata açılmada daha emekleme çağındaydı.

Aslında durumun tam da öyle olmadığını Bedri Rahmi’nin dediğine uymadığına 64 te Fikret Mualla için sergi açan zamanın ünlü galeri sahibi Bassano dan da dinleyelim. Fikret Mualla’nın açılışına katılmadığı sergi için yazılan yazıdan izleyelim Türkiyede kıymeti bilinmeyen “Halis” ressamın geldiği yeri… 

12 Kasım -15 Aralık 1964 tarihleri arasında açık kalan serginin tanıtım yazısında Bruno Brassano şöyle demiş:

“Onu on yıl kadar önce Rue de Seine bistrolarından birinde tanıdım. Kısa boyu, geniş yapısı ile bir sirk ayısını andırıyordu. Deniz gibi şeffaf gözleri vardı. Dağınık kır saçları, kalın dili, büyük dudakları, soluk yüzü alkolün tahrip ettiği bir kişi intibasını  uyandırıyordu. Ancak kılık kıyafeti düzgündü, açık renk kadife elbisesi vardı. Yakası açık gömleği bir boğa boynuna benzeyen boynunu ortaya koyuyordu. Küçük meyhane, güzel sanatlar okulunun öğrencileri, ressamlar ve esnaf doluydu. Pek gürültülü idi içerisi. Fakat bizimki, tek başına susuz, saf içki dolu kadehi önünde oturuyordu. Yalnızdı ve daima yalnız kalmayı tercih ederdi. Sözün kısası hiç kimseye önem vermezdi. Kendi kendine konuşan bu tuhaf adam kimdir diye düşünüyordum. İlgilenmek üzere yaklaştım. Kendisi ile konuşmaya başladığım zaman beni tanıdı. Halbuki ben on hiç tanımıyordum. Ona bir yerde nasıl tesadüf ettiğimi hatırlayamadım. Aslında bunun ehemmiyeti yok!

“Bu meyhanede tesadüfen buluşma sonucunda eserleri hakkında bende büyük ilgi uyandı. Güçlü, yarı tatlı, yarı acı, sert, yakıcı merhametsiz, soytarı resimlerine karşın hayranlık duydum. Bu hayretim geçtikten sonra zavallı bana eski afişler ve ilanlar arkasına yapılmış yağlı boya rulolarını gösterdi. Gözlerim kamaştı. Bana öyle geliyordu ki bu ilan kağıtlarına yapılan resimlerden, bir gece volkanın alevi gibi gözleri kamaştıran renkler fışkırıyordu. O günden itibaren bu adamın resimlerine daha da hayran oldum. Kendisine gaipten ilhamlar ve sesler gelen bu adam, daima hayal görüyordu. Deliydi ama ben bu delinin eserlerini sevmiştim. Aslında bu adamlar normal çizgini dışına çıktıkları için biz onlara deli diyoruz. ….

Bugün onun eserlerinden derlediğim parçalarla bir sergi açmış bulunuyorum. Adına “Paris’in Aşağı Tabaka Ressamı Mualla” deyişimin sebepleri vardır. Toulouse – Lautrec gibi Mualla bizi merkezinden fırlamış, yolundan sapmış kusurlu Paris’in aşağılık taraflarında gezdiriyor. Bize adi şehri tanıtıyor. Bu umumhane resimlerine , meyhane alemlerinin iç yüzünün tasvirlerine bakın.! Bunların hepsi gerçek, gülünç, trajik, facia sahnelerinden örneklerdir. İşte bu sebeple bizimki Toulouse – Lautrec’e benzemektedir.Yalnız zamanımız başka olduğu gibi, Mualla’nın kullandığı vasıtalarda başkadır. Bunlar insan ruhunu heyecanlandırmakta ve seyredenleri uzun müddet düşündürmektedir.Bunun içindir ki kendi kıymetini bilmeyen ve eserlerinin herhalde kendisinden sonra yaşayacağını sezmeyen bu sanatkara ben, biraz melankolik gözüyle bakıyorum.”

Fikret Mualla Bassano’ya bir cevap mektubu yazar. Kendisinini de bu anlamlı yazıya verdiği cevap da tabii ki ressamca ve Fikret Muallaca olmuştur…

“Sevimli mektuplarınızı ve basında  hakkımda  çıkan eleştirilerin kupürlerini aldım. Bunları okuduktan sonra bu mektubuma ekli olarak iade ediyorum. Beni “Sarhoş – Deli” diye nitelemekle bir parça merhametsizce davranmış olmadınız mı?  Evet her zaman bütün dünya tarafından baltalandım. Paris gerçekten bir rezillik. Ve çanak yalayacılar, sahtekarlar ve ipsizler beni soydular.! Pek çokular, Nihayet.

Size en iyi samimi dilekler temenni ederek Allaha ısmarladık diyorum.”

Picasso’ya “Sizi tanımıyorum” diyen bir kişilikten başka ne beklenir ki…

Fikret Mualla’nın hüzünlü öyküsü burada son buluyor. Eğer o da yaşamında Picasso gibi sanatını kanıtlayabilseydi muhtemelen o günün en güzel Margaux’larını Petrus’larını Premier Grand Cru’lerini tadardı. sanat tarihi benzer örneklerle dolu. Fikret Mualla da bunlardan biri olarak tarihe geçmiştir. Nur içinde yatsın.

Tıpda En Önemli 10 Buluş ve Gelecek

Yaşamlarını insan sağlığına adamış Amerikalı 2 doktorun yazdığı “Tıbbın en büyük 10 buluşu” adlı kitaptan yola çıkarak önümüzdeki yüzyılda bu on buluşu geçebilecek kadar önemli bir araştırma olacak mı diye düşündük. İnternette biraz gezip sağlıkla ilgili dergilere göz attık. Gen mühendisliği iyiye kullanıldığında, önemli buluşlar ortaya çıkabilir izlenimi uyandı. Önce California’dan Friedman ve Standford’dan, Friedland ‘a göre tıpta en önemli on buluş neymiş onlara bir göz atalım isterseniz …

Sonrada önümüzdeki yüzyılda bizi bekleyen yeniliklere bakarız. Yazarlar nelerin en önemli on buluş olduğuna, yaptıkları bir ankete göre karar vermişler. En önemli buluş olarak fizyolojinin babası olarak nitelendirdikleri William Harvey ‘in “kan dolaşımı” buluşunu kabul ediyorlar. Kronolojik olarak bakıldığında ilk önemli buluş Andre Vesalius ‘un anatomi çalışmaları. Vesalius’un kısaca “Fabrica” olarak bilinen “De humanis corporis fabrica” adlı büyük kitabında yayımladığı bilgiler asırlardır uykuda olan tıp dünyasını uyandırmaya yetiyor.

