AFL Bülfen’de

Elmas Özbey’in Dr Mehmet Ömür’le Röportajı

Fen Liseli arkadaşlarımızın büyük bir kesimine ulaşacağını düşündüğümüz bu söyleşimize fırsat verdiğin için teşekkür ediyor, öncelikle arkadaşlığımıza dayanarak, sence de uygunsa sana isminle hitap etmek istiyorum?

YANIT 1

Tabii ki Elmas. Ben de bu hitap şeklini tercih ederim. Arkadaşça, kardeşçe çok daha güzel.

Ben ilk defa seni İstanbul’un en iyi birkaç KBB hocasından biri olarak tanıdım. Fakat daha sonra çok farklı sıfatlarınla da beni şaşırttın. Sıkı bir şarap uzmanı oldun. Bu konuda kitaplar yazdın. Sonra fotoğrafçılığın ön plana çıktı. Yurtiçi ve yurtdışı sergilerin oldu, kurslar verdin ve vermeye devam ediyorsun.

KBB Hekimliğinden başlarsak, Prof. Dr. Mehmet Ömür nasıl bir doktordur, neler yaptı ve kendi alanında nelerle ilgilendi ve ilgilenmeye devam ediyor?

YANIT 2

Tüm meslek yaşamımda her zaman iyi ve güvenilir bir hekim olmaya özen gösterdim. Bana davranılmasını istediğim şekilde davranmaya gayret ettim. Bilgilerinizi hastalarıma onların anlayacakları şekilde anlatmak istedim.

Mesleğimde kendimi geliştirmek için fedakarlık etmekten kaçınmadım. Hastalarımın 24 saat hizmetinde olmaktan  memnuniyet duydum. Hiç mi hatalarım olmadı? Olmaz mı? Hekimlik gibi bir alanda insan faktörünün ön planda olduğu bir alanda bilim-zanaat ın bir arada olduğu, bilgi beceri dışında daha başka bir çok faktörün söz konusu olduğu bir alanda mükemmeli yakalamak bence mümkün değil.

Hekimlik çok yönlü ve zor bir meslek. Ve anladığım, sen uzunca bir süredir hekimlikten vazgeçmeden şarap ve fotoğrafçılıkla ilgilenmeye zaman bulabildin.

YANIT 3

Doğru, Elmas. Ben yaşamın kısa Ve çok güzel olduğuna inan ve mesleklerin yaşam boyu yapılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Be nedenle emeklilik dönemine geçmeden 10-15 yıl kadar önce emeklilik döneminde sıkılmamak adına sevdiğim bir kaç alanda kendimi yavaş yavaş geliştirmek istedim. Koku Ve tad alanında uzmanlığım olduğu için ve yeme içmeyi sevdiğim için orta eğitimim sırasında Fransız kültürünü tanıma olacağı bulduğum için önce şarap kültürü Ve gastronomi ile ilgilendim. Ardından da gençlik merakım fotoğrafa yöneldim. 2010-2011 dönemi bir yıl Pariste tam gün fotoğraf okulunda okuyup fotoğrafçı diploması aldım. Karanlık odayı bilirim. Şimdi tekrar filmli fotoğraf makineleri ile fotoğraf çekmeye geri döndüm. Başka bir lezzeti var.

Biraz da şarap merakından konuşalım. Aslında merak çok hafif bir kelime. Sen sınırsız bir şekilde hobini mesleğe çevirecek kadar ilerledin. 40 yaş üstü herkes bir parça şarap tadıcısı olur, sevdiği markalar ve üzümler netleşir ama kitap yazmaya kadar giden bir tutku ile bağlanmak ayrı bir şey. Bize biraz bu tutku nasıl başladı ve bu seviyeye nasıl geldi, anlatabilir misin?

YANIT 4

Şarap merakı da oldukça eskiye gider. Lise ve üniversite yıllarında yaz tatillerinde turist rehberliği yapardım. Kırmızı denildiğinde Yakut’un Beyaz denildiğinde Çankaya şarabının servis edildiği yıllardı. Turistler de su içmeyi bilmez lokal şarap tatmak isterlerdi. Tabii ben de onlarla birlikte. Hikaye böyle başladı. Sonra Fransız İtalyan ve diğer ülkelerin şaraplarını tanıdım. Rahmetli Tuğrul Şavkay’ın kurduğu “Şarap Sevenler derneğine” katıldıktan sonra da bu merak ivme kazandı. Çeşitli dergilerde köşe yazarlığı 10 yıl kadar sürdü ve “Şişedeki Aşk ; Şarap” adlı kitapla sonlandı. Daha sonra şarap ile ilgili dergilerin sırayla kapanmasından sonra da ilgi devam etti ancak entelektüel yaklaşım tamamen bitti.

Herhangi bir kurs aldın mı?

YANIT 5

pastedGraphic.png
pastedGraphic.png
pastedGraphic.png

Evet, WSET denilen bir kuruluşun eğitimini aldım. Wine and Sprit Educational Trust. Türkiye dahil 70 ülkede eğitim veren 1969 da kurulmuş dünyanın en yetkin şarap eğitim kuruluşu. 3 cü ileri seviye diplomam var. 5. seviye Master of Wine ve bunlardan dünyada astronot sayısından daha az sayıda bulunuyor. Ben işi o seviyeye götürmek istemedim. Nedenini sen bul

Hiç şarap yapmayı denedin mi? Ne sıklıkta şarap içiyorsun?

YANIT 6

Şarap yapmayı hiç düşünmedim. Bağcılık ve şarap üretimi dünyanın en zahmetli işleri. Bağ doğal şartlardan etkilenip bağcıyı çok zararlara sokabiliyor. Şarap ise yaramaz çocuk gibi azıcık gözden uzak tutarsan kötü yollara gider. Sirke olur. Ben işin en güzel en entelektüel tarafında durmak istedim. Tadım tarafında durdum.

Sana bir şarap markası çok yakışırdı diye düşünüyorum.

YANIT 7

pastedGraphic.png

Belki, kekremsi ama kolay içilen Adını da “Mira” koyalım istersen.

Ve fotoğraf… Kamera kaç yıldır elinde?

YANIT 8

Kamerayı AFL de iken 10. Sınıftan 11 e geçtiğim yıl elime aldım. Yani yıl 1969. Babamın hediyesi bir Kodak instamatic 100. Basit kartuşu bir makine idi. Üniversitede Canon larım oldu. Fbt ve A1 Black. Doktorluk döneminde fotoğraf ve makinelerden uzak kaldım. Bu hasret dijital dönemin başlaması Ve benim meslek kariyerimin sonuna yaklaşmasına denk geldi. Yine Canonla döndüm. Ixus küçük kompakt 2 MB rezolüsyonu olan bir makine idi. Canon un hemen bütün DSLR makinelerini elime alarak devamı geldi. D60 dan 5 D mark III e 15 yıllık bir serüven. Sony full frame makinesi ile devrim yapınca ben de ona geçtim. Bu birliktelik uzun sürmedi. 2 yıl önce tüm DSLR makine ve lenslerimi sattım. Filmli makinaların heyecanı, iPhone Fotoğrafçılığı, Mobil sanat, mikst medya heyecanı sardı tümden. 

Fotoğraf çekmek çoğu insan için bir hobi. Bazı insanlar seni sadece fotoğraf sanatçısı olarak tanıyor. Yurt içi ve yurt dışı sergilerin var. Bu süreci biraz anlatır mısın?

YANIT 9

pastedGraphic.png

Fotoğrafa geri dönüşüm muhteşem oldu. 15 yıldır yurt içi be yurt dışında 20 den fazla fotoğraf sergisi açtım. Çeşitli ödüller kazandım. Kapadokya İle ilgili bir sanat kitabı Ve iPhone Fotoğrafçılığı ile ilgili bir eğitsel kitap hazırladım. Bu yıl Pariste “Forced captivity” adlı bir sergi düzenliyorum. Tüm dünya mobil sanatçıları katılıyorlar. Paris-photo fotoğraf fuarı sırasında sokak Fotoğrafçılığı ile ilgili bir kurs düzenliyorum. Facebook da değişik mobil Fotoğrafçılık ve mobil sanatla ilgili grupları yönetiyorum. Sonuç olarak fotoğrafla yatıp sanatla kalkmaya başladım. Bu yıl 2 yıllık sürecek bir sanat tarihi okuluna yazılıyorum. Doktorluk dönemini azalttığım şu dönemlerde bu bana büyük bir mutluluk veriyor.

Oğlun da fotoğrafçı. Baba oğul olarak aranızda bir yarış var mı?

YANIT 10

Evet, oğlum çok iyi bir fotoğrafçı oldu. O bir profesyonel. Fotoğraf çekerek yaşamını sürdürüyor. Ben ise hala ileri amatör ve fotoğraf sanatçısı olarak görüyorum kendimi. Oysa ben fotoğraf adına masraflar yapmaya devam ediyorum.

Kesinlikle bir yarış söz konusu değil olamaz da. Onlar “digital nativ” biz “digital migrant”.

Dijital fotoğrafçılık seni bambaşka bir boyuta taşıdı galiba.

YANIT 11

Doğru, fotoğraf beni dünyaya başka türlü bakmaya, dünyayı farklı açılardan görmeyi öğretti. Bana sanat denilen büyük bir dünyanın kapısına getirdi. Mutluluk aracı.

Ve en son ilgilendiğin konu iPhone fotoğrafçılığı. Bu, tüm dünyada çılgınlık boyutunda. Herkesin elinde akıllı telefonlar ve çok çeşitli aplikasyonlar var. Bu konuda fark nasıl yaratılır?

YANIT 12

Bugün dünyada çekilen fotoğrafların % 85 i akıllı telefonla % 5 i iPad ile geriye kalan %10 ü da DSLR makinelerle çekiliyor. iPhone fotoğrafçılığında veya mobil fotoğrafçılık alanında fark yaratmak için önce cep telefonunuzun kamerasının teknik özelliklerini iyi tanımanız gerekir. Temel fotoğrafçılık kurallarını biraz biliyor olmanız gerekir. Ardından bir fotoğraf nasıl düzenlenir konusu gelir. Daha sonra da bol bol ustaların fotoğraflarına bakmak, fotoğrafla ilgili yazılar okumak, kurslar ve yarışmalara katılmak vs.

Drone çekimleri de beni çok heyecanlandırıyor. Geçen sene bir tatilimizde 600 metre yükselen ve 6 km çapında bir alanda dolaşabilen bir drone ile çekim yapma şansım oldu. Bambaşka bir bakış açısı sunuyor. Sen bunu nasıl değerlendiriyorsun?

YANIT 13

Drone fotoğrafçılığı fotoğrafa bugüne kadar bakmaya ve görmeye alışık olmadığımız bir açıdan dünyayı görme kolaylığı sağlayarak bizi başka bir boyuta taşıyor. Ancak zor kurallar var. Her yerde yapmıyorsunuz. İzin alma zorunluğu var.

Kurallarına uymak gerekir. Bu şartlar oluşturulduktan sonra inanılmaz zevkli bir fotoğrafçılık şekli. Ben de zaman zaman kullanıyorum.

Söyleşimizi bitirirken henüz su yüzüne çıkmayan başka bir ilgi alanın var mı diye sormadan edemeyeceğim.

YANIT 14

Gastronomi ve fotoğraf konularında derinleşmeyi yeğlerim sevgili Elmas. Benim bu röportajı yaptığın için sana teşekkür ederim.

Seni yaşama bağlayan uğraşlarına olan tutkularını hiç kaybetmemeni diliyorum. Tekrar teşekkürler.

Bir İnsan – Bir Dünya

BİR doktor…

BİR yazar…

BİR fotoğrafçı…

BİR şarap tadım uzmanı…

BİR mobilArt sanatçısı…

BİR güzel insan…

Prof. Dr Mehmet Ömür

+_________________________

Röportaj; Miryam Şulam

Bu dünyaya böylesi güzel insanlar lazım. Yine çok renkli, gözleriyle ışık saçan, mesleğiyle şifa dağıtan, mütevâzi ve beyefendi bir kişilikle tanıştım. Prof. Dr. Mehmet  Ö M Ü R İstanbul doğumlu. O bir Kulak-Burun-Boğaz hastalıkları uzmanı. Hobi olarak 20 yıl fotoğrafçılıkla uğraşmış, derken şarap kültürüne soyunmuş. 3 tıp kitabı ve mizah yönüyle dikkat çeken  ‘Horlama Kitabı’ var. ‘OyuncAŞKçı’ adlı şiir kitabında ise, aşkı dizelerine ustalıkla aktarmış Ömür.

2016 yılından itibaren Paris’te yaşıyor. Bu sene basılan değişik tasarımı Oğuz Şenoğuz’a ait, illustrasyonları Damla Esen çalışması olan, ‘Bordeaux Şarap Güncesi’ adlı kitabı büyük ilgi görüyor.

2010 yılında, Amerika’da başlayan ve hızla yayılan Mobil Art (Telefonla Digital Sanat) son yıllarda Mehmet Ömür’ün yeni ilgi alanı. Paris’te ve İstanbul’da verdiği seminerler sayesinde bir çok mobil art grubu oluşturan Mehmet Ömür’ün önderliğinde, Mobil Sanat Sergisi (TUMOBART), Türkiye’de ilk kez, Ekim 2017’de, Tomtom Suites otelinde gerçekleşti. Kendisiyle, sergiyi ziyaretim esnasında tanıştık. 

Doktorluk mesleğini sürdürdüğü Fulya Acıbadem’in cafe’sinde, onu ve yaptığı güzel işleri, sizlerle buluşturmak adına sohbet ettik.

Şükrü Mehmet Ömür, Saint Joseph lisesi orta kısmının ardından, Ankara Fen Lisesinden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde tıp ve Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Kulak-Burun-Boğaz hastalıkları okudu. Uzmanlığı için, Paris 6 – Pierre et Marie Curie Üniversitesinde Kulak Burun Boğaz, Baş Boyun kanserleri üzerine ihtisas yaptı. 1987 yaşında doçentliğini, 1994 yılında Profesörlük ünvanını kazandı. Çeşitli hastanelerde klinik şefliği yaptı.100 den fazla bilimsel makale yayımladı. 2010 yılından itibaren hobilerine zaman ayırmaya başladı. Pariste CE3P görüntü okulunda fotoğrafçı diploması aldı.

