Mehmet Ömür’le iPhone LOFOTEN Gezisi

Paris iPhone fotoğraf gezisi

Merih Akoğul katılımı ile yapılacak bu iPhone fotoğraf gezisi Parisi fotoğraflamayı, iPhone fotoğrafçılığının inceliklerini ve yaratıcı tarafını daha iyi öğrenmeyi amaçlamaktadır.

Gezi sonunda her katılımcı Pariste çektiği en güzel fotoğraflardan bir portfolio ile dönecektir. Esas amaçlanan ise fotoğrafın gölgesinde güzel vakit geçirmektir

ve unutulmayacak hatıralar biriktirmektir.

paris foto gezisi.

 

 

 

Merih Akoğul katılımı ile yapılacak bu iPhone fotoğraf gezisi Parisi fotoğraflamayı, iPhone fotoğrafçılığının inceliklerini ve yaratıcı tarafını daha iyi öğrenmeyi amaçlamaktadır.

10 kişi ile sınırlıdır. 15 eylül cuma ve 16 eylül cumartesi tarihlerinde yapılacaktır.

Gezi sonunda her katılımcı Pariste çektiği en güzel fotoğraflardan bir portfolio ile dönecektir. Esas amaçlanan ise fotoğrafın gölgesinde güzel vakit geçirmek ve unutulmayacak hatıralar biriktirmektir.

paris foto gezisi.

Sipa; Gökşin Sipahioğlu

 

Corbis, Getty Image, Magnum, Sipa; Göşin Sipahioğlu

Foto muhabirliği, görüntü ve haber fotoğrafı üzerine,

Fotoğraf konusunun en hassas noktalarından biri foto muhabirliğidir. Ara Güler hayatını kendisinin fotoğraf sanatçısı değil de foto muhabiri olduğunu anlatmakla geçirmiştir. Tabii ki bir fotoğraf sanatçısı ve foto muhabiri arasında en azından tanım açısından fark vardır.

http://www.dailymail.co.uk/news/article-2096328/Tragedy-air-Stunning-black-white-pictures-board-Yankee-Papa-13-capture-ill-fated-mission-violent-throws-Vietnam-War.html bağlantısındaki fotoğraflar foto muhabirliğin boyutlarını göstermek açısından çok önemli.
Microsoft’un sahibi neden dünyanın en büyük fotoğraf arşivinin sahibi olmak ister? Neden rakibi olan bir şirket rekabeti ortadan kaldırmak için kanunların etrafından dolanarak bu ajansı ortağı olduğu çinli şirkete satın aldırır?
2016 yılının nisan ayında Getty Images, Corbis’i bünyesine kattı böylece dünyanın en büyük iki görüntü bankası birleşmiş oldu.
Bütün bu soruların cevabı bugün görüntünün bu kadar ucuzlamasına karşın ne kadar da değerli olmasının ardında yatmaktadır.
Dünyanın en büyük haber ve görüntü arşivini kuran uzun boylu olduğu için ‘Büyük Türk’ diye lakap takılan ama uzun boyunun yanında gerçek anlamda da büyük bir kişiliğe sahip olan Gökşin Sipahioğlu konunun esas kişisi. Dünyanın çeşitli çatışmalarının içinden görüntüler gönderen bu savaş fotoğrafçısı esas ününü görüntü arşivi oluşturarak ve Sipa ajansını kurarak yapmıştır.

Bu yazımı onun savaş fotoğrafçılığı üzerine yazmıyorum. 5 yıl önce aramızdan 84 yaşında ayrılan ve Fransadaki türklerin en fransızı olarak bilinen “Büyük Türk” ün SIPA press ajansı nasıl kurduğunu ve Gökşin Sipahioğlu’nun ölüm yıldönümü nedeniyle açılan sergi ve haber görüntüleri dünyasını biraz incelemek için yazacağım.

Paris’te Louvre müzesine 4-5 dakika mesafedeki Elephant Paname adlı yeni açılan kültür merkezi iki katını Gökşin Sipahioğlu’na ayırmış. Serginin adı “Elephant Paname invite SIPA”. Tam bir ay sürecek.

İzmirde doğmuş, İstanbulda Saint Joseph Lisesini bitirmiş Gökşin Sipahioğlu. Efes Pilsen’in temeli olan Kadıköy Spor Kulübünün de kurucusu. Daha sonra gazetecilik bölümünden mezun olup İstanbulda gazeteciliğe atılıyor. İlk işini İstanbul Ekspress adlı gazetede buluyor. Ardından sırasıyla Yeni gazete, Vatan gazetesi ve Hürriyette önemli görevler yapıyor. Fransaya gelip Gamma ajansı ile çalışmaya başlıyor. Çeşitli ülkelerde önemli çatışmalardan kareler gönderiyor. Küba’ya denizci kimliği ile girmeyi başarıyor. Mısır, Çin, Çekoslavakya, Arnavutluk ve daha niceleri. Önemli olduğunu düşündüğü bir habere gönderilmeyince kendi ajansını kurmaya karar veriyor ancak yeteri mali gücü olmadığı için kurduğu şirketi 4 sene sonra yasallaştırabiliyor. 30 yıl yöneticiliğini yaptığı SIPA ajansı dünyanın en önemli haber ajanslarından biri oluyor. 16 m2 küçük bir odada kurduğu ajans sattığında 8000 m2 lik dev bir haber ajansıydı. Dünyanın her yerinde 2000 bağlantılı olduğu muhabiri, sürekli merkezde çalışan 160 çalışanı ile birlikte 20 milyon fotoğrafı arşivlemiş bir kişi. Sygma ve Gamma’nın satışlarından sonra Bill Gates’in teklifine “hayır” diyecek kadar güçlü. Chirac’ın elinen Chevalier de la Legion d’honneur ünvanını alıyor.