Diğer buluşlar arasında Antoine Van Leeuwenhoek ‘in bakterileri buluşu var. Tabii ki Robert Koch ve Louis Pasteur ‘ün bu buluşa katkılarından söz etmeden geçmek olası değil. Aynı Alexander Fleming’ in antibiyotiği buluşuna, Howard Florey ve Ernst Chain ‘in katkıları gibi. Bilim en güzel taraflarından biri de bu olsa gerek; yardımlaşma ve yararlanma. İnsülin ve kortizonun bulunması Nobel ödülü ile ödüllendirilmesine karşın en önemli on buluş arasına girememiş. Çünkü, örneğin anestezinin bulunması kadar geniş etki yaratmamışlar tıp dünyasında. Oysa Crawford Long’ un anesteziyi buluşu tamamen raslantı sonucu olmuş. Bir eter partisinin ertesi sabahı kırılmış bardakların sağını solunu kestiğini ama hiç acı duymadığını farketmiş. Edward Jenner ‘in aşıyı, James Watson ve Francis Crick ‘in DNA’ yı, Wilhelm Röntgen ‘in röntgeni, Ross Harrison’un doku kültürünü ve Nicolai Anichlov ‘un kolesterolü bulmaları da tıpta en önemli on buluş arasında sayılmış. Buluşların ortak yönleri Bu buluşların ortak yönlerine baktığımızda anestezi dışında antibiyotik, bakteriler ve röntgen tesadüfen bulunmuş. Ancak bu rastlantıların hiçbiri tamamen rastlantı değil. Leeuwenhoek günlerce gecelerce gözünü kırpmadan mikroskobunun başında durmasaydı bakterilerin çoğaldığını farkedebilirmiydi acaba? Yine Pasteur’ün ünlü sözüne geliyoruz “Şans ancak yetişmiş kafalara yardım eder”. Buluşların sosyal taraflarına baktığımızda yarısı demokratik ortamlardan çıkarken diğer yarısı krallıklarda olmuş.

En önemli on buluş arasında 4 İngiliz ve 1 Rus buluşu varken Amerika Birleşik Devletlerinde ve Hollanda’ da 2, Almanyada’da 1 buluş yapılmış. Buluşları yapanların hiçbirinin sponsoru olmamış. Leeuwenhoek, Jenner ve Long buluşlarını akademik ortamların dışında yapmışlar. Hiçbiri dahi değil! Buluşları yapanların karakterlerini incelendiğimizde hiçbirinin dahi olmadığı görülüyor. Yani Beethoven’in 5. Senfonisi gibi veya Leonardo da Vinci’nin La Jaconde’ u gibi entelektüel yapıdaki bir kişiye bir ilham sonrası mucize tarzında gelmiyor. Buluşları yapanlar da entelektüel yapıda insanlar ama izledikleri düşünce yolu tamamen normal bir yol. Ortak özellikleri arasında korkunç bir merak, çok iyi bir metod anlayışı ve araştırma tutkusunu görüyoruz. Yukarda bahsettiğimiz dünya tıbbının akışını değiştiren buluşlarını yaptıktan hemen sonra başka konularla ilgilenmeye başlıyorlar. Eşleri ve çocuklarıyla pek ilgilenmiyorlar. Hepsi yaşamlarında emeklerinin karşılığını alıyorlar (Nobel vs). Ama hiçbirinin aradığı şan şöhret para değil. Hepsi genç. Yaş ortalamaları 32. Sadece Röntgen 50 yaşın üstünde. 3 tanesi 30 yaşın altında. Jenner ve Long’ un neşeli ve uyumlu kişilikleri dışında hepsi sert ve birlikte seyahat edilemeyecek kadar egoist.

Bu şekilde bu güne kadar tıp alanında yapılmış en önemli buluşların özetini yaptıktan sonra gelelim önümüzdeki yüzyılda bizi bekleyen yeniliklere. Sağlığımızı ilgilendiren hangi konularda ne gibi araştırmalar yapılıyor, acaba bunlardan herhangi birinin yukardaki önemli buluşlar gibi tıbbın akışını değiştirmeye gücü olabilecek mi ? Son yıllarda yapılan sağlığımızı doğrudan ilgilendirebilecek araştırmaların önemli bir kısmı gen mühendisliği tarafından yapılıyor. Örneğin hücre içine genler sokularak hemofilide olduğu gibi bozuk genler düzeltilmeye çalışılıyor. Muz, domates veya patates içine gen enjekte edilerek bu meyve ve sebzelere mikroplara karşı koruyucu proteinler ürettirilmeye çalışılıyor. Bakalım çocuk reçetelerine muz yazıldığını görebilecek miyiz? Yine genetik manipülasyonlarla bazı sinekler tifoya karşı, bazı tahta kuruları ise Chagas hastalığına karşı immün sistemi kuvvetlendirebiliyorlar. Koyuna verilen bir gen sütünden albümin elde edilmesini sağlayabiliyor. Transgen hayvan denilen bu koyunlar sayesinde yanık hastalarının tedavisi kolaylaşabilecek.

Gen mühendisliğinin yardımıyla. Bu koyunları klonlayarak mucize süt veren bir sürüye sahip olmak da söz konusu olabilecek yakın gelecekte. Domuzlarda insan vücudunun reddetmeyeceği organların üretilmesi projesi rüya gibi gelse de üzerinde çalışılan konulardan. İleri teknolojiler insan sağlığı için çok önemli tanı ve tedavi araçlarının gelişmesini sağlamaya devam edecek önümüzdeki yüzyılda. Bilgisayar teknolojisi sanal endoskopiye şu anda bile olanak sağlıyor. Hekim bir aracın içindeymişçesine insanın hava borusunda veya bağırsaklarında dolaşıp tanı koyabiliyor. DNA mikro çipleri yardımıyla genetik araştırmalar 1000 kat daha hızlı yapılabilecek. Bu sayede anomaliler ortaya daha kolay çıkabilecek, kanser genlerinin nasıl çalıştığı anlaşılacak. Genetik testlerle kişinin kansere, kalb-damar hastalığına veya diabete yatkınlığı saptanabilecek. Bu durum hastalığa karşı önlem ve erken tedavi şansını getirirken, psikolojik sıkıntıları ve sigorta şirketleri ve işverenlerin kişilere bakışlarındaki önyargıyı da beraberinde getirecek. Bir saç telinden veya vücuttaki bir kıldan zehirlendiğimiz, vitamin yetmezliğimiz veya kansere yakalanmış olduğumuz anlaşılabilecek önümüzdeki yüzyılda. 

