Dorothea Lange

 

Her sonbahar gibi bu sonbahar da Paris, fotoğraf açısından canlılığını koruyor. Ekim’de Uluslararası Çağdaş sanat fuarının (FIAC) açılışından itibaren galeriler ve müzeler teker teker sergilerini açmaya başladı.  Fotoğraf dergisinin bu sayısına  ben de sizler için müze de Jeu de Paume’da açılan ünlü amerikan dokümanter fotoğrafçısı Dorothea Lange’ın retrospektif sergisini gezdim. Bu sergi Dorothea Lange’ın Paris’teki ilk sergisi değil. Ancak bazları hiç sergilenmemiş fotoğraflar dışında belgelerle de desteklenen, en önemli ve en büyük sergisi . Sergide daha önce pek fazla görülmemiş ikinci Dünya Savaşı sırasında amerikalıların amerikadaki japonları kapattıkları toplama kampları ile ilgili belgesel de izlenebiliyor. Amerikalılar japonlar Pearl Harbour’u bombaladılar diye böyle bir karar almışlar. Lange da bunu çok etkileyici karelerle belgelemiş.

Sergi 5 ayrı salonda 5 ayrı başlık altında geziliyor. 1.ci salonda 1932-34 yıllarına ait fotoğraflar var.Bu bölümün adı “Yaşantıma dokunanlar”. Bu yıllar portre stüdyosunu terk edip sokağa indiği yıllar. Çeşitli gösterileri fotoğraflar. “White Angel Bread Line” adlı fotoğraf bu bölümün baş eseri.

2.ci salon göçlerin peşine düştüğü 1935-41 yıllarına ait fotoğrafların bulunduğu bölüm. Büyük format fotoğraf makinesi sırtında  Amerikanın tam 22 eyaletini dolaşmış sakat ayağı ile. İşte bu yıllar FSA çin çalıştığı ve dünyanın ilgisini üstüne topladığı yıllar. 3.cü salon “iki okyanus savaşı” diye adlandırdığı fotoğrafların bulunduğu bölüm. Bu bölüm Richmond’daki tersaneleri ve iç göçlerin bu tersanelerdeki etkilerini gösteren fotoğrafların bulunduğu bölüm. Bu fotoğraflarda yurtlarından olup buralara kadar çalışmaya gelen ziraat işçilerini görüyoruz. Bunlar perişan duruma düşen ve “Okies” diye adlandırılan amerikalılar. Burada 100.000 işçinin savaş sanayii için gururla çalışırkenki halleri izleniyor.

1944 yılında Fortune dergisi Lange’ı bu işi için görevlendirmiştir. Birbirinden güçlü ve etkileyici bu fotoğrafların bazıları duvar dibine dizilmiş iş bekleyen Ara Güler fotoğraflarını anımsatıyor.

4.cü salonda amerikada yaşayan japonların evlerinden zorla kopartılıp kamplara kapatılma  hikayeleri ve kamplardaki yaşantıları hikaye ediliyor.

5.ci salonda ise “Kamu Avukatı” adlı 1950 li yılların hukuk sistemini konu alan fotoğraflar var. Life dergisi için çekilen bu fotoğraflar da ilk kez gün yüzüne çıkıyor.

Dorothea Lange 1895 yılında New Jerseyde doğar. 1966 yılında MoMa New York modern sanatlar müzesindeki  büyük retrospektif sergisinin hazırlıklarını yaptıktan kısa bir süre sonra maalesef serginin açılışını göremeden aramızdan ayrılır.

Jeu de Paume daki bu serginin küratörlüğünü fotoğrafların çoğuna sahip California Oakland Müzesi’nden Drew Heath Johnson yapmış. Sergide Lange’ın  yaşam öyküsü ve sanatını anlatan 2 saate yakın süren uzun metrajlı bir filmi gösteriliyor. Bu ilginç filmin yanında  birkaç projeksiyon da var.

Dorothea Lange’ın fotoğrafları çok doğal ve bir o kadar da duygu yüklü. Sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi duran hikayelerin ve portrelerin içlerindeki derin acıları iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Sanki o anı yaşıyorsunuz. Lange’ın fotoğrafçı gücü buradan geliyor. Eserleri sanki  iki Dünya Savaşı arasındaki tarihi bizimle tanıştırmak için hazırlanmış büyük bir arşiv. Olaylara fotoğrafçı duyarlılığı dışında büyük bir sosyolog ve antropolog gibi yaklaşmış. Çektiği fotoğrafların kısa hikayelerini ve diyalogları da bir not defterine kaydederek foto muhabirlik ve dokümanter fotoğrafçılık görevlerini de yerine getirmiş. Bütünü göstermek için parçaların kullanılabileceğini söylemiş.  İnsanı anlatmak için cansız nesnelerin nasıl kullanıldığını göstermiş.

