Wine Paris: Şarabın Yeni Başkenti

10-13 Şubat tarihleri arasında Paris Porte de Versaille fuar alanında yapılan şarap fuarı gerçek bir şenlikdi. Her yer şarap ve türevleriydi. Dünyanın tüm fuarlarını sollayıp tahta oturdu. 3 günde 52 bin ziyaretci ile rekorları kırdı.

Wine Paris: Şarabın Yeni Başkenti

Şarap, her yudumunda bir coğrafyayı, bir zamanı, bir hikâyeyi anlatır. Bağlar, köklerini ne kadar derine salar, ne kadar sabırla beklerse, ortaya çıkan lezzet de o denli güçlü olur. Şarap dünyası da tıpkı böyle… Zaman zaman köklerini derinleştirmek, yerini sağlamlaştırmak için bekler. Ve bazen, bir şehrin sokaklarında, bir fuarın kalabalığında, yeni bir çağ başlar.

Wine Paris’in altıncı edisyonu, işte tam da böyle bir dönüm noktasıydı. On yıllardır Düsseldorf’un ProWein’i, şarap dünyasının ticaret üssü olarak görülüyordu. Ancak Paris, bu yıl kendini kanıtladı: 52.000’den fazla ziyaretçi, 5.300’den fazla üretici katılımcı, yüzlerce anlaşma, binlerce tadım… Artık şarap dünyasının yeni kalbi Seine Nehri kıyılarında atıyor.

Kırmızı Halılar Değil, Ticaretin Ayak Sesleri

Bu yıl fuara gelenler, klasik fuar alanlarında görmeye alıştıkları lüks halıları değil, endüstriyel beton bir zeminle karşılaştılar. Sade, doğrudan ve iddiasız… Ama belki de şarap dünyasının geldiği noktayı en iyi yansıtan detay buydu. Çünkü burası artık bir vitrin değil, bir ticaret meydanı. Buraya gelenler yalnızca şaraplarını sergilemek için değil, yeni pazarlarla buluşmak, anlaşmalar yapmak, bir sonraki yılın yönünü belirlemek için buradaydı.

İlginçtir ki, bu değişimin öncüsü Fransa değil, yabancılardı. Fuardaki uluslararası katılım %45’e ulaştı. Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan, Kaliforniya’dan, Portekiz’den üreticiler, burada kendilerini evlerinde gibi hissettiler. Portekiz Şarapları Derneği Başkanı Frederico Falcão’nun sözleri, bu dönüşümün özeti gibiydi:
“Wine Paris, yalnızca Fransız şaraplarının sergilendiği bir fuar değil artık. Avustralya, İtalya, Kaliforniya gibi büyük üreticilerin burada olması, uluslararası alıcıları çekiyor.”

Pazarları Kontrol Edemezsiniz, Ama İlişkiler Kurabilirsiniz

Şarap dünyasında tek bir gerçek var: Hiçbir şey sabit kalmaz. Pazarlar değişir, tüketim alışkanlıkları dönüşür, trendler gelir ve gider. Ancak kalıcı olan, kurulan bağlardır. Avustralyalı üretici Daevid Warren, bu yıl ProWein’e gitmedi, ancak Wine Paris’teydi.
“Pazarları kontrol edemezsiniz, ama müşterilerinizle ilişkiler kurabilirsiniz,” diyor.

Ve gerçekten de 2025, şarap ticaretinde güvenin yılıydı. Fuarın üçüncü gününde bile yoğunluk azalmadı. Sipariş defterleri doldu, anlaşmalar imzalandı. Univitis’in (Bordeaux, Bergerac ve Duras’taki 1.200 hektarlık bir kooperatif) ticari direktörü Patrice Bodin’in sözleriyle:
“Boş geçen tek bir dakikamız olmadı. Siparişler aldık, ihracat bağlantıları kurduk. Üstelik zamanında gelen müşteriler bile oldu!”

Böylesi bir ekonomik belirsizlikte, Wine Paris’in sunduğu bu dinamizm, sektöre umut oldu.

Yeni Bir Çağın Başlangıcı

Her fuar, bir sahne gibidir. Üreticiler, alıcılar, distribütörler ve eleştirmenler bu sahnede rollerini oynarlar. Ancak 2025’te sahne değişti. Wine Paris artık yalnızca bir fuar değil, küresel şarap dünyasının yeni yön belirleyicisi haline geldi.

Yine de herkes için işler kusursuz değildi. Üçüncü gün ziyaretçi sayısının azalması, Hall 7’deki yönlendirme sorunları, hatta 3 kiloluk bir buz torbasının 16 € olması gibi küçük detaylar eleştirildi. Ancak tüm bunlara rağmen fuarın genel havası netti: Paris, artık şarap dünyasının kaçınılmaz merkeziydi.

Ve şu soru akıllara kazındı: Wine Paris artık bir seçenek mi, yoksa bir zorunluluk mu? Bence şarapseverler için vazgeçilmez bir hedef olması kaçınılmaz.

Gelelim fuar sırasında yaşadığımız güzelliklere…
İlk gün sabah, Château Haut-Brion’un da dağıtıcısı olan Domaine Clarence Dillon’un Château Quintus’u bizi fethetti. Pazarlama Müdürü Nils Vaincot, Haut-Brion ve La Mission Haut-Brion tattırırken Quintus’u tanıttı. O nasıl bir şaraptır! Ne denge, ne zarafet! Aklımız almadı. Haut-Brion’larla sanki yarışıyor, hatta fiyat-kalite dengesi açısından onları geride bırakıyordu.

Ertesi gün, Grand Cru’ler bölgesinde tüm Bordeaux Grand Cru’leri toplanmıştı. “Union” adı altında birleşmişler, kendilerine özel bir bölüm ayırmışlar ve burada seçilmiş ziyaretçileriyle buluşarak şaraplarını tattırıp tanıtıyorlardı. Château Talbot, çok sevdiğimiz bir şaraptır. Sahibi Jean-Paul Bignon ile tanıştık. Aynı şekilde, Saint-Julien’de iki Grand Cru şarabın sahibi Michel Sartorius’un elinden 2. Grand Cru Langoa Barton ve 3. Grand Cru Léoville Barton’u tatma ve kendisiyle sohbet etme fırsatı bulduk. Şarapçılığa “eş durumu” nedeniyle girdiğini anlatan Michel Sartorius, dededen gelen 200 yıllık Château’nun sahibi olan eşi Liliane Barton ile bizi tanıştırdı. Hem şaraplarını tattık hem de derin bir sohbete daldık.

Karşı sırada Smith Haut Lafitte tadımına başlayacaktık ki arkamızdan bir ses bizi uyardı: “Benim standımın önünde elinizde Burgonya haritasıyla ne arıyorsunuz?” Şaka yapan bu bayanın, şatonun sahibi Florence Cathiard olduğunu anladık. Onunla da uzun uzun sohbet ettik. Kızının sık sık Türkiye’ye gittiğini ve bünyelerinde ürettikleri Caudalie güzellik ürünlerinin tanıtım ve dağıtımını yaptığını öğrendik.

Saint-Estèphe’in gururu Château Phélan Ségur’ü ise Eugénie Meynard’ın elinden tattık. Grand Cru’lerle 2010’dan beri yarışan bu Cru Bourgeois, Merlot üzümüne ağırlık verdiğinden zarif, meyvemsi aromaların öne çıktığı, ancak Cabernet Sauvignon’un güçlü yapısını ve konsantrasyonunu da hissettiren büyük, kompleks bir şaraptı.

Son gün, akşam üzeri fuar kapanırken bazı üreticiler şaraplarını ziyaretçilerine hediye etmeye başladılar. Bizim kısmetimize de Château Ramage La Bâtisse’den üç şişe şarap düştü. İhracat Müdürü Hélène Durand’a buradan teşekkür ediyoruz. Aynı şekilde sert alkoller bölümünde bize iki şişe  Moldova Konyağı  hediye eden Moldovya standına de teşekkür ediyoruz.

İspanyol ve Portekiz şarapları, hatta Amerikan şarapçılığı büyük ölçeklerde temsil ediliyordu. Amerikan şarapçılığının çok hafif, meyvemsi şaraplara yöneldiğini fark ettik. Tabii, Napa Vadisi’nin büyük şarapları da fuarda gövde gösterisi yapıyordu. Vega Sicilia’nın bulunduğu stantta Arzuaga tadımı bizi kendimizden aldı. Kompleksite had safhadaydı!

Bu arada, Türkiye’de çok önemli İtalyan şaraplarının ithalatıyla tanınan Vinotto şirketinin sahibi sevgili Süha Balın ile karşılaşmamız hoş bir sürpriz oldu. Daha çok Loire ve Bourgogne bölgelerinde dolaşmasından, İtalya’dan sonra güzel bir Sancerre veya Chablis peşinde olduğu anlaşılıyordu.

Fuar sırasında tabii ki gözlerimiz memleketimizden üreticileri aradı. Maison Kavaklıdere’ye, Bordeaux’daki şatoları nedeniyle Bordeaux bölümünde rastladık. Kuzubağ Şarapları ise uluslararası bölümde tek başına Türkiye’yi temsil ediyordu. Üzülmedik desek yalan olur. Çünkü Kuzubağ’ın hemen yanında 16 üreticisiyle 2,5 milyon nüfuslu Moldova, onun yanında 6 üreticiyle Arnavutluk, daha ileride ise 14 üreticiyle Ermenistan stantları dizilmişti.

Haziran ayında Dünya Şarap Kongresi’ne ev sahipliği yapacak Moldova’nın standında epeyce oyalandık. Büyükelçiliğin bir görevlisini üç gün boyunca orada bulundurmasını takdir ettik. Cricova şaraplarının méthode champenoise ile yaptığı mükemmel köpüklü şarapları nasıl 10 euronun altında dünyaya sattığını anlamakta zorlandık. Muhtemelen milyon şişe hacmindeki üretim, fiyatları düşük tutmalarına yardımcı oluyor. Mimi adlı üreticinin Governoradlı kırmızı şarabı da damaklarımızı şenlendirdi diyebiliriz.