Tedavide de yenilikler bizi bekliyor.

İlaçların veriliş şekilleri kolaylaşıyor ve vücuttaki seyirleri takip edilebiliyor. Buruna yapıştırılan zamk gibi bir madde, damar içinde dolaşan binlerce bölmesi olan ve dışardan kumanda ile istenilen ilacın, istenilen bölgeye bırakılmasını sağlayan mikro çipler neredeyse piyasaya sürülme aşamasında. Elektronik ticaretten sonra elektronik ilaçlarda hayatımıza girmek üzere. Prototip Bostonda yapıldı bile. Halen menapoz ve bazı kalp hastalıklarında kullanılan yapıştırma bantları hafif bir akım eklenerek daha etkili duruma getirilecek. Daha değişik maddelerin daha fazla dozlarda deriden verilmesi böylece mümkün olacak. Farmakogenomik bilim dalı yardımıyla hangi ilaçları tolere edemiyeceğimiz veya hangi ilaçların bizde etkisiz kalacağı önceden bilinecek. Bize verilen ilaçlar buna göre düzenlenecek veya yeni ilaçlar geliştirilecek. Alzeimer gibi dejeneratif hastalıkların tedavisinde doku bankaları kullanılacak. Teknik açıdan büyük güçlükler ve etik kaygılar olmasına karşın insan embriyo hücre kültürleri bu konuda büyük ümitler veriyor.

Tütünden insan hemoglobülini üretilip bitkisel kan emrimize girecek. İnsan elinden daha hassas hareket eden uzaktan kumandalı robot cerrahi aletlerle çok daha başarılı ameliyatlar gerçekleştirilmeye başlandı bile. Hem de cerrah Antalyada hasta Zonguldakta olduğu halde. Bütün bunlar hayal mi yoksa önümüzdeki yüzyılda tıptaki en önemli buluşlardan biri olmaya aday projelerden biri mi bilmiyoruz. Bunu zaman gösterecek. Dileriz önümüzdeki yüzyılda insan tarihindeki en önemli buluşlar gerçekleşir. İnsanlar daha sağlıklı ve mutlu yaşarlar ve huzur içinde ölürler. Çünkü hiçbir buluşun insanı ölümsüzleştirmeyeceğini biliyoruz. Aynı filozofun dediği gibi ” mors certa hora incerta”, yani ölüm kesin saati belirsizdir.

(*) Friedman M., Friedland G.W.; Medecin’s 10 Greatest Discoveries. Yale University, 1998.

Yer Gök fotoğraf; Arles

Dile kolay 50 yıl. Bizim fotoğraf festivalimizin bir kaç yıl içinde dar boğaza girdiğini düşündükçe insan 50 yıl süregelen bir fotoğraf festivaline şapka çıkartıyor. Ama her yer sıcak, sıcak, sıcak; her yer fotoğraf. Fotoğraf sıcak duygular saçıyorlar ama sıcaktan eğrilmiyor dimdik ayakta duruyorlar. Hepsinin söyleyecek sözleri var.  Sivrisinekler bizi yemeğe çalışıyorlar ama fotoğraf aşkından sesimizi çıkartmıyoruz. Provence bölgesinin az ziyaret edilen ve savaş sonrası ekonomik sıkıntılar yaşayan bu küçük şehri nasıl dünyanın fotoğraf başkenti oluyor anlamakta güçlük çekiyoruz. Zaman zaman 35 derece altında bir sergiden çıkıp bir başka sergiye giriyoruz. Ama şikayet etmiyoruz. Ustalara fotoğraf kitabı imzalatıyor, konferans dinliyor, küratörleri ve sanatçıları rehberliğinde bir kaç sergi daha geziyor, gece Antik Tiyatroda görsel şölen yaşıyor, fotoğrafla yatıyor fotoğrafla kalkıyoruz. Bir fotoğraf severin başına gelebilecek en mutlu şey, açılış haftası boyunca burada olmak. Dünyanın en ünlü fotoğrafçıları, ustalar, fotoğraf editörleri, fotoğraf/sanat eleştirmenleri, fotoğraf küratörleri, müze yöneticileri, koleksiyonerler, profesyonel fotoğrafçılarla bir arada  olma şansı yakalanıyor. Tüm fotoğraf severler ve fotoğraf tutkunları bir araya geliyor ve fotoğrafla/fotoğraf sevgisiyle yaşıyorlar, fotoğrafı tartışıyorlar. Festivalin adı da zaten “Fotoğraf Karşılaşmaları”. Festival  2 ay boyunca sürüyor. Arles’da ve çevresinde tüm otel ve pansiyonlar aylar öncesinden dolmuş oluyor. Ancak 30-40 kilometre dışındaki bölgelerde kendinize yer bulabiliyorsunuz. 

Bu benim 4. festivalim, en görkemlisi. Diğer gelişlerim Workhshop’lar için olmuştu. 1 Hafta boyunca ustalarla çalışma olanağı bulmuştum. İspanyanın tek devlet sanatçısı ünvanlı fotoğraf sanatçısı Alberto Alex-Garcia, Claudine Doury, Lea Crespi’den öğreneceklerimi öğrenmiştim. 2 ay boyunca her hafta 3-4 değişik hoca 10 kişilik gruplara üst düzey kurslar var. Festivalin 3 katlı bu iş için asırlık bir okulu da var. Sadece  bu stajlar için kullanılıyor. Festivalin ayrıca her yıl anlaşma yaptığı önemli ve daha az önemli 20 kadar sergi ve yönetim noktaları var. Fanton denilen nokta karargah, tüm festival buradan yönetiliyor. Demir yollarının “Mekanik” denilen eski atölyeleri çok geniş bir mekan ve festivale hizmet ediyor. Ressam atölyeleri, kiliseler, resmi binalar, Van Gogh vakfı ve Mistral en önemli mekanlardan. Bazılarında değişik salonlarda  6-7 sergi aynı anda yapılıyor.