‘’Yaşamak ne güzel şey.. Anlayarak, bir usta, kitap gibi.. Bir sevda şarkısı gibi.. Bir çocuk gibi şaşarak yaşamak.’’demiş Nazım Hikmet. Yaşamın insana sunduğu nimetleri  en güzel şekilde değerlendiren insanlardan biri de sizsiniz Mehmet Ömür. Kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Yaşamın bize verilmiş bir hediye olduğunun bilincinde olarak, dürüst, çalışkan, üretici, güzel sanatlar, geziler, gastronomi gibi yaşamı güzelleştiren etkinliklerin içinde olmayı tercih eden bir hayat sürmeye çalışıyorum. Sağlıklı kalmaya özen gösteriyorum.

Öncelikli misyonunuz mesleğinizden ötürü, insanları iyileştirmek diyebiliriz. Neden Kulak-Burun-Boğaz uzmanı olmayı seçtiniz?

Ankara Tıp Fakültesinin son yıllarını okurken, çok sevdiğim KBB uzman Prof. Dr. Muharrem Gerçeker abimi sürekli ziyaret ederdim. Bu gidiş gelişler bana bu tıp dalının çok ilginç olduğunu düşündürdü. Özellikle tat, koku, işitme duyularının merkezine oturmuş bu dal, cerrahi ve bunun dışında da birçok olanak sunuyordu.  Karar vermem zor olmadı. Hiçbir gün de bu dalı seçtiğim için pişman olmadım. Mesleğimle ilgili çok yoğun çalıştım ve ona verdiğim emeğin karşılığını da aldım. Bunun için Tanrıya şükrediyorum.

2010 yılında doktorluk mesleğinize bir yıl ‘mola’ verdiniz.. Neydi bunun sebebi?

Her zaman, yaşamın sadece mesleki kariyer olmadığının bilincinde yaşadım. Ancak mesleğimin ilk 30 yılı bana hobilerimle ilgili çalışma olanağı tanımadı. Bu fırsatı 2010 yılında yakaladım. Gençliğimde de severek uğraştığım fotoğrafçılık ile ilgili olarak fotoğrafın doğduğu ülkeye bu konuda kendimi geliştirmeye gittim. 1 yıl Paris’te kaldım. CE3P görüntü okulunda her gün sabahtan akşama kadar bir şeyler öğrenmek, karanlık odada banyo ve baskı yapmak hayatımın en güzel günleri arasındadır. Öğrenmenin yaşı olmadığına ve insanı zenginleştirip mutlu ettiğine inanıyorum.

Fotoğrafçılık  diplomanızı aldıktan sonra, bugüne kadar, Paris, İstanbul ve Bozcaada’da birçok fotoğraf serginiz oldu. Fotoğraflarınızı çekerken veya veya sergilemeden önce özel bir teknik kullandınız mı? 

Fotoğrafın pür şeklini de seviyorum. Bununla birlikte, fotoğraftan yola çıkarak gözümüzün görmediği şeyleri ortaya çıkartmanın da peşindeyim. Fotoğraf makinesi, gözümüz kadar gelişmiş bir cihaz olmamasına rağmen, sanat  için bir araç olabiliyor. Bu bilinçle yıllardır arayış içindeyim. iPhone çıkalı beri de, telefonumla fotoğraf çekiyor, yaratıyor ve paylaştıkça da yolumun açıldığını görüyorum. Önümüzdeki yıl bir iPhone fotoğrafçılığı kitabım çıkacak. Ardından da iPhone sanatı kitabı.

Bir de organizasyonunu üstlendiğiniz fotoğraf gezileriniz var… Bugüne dek, nerelere gittiniz? En son gezinizden küçük bir anı alabilir miyiz?

Fotoğraf beni başlangıçta İzlanda, Patagonya, Norveç gibi soğuk ülkelere taşıdı sonra da Avrupa’nın hemen hemen tüm ülkelerini gezdirdi. Fotoğraf sürprizlere açık bir alan; sabırlı olmayı, öngörmeyi, hazırlık yapmayı, iyi gözlemci olmayı gerektiren bir uğraş. Hiç beklemediğiniz bir anda size en güzel fotoğrafınızı verebilir. Bazen de eli boş dönersiniz. İzlanda’ya ikinci gidişimde çok fotojenik bir noktada gece fotoğrafı çekecektim. Işığın uygun konuma gelmesini bekliyordum. Yorgunluktan uyuyakalmışım. Uyandığımda bütün beklediğim, kafamda kurduğum güzelliklerin geçip gitmiş olduğunu fark ettim. Tüm ekipmanı toplayıp döndüm.

Şaraba olan tutkunuz nasıl başladı ve şarap size ne anlam ifade ediyor?

Şarapla, gençliğimde fransız turistlerine rehberlik yaparken tanıştım. Her yemekte bir iki kadeh şarap içiyorlardı. Daha sonra French  Paradox denilen kavramı öğrendiğimde ne kadar doğru yaptıklarını anladım. Fransızların Amerikalılar kadar yağ tüketmelerine rağmen daha az kalp hastalıklarına yakalanmasına, düzenli bir şekilde içtikleri şarap neden olmaktadır. Buna French paradoks veya Fransız çelişkisi denilir. Şarabın taneleri içindeki resveratrol denilen antioksidan maddenin bu işte rolü olduğu, daha sonra bilimsel olarak gösterildi.

‘’Üzümün şarap olup şişeye dolmasına kadar geçen yolculuk güzel bir serüvendir. Bu heyecan Bordeaux’da bire bir yaşanır.’’

‘Bordeaux Şarap Güncesi’ adlı kitabı okurken, şarap üretimine dair kapsamlı bilgiler edindim. Küspe, önolog ve dikey tadım gibi yeni terimler de öğrendim. Hem akıcı, hem de çok faydalı bir kitap olduğunu düşünüyorum.  Her eve lazım  kitaplardan… 

Haklısınız. Bordeaux şarap günlüğü güzel bir kitap oldu. Şaraba dair bilgileri komprime halde verirken, zarif illüstrasyonlar da görsel belleğimizi harekete geçirerek daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bordeaux dünyanın şarap başkenti olarak kabul edilebilir.

Şarapla ilgili son olarak sormak istediğim, Türkiye’deki şarap üretimi hakkında ne düşünüyorsunuz ve yemeğin yanına şarap seçerken nelere dikkat etmemizi önerirsiniz?

Her türlü engele karşın, Türkiye’de şarap üretimi kalite ve kantite olarak iyiye gidiyor. Yeni butik üreticileri bu işe gönülleriyle ve kısıtlı imkânlarla katılıp çok değerli ürünler çıkartırken, büyük üreticiler de zaman zaman içine düştükleri rehâvetten kurtulup çok daha parlak işlere imza atıyorlar. Ancak sektörün önünde çok ciddi baskılayıcı tedbirlerin farkına varmamak olası değil.

‘’Şarapta en önemli faktör insan faktörü ve tecrübedir. İyi bir üzümden kötü bir şarap yapmak mümkün. Oysa kötü üzümden hiçbir zaman iyi bir şarap üretemezsiniz.’’

MobilArt, pek çok kişi için ilk kez duydukları bir sanat türü olabilir. O yüzden, Telefonla Sanat’ın nasıl  bir sanat olduğunu bize açıklar mısınız?

Bunu ikiye ayırabiliriz. Akıllı telefonlar ve üzerlerindeki kameralar sürekli bize eşlik ediyorlar. Bu kameralar ve telefonlarla güzel fotoğraflar çekip düzenleyip paylaşıyoruz. Fotoğraf çekme bu işin bir boyutu; diğer boyutu ise ortada hiçbir şey yokken aplikasyonlar ve elinizdeki değişik fotoğrafları kullanarak yepyeni, daha önce görülmemiş sanat eserleri, kolajlar yaratabiliyorsunuz. Atölyeniz avcunuzun içinde. Ressam gibi resmi yarım bırakıp işinizi görüp atölyenize geri gelmek zorunda değilsiniz. İşinize yolda, otobüs durağında beklerken veya metroda giderken devam edip bitince instagram, facebook veya web sayfanıza yükleyerek sürekli serginizi geliştirme şansına sahipsiniz. Bu çok güzel bir olanak değil mi?

Dünyada MobilArt diğer sanat dalları gibi kabul görmüş müdür? Her Mobil Art ile uğraşan sizce sanatçı mıdır?

Mobil Art dünyada, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, sanal dünyada, sosyal medyada sürekli üretim halinde. Sergiler yapılıyor. Mobile Artisry (Mobil Sanat) kitapları çıkıyor. Sadece mobil aygıtlarda (iPhone, iPad) üretilmiş eserleri sergileyen galeriler var. Paris’teki smART GALLERY (Mobile Camera Club) buna güzel bir örnek. Sanat olarak kabul edilen mobil sanat, şimdilik, sosyal medyada öncü topluluklar aracılığı ile ilerliyor.

Yakın gelecekte, çok yaygınlaşacağını öngörmek hayalperestlik olmaz. Türkiye’de “iPhone fotoğraf ve sanatı”, “Appsturc” “Serbestmobil” ve “MAA Mobil Art atelier’ i bu topluluklara örnek olarak verebiliriz. Şu anda Apple Store’da mevcut 2 milyon aplikasyondan bazılarını kullanarak siz de güzel sanat eserleri üretebilirisiniz.

Türk Mobil Sanatçıları  (TUMOBART)  şimdilik kaç kişiden ibaret? Düzenli bir şekilde buluşup çalışmalar yapıyor musunuz? Özel kuralları var mı?

Türk Mobil Sanatçıları (Tumobart) yukarıda saydığım topluluklarda eser üretip paylaşan kişilerden oluşuyor. Bu topluluklar 200-300 arası kişiden oluşuyor. Bunların 50 kadarı aktif olarak çalışmalara katılıyor ve üretiyorlar. Paylaşılan eserlere yorumlar beğeniler ve öneriler geliyor. Bu şeklide arkadaşlarımız ilerliyor. Önümüzdeki yıl bir Sempozyum yapacağız; öncü sanatçı arkadaşlarımız eserlerini nasıl ürettiklerini gösterecekler. İstanbul ve Paris’te de, ayda bir,  iPhone fotoğrafçılığı ve sanatı için workshop ve eğitimler düzenliyoruz. iPhone ile sokak fotoğrafçılığı eğitimlerini, çeşitli şehirlerde yapıyoruz. Paris, İstanbul, Zürih, Roma gibi… Birlikte yemek yiyip tanışıp kaynaşmamız da bu etkinliklerin güzel avantajlarından. Boston’dan, San Francisco’dan, Hırvatistan’dan toplantılarımıza katılan arkadaşlarımız bile var.

MobilArt eserlerinizin çoğunda karga görülüyor. Karganın size göre sembolik bir anlamı mı var?

Kargamın orijinal adı “Watching Raven”. “Bakan Karga” anlamı yerine, ben ona “Gözleyen Karga” diyorum. Onun, yaptığım işleri gözleme görevi var. Çok akıllı. ☺ 

Bugüne dek fotoğraf yarışmalarında pek çok ödül aldığınızı biliyoruz. Bunlardan sizin için en anlamlı olan birkaç ödülü bizimle paylaşır mısınız?

ABD de Indianapolis te gönüllü bir kuruluş olan JCC den 2 yıl üst üste ödül kazandım; geçen yıl bir birincilik ve bir ikincilik kazandım. Bu yıl, Floransa’da NEM gurubunun sergilenme ödülünü kazandım. Bir ay boyunca, Santo Stefano al Ponte’de sergilendi. Yine bu yıl, bir eserim Brezilya,  Sao Paolo kentinde 45 gün boyunca sergilendi. MIS adlı görüntü müzesi Brezilya’nın en önemli görsel eser müzesi. Bu yıl 4.sü yapılan mObgraphia Cultura Visual festivalinde yer almak beni çok mutlu etti. Mobil sanat, sanat olmazsa, bu yollar tıkalı olur sanıyorum.

Söyleşilerinizden birinde ‘Şarapla ve fotoğrafla uğraşmak insanlara belirli bir olgunluk kazandırır. Hatta feylosof yapar dersek abartmış olmayız’ demişsiniz. Hobileriniz, yaşama bakış açınızda büyük bir  dönüşüme sebep olmuş mudur sizce?

Sadece fotoğraf veya gastronomi, şarap kültürü ile uğraşmak değil, tüm güzel sanatlarla, edebiyat, şiir, müzik, heykel, performans sanatlarıyla uğraşmak da, bence, severek yapıldığı sürece insan yaşamını değiştirir ve olumlu yönde geliştirir.

Son olarak, 8 Kasım’da, Paris’te, heykeltraş eşiniz Emel Ömür ile ortak açtığınız ‘Magiphone ve heykel sergisi’nin detaylarını sizden alabilir miyiz?

Her yıl Kasım ayının iki hafta sonu, Paris’te, Paris-Photo fotoğraf galerileri fuarı açılır. Dünyanın en önemli fotoğraf galerileri, fotoğrafçıları ve fotoğraf kitabı yayınevleri Paris’te toplanırlar. Ben de, 10 yıl kadar süredir bu dönemde, Rue de Seine galeriler sokağındaki “La Petite Galerie” de sergi açarım. Bu yıl, eşimle ortak bir sergi açtık. Kendisi heykeltraş, seramik ve Papier Mache sanatçısı. 

Sohbetimizin sonunda, ben kendisine bize aktardıkları için teşekkür ederken, o da bana  röportaj için teşekkür etme nezâketinde bulundu. Fransız ekolü insanların kibarlıkları, bence onların en güzel erdemlerinden bir tanesi. Memnun olduk Mehmet Ömür bey. 