Lübnan, Gürcistan, Macaristan, Yunanistan ve Slovenya da oldukça fazla üreticiyle temsil ediliyordu. Onların da bazı şaraplarını tatma şansımız oldu. Yunanistan’ın Santorini Adası’nda yetişen Assyrtiko üzümünden yapılan muhteşem şaraplarının tadına bakarken, Santorini çevresindeki depremlerin dinmesini diledik.

Önümüzdeki yıl bu olağanüstü fuarda çok daha fazla Türk üreticiyi görmeyi umuyoruz. Şarapseverlere, şubat ayının ikinci haftasını şimdiden ajandalarına yazmalarını öneriyoruz.

.  

Rüya, İlüzyon, Hipnogojia, Lüsid (uyanık) Rüya.. Bunların hepsi rüyadan mı ibaret? Yaşıyor muyuz? Rüyada mıyız?

Hintli genç kadın yönetmen Payal Kapadia’nın 2024 yılında Cannes film festivalinde Büyük Ödülü almasını sağlayan filmi ¨All we imagine the light¨adlı filmin ikinci yarısında olanlar beni bu yazıyı yazmaya yöneltti. Aslında bu yazıyı  filmin son kısmını anlamaya yönelik bir ön çalışma olarak da okuyabilirsiniz. İkinci yarıda neler olduğunu anlatarak spoiler vermeye niyetim yok ama siz sanki neler olduğunu veya olacağını anladınız. Birisi veya birileri bir şeyler görüyor. Ancak bu rüya mı? illüzyon mu? hipnogojia mı? yoksa lüsid dream denilen bilinçli rüya durumu mu? İşte bunu anlamak için biraz bilgi aktarayım istiyorum. Bu yukarıda verdiğim fenomen veya durumlar bizim beynimizin bize oynadığı oyunlar olabilir, beynimizi rahatlatmak için gereksiz şeyleri çöpe atma faaliyeti olabilir veya beynimizin işleri kolaylaştırmak için kullandığı kestirmeler olabilir. Rüya ile başlayalım diğerleriyle devam edelim.

Rüya, bilinçaltının bir yansıması, zihnin uyku sırasında yaptığı yaratıcı bir dolaşma, bazen de geleceğe dair sezgisel bir algı olarak tanımlanabilir. Nörolojik açıdan bakıldığında, rüyalar uyku sırasında özellikle REM (Rapid Eye Movement) evresinde ortaya çıkan, görsel, işitsel, duygusal ve hatta bazen dokunsal deneyimler içeren bilişsel olaylardır.

Ancak, rüya kavramı yalnızca biyolojik bir süreçle açıklanamayacak kadar derin ve çok katmanlıdır. Tarih boyunca rüyalar, insanların bilinç ve bilinçaltı arasındaki köprüyü anlamaya çalıştığı, bazen mistik bazen psikolojik yaklaşımlarla yorumladığı büyüleyici bir olgu olmuştur.

Rüyaların Farklı Açılardan Yorumu

  1. Biyolojik ve Nörolojik Yaklaşım
    • Rüyalar, beynin bilgi işleme, anıları pekiştirme ve duyguları düzenleme süreçlerinin bir yan ürünü olarak görülür.
    • Freud‘a göre rüyalar, bastırılmış arzuların ve bilinçdışının sembolik ifadeleridir.
    • Jung ise rüyaların sadece bireysel bilinçaltından değil, kolektif bilinçdışından da beslendiğini savunmuştur.
    • Günümüzde bilim dünyası gece boyunca beynimizin gün içinde biriken lüzumsuz bilgileri çöpe süpürerek beynimizde yer açmaya çalışmasının belirtisi olarak görme eğilimindedir.
  2. Mitolojik ve Dini Yaklaşım
    • Eski uygarlıklar rüyaları tanrılardan gelen mesajlar veya kehanetler olarak görmüştür.
    • Antik Mısır’da rüya tapınakları vardı ve insanlar buraya gider  rüya görerek tanrılardan bilgiler  almayı beklerlerdi.
    • İslam ve bazı diğer dinlerde rüyalar  “sadık rüya” olarak kabul edilip ilahi bir anlam taşırdı.
  3. Psikolojik ve Analitik Bakış
    • Modern psikolojide rüyalar, bilinçaltındaki çatışmaları, korkuları, travmaları veya arzuları işleyen bir mekanizma olarak kabul edilir.
    • Gestalt terapisi, rüyaların her ögesinin aslında rüya sahibinin bir yansıması olduğunu savunur.
  4. Kuantum ve Ezoterik Yaklaşım
    • Bazı teorilere göre rüya sırasında insan bilinci, farklı gerçekliklere veya boyutlara erişebilir.
    • Lucid rüya (bilinçli rüya görme), kişinin rüyalarının farkında olup onları yönlendirebildiği özel bir bilinç hâlidir.

İllüzyon Nedir?

 

Bana göre filmde Payal kapadia’nın bize göstermek istediği rüyadan çok Praha’nın bir ilüzyon gördüğüdür.Bu şekilde içinde bulunduğu büyük ikilemden kurtulup özgürleşecek, sorununu çözüp rahatlayacaktır. Nitekin filmin sonunda bu gerçekleşir.

İllüzyon, gerçeği olduğundan farklı algılamamıza neden olan bir fenomen olarak tanımlanabilir. Algı ve gerçeklik arasındaki bu çarpıklık, görsel, işitsel, dokunsal ya da bilişsel seviyelerde ortaya çıkabilir. İnsan beyni, dış dünyayı anlamlandırırken bazen yanıltıcı yorumlamalar yapar ve bu da illüzyonların ortaya çıkmasına yol açar.

İllüzyonun Türleri

  1. Görsel İllüzyonlar (Optik Yanılsamalar)
    • Gözün ve beynin ışık, gölge, perspektif ya da renk değişimlerine verdiği yanıltıcı tepkiler sonucu oluşur.
    • Örnek: Ames Odası, Müller-Lyer İllüzyonu, Rubin’in Vazosu gibi ilüzyonlar psikolji dünyasını çok uzun zamandır çözümlediği ve kabul ettiği olgulardır.
  2. İşitsel İllüzyonlar
    • Beynin farklı frekansları ya da yankıları yanlış yorumlaması sonucu oluşur.
    • Örnek: Shepard Tonu (sonsuz yükselen ya da alçalan ses), McGurk Etkisi (görsel ve işitsel bilgilerin çelişmesi sonucu yanlış algı)
  3. Dokunsal İllüzyonlar
    • Deri ve sinir sisteminin algıladığı hislerin yanlış yorumlanmasıdır.
    • Örnek: Kayan Deri İllüzyonu (farklı hızlarla hareket eden dokunuşlar algının değişmesine neden olur)
  4. Bilişsel İllüzyonlar
    • Zihin, eksik ya da çelişkili bilgileri tamamlamak için yanılgılar üretir.
    • Örnek: Mandela Etkisi (bireylerin hatalı bir şekilde ortak bir olayı yanlış hatırlaması), Pareidolia(bulutlarda yüzler görmek)

İllüzyonun Beyindeki Mekanizması

İllüzyonların temelinde beynin bilgi işleme süreci yatmaktadır. Beyin, dış dünyadan gelen bilgileri yorumlarken bazen algısal kestirmeler (heuristics) kullanır. Bu kestirmeler, genellikle faydalı olsa da zaman zaman hatalara neden olabilir. Örneğin:

  • Gestalt İlkeleri: Beyin, eksik şekilleri tamamlar.
  • Hareket Algısı: Sabit görüntüler hareket ediyor gibi algılanabilir.
  • Renk ve Işık Adaptasyonu: Göz, renkleri çevresel faktörlere göre yeniden yorumlayabilir ( Mavi-siyah ve beyaz-altın rengi elbise örneği çarpıcı bir örnek olup aşağıda not olarak  konu daha geniş bir şekilde açıklandı*).

Sanatta ve Felsefede İllüzyon

  • Sanatta: Rönesans döneminde perspektif illüzyonu, trompe-l’œil (sanatta gözü kandırmaca tarzı olarak kullanılıyor) gibi tekniklerle sanatçılar gerçeğe çok yakın imgeler yaratmıştır.
  • Felsefede: Platon’un Mağara Alegorisi, dünyayı algılayışımızın bir illüzyon olabileceğini öne sürer. Descartes da “Duyularımız bizi aldatıyorsa, gerçekliği nasıl bilebiliriz?” sorusunu sormuştur.

Modern Dünyada İllüzyon

İllüzyonlar sadece sanat ve bilimle sınırlı değildir. Günümüzde:

  • Dijital Manipülasyon: Photoshop gibi araçlarla görseller değiştiriliyor.
  • Sanal Gerçeklik (VR): Beyin, sanal ortamları gerçek gibi algılayabiliyor.
  • Siyasi ve Sosyal Algı İllüzyonları: Medya ve propaganda, insanların gerçekliği farklı algılamasına neden olabiliyor.

Sonuç

İllüzyon, insan zihninin nasıl çalıştığını anlamamıza yardımcı olan büyüleyici bir olgudur. Hem doğanın hem de insanın yarattığı illüzyonlar, gerçeklik algımızın sabit olmadığını, aksine değişken ve biçimlendirilebilir olduğunu gösterir. Bu nedenle illüzyon, hem bir yanılgı hem de insan algısının sınırlarını keşfetmenin bir yolu olarak görülebilir. ¨ All we imagine the light¨filminin deniz kenarında geçen son kısmını bu bakış açısıyla izleyin. Sinemada yönetmen illaki  her rüyayı gösterirken önce kahramanı uykuya yatırıp sonra renkleri değiştirerek filmin o kısmını gerçek dışı göstermek zorunda değildir. Sinema bize dünyayı başka şekilde gösterir, yönetmenin keyfinin kahyası olmak durumunda değiliz, ayrıca o filmi sevmek zorunda hiç değiliz. Filmde Prabha hemşire olmasına karşın tehlike anında uzunca bir süre yerinde çakılı kaldı. Oysa herkesten önce olay yerine kouşup ilk yardımı yapması beklenirdi. O bekleyiş anında içindeki büyük sorunu canlandırmaya çalışıyordu. Sonra canlandırdı, hesaplaştı sonrada tekrardan öldürüp özgürlüğüne kavuştu.