Bakın serginin giriş yazısını yazan WE DEMAİN editörü François Siegel ne diyor. “5 yıl önce 90 yaşını bekleyemeden bizi bırakıp gittin ama kendini unutturamadın. Bu sergi bunu kanıtlıyor. Dünya da senin düşündüğün gibi şekillenmiyor. 68 Mayısında kaldırım taşları üzerinde fotoğraflar çeken “Büyük Türk” özgürlük, laiklik ve zayıfları koruyan Avrupadan  ne kaldı sanıyorsun? Oysa Paris duvarlarında “Bu daha başlangıç” yazıyordu. O günler senin gibi uluslararası bir yeteneğin ve Sipa’nın doğuş yıllarıydı. Çalışkandın, Paris Match, Figaro magazin, VSD, Newsweek beni gönderir mi diye bakmadan dünyanın en belalı çatışmalarının olduğu yerlere gözünü kırpmadan giderdin. Bugünün dijital dünyasının haberciliğinin hoşuna gideceğini hiç sanmıyorum. Hatta “türklerin en fransızı” olarak ülkenin aydınlıktan karanlığa göçüşünü ve dünyanın en büyük gazeteci hapisanesi oluşunu kaldırabilir miydin? bilemiyorum.
VSD dergisinin editörüydüm. Zor günlerdi. İşler düşüyordu. Bana moral vermek için her zaman sana ayrılmış masanın bulunduğu ünlü restorana davet ettin. Başkaları görüntüler için dünya para isterken “Merak etme Sipa sana görüntü desteğini sürdürecek” dedin. Bu hatıra unutulası değil.  Maceracı ve romantik basının en son patronu seninle ilgili o kadar çok  hatıralar var ki.”

YALNIZ MI? TEK BAŞINA MI?

YALNIZ MI? TEK BAŞINA MI?

Arkadaşlarımızla yemek yediğimiz restoranda yan masada yalnız başına oturan adam hala aklımdan gitmedi.
Aslında epey zamandır yalnız olmakla tek başına olmak arasındaki fark konusunda düşünüp duruyordum.
Bir elinde bir kitap diğer elinde bir kadeh kırmızı şarap, muhtemelen bir kendi içine bakıyordu bir de arada etrafına ve bize göz atıyordu. En köşedeki masayı seçmişti. Yalnız mıydı? Tek başına olmayı mı yeğlemişti?
Ben yalnız yaşamaktan da yalnız yemek yemekten pek hoşlanmam. Paylaşmayı severim. Hem de pek çok konuda. Yemek de bazı başka konular gibi paylaştıkça şölen olur, keyif katlanır.
Tabii ki bu her zaman böyle olmuyor. Bütün yemek boyunca birbirlerine iki laf etmeden sofradan kalkan çiftler de görüyoruz.
Yan masadaki yalnız yemek yiyen komşumuz da acaba benim gibi paylaşmayı seven ama bu akşam tesadüfen yalnız kalmış bir kişi miydi yoksa yalnız yemek yemeyi alışkanlık haline mi getirmişti. Yalnız yemek yemekten keyif mi alıyordu? Bunlar hep kafamı kurcalıyor. Acaba tek başına yemek yiyen bu kimse çok sevilen ve çok geniş çevresi olan birisi miydi. Yoksa bazıları gibi etrafında kendisini çok sever gibi görünen onlarca kişiyle dolaşan gerçek bir yalnız mıydı?
Bu konuda masamızda güzel bir dedikodu başladı. 50 li yaşlarını geçmiş bu adam acaba yeni mi boşanmıştı. Karısını aldattığı için mi boşanmıştı. Onunla birlikte yemeğe çıkacak bir çocuğu veya arkadaşı yok muydu? Yoksa geçen ay ölen eşinin yasını mı tutmaya devam ediyordu.
Ben konuyu tersten aldım. Hiç mi yalnız başına restorana gitmemiştim? Hiç mi yalnız başıma yemek yememiştim? Belki de yalnız yemek yemek bir cesaret işidir. Bir gövde gösterisidir. Belki de ne boşanmıştı,ne de eşini kaybetmişti. Sadece yalnız başına kalmak istiyordu.
Yalnız yemek yiyenlerin böyle bir cesaretleri olsa gerekir. Ama cesaretin de bir yere kadar sınırı var. Örneğin eline en sevdiği ve sadece erkeklere mahsus dergisini alıp yan masadakilerin gözlerinin içine baka baka yemek yiyebilir mi? Yalnız adam!!
Belki de yalnız kadın!! Orada oturmuş telefonunu kurcalarken belki de sevgilisinin veya kocasının kendisini son anda nasıl atlattığının hesabını yapıyordur. Yemeğe çalıştığı balık boğazında düğümleniyordur. Bir an önce eve dönüp Desesparate Housewives ı izlemeye can atıyordur.
Mutsuz kadın, yalnız adam… Sevgililer gününe bir ay kala yalnız yemek yiyenler hakkında düşündüklerimiz işte bunlar. Ayıp ettiğimizi biliyorum
Ayıp ettiğimi fark ettiğim anda da oturup küçük bir araştırma yaptım. Yalnız yemek yiyen insanlar her zaman mutsuz, üzgün veya depresyonda olmuyorlarmış. Hatta yalnız yemek yemeyi sevimli bulanlar çoğunlukta. Bazıları içinde yalnız yemek yemek büyük bir mutluluk. Düşünsenize; ağzınızı şapırdatarak yemek yiyebiliyor, hem de istediğiniz kadar yiyebiliyor, önünüzdekini karşınızdakiyle paylaşmak durumunda kalmıyorsunuz. Kendi kendinizesiniz ve yediğiniz yemekle baş başa kalıp ne yediğinize konsantre olup onun tadını çıkartabiliyorsunuz. Kendi içinize dönüp rahatlıyorsunuz. Hiçbir suçluluk duygusu taşımadan büyük bir mutlulukla da masadan kalkıyorsunuz. Büyük bir manevi olay yaşamış, dua etmiş, masaj yaptırmış, sporda ter atmış ve hafiflemiş olarak restoranı terk ediyorsunuz.
Amerika birleşik devletlerinde bugün çalışanların % 60 ondan fazlası bilgisayarlarının önünde tek başlarına yemeklerini yiyorlar. Eskiden 1,5 saat kadar olan öğle yemeği arası artık bir çok işyerinde 15 dakikaya kadar düşmüş durumda. Buda amerikalıları giderek daha obez olmaya doğru itiyor. Hem kötü yemek kalitesi hem de yemek yeme tarzı obezitenin baş nedenleri arasında.
Ama her sorunu kendi avantajlarına döndürmeye çalışan yeni kuşak bilgisayar karşısında yemek yerken kendilerini filme çekerek bundan para kazanmaya bile başlamış durumda.Yalnız başına yemek yiyenler için öneriler şöyle; masa veya bar alternatifiniz varsa barı seçin, karşınızda konuşacak hatta size şevkat gösterebilecek birini bulma şansınız var. Kalabalık restoran yerinde daha sakin restoran seçmeye çalışın. Bilgisayarınız veya telefonunuz ile oynayın binlerce arkadaşınız varmış sansınlar:))
Yalnız adamlar bazen çok da ilginç kişiliklere sahip olabiliyorlar. Yalnız yemek yemek istemezseniz yalnız yemek yiyenleri gözlemleyin. Yalnız mı olduklarını yoksa tek başlarına mı kalmak istediklerini anlamaya çalışın. Hoşunuza gidebilir.