İslomania


Mayıs ayının son hafta sonu geleneksel AFL mezuniyet günüdür. Kutlamalar, konuşmalar yapılır. Yazar AFL’liler kitaplarını imzalarlar. Eğlenilir, güzel vakit geçirilir.

Önümüzdeki yıl bizim yani AFL 70 lilerin mezuniyetimizin 50 seneyi devriyesi. Bu önemli. Ben de bir yıl öncesinden dernek başkanımız Olcay Tatar’a söz verdim. Hem de evlenme yıldönümümüze denk düşmesine rağmen  gideceğim. Bu arada Olcay benden bir de yazı istedi. Ben de Bozcaada’da evlenmiş birisi olarak bu adalar merakından bahsedeyim dedim.

Son zamanlarda az ilgilenilmiş hastalıklar beni çok ilgilendirmeye başladı. Geçenlerde G.A.S. yani “Gear Aquisition Syndrome” u yazmıştım bu kez de “İslomania” denilen (hastalık denilir mi bilemiyorum) ruh halinden bahsetmek istiyorum. Yani bir nevi ada manyaklığı, adalarda kendini iyi hissetme durumu.

İsim babası roman, şiir, tiyatro oyunları, denemeler, gezi kitapları, edebiyat eleştirileri, yazmış, çeviriler yapmış 20. yüzyıl İngiliz yazarı D.H.Lawrence’dır.

Belki bu hastalık daha önceden de biliniyordu ama adını koyan odur.

Ölmeden 4 yıl önce yazdığı bir öykü kitabı bu. Ama böyle bir ruh halinin farkına varıp bu konuya girmesi islomania tabirinin yerleşmesini sağlamış.

Benim en sevdiğim ada Bozcaada ise en sevdiğim ada filmi de il Postino’dur. Türkçedeki adıyla Postacı filmidir.

Film Sicilyada Salina adasında çekilmiştir ve şilili  ünlü şair Pablo Neruda’nın yaşamından hayâli bir kesiti hikaye eder. Gerçek hayatında da Neruda 1952 yılında İtalya’nın Capri adasında yaşamıştır. Filmde adanın postacısı ile şair arasında gelişen sıcak dostluk anlatılır. Şair postacıya şiiri sevdirir, postacı şiirleri barda çalışan ve bir görüşte aşık olduğu güzel kızı baştan çıkartmak için kullanır.

Filmin tepe noktasını şu replik yapar. Güzel ada manzaraları eşliğinde şairle postacı arasında şu konuşma geçer.

Şair: Benim şiirimle kızı baştan çıkartmışsın.

Postacı: Senin yazdığın şiirle baştan çıkardığım doğru ama o şiir sana ait değil.

Şair: Nasıl yani? Benim değil mi?

Postacı: Evet, Şiir yazana değil ihtiyacı olana aittir.

Bu güzel naif ve romantik filmi seyretmenizi öneririm.

Başka bir yazar ve başka bir ada isterseniz Anthony Quinn’in muhteşem bir oyun çıkardığı efsane film Zorbayı seyredin. Giritte geçer.

Diğer ada  filmlerine gelince; Cordelli’nin Mandolini, Akdeniz, Doktor Moreau’nun adası, Visconti’nin Venedikte ölüm (Lido adasında geçer).

Yine sinema dünyasında kalalım isterseniz. Mel Gibson Fijide yerlilerin itirazına rağmen 15 milyon dolara  Mago adasını satın almıştır. Marlon Brando’nun  1965 de aldığıTetiaroa adasında şu anda bir kişi yaşamaktadır. O da oğludur. Aynı adanın batısındaki Onetahi adlı adacıkta 2000 m2 lik bir alanı 2004 de ölürken yazdığı vasiyetinde ölene kadar kullansın diye dostu Michael Jackson’a bırakmıştır. Ancak onun da bu adadan çok fazla yararlanamadığını anlıyoruz.  Sonuçta bundan anlıyoruz ki Brando ve Jackson da birer ada manyağı idiler.

İlk ada manyağı Roma imparatoru Tiberius’tur

Roma’dan sıkılıp kendini Neruda gibi Capri adasına atar ve ülkesini Villa Jovis denilen evinden yönetir.

Başka bir isloman Kaptan James Cook’tur. Pasifiklerin seyyahı ve fatihi o bölgelerdeki adaları o kadar sever ki İngiltereye dönmemek için her türlü numarayı çevirir.

Moby Dick’in yazarı Herman Melville’de bir ada manyağıdır. Moby Dick’ten sonra Taipi adlı kitabını Fransız Polonezyasın’da ve ardından Omoo adlı kitabını ise Tahiti’de yazar. Moby Dick yazarının kitapları 19 yüzyıl yazarlarını o kadar etkiler ki Jules Vernes ve Jack London ve Robert Louis Stevenson da ada manyakları arasına katılmakta tereddüt etmezler. Bunlardan Robert Louis Stevenson 1875 de bir mektubunda şöyle yazar.

“Bu gece çok sevimli bir adam bana o  Güney Denizi adalarını öyle bir anlattı ki oraya gitmek için içim yanıp tutuşmaya başladı. Yemyeşil güzel yerler; şahane bir iklim; saçlarında kırmızı çiçekler takmış kadınlar. Hiçbir şey yapmadan ve güzellikleri inceleyip, güneşte oturmaktan ve düşdüklerinde meyveleri toplamaktan başka hiç bir şey yapmadan durmak. İşte bu. “

Stevenson 15 yıl boyunca bu adalar arasında dolaşıp durmuş, ve sonunda Samoa adasında ev yaptırarak oraya yerleşmiştir. Halkla iç içe politika yapıp yazılarını yazmaya devam etmiştir.

Gelelim Lawrence Durrell’e Korfu adasındaki başladığı ada manyaklığı Rodos ve Kıbrısta devam etmiş gerçek bir ada hayranıdır. Kendisini hiçbir zaman İngiliz gibi görmemiştir. Oysa İngiltere de bir adadır.

Ernest Hemingway “Çanlar kimin için çalıyor” u Cuba ve Key West adalarında yazmıştır.

Georges Orwell 1894 ünü Jura adasında yazar.

Adalara en çok Anglosaksonlar meraklıdır. Ada edebiyatına ingilizlerin dışında en çok hollandalı Boudewijn Büch yazmıştır.  “Ada serisi”  4 kitaptan oluşur.

“Ne me quitte pas” nın şarkı sözü yazarı ve yorumcusu Jacques Brel akciğer kanseri nedeniyle yaşamının son dönemlerinde Marquise adasında yaşamış ve ölmeden önce Avrupa’ya dönüp “Marquise” adlı son longplayini çıkartmıştır.

Adalarla ilgili başka gerçek bir hikaye ünlü İrlandalı şair William Butler Yeats’in hastalıklı ve melankolik arkadaşı yazar John M. Synge’ye melankolisinden kurtulması için İrlanda’nın kuzey-batısındaki Aran adasına gitmesini önermesi  ile başlar. Synge sadece Aran adasında değil çevredeki tüm adalarda yaşayarak ada hayatından çıkardığı öyküleri yazar. Bu arada yıllar geçer o bölgenin tipik Kelt dilini öğrenir ve adalı olur çıkar.

AFL’li bilimsel beyinleri için de adalar ve bilimle ilişkiyi kuran nisbeten yeni bir kitap önerebilirim.(2006)

Jill Franks’ın “Islands and the modernists : the allure of isolation in art, literature and science” adlı eserinde Charles Darwin’in Galapagos adalarındaki hikayesi ve Margaret Mead’ın South Sea Island’daki antropolik çalışmaları ilginizi çekebilir. Bu kitapta Gaugin’in Parisin sıkıntılı atmosferinden kurtulmak için gittiği Tahiti adalarında yaşadıkları da size  BONUS olsun.

Bizde ise Sait Faik Abasıyanık’ın Burgazada aşkı bilinir. Zülfü Livanelli’nin metaforik romanı “Son Ada” bizi şaşkınlık içinde bırakan bir baş yapıt.

Orijinal adı “York’lu Bir Denizcinin, Kendi Kaleminden, Deniz Kazası ile Düştüğü Amerika Sahillerindeki Oroonoque Nehri Ağzındaki Issız Bir Adada 28 Yılını Geçirirken Yaşadığı Serüvenler ve Korsanlar Tarafından Kurtarılması” hepimizin çok iyi bildiği ve ilk ingiliz roman olarak kabul gören Daniel Defoe’in Robinson Crusoe adlı romanı da ilginçtir. Roman adadaki yaşamın detaylarını ve Robinson’un iç konuşmaları ve o anki duygu dünyasını yansıtır.

Aslında hepimizin iç dünyası da bence bir adadır ve çoğu zaman dışarıya kapanmışlıktır, kendiyle sınırlanmışlıktır ve dış dünyanın karşıtıdır. İçeriden dışarıya giriş-çıkışlar sınırlandırılmaya çalışılır ama engel olunamaz. İçeriye bazen çok fena girilir buna aşk deriz.

Biraz da fantezi yapalım:

İsveç’in başkenti 24000 adalık bir takım adaların 14 adası üzerine kurulduğunu biliyor muydunuz?

Andy Strangeway ise ada manyaklarının en beteri İskoçya adalarından 162 tanesine dafalarca gidip yaşamıştır.

Ada manyaklığı hastalığı ile ilgili yazacaklarım bu kadar. Yazmaya kalkılsa daha sayfalar dolar. Bence siz de biraz içinize bakın oradaki adalarınızı bulun onlarda gezinin, yaşamın tadını çıkartın.

La Cappadoce de Mehmet Omur; une exposition de photo a Paris

La Cappadoce

Quand Alexandre partage l’Anatolie, l’État indépendant de Cappadoce apparait dans l’histoire 3e siècle avant JC et dure 4 siècles. Après les périodes Byzantine et Ottomane, aujourd’hui il se situe dans la Turquie moderne en Anatolie centrale. La Cappadoce occupait donc une situation stratégique, au carrefour des grands itinéraires nord-sud et ouest-est de l’Empire. la Cappadoce est riche en vestiges des civilisations successives. Plus de six cents églises et monastères d’époque byzantine sont conservés aujourd’hui dans les villages de la  Cappadoce. Elles sont de  l’époque paléochrétienne et vont jusqu’au 13e siècle. 

Le nom de Cappadoce vient de Katpatuka dans la langue des Hittites.

La région qui nous intéresse est celle où se trouvent la plupart des monuments byzantins et se situe entre le fleuve Kizil Irmak au nord, le mont Hassan (3250 m) à l’ouest et le mont Erciyes (3917 m) à l’est et les  chaines des montagnes Taurus au sud.

La Cappadoce a toujours surpris les visiteurs, séduits par ses paysages et ses monuments extraordinaires.

Paul Lucas,  a été le premier voyageur français, chargé par Louis XIV d’un voyage en Anatolie et en Cappadoce au début du XVIII siècle. Puis Charles Texier, John Hamilton l’ont suivis. Mais le voyage du père Guillaume de Jerphanion en 1907 qui a duré 5 ans a abouti d’une oeuvre monumentale et scientifique sur les eglises rupestres et la region.

La région se trouve à une altitude de 1000 et 1500m dominée par le mont Argée au sud de Kayseri, et le mont Hassan près d’Aksaray. Les étés sont brulants et secs et les hivers glacials et ennéigés.

L’érosion dûe à l’eau, au gel et au vent a modelé les roches multiformes.  La cimentation des cendres des volcans forme le tuf qui est très tendre et  facile à creuser ce qui explique la création des villes troglodytes.

Dans les vallées les cheminées de fée, les cônes, les pyramides sont nombreux. Et toutes les couleurs du tuf allant du blanc, à l’ocre ou jaune, et gris, et rose et violet sont en fonction de la densité et de la composition chimique du tuf donnant à ces paysages ce panorama unique au monde.

Dans les jardins poussent des légumes et dans les champs les pommiers, les abricotiers, les pruniers, les pêchers. La région a ses  vignes en gobelet et un raisin blanc exceptionel Emir excellent pour faire de vins mousseux. Mais il y a aussi lq culture du blé et des céréales. Il existe aussi l’elevage des animaux et des chevaux reputés depuis l’antiquité.

La région avec ses villes souterraines a joué à plusieurs reprises le rôle de refuge pour les premiers chrétiens lors des invasions arabes et byzantines.

La Cappadoce est un lieu mystérieux

La Cappadoce est un lieu mystérieux qui a inspiré les peintres, les sculpteurs, les auteurs, les photographes et même les caricaturistes. Yorgo Seféris, écrivain grec, lauréat du Prix Nobel de littérature en 1963, par exemple, a tenté de visiter toutes les églises de la région d’après les écrits d’un prêtre, appelé Père Jerphanion. 

On peut affirmer que dans l’ambiance si mystique de la Cappadoce découlant de sa structure extraordinaire il est impossible qu’une personne n’y prenne pas de photo.

J’ai voulu contribuer à l’héritage artistique d’une région pour laquelle j’ai un penchant passionné, et  par un effort de mon propre œil lui offrir un cadeau, même si petit.

Depuis mon enfance où j’allais en Cappadoce, les paysages de cette région m’ont tellement impressionné que des vue panoramiques sont engravées dans ma mémoire, ces paysages évoquant pour moi la surface de la lune.

J’avais pris des milliers de photos au cours des 15 dernières années parmi lesquelles j’en ai sélectionné quelques unes.

La Cappadoce est aussi une région historique interessant les photographes avec ses panaromas lunaire unique au monde sans oublier les églises rupestres peintes de fresques par les premiers chrétiens au monde.

Biographie 

Mehmet Omur a fait connaissance avec les appareils photographiques assez jeune. Adolescent il avait déjà un Kodak 100 et un Canon Ftb un peu plus tard. Au lycée il tirait lui-même ses photos au labo. Son métier de chirurgien (ORL) l’a empêché pendant 3 décennies de pratiquer son hobby d’enfance mais à la retraite il est revenu à sa passion. C’était le tout début de l’ère digitale: les appareils DSLR, les scanners etc. Il a passé une année à l’école de l’image CE3P à Paris pour se perfectionner et en est diplômé. Ré-impliqué dans la photographie depuis 2000, il travaille actuellement en tant que photographe et artiste mobile à temps plein.
A la suite d’une grande pratique de la photographie dans toutes ses dimensions du grand format à l’iPhone photographie, il s’est plutôt tourné vers le conceptuel, et la philosophie de cet art complexe qu’est la photographie.
Mehmet Omur a fait sa première exposition personnelle en 2003 à Bozcaada, une petite île dans la mer Egée. Il a partagé ses œuvres avec les amateurs d’art dans diverses expositions personnelles et a participé à plus de 20 expositions dans différentes villes.