50 yıl için açılış konuşması yapan Susan Meiselas onur konuğu. Gogh vakıf binasının üst katını Suzan Meiselas ile Eva Arnold ve Abigail Heyman’a ortak sergi açmışlar. Konu ortak olduğundan sorun olmamış. Kadın zaten bu festivalin ana temalarından. Helen Lewitt sergisi en önemli sergilerden.  Bu festivalde kadın fotoğrafçılar dışında  vintage fotoğraf, Brut fotoğraf öne çıkartılmış. Asya konuları ve fotoğrafçılarının ağırlığı hissediliyor. Brut fotoğraf sergisi etkileyici Bruno Descharme adlı bir sinema yönetmeninin yıllarca topladığı 8000 brut fotoğraf koleksiyonundan seçilmiş fotoğraflardan oluşmuş. Brut fotoğraf fotoğraf dünyasının tanımadığı, sanat çevresi dışında kalmış az saydaki marjinal ve esrarengiz kişilerin yaptıkları işlerden oluşuyor. Marjinallerin hikayelerini anlatıyor. Son yıllarda öne çıkan fotoğrafçılara baktığımızda  bu fotoğrafçıların seçtikleri konularda da geceye akanların karanlık alanların ve  marjinal yaşamların öne çıktığını fark ediyoruz. Fotoğrafları da aynı şekilde low key çalışmalar.

Vintage fotoğraflara gelince ana sergi 4 katlı Ortiz vakıf binasındaki “What’s Going On” adlı sergi. Marvin Gaye’in sergiye adını veren önemli şarkısından yola çıkan sergi hem Motown plak şirketinin yaptıklarını hem de 70 li yılların felsefesini sorgulayan bir sergiye dönüşmüş. Obama Motown için “ Motown beni şu an olduğum adam etti” demiştir. Çok önemli… Marvin Gaye, Diana Ross, Stevie Wonder, The Jackson 5, Temptation, Four Tops ve Supreme plaklarının kapaklarının fotoğraflarından yapılan kolaj bizi o yıllara alıp götürüyor. Bir kaç şarkı beynimizde çalıyor; “Dancing in the street”, “I just call you to say I Love you”, “Papa was a rolling stone”, “Reach out, I will be there”, “Please Mr Postman” bizi alıp başka yerlere götürüyor. Fotoğrafın her zaman görüntü demek olmadığını çok daha fazla şeye hizmet ettiğini bilenlerdeniz.

Villa Bankemon’ da Andy Warhol, Robert Mappletrophe ve başka fotoğrafçıların 40X50 cm’lik dev polaroidlerinin olduğunu duyuyoruz  ancak villa her türlü etkinliğe kapalı. Ancak Polariod sponsorluğunda açılan bir galeride “30 years of Poloraid Photography by Robby Müller” adlı sergiyi geziyoruz. Serginin adı “”Like sunlight coming throught the clouds”. İlk çıktığında 2 kg olan Polaroid sanırız geri geliyor. Welcome Polaroid seni Vinyl plaklar gibi karşılarız. Pamuklara sararız.

Anonim Proje adlı sergi  2,5 yıl boyunca toplanan Kodakrom dialardan yapılmış bir başka sergi, Ressamlar evinde ve etkileyici.

Martin Parr 50 yıl için 50 kitap seçmiş. İlginç bir sergi  kitap sevenleri mutlu edecek cinsten. Martin Parr’ın bizim seçeceğimiz fotoğraf kitaplarının seçmeyeceği aşikardı zaten 10 tane kitabı ancak tanıyoruz. Cahilliğimize mi vermeli yoksa fotoğraf dünyasının dipsiz kuyu olmasına mı bilemedik doğrusu.

Festival için 50 yıl boyunca her yıl bir afiş üretilmiş 1985 yılının afişini ingiliz ressam  David Hockney boyanmış.

Yıldızı parlayan fotoğrafçılardan amerikalı Stacy Krenitz “fotoğraf beni yaşama döndürdü” diye slogan koymuş ama bence pek de etkileyici bir slogan olmamış. Fotoğraf bir şekilde hepimizin hayatını etkilemiyor mu, dönüştürmüyor mu? Bendeniz KBB doktorunu bu satırları yazan bir fotoğrafçıya dönüştürmedi mi? Stacy 10 yıl boyunca ıssız ve fakir Tenesse eyaletinin Appalaches bölgesinden getirdiği çarpıcı görselleri sergilemiş. Dokümenter lezzetindeki fotoğraflarda çoğu kendisini kullanmış.

Meiselas dışında onur konuklarından biri de Mohamad Bourouissa. Festival kendisine Monoprix büyük mağazasının 2 katını ayırmış, o da kendi retrospektifi sergisi olarak çok önemli işlerini taşımış. Çoğu video instalasyon ama Paris banliyösünün marjinal kesimi işe ilgili projeleri de var. Ayrıca 60 lı yıllar da projeler yapan Jacques Wildenberg’in eserlerini de kendi sergisine alarak onu da onurlandırmış.

“Home sweet home” sergisinde 30 ingiliz fotoğraf 40 ingiliz evi iç dekorasyonu ile görseller sergilemişler. Evler burjuva evlerinden New Castle işci evlerine kadar değişik bir yelpazeyi kapsıyor.

Geliyoruz Libuse Jarcovjakova’ya. Devasa Sainte Anne kilisesinde sergisi var. Çek Nan Goldin diye anılıyor kendisi. 70 li yıllarda Prag underground yaşamından sahneleri gözlerimizin önüne başarıyla sergilemiş. Çok etkileyici bir sergi. Festivalin yıldızlarından. 

Dikkatimizi çeken bir kaç sergi; Philippe Chancel’in “Datazone”u. Afganistan savaşları, Kuzey Kore diktatörü ve Fukushima’dan görseller sergileniyor.

Hatta Türk-Bulgar, Yunan-Makedon sınırlarının dikenli telleri de fotoğraflar arasında.