Güzellikle elde edemediğiniz bir kalbi, unutun gitsin…

 

14 Şubat: Güzellikle elde edemediğiniz bir kalbi, unutun gitsin…
12 Şubat 2015
Birlikte olma, ilişkiyi devam ettirme ya da evlenme teklifini reddeden kadının kurşun, bıçak ya da kezzapla cezalandırıldığı ülkemizde örnek alınması gereken bu sözleri, Mozart’ın ünlü operası ‘Saraydan Kız Kaçırma’da Selim Paşa söyler. Hem de kendisini sevemeyen gözdesi Konstanze’ı sevgilisiyle birlikte azad ederken.
Opera, kendisini elde etmeye çalışan Paşa’yı sürekli reddeden Konztanze’ın Belmonte’ye olan büyük aşkının hikayesini anlatır. 14 Şubat Sevgililer günü nedeniyle Paris’in ünlü “Palais Garnier” operasında sahnelenen ‘Saraydan Kız Kaçırma’da insan sevgisine, gurur yaralayan bir davranışın bağışlanması motifi ile yönelen Mozart, insan severlik ilkesini, bugün 18. yüzyıla göre belki de daha az gördüğümüz Türk bağışlayıcılığı ile yaklaşmaktadır. Aynı zamanda doğunun sihirli havasını geniş ölçüde Türk adet ve geleneklerine yer vererek dile getirmektedir. Mozart, Osmanlı mehter marşlarının etkisiyle, eserde özellikle vurgulu sazları kullanmış, böylece dinleyenleri doğunun sihirli atmosferine kolayca sokmayı başarmıştır.
Saray denildiğinde günümüzde akla başka şeyler geliyor. Saraylardan da kızdan farklı şeyler kaçırılıyor. Aşk ne yazık ki yerini paraya bıraktı. O nedenle 14 Şubat “Sevgililer gününde” aşka dair yazı yazmak da belki anlamını başka birçok güzellikler gibi yitirdi. Ama Çetin Altan’ın dediği gibi “Enseyi karartmamak” gerek. Ümidi de elden bırakmamalı. Paris’te olduğumuz şu günlerde, her yerde Aziz Valentine’ın izine rastladığımızdan Sevgililer Günü’nün bu aşk kentinde nasıl kutlandığını, aşkların sevgilileri için neler yapacaklarını anlatalım istedik.
Güzel bir yemekten sonra Paris veya civarında özel, romantik bir otelde bir gece geçirecekler. Örneğin 1000 gece için açılmış 1000 ayna ile donatılmış 18 Kasım 2016’da kapanacak La Kiss Room adlı otelden çok sanat eseri kabul edilen odada konaklayacaklar. Veya 5.cibölgedeki Le Five Hotel’de özel yataklarda uyuyacaklar. İsteyenler L’Hotel Amour’un hiçbir otelde görülmeyen orijinal dekoruna kendilerini bırakacaklar. Sevdiklerine Yves Thuries, Christophe Roussel gibi büyük şeflerin tasarladığı pasta ve çikolataları veya Ladurée, Angelina, Lenotre gibi büyük pastanelerin ürünlerini alacaklar. L’etage I love Clubbing’de, Blok Paris Kiss Party’de veya Bateau Concorde Atlantique’de dans edecekler. Aşıklar köprüsü diye bilinen, aşk kilitleri nedeniyle yıkılma noktasına gelen Pont des Arts da yürüyecekler, oradan Mektup Müzesi’ne gidip “Sana; seni sevdiğimi söylemekten başka söyleyecek bir şeyim yok” adlı sergiyi gezecekler, sergiden çıkarken oğlan kıza dünyanın en güzel aşk şiirlerinden biri olan ‘Elsa’nın gözleri’ adlı Aragon şiirini okuyacak. Ya da “Natalie’nin göğüsleri” adlı kendi yazdığı hikayeyi okumaya çalışacak. Çiçekler verilecek öpücükler alınacak.
Sanatsever aşıklar ya Saraydan Kız Kaçırma’ya ya da Rive Gauche tiyatrosunda Donizetti’nin L’elixir D’Amour (Aşk İksiri) adlı temsiline gidecekler.
Temsile girmeden önce romantik bir restoranda yemek yiyecekler. Restoranların hemen hepsi, mumlar ve kırmızı kalplerle süslenmiş olacak. Evine yemek getirtmek isteyenler de evlerini aynı şekilde süslemiş olacak. Bazı restoranlar müşterilerine sürprizler, çekilişler, hediyeler hazırlayacak.
Paris’teki billboardlar sevgililerin birbirlerine söyledikleri aşk sözcüklerini, aşıkların isimleriyle sürekli döndürecekler.
Sevgilisi olmayan bekarlar da o akşam sevgili bulmak için Paris’in yüzlerce noktasındaki gece kulüplerine, barlarına doluşacak. Bir sevgililer gün daha Paris’te böylece kutlanmış olacak.
Sevgililer gününüz kutlu olsun. Sevginizi tek bir güne sıkıştırmayın.