Gelelim Uyku ile Uyanıklık Arası Durumlara: Hypnagogia ve Lucid Dream

Beynimiz uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş yaşarken, bazen olağandışı ve sıra dışı bilinç halleri ortaya çıkar. Bu süreçte hipnagojik durumlar (hypnagogia) ve bilinçli rüya (lucid dreaming) gibi fenomenler gözlemlenebilir. Bu durumları detaylı inceleyelim:

1. Hypnagogia (Hipnagojik Hal)

Hypnagogia, uykuya dalış esnasında, yani uyanıklık ile uyku arasındaki geçiş döneminde yaşanan bir zihinsel durumdur. Beyin tamamen kapanmamış, ancak rüya benzeri imgeler üretmeye başlamıştır.

Özellikleri ve Belirtileri

  • Görsel ve İşitsel Halüsinasyonlar: Uykuya dalarken gözünüzün önünde parlak renkler, hareket eden desenler, soyut şekiller ya da net olmayan yüzler görebilirsiniz.
  • Düşme Hissi (Hypnic Jerk): Uykunun ilk aşamalarında aniden düşüyormuş gibi hissetmek ve irkilerek uyanmak.
  • Yarı Rüya (Microdreams): Tam olarak uyumadan, rüya benzeri sahneler görmek.
  • Paralizi (Uyku Felci): Kasların uykuya dalarken geçici olarak hareket edememesi. Genellikle uyanıklık ile birleştiğinde korkutucu olabilir.
  • Dış Uyaranlarla Rüya Entegrasyonu: Çevredeki sesleri, ışıkları ya da hisleri rüyaya dahil etme eğilimi.

Hipnagojik Halin Bilimsel Açıklaması

  • Beyin Dalga Değişimi: Uyanıklık sırasında beyin beta (14-30 Hz) ve alfa (8-13 Hz) dalgalarında çalışırken, uykuya geçiş sırasında teta dalgaları (4-7 Hz) baskın hale gelir. Bu dalga değişimi, sıradışı algılar ve rüya benzeri düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olabilir.
  • Uyku Döngüsünün Başlangıcı: Bu dönem NREM 1 (Birinci uyku evresi) olarak bilinir ve genellikle 5-10 dakika sürer.
  • Kreatif Düşünceler: Salvador Dalí ve Nikola Tesla gibi sanatçılar ve bilim insanları, hipnagojik durumu yaratıcı ilham kaynağı olarak kullanmışlardır.

2. Lucid Dream (Bilinçli Rüya)

Lucid Dreaming, kişinin rüya gördüğünü fark ettiği ve rüyasının kontrolünü kısmen veya tamamen ele alabildiği bir rüya türüdür.

Özellikleri ve Deneyimlenen Durumlar

  • Rüya Görüldüğünün Bilincinde Olmak: Kişi rüya gördüğünü fark eder ve bilinçli şekilde hareket edebilir.
  • Rüyanın Yönlendirilmesi: Bazı insanlar, lüsid rüyalarında istedikleri ortamı, olayları veya fiziksel yeteneklerini değiştirebilirler.
  • Duyusal Canlılık: Rüya içinde renkler, tatlar ve hisler normalden daha yoğun algılanabilir.
  • Bilinç Seviyesinin Dalgalanması: Lüsid rüya içinde farkındalık zaman zaman azalabilir veya tamamen kaybolabilir.

Lucid Dream Nasıl Gerçekleşir?

  • REM Evresinde Ortaya Çıkar: Bilinçli rüyalar genellikle hızlı göz hareketleri (REM) evresinde yaşanır.
  • Prefrontal Korteksin Aktivitesi: Normal rüyalarda, mantıklı düşünme ve analizden sorumlu prefrontal korteks pasif hale gelir. Ancak lüsid rüya sırasında bu bölge aktifleşebilir.
  • Beyin Dalgaları: Beta ve gama dalgaları, REM sırasında prefrontal kortekste kısa süreli uyanıklık benzeri bir aktivite yaratabilir.

Lucid Dream Tetikleme Teknikleri

  • Reality Check (Gerçeklik Kontrolü): Gün içinde rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu test etmek (örneğin aynaya bakmak, ışıkları açıp kapamak).
  • MILD Tekniği (Mnemonic Induction of Lucid Dreams): Uyumadan önce kendine “Rüya göreceğim ve bunun farkına varacağım” şeklinde  telkin etmek.
  • WILD Tekniği (Wake Induced Lucid Dreaming): Doğrudan uyanıklık halinden rüya haline geçmeyi denemek.
  • Rüya Günlüğü Tutmak: Rüyalara dair farkındalığı artırarak lucid dreaming’i tetikleyebilir.

3. Hypnagogia ve Lucid Dream Arasındaki Farklar

Özellik Hypnagogia Lucid Dream
Ne Zaman Olur? Uykuya dalarken (NREM 1) REM evresinde (derin rüya aşaması)
Bilinç Durumu Yarı bilinçli, kontrolsüz imgeler Bilinçli, rüya farkındalığı mevcut
Hareket Edebilirlik Genellikle pasif gözlemler Aktif olarak kontrol edilebilir
Duyusal Canlılık Flu, geçici görüntüler Canlı ve net rüya ortamı
Süre Kısa (saniyeler/dakikalar) Uzun (birkaç dakika veya daha fazla)

Sonuç

Hypnagogia, beyin uykuya dalarken yaşanan bir geçiş dönemi olup, genellikle kontrol edilemez ve kısa süreli halüsinasyonlar içerir. Lucid Dream ise uyku sırasında rüya gördüğünü fark edip bilinçli bir şekilde yönlendirme yeteneğidir. Her ikisi de beynimizin algı ve bilinç süreçlerinin sınırlarını keşfetmek için oldukça ilginç fenomenlerdir.

Bu tür durumlar, yaratıcı düşünme, bilinç çalışmaları ve hatta bazı ruhsal uygulamalar için kullanılabilir. Tarihte birçok sanatçı ve bilim insanı, bu geçiş durumlarını yaratıcı süreçlerinde değerlendirmiştir.

Not*

  • “Mavi-Siyah mı, Beyaz-Altın mı?” Elbise Tartışması: Algının ve Işığın Oyunu

    2015 yılında sosyal medyada başlayan ve hızla viral hale gelen “mavi-siyah mı, beyaz-altın mı?” elbise tartışması, insan algısı üzerine yapılan en büyük tartışmalardan biri haline geldi. Her şey, İskoçya’da yaşayan bir kadının, bir düğüne gitmek üzere satın aldığı elbisenin fotoğrafını paylaşmasıyla başladı. Fotoğrafı görenler ikiye ayrıldı: Bazıları elbiseyi mavi ve siyah olarak görürken, diğerleri beyaz ve altın olarak algılıyordu.

    Bu durum, yalnızca bir görsel ilüzyon değil, aynı zamanda insan algısının, ışık koşullarının ve beynin renkleri nasıl işlediğinin çarpıcı bir örneğiydi.

    Bilimsel Açıklama: Neden Farklı Renklerde Görüyoruz?

    Bu fenomenin arkasında renk algısının beynimiz tarafından nasıl işlendiği yatıyor. İnsan gözü, retinadaki koni hücreleri sayesinde renkleri algılar. Ancak beynimiz, çevresel ışık koşullarına göre bu renkleri yorumlar. Bu noktada renk sabitliği adı verilen bir kavram devreye girer:

    1. Güneş ışığı altında renkleri farklı algılarız
      – Güneş ışığında beyaz objeler daha mavi görünebilir, gölgeler renkleri değiştirebilir.

    2. Yapay ışık altında renkler farklı görünür
      – Sarımsı ya da turuncu ışık altında nesneler olduğundan daha sıcak tonlarda algılanabilir.

    3. Beynin ışık telafisi yapma şekli kişiden kişiye değişir
      – Bazı insanlar fotoğraftaki elbisenin gölge altında olduğuna inanarak, beyinlerinde aşırı mavi tonu filtreleyerek beyaz-altın olarak görürler.
      – Diğerleri ise fotoğrafı doğrudan ışıklı bir ortamda algılayarak elbiseyi mavi-siyah olarak görür.

    Bu, bireylerin ışığa nasıl adapte olduklarına bağlı olarak değişen algısal farklılıklardan kaynaklanır.

    Elbisenin Gerçek Rengi Ne?

    Elbisenin gerçek rengi mavi ve siyah olarak belirlenmiştir. Üreticisi Roman Originals markası, ürünün resmi olarak “Royal Blue & Black” olduğunu açıkladı.

    Algı ve Gerçeklik Arasındaki Fark

    Bu tartışma, yalnızca bir sosyal medya fenomeni olmanın ötesinde, insan algısının nasıl çalıştığını gösteren ilginç bir örnek oldu. Beynimizin gerçekliği nasıl şekillendirdiğini, aynı fiziksel uyarıcının farklı bireylerde farklı algılar oluşturabileceğini gözler önüne serdi.

    Özetle, elbisenin tartışması, renk algısının subjektif doğasını ve çevresel faktörlerin algımızı nasıl etkilediğini çarpıcı bir şekilde ortaya koydu.

Look What They’ve Done To My Art Ma; Mobil sanata ne oldu?

Melanie ve “Look What They’ve Done To My Song Ma”  aklıma düştü! 1947 doğumlu Melanie benim müzik idollerimdendir. “Look What They’ve Done to My Song, Ma” adlı parçası ise ciğerimi dağlayan sistem eleştirisi yapan protest bir şarkıdır. Asında , Melanie’nin kişiliği ile uyumludur. Melanie’nin müzik dünyasındaki bağımsızlık mücadelesinin ve sanatçı olarak kimliğini koruma çabasını gösterir. Melodisiyle dinleyiciyi içine çekerken, sözleriyle sistem eleştirisi yapan bir şarkıdır. Folk müzik tarihinin önemli parçalarından biri olarak kabul edilen bu eser, Melanie’nin sanatsal yönünü ve duygusallığını yansıtır.