Depuis une dizaine d’années il expose durant la semaine du Paris Photo à la Petite Gallerie; 35, rue de Seine, 75006.

Ses livres photographiques: Nature (2010), Ripple Marks (2010), Cappadoce (2014 première édition, 2016 deuxième édition en anglais), ont été imprimés.

Mehmet Omur est un chirurgien de l’oreille, du nez et de la gorge (ORL), qui travaille actuellement en tant que photographe et artiste mobile à temps plein.

Originaire de Turquie, résidant maintenant à Paris, ses œuvres mobiles en tant qu’artiste ont été exposées à Paris, Indianapolis, Florence et Istanbul. Il gère une dizaine de pages sur Facebook et son livre, “Shoot, Edit, Share: iPhone Photography”, a récemment été publié en Turc (Edition Remzi) en 2018. Il est également chroniqueur pour le magazine turc “Fotoğraf Dergisi”.
Il a reçu des prix comme “Vincent Versace Award for photographic Exellence” en 2011, Mention dans “National Geographic” , IPPA award en 2018,
Il est marié et a un fils. 

Cappadocia; an Exhibition in Paris

I owe Cappadocia a debt. A great debt that I have been trying to pay, but will never be able to. It is perhaps a debt of unrequited love. I had first visited this region by chance as a guide and a high school student, and have returned hundreds of times since. Who knows how many more times I will go there. Cappadocia has become an indispensable passion for me and I have bonded with it more and more each time.

Cappadocia is a magical place that has inspired painters, sculptors, authors, and caricaturists. Semih Balcıoğlu, the great caricaturist, and Hadosan Halıcılık, who sponsored the Cappadocia caricature festival for years, come to mind. Koray Göksel and many other authors allude to Cappadocia in literature. Nobel laureate poet Yorgo Seferis for instance, tries to visit all the churches in the region after the writings of a priest named Jerphanion. Samih Rifat, in return, follows Seferis’ traces with a camera in hand. I, on the other hand, am after the aura of Cappadocia.

There are lots of photography books that depict the incredible structure of Cappadocia. Kamil Fırat, Ahmet Ertuğ, and Şemsi Güner’s books are examples of prominent art books on the subject. It may be said that everyone takes photographs in such a mystical environment. It is not by chance that one of the top ten most beautiful photographs of 2013 was taken from a hot air balloon in Cappadocia.

One may ask, “Why publish another book?” You may think of it as a small gift to the unrequited lover. I wanted to present the gift, however small, of documentation through my perspective to this region that I am so passionate about. I chose 119 frames out of the thousands that I took of the area over the last 15 years; scenes that were etched in my memory during my school years as landscapes resembling the face of the moon. Consider this book a bouquet of flowers presented to my beloved.

One of Cappadocia’s leading institutions in cultural activities and carpet weaving, Hadosan, as well as Me-Di ENT Center and Mr. Mahmut Kavran, contributed to the preparation of this gift. I would like to offer them my gratitude. I would also like to thank my friend and photographer, Fethi İzan, who, much like an orchestra conductor, managed every detail during the printing phase of the book; Mehmet Ali Türkmen, owner of the book’s designer MAT Design; Alparslan Baloğlu, partner at A4 Ofset; and Orhan Alptürk, who wrote the foreword.

I hope that readers will travel the region through my eyes with this book, and that they will keep the book in a corner of their library. I wish you a life where you look at many beautiful things with joy, not just photographs.

Mehmet Ömür

Mehmet Ömür’s Cappadocia

One of the hardest things for a photographer to do is to continue his or her project over a long period of time and still maintain its continuity. The project may sometimes span for years, like in Mehmet Ömür’s case.

When selecting his subject, Mehmet Ömür faced a secondary challenge by choosing the Cappadocia region, one of Turkey’s, and indeed the world’s, greatest cultural heritage spots as the subject of his photographs. As he has said himself, his love and passion for the region, as well as a debt of gratitude carried over from his youth, resulted in this selection. I would advise photography enthusiasts who view his work to look at it with their emotions, not just with their intellect.

Cappadocia is as challenging for lovers of photography as it is interesting. The multi-layered historical, religious, and cultural make-up of the region creates a setting for natural views, and thus has been and continues to be used by countless photographers for everything from art photography to advertising. This overproduction and consumption is one of the most important challenges that the photographer faces when working on a new project. The photographer must be very attentive and careful to ensure original creativity. It is clear to see that Ömür approaches his Cappadocia project with these challenges in mind.

Above all, he has steadily continued to make photographic images that show the long-lasting love he feels for the region. In my opinion, his photographs have only deepened his emotions, perception, love, and passion. All these years, he has pursued the same thing in his images: aura. Ömür’s aura creates the unique visual language of photographic images that allude to an almost surreal world. A world where its mysterious, mystical, and multi-layered past intertwines with the moment the image is captured. It is obvious from the start that he does not consider his photographs to form a visual record of Cappadocia. Instead, he has engaged in an effort to create a unique visual language through the medium of photography.

Ömür’s mastery of light is revealed to be the essential element of this visual language.

Light is the main element of the unique inflection of his visual phrases. It can be inferred that he captures his photographs by selecting from the endless exposure time options the moment he discovers the Cappadocia that he himself would like to create. These moments are not meant to immortalize a specific instance or to record a documentation of the environment. The photographer instead succeeds in claiming a space from the material world of Cappadocia as his own photographic space. Natural light has been Ömür’s most significant ally in accomplishing this feat. The lighting he chooses always serves his subjective space and the photographic reality of the unconscious, and is sourced from the existence of this mysterious world.

The light brings out layers according to his desire. Of course, selecting black and white, or rather copper sepia, instead of color for his photographs has assisted him greatly in telling his visual stories.  Had he chosen color photographs, the photographic records from different seasons, spread out over many years, would have prohibited the emergence of a coherent visual language that is unique to Ömür’s project.

Limited compositions and an infinite depth of space make it pleasurable to turn the pages of this visual text.

One of the essential building blocks in Ömür’s project is the intertwining of life and death in this world, which has become his object. Every once in a while, you can see a cat following the traces of the past, or feel the continuity of life in the image of a horse carriage on a mud road. Pigeons and their freedom, remind you of love and all its many forms. Touristic hot air balloons take you from centuries past to the present.

As stated before, these images of living subjects do not serve as the narrative of a documentary record, but are used to create the visual language that Ömür has molded from the content.

What I can say in conclusion is that you hold between your hands a world of visualization that you will always enjoy looking through.

Orhan Alptürk, Orak 2014 – Izmir

Kapadokya Sergisi

La Maison Des Photographes 11 rue de Belzunce 75010 Paris

Kapadokya’ya borcum var. Ödemeye çalıştığım, ancak asla ödenemeyecek büyük bir borç. Karşılıksız sevginin borcu gibi… Lise yıllarında tesadüfen rehber olarak geldiğim bu yöreye yüzlerce kez döndüm. Kimbilir daha kaç kez gideceğim. Kapadokya bende vazgeçilmez bir tutku oldu. Her seferinde biraz daha bağlandım.

Kapadokya ressamlara, heykeltıraşlara, yazarlara, karikatüristlere ilham olmuş büyülü bir yer. Karikatür denince akla Semih Balcıoğlu ve Kapadokya karikatür festivallerini yıllarca düzenleyen Hadosan Halıcılık geliyor. Koray Göksel

ve birçok yazar Kapadokya’yı edebiyata konuk ediyor. Nobel ödüllü Yunan şair Yorgo Seferis, örneğin, Jerphanion adlı bir rahibin yazdıklarının peşinden bölgenin tüm kiliselerine girmeye çalışıyor. Samih Rifat da elinde fotoğraf makinesi Seferis’in izini sürüyor. Bense Kapadokya’daki ‘aura’nın peşindeyim.

Kapadokya’nın olağanüstü yapısını gösteren çoğu turistlere yönelik rehber amaçlı olmak üzere onlarca fotoğraf kitabı var. Kamil Fırat, Ahmet Ertuğ, Şemsi Güner’in kitapları ise önemli birer sanat kitabı örneği. Aslında böylesine mistik bir ortamda fotoğraf çekmeyen yok denilebilir. 2013 yılının en güzel 10 fotoğrafından biri Kapadokya’da balondan çekilmiş.

“Peki, o zaman neden bir kitap daha?” diye sorulabilir. Karşılıksız seven sevgiliye küçük bir armağan olarak düşünebilirsiniz. Tutkuyla bağlı olduğum bölgeye, benim gözümden bir belge bırakmak, küçük de olsa bir armağan sunmak istedim. Öğrencilik yıllarımda hafızama kazınan ay yüzeyini andıran görüntülerden son 15 yılda çektiğim binlerce fotoğraf karesi arasından 119 tanesini seçtim. Bu kitabı sevgiliye uzatılan küçük bir demet çiçek olarak kabul edin.

Bu hediyenin oluşmasına, Kapadokya’nın, halıcılıkta olduğu gibi kültürel aktivitelerde de öncü kuruluşlarından Hadosan, Me-Di KBB Merkezi ve Sayın Mahmut Kavran da katkıda bulundu. Buradan kendilerine teşekkürü borç biliyorum. Kitabın basım aşamasında bir orkestra şefi gibi herşeyi büyük titizlikle yöneten fotoğrafçı arkadaşım Fethi İzan’a, kitabı tasarlayan MAT Design’ın sahibi Mehmet Ali Türkmen’e ve A4 Ofset sahibi Alpaslan Baloğlu’na, kitaba önsöz yazan Orhan Alptürk’e de ayrıca teşekkür ediyorum.

Dilerim kitabı eline alanlar bölgeyi benim gözümden gezer ve onu kütüphanelerinin bir köşesinde saklar. Sadece güzel fotoğraflara değil, daha birçok güzel şeye zevkle bakacağınız bir yaşam dileğiyle.

Mehmet Ömür

Kanyonlar, taş kaleler, mağaralar, kayadan oyma evler labirenti… Doğa ve tarihin kucaklaştığı, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, sanatçılara ilham olmuş, büyülü topraklar…

Prof. Dr. Mehmet Ömür, tutkuyla bağlı olduğu Kapadokya’nın ‘aura’sının izini sürüyor. Öğrencilik yıllarında, bölgede rehberlik yaptığı dönemlerde hafızasına kazınan, Ay yüzeyini andıran görüntülerden son 15 yılda çektiği binlerce fotoğraf karesi arasından 120 tanesini, ‘karşılıksız seven sevgiliye küçük bir armağan’ olarak sunuyor; Kapadokya ruhunu yeniden keşfetmeniz için.

Kapadokya adlı kitap, Fethi İzan’ın editörlüğünde ve Mehmet Ali Türkmen’in hazırladığı tasarımla, A4 Ofset’in özenli baskısıyla fotoğrafseverlerin karşısına çıkıyor.

Hadosan, Me-Di KBB Merkezi ve Mahmut Kavran’ın katkılarıyla hazırlanan kitap, sizi mistik bir yolculuğa davet eden, sanatsal bir rehber.

PROF. DR. MEHMET ÖMÜR

1951 yılında İstanbul’da doğan Mehmet Ömür, orta öğrenimini Saint Joseph Lisesi ve Ankara Fen Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1977’de Ankara Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Bursa Uludağ Üniversitesi’nde uzmanlığını tamamladı. Paris’te Saint Antoine, Saint Louis, Laeennec Hastaneleri’nde çalıştı. 1986 yılında doçentlik ünvanını aldıktan sonra iki yıl Haseki Hastanesi’nde KBB bölümü şefliğine, 1993 yılında da Haseki Hastanesi baş hekimliğine atandı. 1996 yılında profesör oldu.

Yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış 81 tane bilimsel yayını bulunan Mehmet Ömür’ün, 1992’de Larenks Kanseri ve Boyun, 1994’te Baş-Boyun Anatomisi, 2004’te Obstrüktif Uyku Apnesi ve Horlama adlı bilimsel kitapları yayınlanmıştır.

1990 yılında kurduğu KBB Postası adlı derginin 1996’ya kadar editörlüğünü yapan Mehmet Ömür’ün, Sesin Peşinde (2001) adlı popüler bilimsel kitabı ve Oyuncaşkçı (2004) isimli şiir kitabı da yayımlandı. 150’ye yakın bilimsel makalesi basıldı. Çeşitli dergilerle gazetelerde gezi ve yemek kültürü yazıları, Tempo Dergisi ve Vatan Gazetesi’nde Şarabi isimli şarap köşesini hazırladı ve bu yazılarını, Kadehteki Aşk: Şarap kitabında topladı. Şarabi köşesini, halen Bağımsız Dergisi’nde sürdürmektedir.

2000 yılından bu yana fotoğraf sanatıyla uğraşan Ömür, Paris’te bir yıl fotoğraf eğitimi aldı. İlk kişisel sergisini 2003’te Bozcaada’da açan Ömür, eserlerini yurtiçi ve yurtdışında çeşitli kişisel ve karma sergilerde sanatseverlerle paylaştı: Des Illusions (2004, La Petite Galerie, Paris), İstanbul’dan (2004 Galeri Oda, İstanbul), 2, 8/2 (2006, Arkeo Pera, İstanbul) , Fikret Mualla’nın 40. Yılı Anısına (2007, La Petite Galerie ile beraber, AKM, İstanbul ve 8. Bölge Belediyesi, Paris), Kafamı Sıkan Şeyler (2008, Galeri Kent, İstanbul), Doğa-Nature (2010, Uğur Varlı Fotoğraf Galerisi, İstanbul), Les Capitales Europeennes (2010, La Petite Galerie, Paris). Fotoğraf, Mehmet Ömür için bir tutku. Makinesini yanından hiç ayırmıyor. Ruhunun derinliklerindeki ihtiyaçlarını, fotoğrafı araç olarak kullanarak doyurmaya çalışıyor. Ömür, fotoğraf çekmek için zaman, mekân veya ışık tanımayanlardan. Bazen projelerini geliştirmek için fotoğraf çekiyor, bazen de güzellikleri ölümsüzleştirmek için.