Diğer dikkatini çeken olay “Photobus” olayı. Genç Alman fotoğraf okulları öğrencileri aralarına başka ülkelerin öğrencilerini de alarak otobüslerinin dışını boyamışlar ve Arles’a doğru yola çıkmışlar. Otobüsü Place Major’a park edip dertlerini anlatmaya başlamışlar. Saman kağıdına bastıkları fotoğraf kitaplarını 10 euro ya satıyorlar. Bir alman öğrenci bizimle ilgileniyor ve bize kitabını ve Photobus’ü  tanıtıyor. “Bithch, I am drowning” adlı kitabını almadığımıza hayıflanıyoruz. Gençleri yüreklendirmek gerek. Ama her taraf fotoğraf kitabı dolu hangi birisini alalım ki? Aldık tabii ki. Festivalin kitabını, Fish Eye dergisinin  festival için hazırladığı kitabı hatta Arles fotoğraf festivalinin 50 yıllık serüvenini anlatan ve  kısa sürede tükenecek kitabını bile aldık. Al, al nereye kadar? Fransız komünist partisi binasının önünde devasa kitap tezgahında Merih Akoğul’un Montreal’de bir mevsim kitabını görmek bizi şaşırtmadı. Bizi şaşırtan onun hala Arles festivali tarafından davet edilmemiş olması. Türk fotoğrafçılarının dünya arenasında yerini alamaması bizi üzüyor. Zaman zaman türk fotoğrafçılarının isimlerini bazı uluslararası fotoğraf etkinlilerinde okumak, görmek yüreğimize su serpiyor. Arles’ın kıdemli türk fotoğrafçılarından Atilla Durak’ı bu sene açılış haftasında gözlerimiz aradı ve memlekete dönmek üzere gara giderken yakaladık. Neden Türk fotoğrafçılarının olmadığını şöyle izah etti. Baş vurmak , festivalde yar alabilmek için çaba sarfetmek gerek dedi. Bu Arles festivalinde türk fotoğrafçı sergisi göremedik ama Emeric Lhuisset adlı Fransız sanatçının sansürün yok ettiği medya için yarattığı gazeteyi bulduk. Sergisini gezdik taraflı politik mesajlarını aldık. Bazı gerçekleri yıllardır gerektiği gibi anlatamadığımız için hata yaptığımızın zaten farkındayız. Gazete/sergi 19 yerin gök yüzlerini ve bulutlarını gösteriyor ama altında olup bitenden haberimiz olmadığını da gözlerimizin içine sokmak ister gibi. Nereleri mi var; Sur, Silopi, Yüksekova, Şırnak, Hasankeyif, Nusaybin, Van, Trabzon, Taksim meydanı/Gezi, Demokrasi parkı/Ankara.

Festivalin sponsorlarına gelince kimler yok ki? Milli eğitim bakanlığından tutun, çeşitli devlet kurumları dışında Olympus, BMW, LUMA, Devlet demiryolları, Kering, Arte, LCI TV, Le Pointe dergisi ve Madame Figaro ve diğerleri…

Festivalle ilgili biraz rakam verelim. Başlangıçta 10 kadar sergi yapılırken 2002 de 45 e çıkıyor. Ziyaretçi sayısı 2016 da 140.000, geçen yıl 140, bu yıl en az 150.000. Ziyaretçilerin sergilere giriş sayısı 1,5 milyonu bulmuş. Yani ortalama 10 sergi geziyorlar. Bazıları benim gibi 20-25 sergi geziyor. Festivali Başkan’lar da ihmal etmiyor. Mitterand da gelmiş Macron’da. Festivale bir gelen bir daha geliyor yani alışkanlık yapıyor. Ziyaretçilerin 2/3 ü eski ziyaretçilerden oluşuyor. Resmi sergi sayısı 50 iken Voie Off diye bilinen paralel festival sergileri küçük makanlara taşıyor ve 160 sergi açıyor.

Bu yıl kadın fotoğrafçıların ön planda. Onur konukları  Susan Meiselas, Helen Lewitt, Sabine Weiss. Ödüllerin çoğu kadın fotoğrafçılara gidiyor. Dior genç fotoğrafçılar ödülünü Çinli 21 yaşındaki Gangao Lang’a variyor. 10.000 euro.  Geçen yıl ödülü Koreli Yoonkyung Jang kazanmıştı. Madame Figaro dergisi ödülünü “Les Vivants, les morts et ceux qui sont en mer” adlı projesi  ile yunan asıllı 40 yaşındaki Evangelia Kranioti alıyor. 8 tane çok önemli kadın fotoğrafçı arasından sıyrılıyor. Bu 8 fotoğrafçıdan Ouka Leele ve  Valerie Belin’in de sergilerini gezdik. Nefes kesici sergiler. Valerie Belin modellerinin yüzlerini boyayarak ve photoshop’u mükemmel kullanarak olağanüstü portreler ortaya çıkartmış. Ouka Leele ise siyah beyaz çektiği fotoğrafları boyayarak kendi imzasını atmış. Ouka dan da çok etkilendiğimi söyleyebiliriz. Festival de çok etkilenmiş olmalı ki Festival kataloğu için onun bir eserini seçmiş. Jürinin ne kadar  Evangelia’nın sergisi Chapelle Saint Martin du Mejan’da. Bize göre Festivalin incisi, lokomotif sergisi. Her fotoğraf bizi bir yerimizden yakalıyor, bir yerimizden yaralıyor. Komşu fotoğrafçı sinema eğitimi almış çok başarılı ve nefes kesici bir sergisi hazırlamış. Önümüzdeki yıllarda fotoğraf dünyasında sık sık ismini duyacağınıza iddiaya girebiliriz.

Arles Ulusal  Yüksek Fotoğraf okulunu kurmuş. Lise sorası master yapmak istemeseniz 2 yıllık bir eğitim. Öğrenciler işlerini Arles tren istasyonun karşısındaki spor salonunda sergiliyorlar. Görülesi işler var. İşler böyle yürüyor. Eğitim önemli. Festivalde bir nokta da bu konuda açılmış durumda.