Melanie’nin folk, rock, gospel ve pop türlerini harmanlayan tarzı vardır. 1970 de yaptığı bu şarkısını 1971 de Nino Simone, 1972 de rey Charles ve 2012 de Miley Cyrus yorumlanmış ve bu yorumlar parçayı  çok tanınır kılmıştır. Bu parça her nedense beni mobil sanatçı arkadaşlarımla  Covid 19 pandemisi öncesi yoğun bir şekilde meşgul eden mobil sanat akımının bugünkü durumuna taşıdı. 10 yıldır TuMobArt üyesi arkadaşlarımla çok emek verdiğimiz on 4 senede mobil sanat akımının nereden nereye geldiğini biraz araştırdım. www.tumobart.com web sitesinde göreceğiniz Türk mobil sanatçısı arkadaşlarımla neler yaptığımıza baktım. Bol sanat eserleri üretmişiz, sergiler ve konferanslar, geziler düzenlemişiz. Peki bugün neredeyiz? geçmişe ve geleceğe biraz bakalım;

Pandemi Sonrası Mobil Sanat: Evrim, Yeni Eğilimler ve Geleceğe Bakış

COVID-19 pandemisi, mobil sanatı—yani akıllı telefonlar, iPad’ler ve taşınabilir cihazlarla üretilen dijital eserleri—ön plana çıkaran bir dönem oldu. Ancak, bu alandaki görünürlük, etkileşim ve profesyonel tanınırlık açısından önemli dönüşümler yaşandı. Pandemi sonrası süreçte mobil sanatın karşı karşıya olduğu değişimler ve eğilimler şu başlıklarda özetlenebilir:

1. Ana Akım Tanınırlık ve Kurumsal Yaklaşım

Pandemi döneminde sanatçılar, yeni yaratım ve sergileme yöntemleri ararken mobil sanat da ilgi gördü. Bu ilgi, büyük müzeler ve galeriler tarafından da fark edildi ancak mobil sanat, genellikle dijital sanatın bir alt dalı olarak ele alındı ve bağımsız bir hareket olarak kabul edilmekte zorlandı.

  • Sotheby’s ve Christie’s gibi müzayede evleri, NFT tabanlı mobil sanat eserlerini satışa sundu.
  • Art Basel ve Frieze gibi büyük sanat fuarlarında mobil sanat örneklerine yer verilse de, yapay zeka ile üretilen sanat eserleri, bu alandaki geleneksel yaklaşımları gölgede bıraktı.
2. Dijital Platformlarda Doygunluk ve Görünürlük Sorunu

Pandemi sırasında Instagram, TikTok ve Behance gibi platformlar, mobil sanatçılar için güçlü bir vitrin sundu. Ancak içerik üretimindeki patlama, bireysel sanatçıların fark edilmesini zorlaştırdı.

  • Midjourney, DALL·E ve Stable Diffusion gibi yapay zeka araçlarının yükselişi, elle üretilen eserlere olan ilgiyi başka yönlere çekti ve özgünlük tartışmalarını beraberinde getirdi.
  • Mobil sanatçılar, daha niş kitlelere hitap eden özel gruplara ve platformlara yönelmeye başladı.
3. Mobil Sanat Yarışmalarının Değişen Yapısı

Pandemi öncesinde ve sırasında büyük ilgi gören Mobile Photography Awards (MPA) ve iPhone Art Awards (IPPAWARDS) gibi yarışmalar, mobil sanatçılar için önemli bir ortam sağlamıştı. Ancak 2021 sonrası dönemde birçok yarışma kapsamını daraltarak mobil sanatı genel fotoğrafçılık kategorileri içinde değerlendirmeye başladı.

4. Yapay Zekâ ve Üretken Sanatın Hakimiyeti

Pandemi sonrası dönemde yapay zeka ile sanat üretimi hızla yaygınlaştı. Bir zamanlar yenilikçi kabul edilen mobil sanat, AI destekli yaratıcı süreçlerin gölgesinde kaldı.

  • Midjourney gibi metine dayalı komutlarla resimler üretebilen yapay zeka sistemleri, mobil sanatın dijital ortamda rekabet gücünü azalttı.
  • Ancak bazı mobil sanatçılar, bu yeni akıma uyum sağlayarak el çizimi tekniklerini yapay zeka destekli süreçlerle birleştirmeye başladı.
5. NFT Çılgınlığı ve Sonrası

NFT’lerin itibar görmesi, mobil sanatçılara yeni bir gelir kaynağı oldu. Ancak 2022 ortasında NFT piyasasının çökmesiyle birlikte bu alan eskisi kadar cazip bir yatırım aracı olmaktan çıktı. Pek çok sanatçı ekonomik sürdürülebilirlik açısından zorlanırken, NFT’ler hâlâ bazı koleksiyoncular için değerini koruyor.

6. iPad ve Procreate’in Sektör Standardı Haline Gelmesi

Mobil sanat hâlâ akıllı telefonlarla üretilmeye devam etse de, iPad ve Apple Pencil, özellikle Procreate uygulamasıyla birlikte bu alanda öncü bir araç haline geldi.

  • 2023 sonunda tanıtılan Procreate Dreams, profesyonel animatörleri cezbederek animasyon odaklı dijital sanatta yeni bir dönem başlattı.
  • Telefonda yapılan mobil sanat, daha çok amatör ve günlük çizimler için kullanılan bir pratik hâline geldi.
7. Küçülen Ama Dirençli Bir Topluluk

Her ne kadar mobil sanat geniş kitlelerce daha az konuşulur hale gelse de, hala aktif bir yaratıcı topluluk var.

  • Instagram ve TikTok’ta  mobil sanatları öne çıkaran sanatçılar bulunuyor.
  • Procreate ve Adobe Fresco gibi yazılımlar, mobil sanatçılar için yeni özellikler geliştirmeye devam ediyor.
  • Fotoğraf ve dijital  tekniklerini birleştiren sanatçılar, hibrit eserlerle kendilerine özgün  bir alan yaratmayı sürdürüyor.
NEM – New Era Museum ve Mobil Sanatın Dönüşümü

Floransalı sanatçı Andrea Bigiarini tarafından kurulan New Era Museum (NEM), mobil fotoğrafçılığın meşruiyet kazanmasında önemli bir rol oynadı.

  • NEM, hepimizin bildiği klasik bir müze değil, dijital ve mobil sanatı sergileyen sanal bir platform olarak işlev gördü.
  • Facebook grupları üzerinden yaratıcı topluluklar oluşturuldu ancak pandemi sonrası dönemde bu platformların etkinliği azaldı.
  • Bugün Bigiarini’nin projeleri daha az görünür olsa da, bünyesindeki mobil sanatçılar yapay zeka ve yeni dijital araçlarla sanat üretmeye devam ediyor.

Mobil Sanat Yarışmaları: Hâlâ Etkin Olanlar

Her ne kadar bazı yarışmalar etkinliğini kaybetmiş olsa da, hâlâ prestijini koruyan birkaç büyük yarışma var:

  • iPhone Photography Awards (IPPAWARDS) – Yalnızca iPhone ile çekilen fotoğraflara özel en uzun soluklu yarışma.
  • Mobile Photography Awards (MPA) – Mobil fotoğrafçılığı tanıyan uluslararası bir yarışma.
  • MIRA Mobile Prize – Portekiz merkezli, mobil fotoğrafçılığa adanmış bir yarışma.
  • Mobil Sanatın Öncüleri ve Katkıları

    Mobil sanatın gelişiminde birçok sanatçı ve küratör önemli roller üstlendi. İşte bu alana yön veren dört önemli isim:

    Joanne Carter ve TheAppWhisperer

    Joanne Carter, mobil sanatın en etkili platformlarından biri olan TheAppWhisperer’ın kurucusu ve editoryal direktörüdür.

    • Mobil fotoğrafçılığı sadece teknik bir pratik değil, sanatsal bir anlatım biçimi olarak ele aldı.
    • TheAppWhisperer, eleştirel incelemeler, röportajlar ve küratörlü sanat seçkileriyle mobil sanatı tanıtmak ve teşvik etmek adına küresel bir hareketin parçası oldu.

    Manuela Matos Monteiro ve MIRA Mobile Prize

    Portekizli küratör ve fotoğrafçı Manuela Matos Monteiro, MIRA Mobile Prize’ı kurarak mobil fotoğrafçılığın sanatsal kimliğini güçlendirdi.

    • Porto merkezli MIRA Forum Galerisi’nde mobil sanat eserlerini sergileyerek bu alana akademik ve kültürel bir perspektif kazandırdı.
    • Mobil sanatın yalnızca bir teknik yenilik değil, sanatsal bir devrim olduğunu savundu.

    Andrea Bigiarini ve New Era Museum (NEM)

    Floransalı sanatçı Andrea Bigiarini, mobil sanatın meşruiyet kazanmasını amaçlayan New Era Museum’u (NEM)kurdu.

    • Dijital ve mobil sanat arasındaki sınırları ortadan kaldıran sanal bir platform oluşturdu.
    • Impossible Humans ve Most Wanted Visionaries gibi projelerle mobil sanatta kavramsal ve deneysel yaklaşımlara öncülük etti.

    Giulia Baita ve MAG MobileArtGroup

    İtalyan sanatçı Giulia Baita, MAG MobileArtGroup platformunu kurarak, mobil sanatçıları bir araya getiren bir topluluk oluşturdu.

    • Mobil sanatı demokratik bir sanat formu olarak tanımlayarak, her bireyin yaratıcı ifade gücünü destekledi.
    • Mobil cihazlarla yapılan dijital eserler ve illüstrasyonları yaygınlaştırdı.

Procreate ve Mobil Sanatın Yeni Yüzü

Procreate, mobil sanat dünyasında en güçlü dijital araçlardan biri haline geldi. Özellikle Procreate Dreams, animasyon sanatına yeni bir soluk getirdi.

  • Procreate toplulukları, sanatçılar için paylaşım, teknik bilgi ve diğer sanatsal gruplara meydan okuyor.
  • Instagram, Reddit ve Facebook grupları, mobil sanatçıların birbirleriyle etkileşime geçtiği alanlar olarak önemini kazanıyor.

Mobil Sanatın Geleceği

Sanat, teknolojiyle iç içe geçmiş bir dönüşüm sürecinde. Mobil sanat, yapay zeka ve artırılmış gerçeklik gibi yeniliklerle kendini sürekli güncellemek zorunda kaldı.