Yedi yaşında geçirdiği çocuk felci ile yaşamayı öğrenmiş, kusurlu bedene tutsak olmamayı becermiştir. Başkalarının yaşadıkları yerlere ve kalplerine bakıp fotoğrafladıktan sonra ne bizim ne de bakanın aynı kişi olamayacağını vurgulamıştır.

Dorothea Lange çektiğimiz her karenin hem bizi hem izleyicisini başka boyuta taşıması gerektiği söyler. Çocuk felci için şöyle der;  “Başıma gelen en önemli şeydir, beni şekillendirmiş, bana yol gösterip yardım etti ama  incitti de” demiştir. Alman kökenli babası kendisi çok küçükken  evi terk etmiş, Dorothea’yı annesiyle yalnız bırakmıştır. Anne kız büyük maddi sıkıntı çekerler. Dorothea daha 12 yaşındayken annesiyle birlikte Amerika’nın batı yakasından doğu yakasına göç etmek zorunda kalır. Yaşamındaki bu göç belki de daha sonra göçmenlerin hayatlarına bu kadar büyük bir titizlikle yaklaşmasını sağlamıştır. New York’daki yaşamı Amerika’nın göçmenlerini, ırk farklılıklarını, siyasi yapılarını  ve bu devasa şehrin kozmopolit dünyasını gözlemlemesine olanak sağlamıştır.  Gözlem yeteneğini çok geliştirmiştir.  Gözlem yapmayı çok sevmektedir. Bakışlardan hikaye yazma yeteneği vardır. İşte daha bu yaşlarda gözünü fotoğraf gözü olarak eğitir. Bakmak-görmek-anlamlandırmak zincirini çok iyi kurar.

Üniversitede fotoğrafı okumaya karar verir ve genç yaşında stüdyolarda çalışmaya başlar. Kısa süre sonra kendi stüdyosunu kurar. Çalıştığı binadaki ressam Maynard Dixon ile evlenir. İki çocuk yapıp onları büyütme zorluğuyla uğraşırken “Büyük Buhran” denilen krizle karşılaşır. Stüdyosunu terk edip sokağa iner. Adaletsizliğe yoksulluğa karşı aşırı duyarlıdır. Eşitsizliklerden nefret eder. F/64 fotoğrafçılar grubuyla ilişkileri FSA (Farm Security Administration) fotoğrafçıları arasında yerini almasını sağlar ve Roy Stryker ile çalışmaya başlamasına yardımcı olur. Bu arada Imogen Cunningham, Walker Evans gibi çok önemli fotoğrafçılarla tanışır ve çalışır. Edward Steichen’in dünyayı dolaşan ünlü “The family of man” adlı sergisine yardım eder.

Bu arada ünlü ekonomi  profesörü Paul Tylor Dorothea Lange’ın fotoğraflarını fark edip yazılarında kullanmaya başlamıştır. Aralarında duygusal bir yakınlık doğar. İkisi de evlidir. Eşlerinden boşanıp evlenirler. Lange daha sonraki 30 yılı Paul Tylorla birlikte geçirir. Çok güzel bir işbirliği yaparlar. Amerikanın sosyoloji bilimine büyük katkı sağlayacak ve hatta fotoğraf tarihine de çok önemli bir eser olarak kalacak “An American Exodus” adlı kitabı 1939 yılında yayınlarlar. FSA önemli bir projedir. Roosevelt’in New deal diye adlandırdığı kalkınma hareketinin bir parçasıdır. Bu projenin fotoğraf ayağını Walker Evans, Jack Delano, Russell Lee gibi önemli fotoğrafçılarla birlikte yürütür. Beş yıl içinde 130.000 kadar fotoğraf çekerler. Bu fotoğraflar önce  basının ardından hükumetin ve insanların neler olup bittiğine anlamasına yardımcı olur.