Ünlü İngiliz şarkıcı Adele ve ses teli ameliyatı..

ŞARKICININ SES AMELİYATI
Bu bir şarkıcının kısa ses teli ameliyat hikayesidir. Genellikle hayatını sesi ile kazanan şarkıcılar ses teli ameliyatı olmaktan çok korkarlar. Seslerinin hayat boyu yok olacağını sanırlar. Oysa ses teli ameliyatı dünyanın sonu değil, utanç verici bir şey hiç değildir. Bir kaç yıl önce 23 yaşındaki ünlü İngiliz şarkıcı Adele ses teli ameliyatı olduktan 4 ay sonra dün gece 6 tane Grammy ödülünü toplayıp çok önemli bir başarıya imza attı. İngiltere’de üst üste 10 hafta liste başı olarak Madonna’nın1990 dan beri elinde tuttuğu rekoru da elinden alan Adele Grammy töreni öncesinde televizyona çıkıp, sesinin nasıl bozulup onu ameliyatla nasıl düzelttirdiğini anlattı.
Grammy ödüllerinin dağıtıldığı gecede de sahne alarak sesinin en az ameliyat öncesi kadar güçlü,…, güzel olduğunu milyonlara kanıtladı.
Kendisi basına açıklamadığı sürece ses sanatçısının ses rahatsızlığı olduğu ve ses teli ameliyatı olduğu gizli tutulur. Başından böyle bir ameliyat geçen  sanatçıda utanç içinde yaşar. Sesi rahatsızlandığında veya ses teli için cerrahi bir tedavi önerildiğinde sanatçı “dünyanın sonunun geldiğini” düşünür. Oysa dünyada ne kadar çok pop veya opera sanatçısı ses teli ameliyatı olup tekrar mesleklerine devam etmişlerdir.
En son Adele dışında bilinen ünlülerden Neşeli yıllar müzikalinin ünlü Julie Andrew’i, Keith Urban, John Mayer, Aerosmith grubunun solisti Steven Tyler, Who’nun solisti Roger Daltrey, Cher, Lionel Ritchie de ses tellerinden ameliyat olmuşlardı.
Şarkıcıların en büyük dertleri sahne sonrası, konuşma seslerini, sigara dumanlı ortamlarda zorlayarak ses tellerine zarar vermeleridir. Ses teli ödemi ile şarkı söylemeleri de başlı başına ayrı bir sorundur.
Yanlış ses çalışmaları, bağırma, sigara içme, boğaz kazıma ve reflü şarkıcının ses teline zarar veren faktörlerin başında gelir.
Ses telleri artık günümüzde küçük kameralarla gayet güzel incelenebilmektedir. Ameliyatlarda ya yeni özel lazerler ile veya mikro cerrahi yöntemlerle yapılmakta ses telleri nodül, polip, kist, kanama veya ödem gibi sorunlardan kurtarılmaktadır. Karbondioksit lazer ameliyat edilen dokuların uzağına da sıcak etkisi yaptığından terk edilmiştir. Tabii ses teli ameliyatından sonra ses sanatçısının 1-2 ay kadar sahneden uzak kalması gerekebilmektedir. Bu sürenin bir kısmı ses istirahati bir kısmıda ses egzersizleri ile geçmektedir. Şarkıcı gerektiğinde sesini dinlendirmeli turnesini iptal edebilmelidir.
Başında da söylediğimiz gibi en son Adele örneğinde de olduğu gibi ses teli hastalığı ne utanç verici bir şeydir, nede dünyanın sonudur. Sadece tedavisi olan bir hastalıktır.
Ünlü şarkıcı olmak gerçekten zordur. Hayatınız yok olur, paparazzilerden kaçmaktan yorulursunuz. Hızlı yaşam, ego, sigara, alkol, uyuşturucu sizi kontrolü altına alabilir.
Adele birkaç yıl önce Paris’te canlı bir radyo programında iken aniden sesinin düştüğünü, kısıldığını fark eder. Kendi söylediğine göre boğazında bir şey “pop” etmiştir. İngiltere’deki KBB doktoru ses teline kanama görür. Kendisine Boston Massachusetts hastanesinde ses cerrahı Zeitels önerilir. Zeitels ses tellerine kanama yapan şeyin küçük bir nodül olduğunu ve ameliyatla nodülün alınıp kanayan yerin lazerle yakılması gerektiğini söyler. 23 yaşındaki büyük ses hiç düşünmeden teklifi kabul eder. “Doktoruma ve vücudumun bu işi düzelteceğine inanıyordum” der, ve öyle de olur. 4 ay boyunca ses istirahatine dikkat eder ardından da ses egzersizlerine başlar. Bu dönemde kendine destek olan arkadaşlarına da teşekkür etmeyi unutmaz.
“Siz sessiz kalınca, çevrenizdeki herkes de sessizleşiyor” der şarkıcı.

JEAN PAUL GOUDE


Analog fotoğraf çağının efsanevi markası Kodak dijital döneme geçişte yanlış kararlar alarak fotoğraf dünyasında çok gerilerde kaldı. İflas etti, 50.000 çalışanına yol verdi. 2 milyar dolar fiyat biçilen 1100  patentine ancak 500 milyon dolar a alıcı bulabildi. Burada Kodak’ın başına gelen felaketin neden olduğunu anlatmaktan çok firmanın ünlü reklamlarına imzasını atan önemli bir isim ile ilgili yazacağız. Bu arada Kodak’ın esas batış sebebini de yazmadan geçmeyelim. Kodak filmli fotoğraf makinesi üretimini film ve kağıt üretimini bırakıp dijital fotoğraf makinesi üreteceği yerde printer üretme kararı aldı ve battı.