Ünlü şampanya markası Roederer’in 15.000 euroluk ödülünü ise Macar Mate Bartha aldı. Kafasına torba geçirilmiş askerleri gösteren fotoğrafı ile bize bazı kötü anılar yaşattı. Aslında kafasına torba, kese kağıdı vs geçirerek çekilmiş kendini, kişiliğini gizleyen portre fotoğrafları son zamanlarda çok gözde. Festivalde de çok örneklerini gördük. Bazı fotoğraflarda ise fotoğrafın yüz kısmı yırtılarak veya silinerek kişilik dağılması anlatılmak isteniyor. Hepsi Arles festivalinde… Temmuz ve ağustos ayında açığız gelin bekleriz..

Fotoğrafın yazlık başkenti ; Arles festivalinin 50 yıllık geçmişi

Fotoğrafa meraklı olanlar Arles Festivali’nin adını bir şekilde mutlaka duymuşlardır.

Arles fotoğraf festivalin temelleri 50 sene önce zamanın önemli fotoğrafçılığından Lucien Clergue ve yazar Michel Tournier tarafından atılmıştır. Her yıl 100.000 kadar ziyaretçi ile dünyanın en önemli fotoğraf festivali olarak kabul edilmektedir. Bu sene 50. yaşını dolduracak festivalde yine her yıl olduğu gibi çeşitli kulvarlar mevcut. Bunlar arasında en önemlisi sergiler. Sergiler de kendi aralarında alt gruplara ayrılmış durumda. Örneğin davetli fotoğrafçılar sergileri. Yıldızı parlayan fotoğrafçılar sergileri, doğum günün kutlu olsun sergileri, sanal gerçeklik sergisi, “Öteki” fotoğraf sergisi, görüntü yapılandırma sergileri, yeniden okuma sergileri, yaşam alanları sergileri, “Vücudun silahtır” sergileri gibi alt başlıklar mevcut. Sergilenen önemli sanatçıları arasında sayabileceklerimiz şunlar Susan Meiselas, Berenice Abott, Helen Lewitt, Atwood, Murakami, Marten Parr’ın kitapları, Nan Goldin vb.

Temmuz ayinin ilk haftasında yani açılış haftasında Arles’ın büyük antik tiyatrosunda Suzan Meiselas konuştu bütün fotoğraf yaşamını anlattı.

Arles fotoğraf Festivali’nin kuruluşu ikinci Dünya Savaşından hemen  sonralara rastlar.  Kentin ünlü müzesi bombalanmış olduğu için için müzeye bağış toplama gereği vardır . Müze çağdaş sanatçıları davet eder, bu arada Lucien Clergue’i de fotoğraf bölümünü kurmak için davet eder.

Lucien Clergue’in görevi bir koleksiyon oluşturmaktır. Müzenin müdürü tarihçi Jean-Maurice Rouquette Lucien Clergue ile  birlikte bir mektup yazarlar ve 40 fotoğrafçıya gönderirler. Fotoğraflarından bazılarını müzeye hediye etmelerini isterler. 39 undan olumlu cevap gelir. Bunların arasında Paul Strand, Brassai, Robert Doisneau, Rene Burri, Man Ray, William Klein vardır. Bu ikili yanlarına yazar Michel Tournier’i de alarak 1970 yılında üç günlük bir fotoğraf festivali düzenlerler.

Ellerindeki koleksiyondan dört tane sergi çıkar. Bu yıl 50 incisi kutlanacak festivalin bir önemli yanı da festival fotoğraflarından bir serginin yapılıyor olması bu sergide çok önemli Fotoğrafçıların festival sırasında çektikleri fotoğrafları göreceğiz. Festivalin bu konuda çok geniş bir koleksiyonu olduğu biliniyor. Binlerce olduğu bilinen bu fotoğraf koleksiyonundan festivalde önemli bir sergi yapılıyor

Ünlü İngiliz ressam David Hockney 1985 yılı Festival afişini yapar.  Bu sırada Lucien Clergue’in çektiği fotoğrafları da görüyoruz. Andre Kertez Arles sokaklarını çekmeyi tercih eder. Manuel Alvarez Bravo ve başka bir çok önemli fotoğrafçı da Arles  fotoğraflarını festivale teslim ederler. Son zamanlarda Jane Evelyn Atwood 26 fotoğrafını koleksiyona katmıştır. Raymond Depardon geçen yılki sergisinden sekiz eseri festivale vermiştir. Savaş sonrası yıllarda Fransadaki ilk heyecan geçtikten sonra fotoğrafın merkezi New York’a ve Amerika’nın batı yakasına kaymıştır. Magnum ajansı daha çok röportaj ile ilgilenmektedir 1960’lı yıllarda fotoğrafçı olmak demek fotoğrafın sanatsal ve sosyal yönlerinden uzak durmak anlamına gelmekteydi. Provence bölgesinde Lucien Clergue de bu atmosferden etkilenmiştir. Buna rağmen New York daki MoMa çağdaş sanat müzesinde 27 yaşında ilk sergilenen Fransız fotoğrafçısı olma onurunu da yakalamıştır. Lucien Clergue Jean Cocteau ve Picasso ile arkadaştı. Clergue’in fotoğraf kitaplarında Cocteau ve Picasso’nun  desenleri vardır.  Ünlü şair Paul Elouard şiirleri de kitaplarını süsler. Lucien diğer kurucular gibi Arles’lıdır ve yoğun bir kültürel aktivite içindedir. Tarihçi arkadaşı Jean-Maurice Rouquette Reattu  müzenin müdürüdür ve müzede ilk fotoğraf koleksiyonunu yapan yöneticidir. Üçüncü arkadaşları ise Michel Tournier televizyonda prodüktördür, “Karanlık Oda” adlı sadece fotoğrafa adanmış bir program yapmaktadır. Bu üç Arles’lı entelektüel Belediyenin yaptığı festivalin içine üç günlük fotoğraf festivaline monte etmeyi başarırlar.

O tarihlerde müzelerde fotoğraf yoktur. Festival süratle adını duymaya başlar 1974’te Ansel Adams ve Jacque Henri Lartigue, Henri Cartier Bresson’u ve Brassai’yi ikna ederek festivale katkılarını sağlarlar. Bu festival basit bir fotoğraf kulübünün etkinliği değildir. Tam tersine festival Immogen Cunningham, Marc Riboud, Edouard Boubat, Jeanloup Sieff, Robert Doisneau gibi önemli fotoğrafçıların sergileriyle ilerler ve gelişir. Festival sırasında toplantılar, yuvarlak masa toplantıları ve münazaralar yapılır. Devletin fotoğrafı hak ettiği değeri vermesi için çalışmalar yapılır. Çünkü bu dönemlerde devlet fotoğrafla ilgilenmiyor ve bazı kültürel çevreler de fotoğrafı küçümsüyor hatta aşağılıyorlardı.