Bazı anları ölümsüzleştirerek, geriye sanat değeri de olabilecek belgeler bırakmayı amaçlıyor. Bu belgeyi bırakırken de farklı bakış açısını yansıtmaya çalışıyor. Fotoğrafla sadece gerçekleri görmediğimizi, fotoğrafın içinde daha başka derinlikler de olduğunu düşünüyor.

Mehmet Ömür evli ve bir çocuk babasıdır.

MEHMET ÖMÜR’ÜN MÜTHİŞ FOTOĞRAF ALBÜMÜ;  KAPADOKYA.

Mehmet Ömür ‘’Kapadokya’ya borcum var’’ diye başlamış, Kapadokya ile olan ilişkisini anlattığı  albüm yazısına. Lise yıllarında rehber olarak geldiği bu yöreye yüzlerce kez döndüğünü tutkuyla anlatıyor. Çalışmasına gerekçe hazırlıyor.

KİMDİR.

Yerli ve yabancı tıp dergilerde yayınlanmış 100 den fazla bilimsel yayını olan bir doktor, hem de çok ünlü bir doktor olan, dostum Mehmet Ömür ülkemizde çok az sayıda bulunan ‘’üretmeden duramayan’’ kişilerden biridir. Bir insan için ne büyük mutluluk.

Çok yönlülüğüyle tanınan, sanat dostluğuyla bilinen değerli Mehmet Ömür’ü fotoğraflarıyla uzun yıllardan beri tanırım. Geçmiş yıllarda da küratörlüğünü yaptığım bir galeride sergi ve kitabını hazırlamıştım.

Mehmet Ömür türünde doktorlar için söylenen ‘’tıbbiyeden en son doktor çıkar’’ özdeyişinin kendisi hakiki karşılığıdır. Yalnız şarap üzerine olan kitapları ile değil pek çok çalışmasıyla bilinir. Geçen dönemlerde çok yoğun mesaisinden sıyrılıp  kendisine bir yıl izin verip, Paris’teki evine kapaklanıp, özel bir okulda CE3P Ecole de l’image’da baştan fotoğraf eğitimi alarak  ülkesine döndü, bunun yanında da Paris’in bir gurme olarak restoranlarını gezip kitaplaştıran, eşine rastlanması çok güç, yaratıcı bir kimliktir o. Kendisini tanımak benim için gerçekten bir iftihar vesilesidir.

ALBÜM.

Gelelim albüme; Yazı bölümü Mehmet Ömür’ün açıklaması ile başlıyor ve  İzmir’li fotoğraf sanatçısı Orhan Alptürk’ün ‘’Mehmet Ömür’ün Kapadokyası’’ başlığı olan,  tanıtım yazısı ile devam ediyor. Sonrası fotoğraflar, fotoğraflar.  Özellikle çalışmasına seçtiği sepya-kahverengi  ton yaklaşımı, her sahneyi üst düzey zevkli bir estetikle görsel bir tablo haline getirmiş. Bildiğimiz Kapadokya’ya dair çok özenle düşünülerek çekilmiş fotoğraflar bunlar. İncelikli bir kurgu ile kadifemsi siyah beyazdan sepyaya döndürülmüş, ışık kullanımında adeta ressam edasıyla yaklaşılmış özgün bir çalışma.

Baskının bir yorum olduğunu bilen üst düzey profesyonel A4 Matbaacılığın tüm teknik kadrolarına da buradan selam olsun. Onlar ülkemiz fotoğraf yayıncılığına çok derin bir ivme kazandırdılar, var olsunlar.

Mehmet Ömür;  Fotoğraf çekmenin ürkütücü kolaylığına, esir olmadan her kompozisyonu dikkatli, coşkulu bir yaklaşımla, özenle kurgulamış. Genel bakışlar dışında, ışık ve gölgenin getirdiği, bir detaylar dizisi yapmış. Özellikle günün geç ve erken saatlerinde gölgeli fotoğraflara özel bir yaklaşım göstermiş. Hepsi bizi düşünmeye davet eden fotoğraflar.

Fotoğrafların kompozisyonlarında gökyüzünün olduğu yerlerde yoğun koyu fon filtresi kullanıldığını görüyoruz. Eğer bu işlem photoshopla çözümlenmediyse, o tür kompozisyonlar dekupe grafikle şık heykelsi yapılar haline gelmiş.

Doğrudan fotoğraf iki  temel üzerinde yükselir, biri doğa, diğeri yaşam. Albümde az da olsa Kapadokya çevresine ait yaşam fotoğrafları da var. Çocuklar, çoban ve sürüsü, arabayla tarla dönüşü, bekçi gibi figürler, kompozisyonlar. Bunlar da aşkolsun dedirten, mükemmel yapılar, yorumlar. Yapıt ile yaşam arasındaki ahenk ustaca kurulmuş, var olan yaşama, betimlenen sahnelere anlamlar yüklenmiş. İyi fotoğraf bizleri yeniden hayata döndürür, fotoğraf sanatının diriliğine inancımızı yenileyebilir. İşte Mehmet Ömür’ün Kapadokya albümü başarısı burada.

Mehmet Ömür Kapadokyada güvercinlik olarak bilinen yapılara özel bir ilgi göstermiş. Oralarda kullandığı özenli teknikle doğa bir seramik yapılanması gibi gösteriliyor. Ayrıca Kapadokya’yı Kapadokya yapan eski bir yanardağ olan Erciyes’in de uzaktan peyzaja selam veren birkaç fotoğrafı da çok tadında. Ayrıca bu tür albümlerde bence olması gereken dört mevsimlik yaklaşım, yani ilkbahar- yaz, sonbahar- kışın da Kapadokya’yı nasıl sarıp sarmaladığının da bir sergilenmesi. Kar peri bacalarını bir rüyaya çevirir. Fotoğraf görünen dünyayı kaydeder, iyi doğa fotoğrafları bize kuru kuruya ağacı, bulutu, çiçeği, yeri göğü sunan bir veri yığını değil, bir ruh sanatıdır.

Modernliğe dair birkaç turistlik balon detayı hariç yeni bir yapılanma görülmüyor. Asılolan Kapadokya’nın özel dokusu, yapısı. Kapadokya yöresinin klasik açılarına iltifat etmemiş Mehmet Ömür, onları çok farklı bir biçimde işlemiş. Donanımında as olan bilgi birikimini bizim için bir haz haline dönüştürmüş. Tüm fotoğraflarda üstün bir fotoğraf duygusu fotoğraf dili, fotoğrafça var.  

ANLATIM VE TEKNİK YAPI.

İnancıma göre fotoğraf temelde görüp göstermektir. Ülkemizde henüz pek çok çalışmada maalesef kameranın fotoğrafçıdan fazla gördüğüne şahit oluyoruz. Elbette Mehmet Ömür’ün Kapadokyası hariç. Buradaki fotoğraflar sıradan temsil edilemeyen yapıların, doğru temsil edildiğini anlaşılabilir bir açıklıkla bize gösteriyor, ulaştırılıyor. Kapadokya’nın yalnız espirisini değil bu ruhunu da aurosunu da hissediyorsunuz.

İyi fotoğraf, insanlığa anlam veren ve bilincimizi büyüten çok önemli bir medyumdur. Kapadokya Mehmet Ömür’ün temel konusu gibi dururken aslında onun da altını çizdiği Walter Benjamin’in deyimiyle , o konunun aurosunu ortaya koymak peşinde. Son derece dikkatle çözümlenmiş bir ışık ve gölge destanı.  Kapadokya albümündeki fotoğrafların beni büyülemesinin açık nedeni de bu.

30 cm x 30 cm Kare boyutunda 120 fotoğraf sayfası olan, olağanüstü bir çalışma. Fotoğraflar daha çok sayfanın sağa yanına istiflenmiş. Double pagelerde oradan açılıyor. Çok iyi bir grafik yapısı var albümün.

JENERİK.

Kitap Tasarımı ; Mehmet Ali Türkmen, MAT Design

Yayına Hazırlayan ; Fethi İzan

Post Prodüksiyon ; Can Çetinkaya, Mehmet Ömür

Baskı Tarihi ; 2014

Baskı – A4 Ofset Matbaacılık San. Ve Tic. Ltd. Şti

Baskı Tekniği ; Tritone, üzerine noktasal parlak vernik.

Kağıt: 160 gr/m2 Moorim, Renoir Natural White

Katkıda Bulunanlar ; Hadosan Halıcılık, Me-Di KBB Merkezi, Mahmut Kavran, P Blok

Linkler; mehmetomur.net, me-di.com.tr, momurum.smugmug.com

SONUÇ.

1980’lerden bu yana fotoğrafın imge dünyasının tükendiğini ima eden pek çok yaklaşım ve iddia görüyoruz, okuyoruz. Aslında postmodern fotoğrafçılığın da giderek boy attığı ortada. Artık neredeyse doğrudan fotoğrafa yüz verilmeyecek. Herkes postmodernizmi dünyamızla asla yüzleşmediğini unutuyor. Bence postmodernizmin rayından çıktığı yer de burasıdır.  Kahrolsun modalar ve yaşasın doğrudan fotoğraf ve tabi yaşasın Mehmet Ömür. Ama ben bu yaklaşımı fotoğrafın eşyasına, doğasına aykırı gördüğüm için özellikle Mehmet Ömür’ün Kapadokya’sının bu alışılmışın dışında modernizme köprü olan bir çalışma olarak selamlıyorum. Çağdaş ve postmodern sanat ve estetiğin eskinin yenilgisi üzerine kurulmadığını, kurulamayacağını biliyorum. Bu çalışma da bunun ispatı.

Neticeten fazla söze gerek yok, gerçekten çok özgün, özenli bir çalışma. Mehmet Ömür bu noktaya uzun bir kültürel yolculukla ulaştığı ortada. Kitabın büyük bir bütçe ile yapıldığına hiç kuşku yok. Sanırım bir daha bu yapıda, ciddi fotoğrafçası olan bir başka kitapla, bu yaklaşımın kısa sürede aşılabilineceğini hiç düşünmüyorum. Helal olsun.

Albüme ciddi destekler bulunduğu kayıtlı. Aman ne güzel ancak bu destekleri bulabilecek başkaları da olmasına rağmen niçin ortaya bu mükemmeliyette işler çıkmıyor. Ayrıca albüm vesilesiyle bunun üzerinde de fotoğrafımız açısından düşünmek lazım!

Mehmet Ömür  1951 doğumlu, henüz üst düzey sanat uğraşısı için genç. Ancak, o yaşamı ciddiye alan tutku dolu bir kişidir. Bu yapısı ve temposuyla bakalım daha bize neler, neler gösterecek. Beynine, gözüne sağlık Mehmet Ömür, sen çok yaşa emi.

Gültekin Çizgen

Sanat Yazarı – Küratör

  Bir fotoğrafçı için en zor çalışma biçimlerinden biri seçtiği projesini devamlılığını koruyarak uzun soluklu bir şekilde sürdürebilmesidir. Bu bazen aylara bazen de Mehmet Ömür’ün yaptığı gibi yıllara yayılabilir…

  M.Ömür projesinin konusunu seçerken de ikinci bir

zorluğu göz önüne almış. Türkiye’nin ve dünyanın en önemli kültür miraslarından biri olan Kapadokya böl-

gesini fotoğraflarının nesnesi kılmıştır.Kendisinin de dile getirdiği gibi bu yöreye olan aşkı, tutkusu . bir biçimde gençlik yıllarından gelen gönül borcu bu seçime neden olmuştur. Bu fotoğrafları izleyecek fotoğraf severlerin tam da bu nedenle  sadece akıl gözüyle değil gönül gözüyle de bakmasını salık veririm.

  Kapadokya her anlamda çok ilgi çekici olduğu kadar bir çok anlamda da bir fotoğraf aşığını zorlayacak bir konudur. Yörenin çok katmanlı tarihsel, dinsel, kültürel yapısı bir doğal görüntü platformu yarattığı için  bugü-

ne kadar sayısız fotoğrafçı tarafından inanılmaz bir biçimde reklamdan, sanatsal alana kadar görüntülen- miş ve görüntülenmeye devam edilmektedir. Bu aşırı üretim ve tüketim her zaman için yeni bir projenin önünde bir biçimde fotoğrafçının en temel sorunların -dan birisidir. Özgün yaratıcılığı için çok dikkatli ve özenli olması gerekmektedir.

  M.Özer’in de tüm bu zorlukların farkında olarak Kapadokya projesine yaklaştığını görmek hiç zor değildir…

  Her şeyden önce çok uzun yıllar,  yöreye dayanan sevgisinden kaynaklanan fotoğrafik görüntüleri ısrarla üretmeye devam etmiştir. Kanımca fotoğrafik görüntüleme adeta duygularını,algılamalarını,sevgi ve tutkusunu daha da derinleştirmiştir. Ama tüm bu yıllara yayılmış görüntülemelerde hep aynı şeyin peşinde koşmuştur;aura…Özer’in aurası ise; gizemli, mistik, çok katmanlı bir geçmiş ve görüntüleme anının içe içe geçtiği, adeta sürreal bir dünyaya sürtünen fotoğrafik görüntülerinin özgün bir görsel dilini yaratmaktır.En baştan itibaren  fotoğraflarını Kapadokya’nın bir görsel kaydı olarak  ele almadığı apaçık ortadadır. Aksine varolanın görsel kaydının fotoğrafik  dil aracılığı ile bir özgün görsel metin yaratma çabası içinde olmuştur.

  Fotoğrafları izledikçe bu görsel dilin temel yapı taşının ışık kullanımındaki ustalık olduğunu görürüz.