  • Sanatın demokratikleşmesi, mobil sanatın herkes tarafından ulaşılabilir olmasını sağladı.
  • Teknolojinin sanata entegrasyonu, sanatsal üretimin sınırlarını genişletti.

Mobil sanat artık sanatta büyük bir devrim olarak değil, dijital sanatın doğal bir parçası olarak görülüyor. Ancak hâlâ bu alana tutkuyla bağlı sanatçılar, yeni teknikler ve anlatım biçimleriyle çalışmalarına devam ediyor. Ancak ülkemizde durum biraz daha farklı, mobil sanat 5 yıl önce gördüğü ilgiyi kaybetmiş durumda.

Peki bu arada ben ne yapıyorum? Biz ne yapıyoruz?

  • Bu arada biz Tumobart sanatçıları olarak daha az sayıda üretsek de hala ver olmayı sürdürüyoruz. Ban kendi adıma`eskisi kadar olmasa da hala cep telefonu ile fotoğraflar çekip yine cep telefonu ile düzenliyor, bazı önemli mobil uygulamaları severek kullanmaya ve üretmeye devam ediyorum. Bunları da daha az da olsa paylaşmaya devam ediyorum. Benim gibi yapan arkadaşlarım var. Daha önceleri iPhone fotoğrafçılığı üzerine atölyeler ve eğitimler düzenlemiştim yine benzeri workshoplar ve geziler düzenlemeyi mobil sanatı kendi çevremde yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyorum. Ne kdar başarılı olabileceğpiz bunu da zaman gösterecektir.
  • İzleyebildiğim kadarı ile Edibe Taylan, Mehmet Duyulmuş, Esra Tanören, Nükhet Poda Göfer, Merih Soylu, Filiz Ak,  Ceyhun Özener, Fatma Korkut, Beyhan Miroğlu, Mifdale Oğuzoğlu, Şengül Bekmez, Emir Kaluti, Damla Öksüz, Estel Rita Russo mobil fotoğraf ve sanatı ile hala ilgililer. İsmini buara sehven saymayı ihmal ettiğim başka mobil sanatla ilgili sanatçılar varsa bana ulaşıp bilgi paylaşırlarsa sevinirim.

719 günlük tutsaklık…

Fransız gazeteci Olivier Dubois, Mali’de 719 gün esir kaldıktan sonra 20 Mart 2023’te serbest bırakıldı. Yaşadıklarını anlattığı romanı “Kurt ve Pars” 1 ay önce raflarda yerini aldı. Dubois 8 Nisan 2021’de El Kaide bağlantılı bir grup tarafından kaçırılmıştı. Romanında bekleyişi, yalnızlığı, yaşadığı sıkıntıları, aynı zamanda gardiyanları ve diğer rehineleri de anlatıyor.
“Kurt ve Pars”, zorluklar karşısında bir insanın ne kadar dayanıklı olabileceğinin hikayesi. Olivier Dubois, özgürlük, kimlik ve yaşamın anlamı konularına da değiniyor.
Halen psikoterapi altındaki gazeteci ile yaptığımız röportajı buraya alıyorum.

 

Hoş geldiniz Olivier, sizinle burada olmak bizim için büyük bir mutluluk. Siz, ismini son yıllarda sık sık manşetlerde gördüğümüz bir gazetecisiniz. Ancak bugün burada olma sebebimiz sadece gazetecilik kariyeriniz değil, yaşadığınız büyük deneyim: Çölün ortasında tam 719 gün boyunca rehin tutuldunuz.

Bu zor süreci, bu süreçten doğan kitabınızı, gazetecilik kariyerinizi ve hatta daha geniş bir perspektiften bakarak Batı Afrika’daki politik durumu konuşmak istiyoruz.

Öncelikle, bugün nasılsınız? Serbest kaldıktan sonra geçen aylar sizi nasıl etkiledi? Böyle bir deneyim insanda kalıcı izler bırakır. Kitabınızı yazmak bu süreci daha iyi anlamanıza yardımcı oldu mu? Ayrıca, sizinle birlikte esir alınan Yakubu Deeter kitap yazmadı. Sizin bu süreci yazıya dökme kararınız nasıl şekillendi?

Olivier:

Teşekkür ederim, burada olmak benim için de çok anlamlı. Şu anda iyiyim ama normal hayata dönüş gerçekten zaman alıyor. Kitabımı yazmak, bu sürecin bir anlamda son noktası oldu. Yaşadıklarımı sayfalara dökmek, hem benim için hem de ailem için sanki bir nevi tedavi oldu diyebilirim .

Serbest kaldıktan hemen sonra tüm bu olaylardan uzaklaşmak istedim. Üzerine düşünmek bile fazla geliyordu. Ancak 2024’ün başında, Michel Lafon Yayınevi’nden gelen teklif üzerine notlarımı gözden geçirmeye başladım ve kitabı yazmaya karar verdim.

Bu süreçte 4 yıldır esaret çeken diğer tutsak sağlık çalışanı Yakubu Deeter ile tekrar buluştuk. Onunla anılarımızı tazeledik, yaşadıklarımızı konuştuk . Bu buluşma, hafızamı toparlamama yardımcı oldu.

Esir alınmanız nasıl gerçekleşti? O gün neler oldu?

Mali’de uzun yıllardır gazetecilik yapıyordum ve genellikle terörizm, çatışmalar ve bölgenin siyasi yapısı üzerine haberler yapıyordum. 2020 yılında, Dogon milislerinin cihatçılara karşı verdiği mücadeleyle ilgili bir röportaj yapmıştım. Daha sonra, bölgedeki diğer önemli çatışmalardan başka birine daha eğilmek istedim: Sahra’daki IŞİD ile El Kaide arasında süregelen savaşla ilgili bir röportaj yapmak istiyordum .

Bu gruplara yakın bir kaynağım vardı. Onun aracılığıyla, El Kaide’nin yerel liderlerinden biriyle röportaj yapmayı teklif ettim. Önce reddettiler, sonra kabul ettiler ama şartları vardı: Birebir görüşme yapmak istiyorlardı.

O noktada tereddüt ettim. Çok riskliydi. Ama uzun süredir birlikte çalıştığım yerel rehberime çok güveniyordum. Kendimizi güvende tutacak önlemleri aldığımızı düşünüyordum. Hatta, röportaj için resmî bir davet mektubu bile almıştım. Bu nedenle, röportaj yerine gitmeye karar verdim.

8 Nisan 2021’de Gao’ya doğru yola çıktık. Ancak buluşma noktasına vardığımızda hee şey bir anda değişti. Muhtemelen rehberim beni satmıştı.

Kaçırıldığınızı ne zaman fark ettiniz?

Her şey inanılmaz hızlı gelişti. Rehberim, röportaj yapacağımız kişilerle sürekli telefonla iletişim halindeydi. Otelimizden ayrıldık, yola çıktık. Yolda bir araçla karşılaştık. Rehberim araçtaki kişilerle kısa bir konuşma yaptı. O an gözlerinin değiştiğini fark ettim.

Diğer araca bindim. Röportajın yapılacağı yere gitmek için yola koyulduk. Ancak 40 dakika geçti ve hâlâ durmamıştık.

Şüphelenmeye başladım ama yine de bekledim. 1 saat geçti, sonra 2 saat… Röportajın planlanan süresi çoktan dolmuştu. Ama hâlâ ilerliyorduk.

Bir noktada araç durdu. Gözlerim bağlandı, kıyafetlerim alındı, bana yeni giysiler verildi. Sonra beni başka bir araca aktardılar. O zaman, rehin alındığımı anladım.

Yeni aracın şoförü bana dönüp, “Ailen ve hükümetin gerekeni yaparsa serbest bırakılırsın.” dedi.

Esir tutulduğunuz süreç nasıldı? Günleriniz nasıl geçiyordu?

Koşullar inanılmaz zordu. Sürekli hareket hâlindeydik çünkü Fransız ordusunun insansız hava araçlarından saklanmak için yer değiştiriyorlardı. Toprakta yatıyorduk, zincirleniyorduk, yemek ve su çok sınırlıydı. Yemek çoğunlukla pirinç ve kurutulmuş etten ibaretti.

Ama en zor olan belirsizlikti. Her gün, “Bu benim son günüm mü?” diye düşünerek uyandım. Motor sesleri, telsiz konuşmaları duyduğumda, infaz edileceğim anın geldiğini sanıyordum.

Kaçmaya çalıştım ama her denemem başarısız oldu. Kaçmaya çalıştıkça, güvenlik önlemleri arttırıldı. Bu yüzden, ayakta kalmanın tek yolunun adapte olmak olduğunu anladım.

Arapça öğrendim, Kur’an okudum, gardiyanlarımla konuştum. Onlarla iletişim kurmak, bazen bana biraz daha iyi muamele edilmesini sağlıyordu.

Ne zaman serbest bırakılacağınızı öğrendiniz?

Bir gün, bana bir ses kaydı dinlettiler, kayıt bir Emir’den geliyordu ve şöyle diyordu

“Eğer her şey yolunda giderse, 14 gün içinde özgür olacaksın.”

İnanmak istedim ama bu kadar zaman boyunca yaşadıklarımdan sonra hiçbir şeye güvenemiyordum. O 14 gün inanılmaz bir gerilim içinde geçti. Sonunda, bir sabah bir araç geldi. Günler süren bir yolculuğun ardından Nijerya sınırına ulaştık.

Fransız askerlerini gördüm. Özgürdüm.

Bugün geleceğe nasıl bakıyorsunuz? Yeniden sahaya dönmeyi düşünüyor musunuz?

Bu konuda kesin bir şey söyleyemem. “Asla yapmam” demek istemem ama eskisi gibi çalışabileceğimi de sanmıyorum. Bu deneyim, risk algımı tamamen değiştirdi.

Kitap yazmak, yaşadıklarımı yeniden değerlendirmemi sağladı. Ama yaşadığım hikâye hâlâ benimle. Belki ileride tekrar Afrika’ya dönerim ama eskisi gibi değil tabii ki.

Son olarak, savaş bölgelerinde çalışan gazetecilere ne tavsiye edersiniz?