Arles Buluşmaları Festivali adı altında festival kurulduktan sonraki 15 yıl içinde Arles kasabası fotoğrafın başkenti olmayı başarmıştır. Bölgedeki bir çok sanatsever bu festivali maddi olarak desteklemiştir. Kurucular da ilk 15 senenin sonunda hala hayattadırlar ve aktiftirler ancak Clergue başkanlığı Bernard Perrine’e bırakmıştır ama her şeyi gözlemeye devam etmektedir. 1974 yılında Clergue’in yarattığı workshoplarla festival yerini sağlamlaştırmıştır ve katılımcı sayısı süratle artmıştır. Gilles Le Querrec, Marc Riboud, Abbas, Ralph Gibson ve Sebastiao Salgado festivali onurlandırlar. Festivale bazı fotoğraf editörleri ve galeri sahipleri gelip fotoğrafçıların fotoğraflarını inceleyip görüş bildirirler. Amatör ve profesyonellerin portfolyolarına bakılır yorum yapılır. Sergilerin sayısı artar. Izis, Lisette Model, William Klein, HCB, Manuel Alvarez Bravo, Willy Ronis onur misafirleri olurlar.

Ancak Arles fotoğraf festivalinin esas  ilgi alanı sunum geceleridir. İlk başlarda Reattu Müzesi’nin avlusunda yapılan geceler daha sonra Piskoposluğun avlusuna geçer. Seksenli yıllarda artık bu avlulara da sığamayan kalabalık antik tiyatroya taşınır. Sergilerde çok sayıda olduğu için müzelerden çıkıp şehrin değişik alanlarına ve değişik noktalarına taşınmak zorunluluğu ortaya çıkar.  Terk edilmiş kiliseler eski hastaneler ve benzeri binalar kullanılmaya başlanır. Bu şirin kasabada fotoğraf festivali 1982 yılında çok önemli bir gelişmeye sahne olur. Kasabada Milli Fotoğrafı Okulu açılır. Bu okulun açılması ardından Arles fotoğrafın başkenti haline gelir. Okulla festival arasındaki derin bağlar bir kazan kazan etkisi yaratır. İkisi birlikte  gelişmeye devam ederler. Seksenli yıllardan sonra festivalde biraz güç kaybı ortaya çıkar. Sponsorların azalması belediye ve basının eleştirileri kurucu başkanın geri çekilmesine neden olur. Yerine François Hebel sahne alır. Hebel henüz 28 yaşında bir gençtir. Sergi alanlarını çoğaltır. Demir yolları işletmesinin eski tren tamirhanelerini festivalin bünyesine katar. Kodak sponsorluğu ile  Annie Leibovitz, Nan Goldin, Georges Rousse gibi önemli isimleri festivale çeker.  Ancak Hebel çok yenilikçi olduğundan yıldırımları üstüne çeker, Magnum’dan aldığı teklifin de etkisiyle festivalden ayrılır. Daha sonraki 15 yıl içinde çok değişik sanat direktörleri arkası arkasına festivali yönetirler. Festival fotoğrafın tüm yönlerini ele alıp genel bir fotoğraf festivali olduğu için Paris’teki fotoğraf fuarıyla rekabet etmeye başlarlar. Ardından “Perpignan görüntü için vize” gibi tematik festivaller ortaya çıkar ve rekabet oluşur. Bu festivallerin hepsi Arles’ı örnek almışlardır.  Bazı festival yöneticileri sadece bir sene durur sonradan tekrar eski işlerine dönerler. Bunlar arasından Agnes Gouvon bir kaç ay içinde hazırladığı programla ekonomik durumu düzeltir. Aslında gelip giden tüm başkanlar kendi bakış acılarına, çevrelerinin de desteği ile festivale değer katmışlardır. Dünyanın bütün ülkeleri festivalde temsil edilmişlerdir. Gelmiş geçmiş başkanların  hiçbiri işletmeci değildir hepsi sanatla ve  fotoğrafla ilgili kişilerdir bu nedenle festival gırtlağa kadar borç içine girer. 2001’de kasabaya komünist  belediye başkanı seçilir. Bu belediye başkanı Herve Schiavetti ve  kurucu başkan Rouquette  festivale Francois Barré adlı üst düzey bir yönetici atarlar. Berré ise  Hebel’i yeniden davet ederek yeni bir iş tanımı ve çalışma programı yapmasını ister. Hebel 2014’e kadar 12 sene boyunca festivali yönetir festivalin mali işleri düzelmiş yeniden dinamizm kazanmış ve halkın gözündeki elit yeri normale dönmüş ve daha geniş kitlelere ulaşması sağlanmıştır.  Hebel Paris’teki Magnum ajansını yönetmiş ve Avrupa Corbis başkan yardımcısıdır, pazar araştırmaları yapmayı ve finansal bilançolar çıkartmayı çok iyi bilen, çevresi geniş etkili bir kişiliktir. Sergi sayısı 50 ye yaklaşır. Festivali profesyonel hale getirir bir bayram havasına sokar ve daha geniş kitlelere ulaştırır. Martin Parr, Raymond Depardon, Christian Lacroix ve Nan Goldin gibi ünlülerden ve çevrelerinden büyük destek görür. 2002 yılında festivale önemli bir ödül koyar. Dijital fotoğrafın festivaldeki yolunu açar. Yeni yeni yükselmekte olan ülkelerin fotoğraflarını tanıtmaya başlar, gece sunumları yerini tamamen sergilere bırakmıştır. Festivalin süresi de temmuzdan eylüle kadar uzamıştır. Daha önceleri resmi olmayan portfolyo okumaları Photo Review & Gallery aracılığıyla profesyonel hale getirilir. Profesyonellerle amatörler arasındaki portfolyo değerlendirmeleri dakikaya ve ücrete bağlanmıştır. Bu okumalar sırasında dikkati çeken portfolyolara sergi teklifleri yapılır. Daha sonraki yıllarda başka ödüller festival süslemeye başlar. Örnek Luma ödülü bunlardan biridir. 2013 yılında 83.000 kişi festivali ziyaret eder. Hebel ile Luma arasında demir yolları işletmesinin alanları yüzünden tartışma çıkar ve Hebel yardımcıları festivalden çekilirler. 2015 yılında Sam Stourdze festival başkanı olur. Genç Sam Stourdze daha önce Lozan Elize Müzesi’nin başkanlığından festival başkanlığına davet edilir. Sam sergiler için yeni yerler özellikle de tarihi mekanlar içinde farklı yerler keşfeder. Festival profesyonelce yönetilmeye başlar. Küratörler artar,  ulusal ve uluslararası kurumlarla ilişkiler geliştirilir. Burslar verilir, araştırmalar yaptırılır. Festival fotoğraf tarihini ön plana alır. Koleksiyonerlerle ilişkileri arttırır. Tematik sergileri tercih eder. Büyük ustaların retrospektif  sergilerini müzelere bırakır. Sam Stourdze daha çok dokümanter fotoğraf ve kurgu fotoğrafları üzerinde durur. Sergiler, arşivlere, amatör dokümanlar ve fotoğraf objeleri birbirlerine karışırlar. Sosyal sorunlar, tarihi anlar Sam’ın ilgi alanına girer. Şehrin belirli bir bölümünde seçilmiş 30 fotoğrafçının fotoğrafları duvarlara yapıştırılır. Festivalde sanal gerçeklik, video ve filmlere yer açılır.  Bu alana da hem bir yarışma hem bir ödüle atanır. Bunların dışında festivalde fotoğraf kitap çok önemli bir yer alır. 1000 metre karelik bir alanda “kitap köyü” denilebilecek büyüklükte yüze yakın uluslararası fotoğraf yayınevinin bulunduğu bir yer açılır. Sam Stourdze bir işletme mühendisi gibi Fransa ve uluslararası platformda ki fotoğraf potansiyelini görerek 40 yıllık festivalin gücü ile festivalin ağırlığını daha da artırır. Festivali Fransa’nın değişik noktalarına taşır. Çin’de paralel bir festivali için Çinli bir ortak bulur ve birlikte Arles festivalini Çine taşır. Günümüzde “Arles Buluşmaları festivali” 50 yıl sonra fotoğraf alanında çok önemli bir rol oynamaktadır. Kurumların fotoğrafı kabul etmesinde ve fotoğrafın geniş kitlelere yayılmasında çok önemli bir rol oynar. Arles’da kurulan Milli Yüksek Fotoğraf Okulunun mezunlarıyla ortaklaşa fotoğrafı dünyanın çeşitli yerlerine tanışmayı amaçlamaktadır. Kurucu başkan Clergue’in başlattığı kurslarla her yıl çok sayıda amatör fotoğrafçı profesyonel fotoğrafçılığa adım atar.  Arles festivali her yaz çok büyük heyecan yaratır  ve çeşitli sergiler ve aktivitelerle dünyanın fotoğraf başkenti olmayı fazlasıyla hak eder.