Işık onun görsel cümlelerinin özgün tonlamasında başat unsurdur. Sonsuz exposure time(pozlama süresi)

seçenekleri içinden kendi yaratmak istediği Kapadokya uzamını gerçekleştirecek an’ı seçerek çekimlerini gerçekleştirdiği apaçık ortadır. Bu an’lar bir an’ı ölümsüzleştirmek ya da ortamın bir belgesini kayıt altına alabilmeye yönelik tercihler değildir.Bunun nedeni nesnel dünyaya ait bir uzamı (Kapadokya) kendi fotoğrafik uzamı kılabilmektir. Bu bağlamda doğal ışık M.Özer’in en önemli yardımcısı olmuştur.

 Seçtiği ışık her zaman için bu gizemli dünyanın varlığı üzerinden bir öznel uzamın ve bilinçdışının fotoğrafik gerçekliğinin hizmetkarı olmuştur.

  Işık onun istediği katmanları ortaya çıkartır. Tabiiki

renkli bir fotoğraf anlayışı yerine Siyah-beyaz, daha doğrusu bakır sepyaya yakın bir tonlamayı seçmesi onun istedği cümleleri kurabilmesinin en önemli yardımcısı olmuştur.Tam tersine,renkli bir seçimin yapılması yılların değişik mevsimlerine yayılmış fotoğrafik kayıtların  Özer’in projesinde özgün bir görsel dil’in ortaya çıkmasına engel olacaktır.

  Kapalı bir kompozisyon ve sonsuz alan derinliği anlayışı görsel metninin sayfalarını bir haz içinde çevirmemize neden olmaktadır.

  Özer’in bu prosindeki temel yapı taşlarından biri de kendisine nesne kıldığı bu dünyada yaşamın ve ölümün iç içeliğidir. Bir bakarsınız adeta geçmişin izlerini süren bir kedi ortaya çıkar. Ya da bir atlı arabanın toprak yolda ilerleyişinde yaşamın sürekliliğini,devam ettiğini yaşarsınız. Kendi özgürlükleri içindeki güvercinler size sevginin her türünü anımsatır. Turizm balonları sizi yüzyılların geçmişinden şimdiye, bugüne taşır…

Fakat bu yaşamın görünümleri Özer’in içerik üzerinden onun yarattığı görsel dile hizmet etmektedirler.Yoksa yukarıda da belirttiğim gibi onun amacı bir belgesl kayıt ortamı ortaya koymak değildir.

 Sonuç olarak söylebileceğim şey, her zaman sayfalarını çevirmekten büyük keyif alacağınız bir görsellik dünyasını ellerinizin arasında tutmakta olduğunuzdur.

                                                                 Orhan ALPTÜRK
                                                                 Ocak 2014-İzmir

G.A.S.

Bugün sizlerle uzun süredir aklımı kurcalayan bir hastalıktan bahsedeceğim. 

Hemde tam Dünyanın en önemli eski fotoğraf makineleri fuarına gitmeden birkaç gün önce. Belki de yazıyı kendime yazıyorum da farkında değilim. 

İngilizcesi Gear Acquisition Syndrome (G.A.S.).

(G.A.S.) kişinin ihtiyaçlarından, gelir düzeyinden ve yeteneğinden bağımsız olarak önünü alamadığı bir şekilde sürekli bir alet satın alma halidir. Bu fotoğraf makinesi olabilir, bir müzik aleti olabilir. Bir çeşit satın alma bağımlılığı. Kişi Zaman zaman alım gücünün üzerinde bir cihazı almak ister. Bazen de zaten elinde mevcut  olan bir aletin yeni modelini satın alır. G.A.S. hastalığına düçar olmuş kişilerin iş zordur. Toplumlarda insanların %1 i kadarında bu hastalığın görüldüğü varsayılır.

Bir fotoğraf konusuna meraklıyımdır. Etrafımda fotoğrafçı arkadaşlarım da var ve bunlardan bazıları G.A.S. Yakalanmış vaziyetteler. Ben zaten bu işin hastasıyım.

Arkadaşımızın en az üç kamerası var, ayrıca dolabında tozlanmakta olan sayısız lensi var ama yinede yeni çıkan son kamerayı satın almak istiyor. Buna ne demeli?

Halbuki Bu hastalığın yaratıcılık ve fotoğrafçılık üzerinde çok olumsuz etkileri var. 

Ben bu yazıda bu hastalığa yakalanmış kişilere bazı çözüm önerilerinde bulunmak istiyorum. 

Öncelikle bu hayali hastalığın tanınması için bazı  ipuçları vereyim. 

Hastalığın belirli başlı belirtileri şunlar.

1-Fotoğraftan çok fotoğraf makineleri üzerine tartışıyorsunuzdur.

2- İnternette sörf yaparken daha çok fotoğraf makinesi satan ve fotoğraf makineleri üzerine tartışmalar açan sitelerde fazlaca vakit kaybediyorsunuzdur.

Örneğin DP Review en sevdiğiniz fotoğraf makinesi sitesidir. Fotoğraf makinelerinin özelliklerini inceliyor benzerleri ile aralarındaki fiyat farklarına bakıyor ve en yeni çıkmış makineleri gözlüyorsunuzdur. 

3-İçinizde sürekli fotoğraf makinenizi yenileme arzusu vardır. 

Sanıyorsunuz ki en son modeli aldığınızda fotoğraf çekmeniz kolaylaşacak ve daha iyi fotoğraflar çekebileceksiniz.

Aslında çevremde bu etaptan geçmemiş iyi bir fotoğrafçı yok. Ben de dahil hepimiz bunu yaşadık ancak bu hastalığın geçici olmadığı kronikleştiği durumlar tehlike yaratır. Bence fotoğraf makinesinden “araç” olarak bahsetmemiz lazım çünkü fotoğraf makinesi sonuçta fotoğraf çekmeye yarayan bir araçtır. GAS hastalığı zaman zaman nüks edebilir bunu da anlayışla karşılamak gerekir. Günümüz teknolojisi o kadar hızlı ilerliyor ki sürekli yeni ve daha gelişmiş araçlarla karşılaşıyoruz. Ve bunları yeterince iyi tanımıyorsak fotoğrafçı arkadaşlarımızın yanında boynumuz bükük kalabiliyor. Ne yapmalı?

İllaki bir şey yapmak lazım çünkü o fotoğraf makinesi bu fotoğraf makinesi arasında sıkışmış, koşturup duran bir fotoğrafçının hayatı çok zordur. Kendisi de perişandır yakın çevresi de! Burada ciddi tehlikeler söz konusudur. Belki benim iPhone fotoğrafcısı olmamdaki en büyük etki de bu sendromun üzerime yapışmakta olduğunu hissetmem ve buna reaksiyon olarak bütün makinelerini satıp sadece iPhone’la fotoğraf çekmeye yönelmiş olmam. Aslında bütün makinelerime sattığını söylemem gerçekleri pek yansıtmıyor. Çünkü elimde halen sadece bir tanesini kullandığım 20 kadar filmli makine var. Bu makineleri evimi süslesin diye ve koleksiyon olarak saklıyorum.

GAS hastalığı fotoğrafçının dengesini bozar onda bir felç yaratır, ilham kaynaklarını da yok eder. Fotoğrafçının yaratıcılığı yok olur. Sanattan çok araca yönelir. Bu sendroma yakalanmış fotoğrafçı yaratıcı bir adım atmakta sorun yaşar çünkü çekeceği fotoğrafın elindeki fotoğraf makinesi nedeniyle yeterince iyi çıkamayacağını düşünür. Ya bir objektifi eksiktir ya bir ışık kaynağı yetersizdir ya bellek kartı yeterince süratli değildir. Ona göre fotoğraf makinesi yeteri kadar performanslı da olmayabilir.

Kötü fotoğraf çektiğinde  suç daha çok elindeki malzemeyle ilgilidir hiçbir zaman kendi kendisini sorgulamaz, yeteneklerini ve tecrübesini yargılamaz doğrudan doğruya elindeki araçlara hücum eder.

Bu alet edevat oburluğu ve yeni fotoğraf makinesi alma alışkanlığı ve arzusu fotoğrafçıda zaman zaman üretici değiştirme arzusunu da beraberinde getirir. Canon’un renk tonlarının daha iyi olduğunu, Nikon’un video video çekimlerinin daha üstün olduğunu Sony’nin daha keskin sonuç verdiğini düşünür. Bunlar onun en önemli bahanelerdir, markaları arasında dolaşır durur. Ancak bu durumda marka değiştirmek de sorunu çözmez çünkü yeni aldığı markada bu sefer eski alışkanlıklar söz konusu olur. Yeni makinesine alışmakta güçlük çeker. Yeni alışkanlıklar kazanmak gerektiğinden  yeni sorunlar ortaya çıkar. Böylece kısır bir de döngünün içine düşmüş olur. Oysa fotoğraf makinesi fotoğraf sanatçısının bir aracı olarak kalmalı ona yaratıcılığı boyunca eşlik etmelidir. Fotoğraf makineleri ile yarış etmek baştan kayıp edileceği belli bir yarışı başlatmak demektir.

Oysa üreticiler her gün yeni fotoğraf makineleri, yeni lensleri, yeni aksesuvarları çıkarıyorlar. Bu yeni çıkanların hepsi birbirinden daha performanslı, daha hızlı, daha çekici ve pahalı.

Aslında bu malzemelere gerçekten ihtiyacımız var mı? En iyi malzemeyi almak veya daha çok malzeme almak daha iyi fotoğraf çekeceğimizi daha iyi fotoğrafçı olacağımızı gösterir mi? Bence hayır! 

İyi fotoğraf çekmek için her zaman en iyi malzemeye sahip olmak gerekmez bazen en basit makinelerle bile en iyi fotoğrafları çekebiliriz. 

Bu noktada ara Güler’in söyledi söylediği güzel söze gelmek istiyorum.

“En iyi makina en iyi fotografı çekseydi en iyi daktiloya sahip olan da en iyi romanı yazardı.”

Ara GÜLER

Bir de benim iyi fotoğrafla ilgili yazdığım yazıya gönderme yapacağım.

Aslında her fotoğraf makinesinin bir  amaca yönelik olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Sensörler, formatlar amaca göre değişmektedir. Spor fotoğrafçılığı ile Sokak fotoğrafçılığının fotoğraf makineleri tabii ki birbirinin aynı olmamalıdır. Birinde sürat önemli iken diğerinde makinenin küçük olması aranır.

GAS hastaları çoğu kez yeni fotoğraf makinesi aldıklarında hayal kırıklığı yaşarlar. Var olduğun düşündükleri özelliklerin yeni aldıkları makine ile örtüşmediği kanaatine varırlar. 

Bu, “hedonik adaptasyon” adı verilen bir fenomen ile açıklanmaktadır: İnsan her zaman durum değişikliğine uyum sağlar. Fotoğrafta ise, her zaman daha iyi bir şeye alıştığımız anlamına gelir. Bu neden böyle olur?

Psikolojik olarak insan asla mutlu değildir ve her zaman yapmadığı şeye odaklanır

Ayrıca, insanoğlunun kendisinden daha fazlasına sahip olanlarla maalesef kendini karşılaştırmaya eğilimi vardır.

İnsan doğal olarak, özellikle tüketimin bir kült olduğu modern toplumlarda yetinmeyi ve şükretmeyi unutmuştur. Bu bir eleştiri değil, akılda tutulması ve hatırlanması gereken bir olgudur.

GAS ile nasıl savaşılır?

1- Alışkanlıklarınız ve fotoğraf alışkanlıklarınız hakkında daha fazla bilgi edinin.

2- Çok fazla malzemeye sahip olmak sizi fotoğrafçı arkadaşlarınız arasında daha itibarlı yapabilir eğer profesyonel fotoğrafçı iseniz müşterilerinizin gözünde daha güvenilir hale getirebilir, ama yaratıcılığınızı köreltir. Oysa yaratıcığınızı arttırmak için sadece neye ihtiyacınız olduğunu doğru belirleyip araçlarınızı azaltmalı ve basitleştirmelisiniz. En çok kullandığınız maninenize odaklanmalısınız.

Alışkanlıklarınızı gözden geçirin. Böylece elinizdeki fotoğrafla ilgili malzemelerin çoğuna ihtiyacınız omadığın anlayacaksınız. Kendinize hedefler koyun. Belirli bir süre tek gövde ve tek objektifle fotoğraf çekin. Böylece bu objektifin avantaj ve dezavantajlarını iyice anlayacak ve nerelerde kullanacağınıza karar vereceksiniz.

3- Elimizdekilerin kıymetini kaybedince anlarız. O nedenle  elimizdeki araçları kullanalım.  Gerçek kullanım alanlarını saptayalım. İhtiyaçlarımıza göre elimizde tutup tutmamaya karar verelim.

4- Fotoğraf makinelerini, lensleri ve ışıkla ilgili malzemeleri satın almak yerine ihtiyacınıza göre kiralayın. GAS hastalığınız nüks ettiği durumlarda ya kiralayın hatta daha iyisi arkadaşınızın yeni makinesini bir kaç gün veya bir kaç saat alın deneyin.

5- Bu hastalığı bertaraf etmede uzun süreli kiralama veya varsa leasing yöntemlerini denemek de akılcı bir yaklaşım olabilir.

6- Projelere odaklanın. Projeler araç seçiminizde rol oynayabilir. Düşüncelerinizin fotoğraf makinenizi seçmesine olanak sağlayın, fotoğraf makinelerinizin sizi konu seçmeye yönlendirmesine ise izin vermeyin.

7- Bir fotoğraf makinesi almadan önce güvendiğiniz birisi size izin versin. O izin vermediği sürece fotoğraf makinesi almayın. Hatta belirli fiyatların üzerinde yapacağınız araçların alımı için ikna edici raporlar hazırlayın. Bakalım sizi kontrol eden kişiyi ikna edebilecek misisniz?

8- Eğer profesyonelseniz bir malzeme satın almadan önce şu soruları kendinize sorun;

Bu yeni makine neyi çözecek?