Yazacağımız ünlü isim Jean-Paul Goude, fotoğraf sanatçısı olmasının yanısıra grafiker, illüstratör, yönetmen ve organizatör. Bir koltukta çok karpuz. 72 yaşındaki sanatçı 70’li ve80 li yıllarda çok önemli eserler vermiş. Louvre müzesinin bahçesindeki  Arts Decoratif (Dekoratif Sanatlar) müzesindeki çok önemli retrospektif sergisini yıllar önce Paris’te izleme olanağı bulmuş ve çok etkilenmiştik.
Bu dahi sanatçı sanatın göbeğine ırkçılık karşıtlığının göstergesi olarak melez simgeleri koymuş, idolü , sevgilisi , modeli Grace Jones’tan ilham alarak eserler vermiştir. Jean Paul Goude, Chanel’in, Galerie Lafayette’in ve Fransa’nın 200’üncü yıl şölenlerinin organizatörü olarak tanınıyor.
Bir fotoğrafçı gözüyle bu dahi sanatçıyı incelediğimizde, diğer kültürlere verdiği değerin çocukluğunda sıklıkla gittiği hayvanat bahçesiyle ilgili olduğunu anladıyoruz. Paris’teki  ‘Sömürge Müzesi’ne yakın oturması, siyahi dansçıların sahne aldığı ve caz müzik yapılan barları mekan tutması da çizgisinin ana hatlarını ele veriyor. Herşeyimiz çocukluğumuzda şekillenmiyor mu? İrlandalı bale hocası annesinin yılda bir kez gösterilerde oğluna , onlarca küçük dansçı arasında Kızılderili şefi, üç silahşör, Afrikalı savaşçı rolleri vermesi de durumu pekiştiriyor. Bu dönemde bol çizgi roman okuyor. Okuduğu çizgi romanlar hayal dünyasını geliştiriyor. Tehlike ile güzelliği bir arada görmeye başlıyor. Zencileri sarıya veya beyaza boyuyor. Bir anlamda ırkçılığa  kafa atıyor diyebiliriz. Fransız devriminin 200’üncü yılı için düzenlenen törenlere askeri gösterileri yıkarak karşıt görüş getiriyor, ama bu yaptıklarının politik değil daha çok ahlaki değer olarak değerlendiriyor.
Kendisi küçük olduğundan hep insan iri kadınlara düşkünlüğü ile biliniyor. Grace Jones’ tan sonra devreye Kuzey Afrika güzeli Feride giriyor. Tüm bu yaklaşımları halen inandığı çok kültürlülükten kaynaklanıyor. Etrafında zenciler, beyazlar, uzak doğulular her türlü ırk ve renk mevcut. Bu insanların birbirleriyle ilişkileri, birbirlerine bağlanıp sevmelerinin çok önemli olduğuna inanıyor.
Bacakları kısa, kafası kocaman olan Jean Paul Goude bunları gizlemek için omuzlarına vatka , ayakkabılarının altına da kalın topuklar yerleştiriyor. Bu komik hali Esquire dergisine sekiz sayfa konu oluyor ve ‘French Connection’ tabiri bunun üzerine yerleşiyor. Amerika’daki kapı komşusu Andy Warhol’un “Seninle bir klinik açalım bir katını dişçi bir katını terzi yapalım, acayip para kazanırız” dediği biliniyor.
Sanatçının çektiği fotoğrafları kırpıp yeniden şekillendirdiği , ara boşlukları haftalarca boyayarak doldurduğu bir tekniği var. Bu teknikle Grace Jones’un bir fotoğrafı bütün dansçıların ikonu haline gelmiş.
Jean Paul Goude’un bu kişiliği, ardında yüzlerce eser bırakmış. 200’üncü yıl şenlikleri için yaptığı Champs Elysees’den aşağı içinde tören alayını barındıran ‘KARA TREN’ ilginç bir kreasyon. Goude’nun kreasyonları arasında çeşitli stilist çizimler göze çarpıyor. Etekleri havada tutan mekanik aksamlar geliştirmiş. Video instalasyonları da var. Bir odanın dört duvarında sürekli gelip giden metro trenleri ve onlara binmek isteyen insan görüntüleri olan videoları ilginç. Jean Paul Gaude’un fotoğraf, reklam, heykel, kabartma montaj-kolaj alanlarında verdiği ürünlerini de unutmamak gerek.
Sonuçta dahi bir sanatçı ile karşı karşıyayız. Eserlerini inceleyin isterseniz.