Daha dikkatli olun. Güvenmek önemli ama hiç bir zaman tamamen güvenmeyin . Benim en büyük hatam, rehberime aşırı güvenmek oldu.

Ve eğer bir gün kaçırılırsanız, zihninizi meşgul etmeye çalışın. Kendinize küçük hedefler koyun, egzersiz yapın, zihninizi koruyun. Panik yapmak, en büyük düşmanınızdır .

Olivier, bu çok zor deneyimi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz./19 Tutsaklık ….

Fotoğrafın Polikrom Serüveni; Paris Photo’dan kalan hatıra..

2024 yılı Paris Photo da elime tutuşturulmuş ve üzerinde sadece bazı fotoğrafa dair kelimeler bulunan büyük afişin ne olduğunu anlamak istedim. Yukarıdan aşağı yazılı isimler şöyle idi.;

héliochromie

épreuves naturellement colorées

substance caméléontique

rétine minérale

synthèse trichrome

trichromie rétrospective

images photochromiques

polychromie photographique

photochromie

vitraux héliochromiques

représentation polychrome de la nature

vision photochromée

projections polychromes

chromophotographie

photographie interférentielle

aquarelles lumineuses

photographie des couleurs

photocopie de la lumière

synthèse homéochromatique

photochromographie

vision polychrome

réseau trichrome

photographie en couleurs

autochrome

Bu kadar kelime bana pek fazla bir şey ifade etmedi. Fotoğrafla ve hatta renkli fotoğrafla ilgili olduğu anlaşılıyordu ama ben orada kalıyordum. Yapay zeka yardımıma koştu. Renkli fotoğrafın tartihi ile ilgili olduğunu keşfedip renkli fotoğrafın tarininde küçük bir yolculuk yaptırdı. Sizinle paylaşıyorum.

Tarih boyunca insan, gördüğünü olduğu gibi kaydetmenin peşine düşmüştür. Fotoğrafın icadı bu arayışın bir durağı olmuş, ancak ışığı dondurmak yetmemiştir; asıl mesele onu renkleriyle birlikte yakalayabilmek olmuştur. İşte bu yolculuk, ışığın renkli hafızasını keşfetme çabasıyla şekillenmiş, bir dizi deney, keşif ve hayal kırıklığını iç içe geçirmiştir.

Héliochromie, photochromie, autochrome… Hepsi aynı tutkuyu yansıtan kelimeler: Doğanın renklerini aynen yansıtabilme arzusu. 19. yüzyılın ortalarında Abel Niépce de Saint-Victor’un héliochromie adını verdiği yöntemle başlayan süreç (buarad devreye gireyim bu Abel, Nicephore Niepce’in yeğeni olur), James Clerk Maxwell’in sentez trikrom (synthèse trichrome) deneyiyle bilimsel bir çerçeveye oturmuştur. Louis Ducos du Hauron gibi öncüler, ışığın bileşenlerini ayrıştırarak görüntüyü tekrar birleştirme fikrini geliştirmiş, sonunda Frères Lumière’in 1903’te patentini aldığı Autochrome plakalarıyla ilk başarılı ticari renkli fotoğraf sürecine ulaşılmıştır.

Bu terimler, yalnızca teknik bir gelişimi değil, aynı zamanda ışığın doğasıyla yürütülen estetik ve felsefi bir diyaloğu da temsil eder. Rétine minérale (mineral retina) kavramı, ışığın doğrudan maddeye kazınmasını ima ederken, substance caméléontique (bukalemunvari madde), görüntülerin renk değiştiren hassasiyetiyle oynayan kimyasal süreçleri gönderme yapar. Photochromie (foto-kromi) ve polychromie photographique (polikrom fotoğraf), birer kavramsal çerçeve olarak ışığın, maddede bıraktığı izlerin çok renkli olduğunu anlatır.

Görme algımızın temelindeki trikromi (üç renk algısı), bu süreçlerde kilit bir rol oynar. Réseau trichrome (trikrom ağ), vision photochromée (foto-kromatik görüş) gibi kavramlar, insan gözünün renkleri algılama biçimini fotoğraf pratiğiyle ilişkilendirir. Photographie interférentielle (girişim fotoğrafçılığı), Gabriel Lippmann’ın ışık dalgalarıyla yaptığı deneylere kadar gider; bu deneyler, renkleri saf haliyle kaydetmiştir.

Ama belki de en büyüleyici olan, bu terimlerin içinde saklı olan şiirselliktir. Vitraux héliochromiques (hélio-krom vitraylar), ışığın renkler aracılığıyla kutsallık kazanmasına dair bir metafor gibidir. Aquarelles lumineuses (ışıklı suluboyalar), pigmentler yerine ışığın fırça darbeleriyle resim yapma fikrini çağrıştırır. Projections polychromes (polikrom projeksiyonlar), renklerin yalnızca bir yüzeye sabitlenmek yerine yayılabileceğini, hareket edebileceğini, izleyiciyle birlikte dönüşebileceğini ima eder.

Bütün bu kelimeler, renkli fotoğrafın doğuşuna dair birer sessiz tanık gibidir. Photocopie de la lumière (ışığın fotokopisi) fikri, belki de en büyük hayali anlatır: Işığı sadece kaydetmek değil, onun tüm renklerini olduğu gibi, tüm zenginliğiyle koruyabilmek önemlidir. İşte bu yüzden, bu yolculuk yalnızca teknik bir ilerleme değil, aynı zamanda doğayı polikrom bir aynada yansıtma tutkusunun da hikâyesidir. İşte böylece elime sıkıştırılan kağıttaki tüm kalimelerin resmi geçidini yaptırmış oldum. Teşekkürler yapay zeka.

Önce söz vardı, sonra renkler geldi…

Bir varmış bir yokmuş! Karadelikten ortaya çıkan bir evren varmış. Evren de dünyayı doğrumuş. Bazı ana kaynaklar hepsinden önce söz’ün olduğunu söylerler. Söz’ün olabilmesi için bir sesin olması lazım. Sesin olması için de ses dalgaları. Önce kulağımız açıldı. İki kadehin birbirine değme sesinin ardından gelen ¨Sağlığa¨sesini duyduk. Bir hareket oldu  Ses dalgalarının ardından ışık dalgaları etrafı sardı her yer aydınlandı.   Işık salgalarının dalga boyları vardı. Bu ışık dalgaları boylarına göre renklere boyandı. Gözümüz açıldı. Bize göre üç renk öndeydi. Kırmızı, beyaz ve pembe. Pembeye Roze de dediler. Bu üç rengin bizim için önemini anlama zor olmasa gerek. Biz de sesimizi kısıp önce bu renklere bir bakalım.

Kırmızı Şarap (Rouge):

• Mor

• Bordo

• Yakut

• Kiraz

• Frenk üzümü

• Kiremit

• Nar

Pembe Şarap (Rosé):

• Şeftali

• Greyfurt

• Ahududu

• Kavun

• Mango

• Mandalina

Beyaz Şarap:

• Yeşilimsi sarı

• Saman sarısı

• Yeşil altın

• Soluk altın

• Altın Sarısı

• Eski altın sarısı

• Açık kehribar

• Koyu kehribar

• Kızıl kahverengi

 

Şarap renklerini konuşurken yukarıdaki listeden bir renk seçebiliriz.

Renklerden sonra ise kokular yeryüzüne saçıldı. Burnumuz açıldı. Aşağıdaki vereceğim listedeki koku listesi  kaliteli nadir bir şaraptaki tüm tatları vermeye yetmez ama şimdilik bu listeyle idare edelim.

 

Ana Kategoriler:

1. Çiçeksi

2. Meyvemsi

3.  Baharatlı

4. Bitkisel

5. – Balsamik

6. – Topraksı

7. – Kimyasal

8. – Mikrobiyolojik

Alt Başlıklar:

 (Çiçeksi):

• Fleurs – Çiçekler

• Gül

• Yasemin

• Zambak

• Sardunya

• Papatya

(Meyvemsi):

• Agrumes – Narenciyeler

• Greyfurt

• Portakal

• Mandalina

• Limon

• Bales – Meyveler

• Çilek

• Ahududu

• Böğürtlen

• Frenk Üzümü

• Fruits Tropicaux – Tropikal Meyveler

• Mango

• Ananas

• Muz

• Hindistancevizi

• Fruits Secs – Kuru Meyveler

• Badem

• Fındık

• Ceviz

• Kuru Üzüm

(Baharatlı):

• Épices – Baharatlar

• Tarçın

• Karabiber

• Anason

• Zencefil

(Bitkisel):

• Herbes – Otlar

• Adaçayı

• Fesleğen

• Kekik

• Nane

• Feuilles de Plantes – Bitki Yaprakları

• Tütün

• Lahana

• Kurutulmuş Bitkiler

• Légumes – Sebzeler

• Bezelye

• Havuç

• Patates

BALSAMIQUE (Balsamik):

• Bois – Ahşap

• Meşe

• Sedir

• Sandal Ağacı

• Bois Nobles – Değerli Ahşap

• Çikolata

• Vanilya

• Matières Grasses – Yağlı Tatlar

• Tereyağı

• Krema

• Yağ

(Topraksı):

• Minéraux – Mineraller

• Kireç

• Taş

• Tebeşir

• Humidité – Nem

• Mantar

• Toprak

(Kimyasal):

• Acide – Asidik

• Sirke

• Limon Suyu

• Soufre – Kükürt

• Kükürtlü Maddeler

(Mikrobiyolojik):

• Animal – Hayvansal

• Süt

• Yoğurt

• Peynir

• Lactique – Laktik

• Tereyağı

• Kaymak

• Levure – Maya

• Ekmek Mayası

 

Yukarıdaki konu ile ilgili oldukça geliştirilmiş zengin renk ve koku disklerini La revue de France’ın 2 numaralı özel sayısından aldım. İnternette şarabın renk diski diye ararsanız benzer şemalar bulabilirsiniz. Kulak Göz Burun derken geldik Dilin ve tat alma duyusunun açılmasına gelin onu da açalım. Ben Tıp fakültesinde okurken dilin tatları alma bölgeleri olduğuna inanılırdı. Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar öyle olmadığını ortaya koydu. Dilin her tarafı beş tadı da alıyor. Tatlı, tuzlu, acı, ekşi ve umami. Bunlar temel tatlar. Aslında dill ve burun birlikte çalışarak lezzeti buluyor. İşbirliği söz konusu.