Çalışma sürecimi nasıl geliştirecek?

Ciro mu arttıracak mı?

Daha ucuz başka çözümler var mı?

İhtiyaç mı arzu mu?

İhtiyaç mı arzu mu? konusu çok önemli bir konudur ve her satın alınacak malzemeye uygulanabilir. Bu soruyu ne alırsanız alın kendinize sorun bir kez. Çünkü genelde arzu ve ihtiyaç birbirine karışır. Bir bilgisayara ihtiyacınız mı var yoksa bir bilgisayar mı almak istiyorsunuz. Bunu çok iyi düşünüp değerlendirmeli. Almak da isteyebilirsiniz tabii ki buda bir mahsur yok ama bilinçli olmalı.

GAS ile savaşmak sizi daha iyi bir fotoğrafçı yapar.

Yeni çıkan makinelerin karşılaştırdığı web sayfalarının karşısında vakit kaybedeceğinize dışarı çıkıp fotoğraf çekin. Yeni bir makine almak için yanıp tutuştuğunuzda bilgisayar başında duracağınıza gidip fotoğraf çekin. Bilgisayarın karşısında kaybedeceğiniz sürede fotoğraf çekerseniz belki de elinizdeki makinenin o kadar da kötü olmadığını anlarsınız. Kendinizi araç gereç oburluğundan kurtarabilirseniz tasarruf da etmiş olursunuz. Bir taşla iki kuş. Hem daha iyi fotoğrafçı, hem de daha ekonomik insan. 6000 TL lik yeni bir makine alacağınıza o para ile seyahate gidin fotoğraf çekin. Tabii ki fotoğraf çekerken makine önemli bir faktör ama herşey anlamına gelmiyor. Kendini geliştirme, fotoğrafçı gözünü oluşturma, paylaşım da bir o kadar önemli konulardır.

Parayla saadet olmaz dedikleri gibi fotoğraf makinesi ile de fotoğrafta aradığınız mutluluğu bulamazsınız. Elinizdekiyle yetinmeyi öğrenin, onunla daha iyi fotoğraflar çekmeye çalışın.

Fotoğraf konusunda okuyun, fotoğraf gezilerine katılın, ustaların fotoğraflarına bakın, fotoğrafa dair düşünün, yazın ve fotoğraf çekin, düzenleyin ve paylaşın. Bunu cep telefonunuzla bile yapabilirsiniz.

Hocam’a


    Hocan kimse onun dersini alırsın.

                                Manol Kordomenidis

Hocalık bizde çok önemlidir. Yukarıdaki söz muhtemelen anonim bir deyiştir ama ben onu Manol Hocama malettim. Söz kime lazımsa onundur zaten. Her verdiğimiz bilgiye referans göstermeyi de hocalarımızdan öğrenmedik mi?

Fotoğrafta benden 10 yaş küçük Merih Akoğul, Photoshop’ta da 15 yaş küçük Hayri Şentürk hocalarım oldular. Bizde adet bize birşey öğreteni hoca olarak kabul etmek onu “Hocam” diye selamlamaktır. Tavla oynadığımız komşumuz Süleyman Bey de “Hocam”dır. Yelkenlide bana dümen bırakan kaptan da “Hocam”dır. Memleketimde bu böylesine yaygındır. Bu ülkede hoca çoktur, sayıları doktor ve hukukçuların toplamından 2 defa daha fazladır. Onun için hocalara çok değer verilir bu yanız ve güzel ülkede. 

Esas hocamız ise diplomamızın altına imzasını koyup  “ Bu öğrenci kişi kanunlarımızın şu maddesine göre bundan böyle bir KBB kliniğini tek başına yönetmeye ehildir ” diye sorumluluk alan kişidir.

Benim KBB alanında çok hocalarım oldu. Hepsinden farklı şeyler öğrendim. Burada onları saygıyla selamlıyorum.

İlker Tezel Hocam ve İbrahim Hızalan hocalarım kulak hastalıklarını öğretir elime sevgiyle Rosen bıçağını verirlerken bir yandan da nezaketi öğrettiler. Tonsil ekartörünü nasıl tutacağımı, nasıl düğüm atacağım Selçuk Onart Hocamdan öğrenirken cerahide soğuk kanlı olunması gerektiğini de öğrendim. Bir hafta kıdemsizim ama yaşça bir yaş büyük Faruk Şahinden dostluğu nöbet arkadaşlığını ve daha bir çok şey öğrendim. Askerliğin KBB ihtisasından daha kolay olduğunu da o öğretti bana. 

Bana resmi olarak hiç hocalık yapmadan da rehberim olan ve kendisini örnek aldığım “Hocalarım” da oldu. Muharrem Gerçeker, Emin Mumcuoğlu, Fikri Şenocak, Behbut Cevanşir, Sefa Karatay, Hikmet Altuğ, Atıf Kutlar, Ertan Dumanlı, Nazmi Hoşal, Orhan Cura, Övünç Günhan, Yücel Tanyeri, Dilaver Özturan, Önder Doğan, Turgay Han hatta kardeşim Melih’ten de öğrendiğim çok şeyler oldu. Buraya isimlerini sığdıramayacağım daha bir çok “Hocalarım” oldu benim. İşte bu yüzen kendimi çok şanslı hissediyorum. 

Ama benim “EN” hocam Metin Arat oldu. Bana sadece hoca gibi değil, bir baba bir arkadaş gibi davrandı Metin Hocam. Odasını biz asistanların nöbet odası olarak açtı. Nöbetlerimizde odasında yumurta pişirip ortalığı kokutmamızı hoşgörüyle karşıladı. Evinde yatırıp yemeğini paylaştı benimle. Demokrat, toleranslı, çalışkan, çok yönlü iyi bir insandır Metin hocam. Bana KBB fizyolojisinin ne kadar önemli olduğunun yanında nasıl yaşamam gerektiğini de öğretti. Bana kararlarımda gönül gezdirmemeyi, 60 yaşından önce emekli olamamın iyi bir şey olduğu gibi çok hayati bilgiler de aktardı.

Onu hürmetle yadediyorum…

NUR İÇİNDE YAT METİN HOCAM

Vivian Maier

GİZEMLİ DADI, FOTOĞRAFÇI VİVİAN MAİER

(Fotoğrafın Van Gogh’u)

Paris’te 2013 yılında siyah beyazlarını sergileyen Les Douches La Galerie bu yıl Vivian Maier’in renklilerini sergiliyor.

Küçük ikinci kattaki galeriyi  büyük bir kalabalıkla birlikte gezdik. Serginin bu kadar ilgi toplamasından ve hiç görmediği simaları galerisinde görmekten galeri sahibesi de şaşırmış durumdaydı.

Bu sayıda konumuz işte bu serginin sahibi, çok ilginç fotoğrafçı kimlik Vivian Maier. Chicago’da 40 yıl dadılık yaparak para kazanmış muhtemelen genç yaşında yaşadığı bir taciz sonucu erkeklerden nefret eden içe dönük bir kadın. Çocuklarına baktığı ailelere fazla bilgi vermekten kaçınan ve odasına kilit takılmasını koşul tutan bir kişi. Borçları nedeniyle 2007 de açık arttırmayla satılan eşyaları arasından çıkan fotoğrafların kendisine ait olduğu da 2009 da ölüm ilanının tesadüfen görülmesi sonucu ortaya çıkıyor. Esas işi emlakçılık olan Chicago’nun eski fotoğraflarını bulmaya çalışan  John Maloof, bir müzayedede Vivian’ın negatiflerine 380 dolara sahip oluyor. Dadılık yaptığı yıllarda on binlerce fotoğraf çekip bunları kimseye göstermeyen hatta banyolarını bile yaptırtmayan, ABD’nin en önemli sokak fotoğrafçılarından kabul edilmesi gerekirken 83 yaşında yalnızlık ve sefalet içinde ölen bu önemli fotoğrafçı gerçek bir feminist bir sosyalist hatta bir anarşistti.

Vivian Maier çok nedenden dolayı sıra dışı bir fotoğrafçı. Neden derseniz gelmiş geçmiş “En iyi Sokak Fotoğrafçıları” arasında dördüncü sırada adının geçmesi. Google arama motoruna Dünyanın en iyi sokak fotoğrafçıları diye sorduğunuzda en başta çıkan expertphotography.com size 17 fotoğrafçı sayıyor. Fotoğrafla biraz ilgili bir kişiyseniz bu Fotoğrafçıları çoğunu tanırsınız. Vivian Maier bu fotoğrafçıların arasına nasıl girmiş olabilir sizce? Geçen asrın gözü olarak anılan efsane hümanist fotoğrafçı, foto muhabir Henri Cartier Bresson’dan 3 sıra arkada Andre Kertesz den ve Robert Frank dan önce gelmesinde bir keramet olmalı diye düşünürsünüz. Bu kadar özel ne yapmıştı da bu kadar önemli bir sokak fotoğrafçısı olarak nam salmıştı? Joseph Koudelka’nın “Çingeneler”, “Sürgün” gibi projelerine benzer projeler mi yapmıştı.?

Lee Friedlander gibi uzunca süre Esquire ve Sports Illustrated gibi dergilere fotoğraf mı vermişti?

Yoksa W.Eugene Smith gibi geçtiğimiz yüzyılın başında fotoğrafta hikaye akımına öncelik mi etmişti?

Belki de William Klein gibi sokak fotoğrafçılığında geniş açı, teleobjektif, doğal ışık, bulanık fotoğraf tekniklerimi geliştirmişti?

Elliott Erwitt in yaptığı gibi kandid dokümanter fotoğrafçılıkla uğraşıp günlük yaşamın garipliklerini mi gözlemişti.

Robert Frank ın “Americans” kitabı gibi bir kitap mı bastırmıştı? Robert Doisneau gibi yaşam boyu sokakları dolaşıp fotoğraftan  para kazanmak için mi uğraşmıştı?

Hayır Vivian Maier Dünyanın en önemli isimleri arasına girmek için bunların hiç birini yapmamıştı. 

Ancak bir sokak fotoğrafçısının sahip olması gereken tüm özellikleri üzerinde toplayıp bütün bir yaşam gizli gizli fotoğraf çekmişti.

Sokaklarda boş vakitlerinde fotoğraf çekip bunları yatağının altındaki valizlere doldurmuştu.  

Çektiği fotoğraflar ölümünden sonra bir müzayedede fark edilip Vivian Maier’i  meşhur etmişti. 

Bu gizemli kadın para kazanmak için dadılık yapan Fransız bir anneden 1926 da doğmuş sıradan bir Amerikalıydı. Anne ve anneannesi de Amerikada iş bulmaya gelmişlerdi. Erken yaşta babasız kaldı. Van Gogh gibi ölümünden sonra ünlendi. Bu fotoğraf dünyasında ölümden sonra ünlenmek resimdekinden farklı olarak çok nadir bir olaydır.

Hiç evlenmemiş hep çocuk bakmış ve çocukları gezdirirken veya izin günlerinde önce Rolleiflex’i ile siyah beyaz ardından Leica’sıyla renkli fotoğraflar çeken Vivian Maier yaşam boyunca 150.000 kadar kare fotoğraf çekmiş.

Profesyonel Robert Doisneau’nun çektiğinin üçte biri kadar fotoğrafı olmuş. Bu bile heyecan verici, inanılması güç bir rakam.

Vivian Maier gerçekten böyle bir üne kavuşmak için gücünü nereden alıyor? İşte bütün mesele bu.

Bence sokak fotoğrafçılığının tüm kurallarına bilerek veya bilmeden sıkı sıkıya bağlı kalmış. Cesur, mükemmel bir gözlemci, çok iyi bir kompozisyon ve ışık bilgisine ve tekniğe sahip. 

Büyük fotoğrafçılar arasına girerken Robert Capanın “fotoğrafın iyi değilse yeterince yakın değilsindir” söylemine çok dikkat ettiği görülüyor. Bu yaklaşımı belli ki bilinçli çünkü fotoğraflarının çoğunda bu özelliğe rastlıyorsunuz .

Elliott Erwitt’in dediği gibi fotoğrafa “sıradan ortamlarda sıra dışı ilginç bir şeyler çıkarmak üzere” yaklaşıyor.

Belli ki ciddiye alınmamaya, kalabalığa karışmaya, sokaktakilerden biri olduğunu karşısındakine inandıran bir yapıya sahip.

Belli ki Andre Kertesz gibi sadece görmüyor çektiği fotoğrafla bütünleşiyor o fotoğrafı hissediyor. Olduğu gibi oluyor, kimseyi taklit etmeye çalışmıyor. 

Aslında Vivian Maier fotoğrafa damdan düşer gibi girmemiş fotoğrafla ilgili annesinin bir arkadaşından bir süre fotoğrafla ilgili bilgiler almış.

 Kısa bir süre stüdyoda çalışmış. 

Annesinin memleketi Fransız Alplerinde çektiği manzara  fotoğraflarını kartpostal olarak satmaya çalışmış.

 Bazı düğün derneklerde fotoğraf çekmiş hatta ressam Dali gibi bazı ünlülere rastladığında onların da fotoğraflarını çekmiş.

Rolleiflex makinesini göbek seviyesinde tuttuğu ve üstten baktığı için konusuna çok yaklaşabilmiş ve fotoğraf çektiğini  hissettirmeden doğallığı yakalayabilmiş.

Fotoğraflarını tanıtmaya yönelik bazı  girişimleri olmuş ancak bu arzusu karşılık bulmayında galerilere küsmüş ama fotoğrafa küsmemiş, aynı tutkuyla fotoğraf çekmeye devam etmiş. Muhtemelen içe dönük hassas yapısı bunda rol oynamış.

Fotoğrafçıyı anlatan başka özellikleri ise tutku ve adanmışlık. Hatta Dikizcilik . Kendi hayatını bir sır gibi saklarken başkalarının yaşamına kafadan girer Vivian. Başkalarına « Ben gizemli kadınım » « yaşamım kutuların içinde”hatta “ben bir casusum”  diyen bu gerçekten gizemli kadın Vivian Maier ‘in yaşamına girdiğimizde bazen adını bile gizleyip başka isimler kullandığını görüyoruz.