Daha sonra zencilerin fotoğrafını çekmeye başlar hem de farklı bir yaklaşımla çeker. O zamana kadar zenciler fotoğraflarda eşyalar gibi yer alırken o zencileri şahsiyet olarak ele alıp özel fotoğraflarını çeker. En önemli fotoğrafı “Göçmen Anne” fotoğrafıdır. Çaresizliği ve endişeyi gözlerinde okuduğunuz bu kadının fotoğrafı ikon fotoğraf olarak dünyada en çok bakılan fotoğraflar arasına girmiştir.

Bu fotoğraf  iyi bir portre fotoğrafının dünyaya neler söyleyebileceğinin, nelere kadir olduğunun kanıtı gibidir. Paris’teki bu sergide “Göçmen Anne” fotoğrafı yer almıyordu ancak diğer fotoğrafları o kadar olağan üstü ve doyurucuydu ki insan bu fotoğrafın eksikliğini hissetmiyordu bile.  Her duvar birbirinden güçlü fotoğraflarla dolu. Dorothea Lange’ın bir de ayak fotoğrafları serisi var. Sadece kendi ayakları değil, çeşitli insan ayakları. Bu seride kendi ayağının sakat olmasının rolünü aramak gerekir.

Portre fotoğrafçılığı için de çok şey söylemiştir Lange  “Her portre fotoğrafı bir insanın diğerine nasıl yaklaşması gerektiğini öğreten önemli bir derstir” diyerek fotoğraf tarihine diğer bazı özlü sözler gibi önemli bir söz bırakmıştır. Arkasında başka güzel sözler de bırakmıştır. “Fotoğraf çekerken kendinizi başkalarıyla konuşuyormuşsunuz gibi düşünün, profesyonel olmakla amatör olmak arasındaki fark budur işte” bu sözlerden biridir.

Son yıllarında eşinin uzakdoğuya seyahatleri nedeniyle çeşitli ülkeleri gezmiş ve fotoğraflar çekmiştir. Fotoğrafları dünya fotoğraf tarihinin çok önemli kültür hazinesidir. Lange’ın fotoğrafı için  “Toplumcu gerçekçi” bir fotoğraftan söz edilir. Göçmen Anne fotoğrafı o günden bugüne çok değişik amaçlarla kullanılmış ve dünyamıza çok güzel mesajlar göndermiştir.

Toko Shinoda ; Japon ressam

Sahaflarda bir japon ressam;

Sahaflarda gezinirken bir kitabı karşıma çıktı, basiretim bağlandı alamadım, belki de ebay de bulurum diye düşündüm. Oysa kitabın içindeki resimler beni derinden etkilemişti. Abstre resimler çok doğal, basit ve etkileyiciydiler. Basit güzeldiri vugular gibiydiler. Eve gelir gelmez araştırdım. Karşımda türkçe Google’ın tanımadığı, yüz yaşının üzerinde yaşlı bir bayan Japon ressam vardı. Bu melek yüzlü kadın bir yazıyı hakediyor diye düşündüm.

102 yaşındaki Japon ressam Toko Shinoda, geleneksel japon sanatından yola çıkıp modernisme yanaşan bir abstre resim sanatçısı.

Toko Shinoda 1913’te Mançurya’da doğdu. Ailesi de çok yaşlıydı, bir tütün şirketi işletiyordu. Toko Shinoda, “ Japonya dışında doğmuş insanların özgür ve sınırsız bir zihne sahip olduğunu” söylüyor. 

Babası Çini mürekkebini, hat sanatını ve Çin şiirini seviyordu. Babası 6 yaşından itibaren, o zaman kadınlara kapalı olan bir alanı olan hat sanatını öğrenmesini sağladı. 15 yaşında kendi kişisel stilini geliştirir. Çünkü geleneksel yöntemleri çok kısıtlayıcı bulmaktadır. Babası ise  Toko Shinoda’nın geleneksel yoldan saptığı için ona kızar..

Büyük amcası, İmparator Meiji’nin resmi mühür ustasıdır.  Dolayısıyla da hem hat hem de heykel ustasıdır. Toko aktör ve oyun yazarı Zeami’den de (1363-1443) çok esinlenmiştir.

Evliliği bir “engel” olarak görüp, bekar kalmayı tercih etmiştir.

Toko Shinoda’nın özel bir  karakteri vardır. Okuldan sıkılır ve kaligrafi derslerinin ağır disiplininden rahatsız olurdu. Dışardan dayatılan kurallara karşı gelir. Ama kendisi çok disiplinlidir. Kendi kendini kontrol eder ve yaşama çok bağlıdır. Küçük bir kadındır  ama kaplan gibi yırtıcı durur.