Sanat tarihinde skandal yaratan on resim..

Sanatın Cesur Yüzleri: Gelenekleri Sarsan On İkonik Tablo

Sanat, zaman zaman sadece güzellik sunmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal normlara meydan okur ve tabuları yıkar. İşte, hem sanat dünyasını hem de toplumu derinden etkileyen on cesur eser.

Gustave Courbet’in “Dünyanın Kökeni” eseri, kadın cinselliğinin gerçekçi bir tasviriyle 1866 yılında büyük bir tartışma yarattı. Bu tablo, dönemin sanat anlayışına meydan okuyarak, tabuları yıkmış ve cüretkar bir bakış açısı sunmuştur.

Édouard Manet’nin “Olympia” tablosu, bir fahişenin kendine güvenen bakışı ile izleyicileri rahatsız etti. Bu eser, toplumun cinsellik ve ahlak anlayışıyla oynadı diyebiliriz.

Aynı sanatçının “Açık Havada Öğle Yemeği” eseri, doğada piknik yapan bir grup içinde yer alan çıplak bir kadın figürü ile dönemin anlayışına açık bir meydan okuma olarak algılandı.

Pablo Picasso’nun “Avignonlu Kızlar” tablosu, figürlerin parçalanmış halleriyle modern sanatın kapılarını araladı. Bu eser, geleneksel estetik anlayışları alt üst ederek, izleyicileri şaşırttı ve düşündürdü.

Picasso’nun bir başka başyapıtı olan “Guernica”, İspanya İç Savaşı sırasında yaşanan acıları gözler önüne serdi ve o güne kadar yapılmamış bir şekilde savaşın dehşetini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.

Eugène Delacroix’in “Halkı Yönlendiren Özgürlük” eseri, 1830 Fransız Devrimi’nin ateşleyici ruhunu tuvale yansıttı ve özgürlük mücadelesinin ikonik bir simgesi haline geldi.

Gustav Klimt’in “Kadının Üç Yaşı” ve “Yahya’nın Başını Tutan Salome” eserleri, özellikle kadın figürlerinin erotik ve dramatik tasvirleriyle dönemlerinin ötesine geçti.

Alexandre Cabanel’in “Venüs’ün Doğuşu” ve Manet’nin “Ayyaş” eserleri, her biri kendine has biçimleriyle dönemin sanat anlayışına yeni bir yön verdi.

Bu on tablo, her biri kendi dönemlerinde büyük yankılar uyandırmış ve sanatın sınırlarını zorlamıştır. Onlar, sanatın sadece göze hitap etmekle kalmayıp aynı zamanda düşündürebileceğini ve değişim yaratabileceğini gösteren örneklerdir. Bu eserlere bakarken, sanatın insan ruhunu nasıl ele geçirebileceğini ve toplumsal değişimlere nasıl ilham verebileceğini görebiliriz.

Moldova: Şarabın Sessiz Krallığı

Moldova: Şarabın Sessiz Krallığı

Moldova 16-20 Haziran tarihlerinde yapılacak Uluslararası Bağ ve Şarap birliğinin 46.cı kongresine ev sahipliği yapacak. Darısı Türkiye’nin başına diyoruz. Kişi başına dünyada en yüksek bağ yüzölçümüne sahip olma özelliği taşıyan Moldova şarap konusunda her ne kadar az bilinse bağcılık ve şarapçılık konusunda önemli bir ülkedir.

2012 yılında Moldova’ya bölge şaraplarını tanıma amaçlı bir şarap gezisi yapmıştık. Çok güzel gezdik. Dünyanın en uzun toprak altı mahsenlerinin içinde şarap tatık. Burada şarap içen Merkel ve Astronot Gagarin’in öykülerini rehberimiz Sergiu’dan dinledik.

 Moldova şaraplarını Türkiye’ye ithal eden ABD’de kurulu Kimexco Uluslararası Ticaret’in kurucusu Ömer Faruk Kutay ile yıllar önce bir röportaj yapmıştım. Onun özetini de  buraya alayım istedim.

İşte röportajın özeti; 

Cricova’nın etkileyici bir şarap üretim geleneğine sahip olduğu görülüyor. Moldova, zengin tarihi ve kültürel mirasıyla şarap dünyasında önemli bir yere sahip. Şarap mahzenlerinizin boyutu ve koleksiyonunuz hakkında verdiğiniz bilgiler gerçekten etkileyici. Vladimir Voroni’nin başkanlığında, Moldova’nın şarapçılık alanındaki ulusal değerinin korunması ve dünya çapında tanıtılması için yapılan çalışmalar takdire şayan.

Moldova’nın yerel üzümlerini kullanmamanız, uluslararası pazarda daha rekabetçi olma stratejinizin bir parçası gibi görünüyor. Petaska ve Isabella gibi yerel çeşitler yerine, Cabernet Sauvignon, Pinot Noir, Merlot gibi klasik Fransız üzümleriyle üretim yapmanız, ürünlerinizi daha geniş bir kitleye ulaştırma hedefinizle uyumlu.

Şarap üretiminde kullanılan geleneksel teknikler ve modern teknolojilerin bir arada kullanılması, kalitenin korunması açısından önemli. Özellikle, köpüklü şarap üretimindeki başarınız ve Fransız şampanyasıyla rekabet edebilme iddianız, markanızın uluslararası alanda nasıl bir konumda olduğunu gösteriyor.

Türkiye’ye ihracat yaparken karşılaştığınız vergi oranları ve monopolleşme çabaları gibi zorluklar, dış pazarlarda yer edinme sürecinde önemli engeller oluşturuyor olabilir. Buna rağmen, Cricova’nın uluslararası alanda tanınırlığını ve pazar payını artırma yolunda emin adımlarla ilerlediğini belirtmek gerekir.

Şarapların organik üretim yapısına vurgu yapmanız, günümüz tüketici trendleriyle de uyumlu. Düşük sulfat kullanımı ve organik sertifikasyon, sağlık bilincine sahip tüketiciler için önemli bir tercih sebebi.

Sunduğunuz bilgiler ışığında, Cricova’nın gelecekte de Moldova şarapçılığının gururu olarak anılacağına şüphe yok. Başarılarınızın devamını dilerim.

diye konuşmuşuz.

Gelelim Moldova ve Bağ-Şarap ilişkisine..

Dünyanın büyük şarap haritalarında göz ardı edilen küçük bir ülke… Moldova. Bir zamanlar Prut ve Dinyester nehirlerinin kıyısında sarmaşık gibi uzanan bağların hikâyesi, bugün hala geçerli. Sessiz, derin, yıllara meydan okuyan bir gelenek şarap Moldova’da.

Bağların Kökleri: Tarihin içinde

Moldova’da şarapçılık bir meslekten çok bir miras. Binlerce yıl önce bu topraklarda başlayan üzüm yetiştiriciliği, Roma’ya yolculuklarda, Osmanlı pazarlarında, Rus çarlarının sofralarında yerini aldı. Bağların içinde yaşayan halk, her hasatta yalnızca üzüm değil, bir de kültürü topluyordu.

Bugün Moldova, kişi başına düşen şarap üretiminde dünyada başı çeken ülkelerden biri. Topraklarının yaklaşık %7’si üzüm bağlarıyla kaplı; bu, Avrupa’nın pek çok büyük şarap ülkesine meydan okuyan bir oran. Peki, bu küçük ülkenin bağlarında yetişen üzümler neden bu kadar özel?

Üzümler ve Şişelenen Ruh

Moldova’nın şarapları, tıpkı tarihi gibi, hem köklü hem de şaşırtıcı derecede modern. Yerel üzüm çeşitleri, zamana meydan okuyor:

  • Fetească Neagră: Moldova’nın kırmızı üzümlerinde baş rolü çekiyor. Siyah çay, baharat ve yaban mersini lezzetleri öne çıkıyor.
  • Fetească Albă: Beyazın en narin hali. Taze çiçekler ve hafif mineral dokunuşlar söz konusu.
  • Rara Neagră: Adı gibi nadir, içimi büyüleyici. Doğu Avrupa’nın cevheri olarak kabul ediliyor.

Bunların yanı sıra Cabernet Sauvignon, Merlot, Chardonnay gibi uluslararası üzümler de Moldova topraklarında hayat buluyor. Ama asıl mesele, şarabın Moldovalılar için yalnızca bir ticari ürün değil, bir yaşam biçimi olması.

Şarap Mahzenlerinde Zamana Yolculuk

Moldova’nın dünya şarapçılığına armağanı, yalnızca şarabın kendisi değil, onu sakladıkları yerlerdir. Mileștii Mici ve Cricova, adeta şarabın yeraltındaki krallıkları. Mileștii Mici, Guinness Rekorlar Kitabı’na giren dünyanın en büyük şarap mahzeni; içinde 2 milyon şişeden fazla şarap saklanıyor. Cricova ise, Devlet Mahzeni olarak anılıyor çünkü zamanında Yuri Gagarin’den Vladimir Putin’e kadar pek çok liderin favori şaraplarını burada sakladıkları söyleniyor.

Bu mahzenlerde dolaşırken zamanın yavaşladığını hissedersiniz. Sıradan bir depo değil burası; yıllanmış fıçıların, küflü taş duvarların ve eski damak hafızalarının birbirine karıştığı kutsal bir alan.

Şarabın Sınırları Aşan Yolculuğu

Moldova’nın şarapları, tarih boyunca doğuya ve batıya farklı yollarla akmış. Sovyetler döneminde en büyük alıcı Rusya iken, bugün Rusya’daki şavaştan da farlı nedenlerle Moldova şaraplarını Avrupa Birliği, Çin, ABD gibi pazarlara yönlendiriyor. Moldova’nın toplam üretiminin %85’i ihraç ediliyor. Yani Moldova, yerel tüketiminin çok ötesinde, şarabını dünyaya anlatan bir hikâye yazıyor.

Ancak bu yolculuk her zaman kolay olmamış. Rusya’nın zaman zaman uyguladığı ticari ambargolar, Moldova’nın yeni pazarlar bulmasını zorunlu kıldı. Bugünse, Romanya, Polonya, Almanya gibi Avrupa pazarlarında Moldovalı şaraplar daha fazla yer açılmış durumda.