Elliot Erwitt

Paris’te bir Amerikalı

İzis, Doisneau, Ronis, Riboud, HCB (Henri Cartier Bresson), humanist akımın öncüsü isimler… Sokaklarda dolaşırken, ellerinde genellikle bir Leica, dünyaya insancıl bir bakışla bakıp, hassas kağıt üzerine kayıt geçen ustalar. Çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris sokaklarını, banliyölerini fotoğraflayan Fransızlar … ‘Instant decisif’ yani ‘karar anı’ denilen kavramı ortaya atanlar…
Bu Fransızlardan bazılarından yazılarımızda söz ettik. Diğerlerine de teker teker  sıra geliyor. Sırada Jacques Lartigue, HCB ve Robert Cap var. Bir kez Paris’te sergisini yakaladığımız, bu akımın Amerikalı bir temsilcisine takılalım.
Elliott Erwitt dünyaya siyah beyaz ve gri tonlarından bakan, ama bakmakla kalmayıp ikon fotoğraflarını da fotoğraf tarihine bırakan önemli bir fotoğrafçı.
Paris’te Rus anne babadan doğup çok küçük yaşta Amerika’ya göçen Erwitt önce karanlık odada çalışır. Daha sonra Los Angeles ve New York’ta fotoğraf ve sinema eğitimi alır. 1948’den itibaren dönemin en önemli fotoğrafçılarıyla yan yana durur. Fotoğraf akımı yaratan Edward Steichen, Robert Capa ve Roy Striker, Erwitt’in ilk fotoğraflarına hayran kalır ve onu kanatları altına alırlar. Fotoğraf tarihinde önemli yer tutan ve ünlü fotoğrafçıların içinde bulunduğu ‘Farm Security Administration’ organizasyonunda çalışır. 1949’da Fransa ve İtalya’yı turlar. Ardından 1951’de askerlik görevi için yeniden Almanya ve Fransa’ya gider. Askerde fotoğrafçı olarak görev yapar. En güvendiği makinesi orta format Rolleiflex’dir. Kariyeri uzun ve çok verimli olur. Capa ile Magnum ajansına girer. Yıl 1953’tür. 1968’e kadar üç dönem Magnumun yöneticiliğini üstlenir. Bu yıllar Magnum’un Magnum olduğu yıllarıdır. Yaşamı boyunca belgesel, fotoröportaj ve reklam alanlarında dolaşır durur ve 20 kitaba imza atar. 84 yaşına geldiğinde hala aktiftir, fotoğrafa hizmet etmektedir. Fotoğrafları dünyayı dolaşır durur. Che Guevera’yı, J.F Kennedy’yi, Jackie Kennedy’yi, Cassius Clay’in ünlü boks maçlarını çeker. İkon fotoğrafları arasında Marlyn Monroe’ninkileri de unutmamak gerekir. Köpek fotoğrafları ise onun imzası sayılabilir.

HÜZÜN VE MUTLULUK
Elephant Paname denilen sergi alanı üç katlı Paris’in yeni sergi mekanlarından. Üç katlı saray yavrusu bir binada bulunan Elephan Paname’ın birinci katında dünyanın bir numaralı sommelier’si seçilen  Enrico Bernardo’nun  restoran var.  Şu anda dünyadaki en önemli fotoğrafçılarımızdan 5 yıl önce kaybettiğimiz Gökşin Sipahioğlunun sergisi olan bu mekanda 4 yıl önce Elliott Erwitt’in az görülmüş fotoğrafları ile Parislilere  sürpriz yapmıştı.
Ewitt’e göre hüzün ve mutluluk birbirine benzer. Belki de bu nedenle Erwitt’in fotoğrafları bu kadar şaşırtıyor insanı. Bu kadar naif bir fotoğrafla bu kadar düşündürücü ve derin anlamlar taşıyan bir fotoğrafı yan yana görmek heyecan yaratıyor. Birçok fotoğraf insanın yüzünde gülümseme bırakıyor. Erwitt yaşamla dalga mı geçiyor?
Çoğu fotoğrafı şiirsel, insanı derin rüyalara daldırıyor ve hiç tartışmasız bu fotoğraf dehası ve görsel yaratıcı insana şapka çıkartıyorsunuz.
Merak edenler Elliott Erwitt’in teNeues yayınlarından çıkan ‘Personal Best’ adlı eserini inceleyebilir. Kitapda çok zengin bir fotoğraf serisi var.

DERİN İÇERİK
İnsan ustanın fotoğraflarına bakmaya doyamıyor. Altı yıl önce Maison Europeenne de la Photo’da sergisi açılan Erwitt’in her yıl sergisi açılsa insan sıkılmadan gidip tekrar tekrar hayranlıkla seyredebilir, diye düşünmeden edemiyorum.
“İyi fotograf nedir? Güzel fotoğraf nedir?” soruları da aklım sokan kişidir Erwitt. O konuyu da irdeledik zaten. Şimdi burada Erwitt’in sanatına baktığımızda başka birçok sanatçıda yaşadığımız sadece “Kötü değil” demekle kalmıyoruz. Çok daha da öteye gidiyoruz. Değişik sanat alanlarında olduğu gibi, Picasso’nun resimlerine, Giacometti’nin heykellerine nasıl bakıyorsak Erwitt’in fotoğraflarına da öyle bakıyoruz. Her fotoğrafında yakalanmış derin bir içerik var, derin bir “Şey” var.
1970’li yıllarda sinema dünyasına geçen Erwitt bir çok belgesel filme de imza atmıştır.

Colorado. 1955.

USA. New York City. 2000.

Elliott Erwitt

Marlyline Monroe

USA. New York City. 1946

 

Makine, fotoğrafı anlamamıza ne kadar yardım eder?