Toko Shinoda’nın sanatı

27 yaşında 1940’da  ilk kez  Tokyo’da bir galeride sergilendi. Fakat savaş çıktığındantaşrada yaşamaya başlar.

1954’te Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde Japon Pavyonu için yaptığı geniş duvar resmi sayesinde Toko Shinoda uluslararası sanat eleştirmenleri tarafından fark edildi. Üst üste siparişler almaya başlar.

1956’da New York’ta iki yıl yaşadı. İkinci dünya savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri zengin bir ülkeydi oysa Japonya yaralarını sarıyordu.  Soyut Dışavurumculuk, Rothko, Pollock vb. Ön plandaki ressamlarla tanışır ve cazı keşfeder. Toko Shinoda, günlük yaşam heyecanı hisseder ve büyük bir özgürlük yaşar. İşinde kendine güven kazanır.

Toko Shinoda New York’ta kalmaya niyetliydi çünkü New York ona sanatsal düzeyde çok şey kazandırdı. Ama Japonya’yı özledi, ailesini özledi, japon yemeklerini de özledi ve Japonyaya döndü.

Ayrıca Çin mürekkebi Japonya’nın ikliminde daha iyi sonuç veriyordu.New York’ta kuruduğu için banyoda  sıcak su musluğunu açıp çalışmaları sırasında  Japonya’nın nemli iklimini yaratmaya çalışıyordu. Nem rengi çok etkimektedir.

Toko Shinoda’ya göre sanatının anlamı

Toko Shinoda, “bir gün öleceğimi kesinlik biliyorum ama eserlerim  sonsuza kadar hayatta kalacak” der. Sanatçı olalım olmayalım herkes bir iz bırakmak ister, aslında bunlar yaşamımıza anlam katan şeylerdir diye düşünür.

Toko Shinoda, Çin mürekkebine çok bağlıdır. Çini mürekkebi sadece siyah değildir siyahın yoğunluğu çok değişkendir der. Bu nedenle mürekkep izleyicilere de özgürlük verir. Yüz yaşını geçen Toko Shinoda, Çin mürekkebine bir yaşam içinde hakim olmanın, bu konuda ustalaşmanın mümkün olmadığını söyler

Soyutlama onun için son derece önemlidir. Toko Shinoda, izleyicilere mesajını söz olmadan iletmek istediğini söyler. Toko Shinoda şöyle düşünür: “Bir sanatçıdan işini tanımlamasını istemek, bir çalılık içinde  bir balık aramak gibidir. Aslında, işlerimin hiçbir şey ifade etmediğini düşünüyorum. Aynı hiçbir şey ifade etmeyen bulutlar gibi ama biz yine de izlemeyi severiz. 

Toko, insanlara özünlerinde dokunmak ve sanatının dünya barışına katkıda bulunmasını istiyor. 

Toko Shinoda’nın sanatında hareketin güzelliği vardır, güzelliğin kendisi dışında bir anlamı yoktur. Toko Shinoda hiçbir şey demez, gösterir. 

Çin, Japonya, Kore gibi bu bölge ülkelerinde resimde boşluğun anlamı, müzikte sessiziğin anlamı gibidir. 

Büyük beyaz alanlar, boşlukların hiçbir şey olmadığı anlamına gelmez. Boşluklar kompozisyonda aktif bir rol alır. Japonca sözcük “Yohaku” bu kavramı çok güzel ifade eder.

Toko Shinoda, geleneksel malzemeleri çok iyi kullanır ve kağıt ve eski mürekkepleri çok sever. Atölyesi sanki bir hattat atölyesidir. Mühürlerde kullanılan  zincifre kırmızısı çok kullanır. İlerlemiş yaşına rağmen yaptığı işler genç bir adamın elinden çıkmış gibidir. Aslında, geleneksel kaligrafiye çok iyi hakim olmasına rağmen kaligrafide kalmayıp soyutlamaya doğru giderek  köklerini koruyarak modernite akımına geçmiştir.

Japon ressamı Toko Shinoda, çağdaş Japonya’nın en büyük ressamlarından biri olarak kabul edilmesine rağmen eserleri birkaç yüz dolarla bir kaç bin dolar gibi makul seviyeler arasında dolaşır.

Kaynak; http://naaba.fr/fr/toko-shinoda-peintre-japonais/