Küçük Ülkenin Büyük Potansiyeli

Moldova, şarapta bir Fransa ya da İtalya değil. Ama olmak da istemiyor. Onun hikâyesi, büyük üreticilerle rekabet etmekten ziyade, kendi kimliğini bulmak üzerine. Özgün üzüm çeşitleri, yeraltındaki efsane mahzenler ve zengin bir kültürel miras, bu ülkenin şarapçılıktaki en büyük kozları.

Gelecekte, daha güçlü bir marka imajı ve uluslararası tanınırlık kazanarak şarap dünyasında kendine daha büyük bir yer açabilir. Çünkü Moldova iyi şarap yapıyor. Ve iyi şarap, her zaman anlatacak bir hikâyeye sahiptir.

4o

Moldovalılar Rusya ile bir savaştan korkuyor mu?

28 Ocak 2025 tarihinde Moldova’nın Paris’teki  Büyükelçisi Corina Calugaru yabancı gazetecileri ağırlayıp basın toplantısı yaptı.

Konuşulan konular arasında enerji krizi, iç ve dış siyasi dinamikler ve şarap vardı. Moldova 16-20 Haziran tarihlerinde yapılacak Uluslararası Bağ ve Şarap birliğinin 46.cı kongresine ev sahipliği yapacak. Darısı Türkiye’nin başına diyoruz. Kişi başına dünyada en yüksek bağ yüzölçümüne sahip olma özelliği taşıyan Moldova’nın şarapla olan ilişkisini başka bir yazıda paylaşacağız. Bu yazımız ise daha güncel bir konu olan Ukranya-Rusya savaşının Moldova’ya sıçrama tehlikesi üzerine.

Moldova, özellikle Ukrayna’daki savaş ve Rusya ile devam eden gerginlikler nedeniyle endişeler taşıyan bir ülke. Bu korkular, toplumun farklı kesimlerine ve siyasi dinamiklere bağlı olarak değişkenlik gösteriyor. Moldova, Ukrayna ve Romanya arasında yer alan 2.5 milyonluk küçük bir ülke olup, tarihsel olarak Sovyetler Birliği’nin etkisinde kalmış. Anayasasına göre tarafsız bir ülke olsa da, geçmişi ve Rusya’ya olan coğrafi yakınlığı nedeniyle hassas bir konumda bulunuyor.

Moldova içindeki Transdinyester (Transnistria) bölgesinde yıllardır Rusya’nın teşvik ettiği ayrılıkçı bir yapılanma söz konusu. Burada konuşlanmış Rus askerleri, Moldova için ciddi bir tehdit unsuru olarak görülüyor.

Moldova neden savaştan korkuyor?

Moldova, Ukrayna ile sınır komşusu olduğu için savaşın etkilerini yakından hissediyor. Ukrayna’nın güneyinde, Moldova sınırına yakın bölgelerde gerçekleşen bombardımanlar, ülke halkında korku ve tedirginlik yaratıyor.

Moldova’nın askeri kapasitesi son derece sınırlı. bin civarında olduğu sanılan küçük, az donanımlı ve hazırlıksız bir orduya sahip olması, halkın güvenlik konusunda endişelerini artırıyor. Rusya’nın bir savaş söz konusu olduğunda 15-20 dakika içinde tüm ülkeyi teslim alabileceği görüşü yaygın.

Moldova, Rusya’nın Transdinyester’i Ukrayna savaşında olduğu gibi bir askeri operasyon için kullanabileceğinden endişe ediyor. Rusya’nın geçmişte ayrılıkçı bölgeleri nasıl desteklediği düşünüldüğünde, bu olasılık Moldovalılar için büyük bir korku kaynağı olması anlaşılabilir bir durum.

Moldova İçindeki Fikir Ayrılıkları

Moldova toplumu, Rusya ve Avrupa Birliği arasında bölünmüş durumda. Mevcut hükümet Avrupa yanlısı olsa da, halkın bir kısmı Rusya ile güçlü ilişkilerin sürdürülmesini savunuyor. Bu durum, hem siyasi hem de toplumsal gerilimleri artırıyor.

Moldova, Ukrayna savaşının ekonomik etkilerini de ciddi şekilde hissediyor. Enerji fiyatlarındaki artış ve gıda krizi gibi sorunlar, halkın geleceğe yönelik kaygılarını daha da derinleştiriyor. Moldovada ciddi bir enerji sorunu var. Ukranyadaki savaş nedeniyle oradan gelen gaz kesilmiş durumda. Aynı şekilde elektriğe de ulaşım iyice zorlaşmış.

Avrupa Birliği ve ABD, Moldova’ya ekonomik ve siyasi destek sağlayarak ülkenin Rusya karşısında daha dayanıklı olmasını sağlamaya çalışıyor.

Moldova, Haziran 2022’de Avrupa Birliği aday ülkesi statüsü kazandı. Bu, Moldova’nın Batı’ya daha fazla yakınlaşmasının bir işareti olsa da, diğer taraftan Rusya’nın hoşnutsuzluğunu artıran bir gelişme oldu.

Moldovalılar Gerçekten Korkuyor mu?

Moldova’da sanki endişe ve umut bir aradaymış hissine kapıldık.  Moldova halkı genel olarak Rusya’nın saldırgan bir politika izlemesinden çekiniyor. Ancak Ukrayna’daki savaşın Rusya’yı yıpratmış olması, Moldova’ya yönelik bir saldırı ihtimalini şimdilik azaltıyor.

Büyükelçinin söyledikleri arasında Moldova’da savaş korkusu yaygın olsa da, insanların krizlere karşı hazırlık yaptığı  ve Ukraynalı mültecilere yardım ederek dayanışma gösterdiği konuları dikkatimizi çekti.

Bazı zevkler parayla satın alınamaz..

 

Bazı zevklerin parayla satın alınamayacağını hepimiz biliriz ama modern hayatın hırsları, bize bu gerçeği unutturmak için her yolu dener. Jean-Jacques Rousseau, “Bana saf zevkler gerek, para bunların hepsini öldürür,” derken tam da bu noktaya dokunur. Onun için gerçek şarap, etiketinde koca rakamlar yazan bir prestij unsuru değil, dostlarla paylaşılan, sohbeti koyulaştıran, kahkahaları çoğaltan bir nimettir. Bir yudum şarap, hayatın gerçek tadını hissettiğin andır.

Rousseau’nun Julie adlı romanındaki sahne belki de hepimizin aşina olduğu bir anı hatırlatır. Saint Preux’nün fazla kaçırdığı bir akşam, Julie’nin içindeki kaygıyı harekete geçirir. “Beni endişelendiren, sizin geçmişte yaşadıklarınızın geri dönmesi,” der Julie, sevgilisinin kontrolünü kaybetmesinden korkarak. Ama ne ilginçtir ki, biraz sonra ona hayatın dengesi üzerine bir ders verir: “Zararsız bir zevkten tamamen vazgeçmeniz, aslında sağlığınıza zarar verir.” Burada mesele yalnızca içki değildir; mesele, kendini tanımak, sınırlarını bilmek ve hayattan tat almayı öğrenmektir.

Rousseau için şarap, sadece bir içecek değil, bir öğretmendir. Emile’de şaraptaki sahtelik üzerine yazdıkları, insana dair büyük bir gerçeği de açığa çıkarır. “Bazı maddeler, olduklarından daha iyi görünmek için değişime uğrar,” der Rousseau. Ama damağı kandıran bu sahte tatlar, aslında ruhumuzu da yanıltır. Tıpkı hayatta karşılaştığımız bazı insanlar gibi… Onlar da şarabın içine karışan hileli maddeler gibi, olduğundan farklı görünmeye çalışan, kendini yapay bir parlaklıkla sunan kişilerdir. Rousseau, şarap üzerinden bize insanları tanımayı öğütler: “Gerçek olanı seçin. Sahteleri fark etmeyi öğrenin.”

Şarabın insan ruhuyla kurduğu bu özel bağ, Molière’in eserlerinde de bambaşka bir şekilde karşımıza çıkar. O, şarabı ciddiyetle değil, kahkahayla, iğneleyici bir mizahla ele alır. Le Médecin Malgré Lui‘de Sganarelle, boşalan şişesine hayıflanarak şunları söyler: “Ah, güzel şişe, neden boşalırsınız?” Hepimiz hayatımızın bir anında, bir dost meclisinin sonunda, masada yarısı içilmiş bir şişeye bakıp bu soruyu sormadık mı? Şarabın son yudumu gibi, güzel anlar da hızla tükenir. İşte Molière’in anlatmak istediği de budur: Hayat akıp gider, tadını çıkar.

Bourgeois Gentilhomme‘da bu mesaj daha da netleşir: “İçelim dostlar, içelim! Kaçıp giden zaman, bizi hayattan yararlanmaya çağırıyor.” Molière için şarap, yalnızca sarhoş eden bir içecek değildir; o, anı yaşamanın, hayatın sunduğu küçük ama değerli mutlulukların bir sembolüdür. Şarabı fazla kaçıran karakterleri de vardır elbette, ama onları izlerken kendimizi görmez miyiz? Hepimiz bazen biraz fazla coşkun, biraz fazla pervasız olmaz mıyız?

Molière, doktor karakterlerine şarabı tıbbi bir çare olarak bile söyletir. Le Malade Imaginaire‘de şarabın iyileştirici özelliklerinden bahsedilir, hatta papağanlara bile şarap ve ekmek verilmesini önerir. Çünkü ona göre, şarap sadece bedene değil, konuşmalara da sıcaklık katar, insanları bir araya getirir, mesafeleri kaldırır.

Şarap, Rousseau için doğallığın ve hakikatin bir simgesiyken, Molière için mizahın, dostluğun ve yaşama sevincinin bir yansımasıdır. Ama ikisinin de anlatılarında ortak bir şey var: Şarap, yalnızca bir içecek değildir. O, insan olmanın, paylaşmanın, hayatı hissetmenin bir yoludur. Ve belki de asıl mesele, hangi şarabı içtiğimiz değil, kiminle paylaştığımızdır.