Olayı temelinden alırsak fotoğraf çekmek için makineye ihtiyaç yoktur. Bir Coca Cola teneke kutusu bu işi görür. Bugün fotoğraf makinesi olarak tasarlanmamış iPad de fotoğraf çekiyor. Bu nedenlerden fotoğraf makinesinin yeniden tanımlanması gerekiyor. Eğer fotoğraf teknolojiyse, bu tanım yapılmalıdır. Deklanşör şart mıdır? Hassas katman nerede durmalı, hangi maddeden olmalıdır? gibi yüzlerce soruya cevap bulunmalıdır. Oysa hala fotoğraf makinesinin içinde olup bitenlerin hepsini tam olarak bilmiyoruz. Makine mi bize hakim oluyor, biz mi makineye hükmediyoruz? belli değil. Fotoğraf makinesi üreticileri fotoğraf çekeni zahmete sokmadan mükemmel fotoğraf çeken makinelerin reklamlarını sürekli önümüze koyuyor. En son model, en yüksek megapikselli, yağmurdan da etkilenmeyen, üzerinde de f:1,2 objektif taşıyan pahalı bir makine ile çekilmiş çok güzel bir fotoğraf bizi başarılı fotoğrafçı yapmaya yeter mi? Fotoğraf sadece iyi teknikle üretilen güzel fotoğraflar demek midir? Hatalı, yarısı yanık, fotoğraf kurallarını çiğnemiş bir fotoğrafın fotoğraf dünyasında yeri var mıdır, yok mudur?
Fotoğraf makinesi hiç bir zaman mükemmel fotoğraf çekmedi. Nasıl ki bir daktilo hiç bir zaman bir best seller yazamadıysa fotoğraf makinesi de tek başına bir şey demek değildir. Makinenin arkasında bir beyin olmalıdır. Ancak makinenin rolünü de bir kenara atmamalı. Bresson, ‘Leica olmasaydı, ben ben olmazdım’ demiştir. Amsel Adams zone sistemini büyük format makinesine borçludur. Bugün de eğer kuvvetli bir teleobjektif ve refleks makineniz yoksa bazı fotoğrafları çekmeniz mümkün değildir.
Günümüzde yüzlerce çeşit fotoğraf makinesi fotoğraf çekenlerin hizmetine sunulmuş durumda. Çek-atlardan, oyuncak Holga, Lomograflardan, kompakt ve bridge’lerden tutun çok gelişmiş refleks makineler ve orta ve büyük format makinelere kadar çeşitli fotoğraf makineleri mevcuttur. İhtiyacınıza ve tercihlerinize göre bir veya birkaç tanesine sahip olabilir, arzunuza göre de bunları kullanabilirsiniz. Bazıları fotoğraf makinesi kullanma tercihlerini yemek yeme tercihlerine benzetirler. Kompakt makine ile herşey otomatikte fotoğraflayan kişiler, Mac Donalds’ta ayakta yemek yiyenlere benzetilir. Bridge veya giriş seviyesi makine kullananlar sıradan bir lokantada yemek yiyen kişi gibidir. Ama gelişmiş profesyonel bir makineyi elinde tutan fotoğrafçı gerçek bir gurmeye benzetilir. Micheline yıldızlı lokantada yemeğini keyifle, bir şölen gibi yiyordur. Fotoğraf endüstrisi milyar dolarların konuşulduğu pazardır ve tüm kullanıcılara hitap edecek makine üretip satmaya çalışmaktadır. İnternette veya sergilerde gördüğümüz mükemmel fotoğrafları ise yukarıdaki gurmeye benzetebileceğimiz makinesinin tüm ayarlarını kendi kontrolü altında tutan ve tercihlerine göre kullanan fotoğrafçı çeker. Yıllardır güzel fotoğraflara baktığından ‘fotoğrafçı gözü’ gelişmiş, yaratıcı yönü ön plana çıkmıştır. İşte bu fotoğrafçılar dünyada eline fotoğraf makinesi alan insanların yüzde 1’ini geçmez. Amatör fotoğrafçıları, profesyonel ve sanat fotoğrafçılarından ayıran işte bu farklı yaklaşımdır. Her birinin fotoğraf adına kendi kendine sorduğu sorular farklı, bakış açıları da değişiktir. İş sadece makine ile de bitmemektedir. İşin içinde flaş, üç ayak ve lensler de vardır. Herkes kendi tercihine göre bu aksesuarları seçer ve kullanır. Artık günümüzde dijital dünyada bunların rolleri de değişmiştir. Yüksek rezolüsyonlu bir makine ile çektiğiniz fotoğrafın küçük bir kısmını kaliteyi bozmadan büyütebilmekte, 24 mm objektifle çektiğiniz fotoğrafı 35 mm ile çekilmiş gibi sunabilmektesiniz.
Makineden beklentiler arttıkça kalite de düşmektedir. Bir makinenin hem onu hem bunu hem de şunu yapmasını beklediğinizde alacağınız kalite düşer. Ama her makine ve aksesuarından yapmasını istediğiniz şeyi sınırlarsanız kalite de artacaktır. Örneğin düşük f değerli fiks lenslerle elde edeceğiniz kaliteyi bir tele objektifle elde etmeniz çok zordur. Fotoğrafçı sürekli tercihler yapmak zorundadır. Herşeye aynı anda sahip olamazsınız. Bir fotoğrafçı hem çekeceği konunun yakınında hem de uzağında olmak zorunda değildir. Bu nedenle teleobjektifler yaratıcı sanat fotoğrafında pek yer bulmazlar hatta birer tuzaktırlar. Ama profesyonel moda fotoğrafçılarının vazgeçemekdikleri lensler arasındadırlar.
Bana sıklıkla en iyi fotoğraf makinesini soruyorlar. Oysa bunun cevabı bende yok. Soranın kendi içinde saklı. Makineleri eline alacak, beğenisine, ihtiyacına ve ayırdığı bütçesine bakarak kendisi karar verecek. Makine ile fotoğrafçının arasındaki ilişki daha çok duygusaldır. Onu yanımızdan ayırmadan dolaşırsak yanlık başımıza dolaştığımızdan daha güzel şeyler yaşayacağımızdan emin olabilirsiniz.
Makineniz olsun veya olmasın fotoğraf anlaşılmayı bekleyen önemli bir felsefi konudur. Lomografi Rus mercek üreticisinin yarattığı günümüzde hala beğeni toplayan basit bir fotoğraf makinesidir. BU makinenin kullanıcıları arasında felsefi bir yaklaşım oluşmuş 10 altın kural ortaya çıkmıştır. Bakın bunlar nelerdir.
1. Kameranızı gittiğiniz her yere götürün. Nerede ne ile karşılaşacağınızı asla bilemezsiniz.
2. Kameranızı günün her saati kullanın, gündüz ve gece. Çünkü her anın ayrı bir hissi var.
3. Kameranız hayatınızın akışını engellememeli; onun bir parçası olmalı. Tıpkı yemek, içmek, konuşmak, yürümek, düşünmek gibi…
4. Kameranızı farklı açılarda tutun. Deklanşöre basarken, ne çektiğinizi görmek zorunda değilsiniz.
5. Kameranız elinizdeyken, yakınlaşmaktan korkmayın. İçinizde fotoğraf çekme arzusu oluşturan nesne ya da kişiyi mümkün olduğunca yakın markaja alın.
6. Düşünmeyin! Kameranızı alın, dışarı çıkın ve önünüze geleni çekin.
7. Hızlı olun! Saniyenin onda biri bile önemli. Ayarlarla vakit kaybetmeyin.
8. Film üzerine ne kaydettiğinizi önceden bilmek zorunda değilsiniz. Rastlantılara izin verin. Hayatın keyfini çıkartmaya bakın.
9. Sonradan da… “Aaa! O ne? Bunu ne zaman çekmişim? Nerede çekmişim?” Beyninizi bu tür sorularla meşgul etmeyin.
10. Kuralları kafanıza takmayın. 10 Altın Kural’ı unutun. Canınız ne istiyorsa, onu yapın.
Gördüğünüz gibi makineden yola çıkarak fotoğrafı anlamak, veya bir nebze de olsa fotoğraf hakkında düşünmek mümkündür.