La Cappadoce de Mehmet ÖMÜR

Paris’te 11 rue de Belzunce 75011 ardesindeki Fotoğrafçılar evinde dün akşam açılışını yaptığım,”La Cappadoce de Mehmet OMUR” adlı Kapadokya sergime gelen, benim yüreklendiren tüm dostlarıma, UPP Profesyonel Fotoğrafçılar derneği başkanı Philippe Bachelier’e, Sergiler sorumlusu Michel Rager’e, Paristeki Türk başkonsolosumuz Barış Tantekin ve eşi Damla Tantekin’e, Pasha Tours sahibi Mümtaz Teker’e, Paris Anadolu Kültür Merkezi Başkanı Dr. Demir Onger’e, Fransa Türk Kültür Birlikleri Derneğin Başkanı Lütfi Bilgen’e, Çok değerli Müzik insanımız Neyzen Kutsi Ergüner ve eşi Arzu Erguner’e, Fehmi Yaramış’a, Paris Kültür Sanat Derneği Başkanı Ali İnan’a Fotoğrafçı Latife Solak Baudet’e, Sevgili kardeşlerim Lütfi Bilgen, Mustafa Şahin, Taylan Kunal, ve Uğur Can Erol’a, Arkadaşlarım Anne Marie Terel ve Füsun Tarhan’a ve Serpil Doğan’a, Fransız dostlarım  Mady Chabrier, Sylviane Laporte’a, Ressam dostum Farhad Ostavani’ye, Arkadaşım Ara Kebapcioglu‘na, güzel fotoğrafları çeken Hodri Meydan online haber ajansı sahibi Tansu Sarıtaylı‘ya, Mustafa Aslandoğu’ya, Dogan Elat‘a, İsmail Bosca’ya, La Petite Galerie sahibi Jacqueline Ustenel’e Galerinin sanatçıları Guillaume Tournebize’e ve Diane Nioche’a, Dostum Jean Baptiste’e, Anadolu radyo sahibi Ali Sarıca’ya, Sandra Chenu-Godefroy Serginin kürasyonunda yardım eden Julien Personnaz’a teşekkürlerimi sunuyorum.
Serginin hazırlanmasında ve açılışında büyük emeği geçen sevgili eşim Emel Ömür’e de sonsuz teşekkürler. O olmasaydı serginin bu kadar başarılı geçmesi mümkün olmazdı.
Not; Sergi sırasında tanıtımı yapılan “Cappadocia” kitabının hazırlanması sırasında tüm kitap tasarımını özel font yaratarak başarıyla tasarlayıp tamamlayan Mehmet Ali Türmen’e, fotoğrafların seçimini ve editörlüğünü yapan Fethi İzan’a ve kitabın mükemmel bir hassasiyetle basılmasını sağlayan Türkiyenin bir numaralı fotoğraf kitap matbaası A4Ofset sahibi Alparslan Baloğlu’na ayrıca sponsorlar Hadosan Fehmi Yazıcıoğlu, MEDİ ve Mahmut Kavran’a da teşekkürlerimi tekrarlıyorum. Onlar olmasalardı KİTAP, Kitap olmasaydı da bu sergi olmazdı.