Marc Riboud’nun ardından…

“Fotoğraf, dünyayı değiştiremez, dünyayı gösterebilir”

“Fotoğraf meslekten çok bir tutku olmuştur benim için, saplantıya yakın bir tutku” 
Marc Riboud
 
 
Paris Modern art Museum 2016’ın son günlerinde, Vietnam savaşı protestoları sırasında askerlere çiçek uzatan kız (la Jeune fille à la fleur , 1967) ve Eiffel Kulesi Boyacısı gibi ikonik fotoğraflarla tanınan Fransız fotoğrafçı Marc Riboud’un retrospektif sergisine evsahipliği yapıyor.
Bu yıl ağustos ayında 93 yaşında kaybettiğimiz Riboud, fotoğraf sanatının efsane isimlerinden. Lyone’lu bir burjuva ailenin 7 çocuğundan biri olan Riboud deklanşöre basmaya çok küçük yaşlarda, babasının armağan ettiği Vest Pocket Kodak  ile başlar. 1937 yılında, henüz 14 yaşındayken  fotoğraflarını Expo 1937’de sergiler. 2. Dünya Savaşı’nda Fransız direnişçilerine katılır ve 1944’te 
 Maquis du Vercors’de savaşır. Savaş bitiminde de École centrale de Lyon’da mühendislik eğitimi alır
Hayranlık duyduğu Henri Cartier Bresson ile tanışıp onun olumlu eleştirilerini aldıktan sonra da fotoğrafçılığı meslek edinmeye karar verir ve 1953’te, dünyanın en büyük fotoğraf ajanslarından Magnum’a gidip Capa’dan iş ister. Capa, “ Seni tanıyan yok daha doğru dürüst fotoğrafların da yok ben sana nasıl iş vereyim?” der. Ama hemen arkasından ilave eder, “Şehirler serisini bitirdik bir tek sehir kaldı, Leeds. Oraya kimse gitmek istemiyor hadi seni oraya göndereyim!” 
Bu teklif Riboud’ya profesyonel hayatın kapısını aralar. UNESCO’ dan sponsorluk alır ve   dünyanın çeşitli yerlerine fotoğraf çekmeye gönderilir. İstanbul’da 2 ay, Hindistan’da 6 aydan fazla kalır. Çin, Ortadoğu, Afganistan, Filipinler, Rusya, Amerika, Cezayir ve daha birçok yerdenden çarpıcı kareler gönderir. 1953’te çektiği le Peintre de la tour Eiffel“( Eiffel Kulesi Boyacısı) Life dergisinde yayımlanan ilk fotoğrafı olur.
Fotoğrafın öğrenilebileceğini savunan Riboud yaşamı boyunca 40 kadar kitaba imza atar. İstanbul üzerine kitabı 2003’te Actes Sud tarafından yayınlanmıştır.
Duygusal ve çekingen bir yapısı olan sanatçı, fotomuhabirliğin çarpıcı fotoğraf göstermeye eğilimli yüzünü sevmez. Değişmekte olan çatışmalı bölgelerden sıradan fotoğraflar çıkararak dikkat çekmeyi yeğlemiştir. Gösteri kortejlerini takip etmekle yetinmek yerine, « yüzleri, ifadeleri daha yakından görmek için»kortejin önüne geçmeyi yeğlemiştir. Askerlere çiçek uzatan kız fotoğrafı gibi. Solda süngülü askerlerin gri görüntüsü ile sağda çiçekli kızın hüzünlü ifadesi arasındaki tezat çok nettir. Savaş yanlısı ve savaş karşıtı imaj. 
1973’te Watergate skandalı patladığında Washington’da, 77 Bildirgesi sırasında Prag’da, Şah ülkeden ayrldığı yıl İran’da, 1980 olaylarında Polonta’da olan Riboud son seyahatini 2010’da Şangai’ya yapar.
Riboud’un sanatsal dehası özel yaşamıyla ilintilidir: işinde de özelinde de açık görüşlü, enerjik, dyarlı ve entelleküeldir. Çektiği her kareye kendinden bir şey koymuş, yaşama, çevresindeki dünyaya duyduğu tutkuyu aktarmıştır. Riboud için fotoğraf anlatılacak bir öykünün bir parçası olmuştur. Bu yüzden fotoğrafları bu denli güçlü, derin, hasas, anlamlıdır. Her karesinde iletişime, kültürel farklılıklara günlük yaşamın analizine verdiği önem fark edilir. Kendisini, ‘değişimin ve anının anlatıcısı’ olarak tanımlamasını boşuna değildir. Onun için fotoğraf görmeyi hatta görmeyi arzulamayı ve hayatı sevmeyi öğretir.
 
Riboud’un Paris Modern art Museum’daki 27 fotoğraflık retrospektif sergisi 16 Ocak’a kadar devam ediyor.

.