Fotoğrafına gelince müthiş portreler çektiğini görüyoruz. Her tür insana yaklaşabilmiş garibanlar bakımsız yersiz yurtsuz kişiler işçiler yanında şık kürklü süslü şapkalı zengin kadınları da fotoğrafına konu etmiş. Çok sayıda Otoportre bırakmış. Bu oto-portrelerden bazıları kırık aynalarda yansımalar 

şeklinde bazıları da dükkanların Vitrinlerinden yansımalar şeklinde. Gölge oyunlarını da çok seviyor kendi gölgeleri veya başkalarını gölgeleriyle fotoğraflar yaratıyor.

Tecrübeli sinemacı Charlie Siskel’in Vivian Maier belgeseli ile fotoğrafçının tüm dünyada kısa sürede tanınmasına büyük bir katkıda bulunduğu kesin. Sürükleyici senaryosu, aksamadan artan ritmi, birbirinden ilginç sürprizlerle Finding Vivian Maier güzel bir dokümanter film. Bu film le başlayan tanıtım, bir çok kitapla devam etti. Fotoğrafları ilk bulan John Maloof un Vivian Maier: Self-Portraits adlı kitabı yine aynı yazardan Vivian Maier : A Photographer Found adlı kitap takip etti. Pamela Bannos’un Vivian Maier: A Photographer’s Life and Afterlife adlı kitabı ve bu yıl çıkacak Ann Marks’ın Vivian Maier Developed: The Real Story of the Photographer Nanny adlı kitabı bu gizemli kadın fotoğrafçı ile daha fazla bilgi arayanlar için doğru kitaplar.

Les douches La Galerie de 2018 de Joel Meyerowitz tarafından hazırlanan Vivian Maier; The Color Work adlı kitap da sergi nedeniyle satışa sunulmuştu. Eserler 200 $ dan başlayan fiyatlarla satışa sunulmuştu. İnsan ister istemez “Ben de biraz bitpazarı gezsem de bir fotoğrafçı bulup çıkartsam” diye düşünmeden edemiyor. Vivan Maier’i bulup ortaya çıkartan John Maloof’un keyfine diyecek yok diyenler çoğunlukta..

Koku Alma ve Sanat

Sanat bugün heryerde, sınır tanımıyor. Çöp de sanat oluyor, para da, çevre kirliliği de, arekoloji de, koku da.. Sanat burnumuzun içinde. Koku almayı sanatta ilk kullanan Benjamin Péret. Pisuvarı ilk defa sergi salonuna sokak ünlü sanatçı Marcel Duchamp’la birlikte 1938 de Uluslararası Sürrealizm Fuarında sahne arkasında kahve kavururlar. (1)

İkinci hareket 1965 de Fluxus kurucu üyesi Takako Saito’dan gelir. Sahneye koku şişelerinden oluşan bir santranç çıkartır. Fluxchess adını verdiği bu satrancı New York Soho’daki Flux mağazası için bir başka Flux kurucu üyesi Georges Maciunasa yapmıştır.(2)

Baharat satrancı ve koku satrancı için örnek vermek gerekirse Şah şeytantersi diye de bilinen asafoetida adlı bahatat tan yapılmıştır. Vezir Cayenne biberinden ve fil kimyondan yapılmıştır.

1978 de belçikalı sanatçı Guy Bleus “Smell Manifesto The Thrill of Working with Odours” adlı kokularla çalışmanın heyecanı, koku manifestosunu adlı manifestoyu yayımlar. Bu manifesto ile ilk sergisi de gelir. Sergide kokua resimler, objeler, aromatik instalasyonlar ve koku performansları

Sayfa / 2 11

vardır. İki yıl sonra Saint Picasso adlı sanatçı seyircilere Fransanın ünlü parfüm kasabası Grasse kasabasından ürettiği parfüleri sıkar ve duvara yanarak koku çıkaran bir zamk ile adını yazar.

1994 de Clara Ursitti adlı sanatçı İskoçya Çağdaş sanatlar Merkezinde kurguladığı küçük özel odada hareket sensörleri ve koku vericilerle bir performans düzenler. Adını da Kokulu self-portre koyar. (3)

Sayfa / 3 11

2009 yılında Gugenheim önemli bir koku-müzik etkinliğine sahne olur Nico Muhly’un bestelediği Scent Opera (Koku Operası) çalınırken , ünlü fransız parfümcü Christophe Laudamel 148 koltuğa yerleştirdiği koku verici aygıtlarla dinleyenlere değişik kokular püskürtür. Kokular üç değişik grupta sınıflandırılmıştır. Doğla olanlar, sanayii tipi olanlar ve Mutlak Sıfır grubunda olanlar.(4)

Brian Goeltzenleuchter “Sillage” adlı eserinde vatandaşlardan çeşitli mahalle kokularını tanımlamalarını ister. Bu kokuları üretip sergi alanına püskürterek izleyicilerin duygularını değerlendirir. Bu sergi 2014 de Los Angeles Çağdaş sanat enstitüsünde ve 2016 da Baltimore daki Walters sanat Müzesinde sergilenmiştir.

Frederico Diaz Çek sanatçıdır. Tasarladığı eserle insanların altın bir gözyaşı karşısındaki 5 dakikalık beyin dalgalarının oraına göre bir koku karışımı yaratıp kendilerine hediye eder. Shangai’deki sergisi 2012 yılında yapılmıştır. https://www.youtube.com/watch?v=SQhHIFhDe-Q

Önemli Olfactory art sanatçılarından bazıları şunlardır; Peter de Cupere, Sissel Tolaas, Guy Bleus, Azzi Glasser, Brian Goeltzenleuchter, Christophe Laudamel, Annick Menardo, Gayil Nalls, Maki Ueda, Clara Ursitti.

Sayfa / 4 11

Yıllarca boş bir alan olarak kalan koku ile yapılan sanat son yıllarda giderek artmıştır. Performans ve enstalasyonlarla yeni yaratımlara gidilmiştir. Koku geçici olduğundan daha çok performans ve enstalasyonlara yönelmiştir. Koku kaçıcı olduğu için koku ile yapılan sanat bu nedenle izleyicinden zaman ister kokunun kaçışı sırasında orada olmasını ister.

2000 yılında Michel Blazy galerinin duvarlarını havuç ve patates püresi ile kaplar. Taze ve bayatlamış olanlar zaman içinde değişik kokular, renkler almakta üzerlerinde oluşan küfler de duvarları renk ve koku olarak değiştirmektedirler. Blzay’nin eseri gerçekte bir yemek tarifidir. Bunu gerçekleştirmek için herhangi bir girişimi olmaz sadece tesadüfün, doğanın işini yapmasını bekler. Biraz Duchamp yaklaşımıdır bu. Blazy müze çalışanlarına püreleri nasıl yapacaklarını ve nerelere nasıl süreceklerini söylemiştir. http://www.artwiki.fr/wakka.php?wiki=MichelBlazy

Sophie Calle “Paranın kokusu” adlı sergisinde 9 aralık 2003 yılında Cartier Vakfında Francis Kurkdjian yıllarca dünyayı dolaşmış bir doların kokusunu oluşturmasını ister. Kağıt, yeşil mürekkep ve ellerden gelen ter ve yağ kokusunun karışımı… http://artshebdomedias.com/article/050216-art-olfaction-odeur-encensee/

Sayfa / 5 11

Julie Fortier nin Kokulu koku sanatı; sanat dünyasına önce fotoğraf ve video ile başlayan, manzara ve performansı ı deneyen ve süratle yeme-içme sanatına ve ardından da koku sanatıa gelir. Olfactory art konusunda önemli işlere imza atmış genç bir belçikalı sanatçı. Aşağıdaki fotoğraf “La chasse- Av “adlı eserinin fotoğrafı 2014 yılındaki sergisinden alınmıştır. Sanatçı ürettiği 80.000 değişik kokuyu ince kağıtlara sürüp bir sanat merkezinin duvarına asmıştır. .https://www.juliecfortier.net

Sayfa / 6 11

Eduardo Kac, Osmobox ve “Feeling of smell” sergilerini 2014 yılında gerçekleştirmiştir. Katz diye telaffuz edilen Kac, Brezilyalı genç bir sanatçıdır. Daha çok internet üzerinde interaktif yaptığı sanatla ve bioart ile bilinir. 80 li yıllarda telekomünikasyon sanatı diye bir sanatın öncüsü olmuştur. Şimdilerde genetiği ile oynanmış organzmalarla “Transgenetik sanat” diye bir sanat alanına girmiştir. Çeşitli ülkelerde sergiler açan ve Yeşil Fluoresan tavşan adlı eseri ile adından bahsettiren Kac olfactory eser olarak osmoboxe dediği koku kutularını yaratmıştır. Dış görünüşleri aynı olan kokular percereleri açıldığında ziyaretciye farklı bir koku salar. Bunlar parfüm değildirler. Gizli kokulardır. Her kutu farklı koku saldığından ziyaretci her kutuyu açar. http://www.ekac.org/index.html

Sayfa / 7 11

Ernesto Neto’da Kac gibi uluslar arası çağdaş sanat alanında en çok tanınan Brezilyalı bir sanatçı. Eserleri abstre minimalizmin ötesinde eserler olarak tanımlanabilmektedir. Eserleri tüm sergi alanını dolduran yarı-vücut, yarı-mimari, biomorf ve büyük yumuşak heykellerden oluşuyor. Malzeme, koku, denge ve yer ana temaları. Seyircisi ile iletime geçmeyi seven eserler. Heykelleri beyaz poliamidden yapılmış zamk gibi uzayıp şekil değiştirebiliyor. Sanatçı bunların içini kokulu baharatlarla doldurur.

Odorama denilen marjinal sanatsal yaklaşım ise daha çok sinema sanatına eşlik eder. Örneğin Angela Ricci Lucchi’nin yönettiği 1975 yılı yapımı Alice Profumata di rosa adlı film’de salona koku salınmıştır. 1981 yapımı Polyester adlı John Waler filminde ise içeri girerken seyirciye dağılılan kartın üzerindeki rakam filmin uygun yerinde kazındığında piza, zamk, çiçek ve dışkı kokusu alınmaktadır. Aynı oyun TV için de yapılmıştır. Telerama dergisi kartları dağıtmış Televizyonunlarında Nuls ( Hiçler) adlı 1988 yılı yapımı filmi seyreden izleyiciler dergiden çıkan kartı kokladıklarında dışkı kokusuna maruz kalmışlardır. 2014 yılı ürünü Kanadalı yönetici Nguyen’in “Koku” adlı oscar adayı film ise bu konudaki sanat olmasa bile sanatı anlamamıza büyük katkı sağlayacak bir dokümanter. Koku ile ilgilenen herkesin izlemesi gereken bir film. http://theempireofscents.com/#movie

Sinemadan tekrar plastik sanatlara dönelim. Sissel Tolass Norveçli bir kimyager ve sanatçı. provokatör, güzel kokmanın üzerine gidiyor. Salona elindeki koku şişesiyle giriyor ve salondakilere “Dikkat edin bu kokuya tahammül etmek zordur” diyor. Elindeki flakonu açık içindeki kokuyu salona yayınca izleyiciler çok rahatsız oluyorlar. Çünkü yayılan koku leş, sıcak kan, barut, ıslak toprak, ter ve çürüme kokularından olumuş bir koku. Salondakilerdeki bu kusma derecesindeki rahatsızlığı görür görmez ekliyor Sissel Tolaas “Ben size demiştim rahatsız olacaksınız diye, bu birinci dünya savaşı kokusu çok fena duygular uyandırır”. Almak askeri müzesi tarafından sipariş edilen bu eseri düşünüp ortaya çıkartmak bence en az kimya kadar sanatın da işi. Tolaas varoluşunu simgeleyen sis, yıldırım, yağmur gibi öğelerin üzerlerine de gidiyor. Burnunu bu meteorolojik etkenleri algılamak üzere kullandığını iddia eden sanatçı bir gün Newton2un kafasına düşen elma durumunda hissediyor kendisini. Bu uyanış bir tutkuya dönüşüyor. 7 senede 7000 tane koku yaratıyor. Ardından burnundan haberi olmayan kitleleri uyarmak için çalışmaya başlıyor. Bunun de en güzel yolu sanat tabii ki. Parfüm sanayii sadece güzel kokulara yönelmiş ve tamamen kazan amaçlı, kendisi koltuğunun arkasına üzerinde No 5 Chanel yazılı bir çöp torbası ile insanlara güzel kokulardan önce kokuları tanımalarını öneriyor. Kokuları iyi veya kötü diye ayırmayalım diyor. Kendisi parfüm kullanmıyor, kokulu mum yakmıyor kendi kokusunu parmak izi gibi üzerinde bulundurmak istiyor. Neden saklamalıyım diye de sorguluyor. 1996 yılında Oslo Çağdaş sanat müzesinde aynalı kabinlerdeki koku performansı ile le MoMA à New York, la Fondation Cartier à Paris, la Serpentine Gallery à Londres, Venedik Bienalinde de yükselen yıldız sanatçı oluyor. 2004 yılında uluslararası koku şirkei International Flavors and Fragrances (IFF) kendisinin emrine ortamdaki her kokuyu algılayabilen çok gelişmiş bir araç veriyor. Bu araç hayatını değiştiriyor. reddettiği parfüm dünyasına mesajlar vermesini sağlayan sanatını ve araştırmalarını bu araçla gerçekleşitiriyor. Görsel malzeme ile satüre olmuş dünyayını koku duygusunu uyararak başka bir boyuta geçmesini sağlamaya çalışıyor. sanatçının bir görevi de insanların uyanışına, varoluşlarını farketmelerine katkıda bulunmak değil midir. Tolaas düşüncelerimizi değiştirmeye devam ediyor. Adidas’tan aldığı kullanılmış ayakkabıların (David Becham’ın ayakkabısı da dahil) içindeki bakterilerden peynir yapıyor. Önce insanlara tadım yaptırıyor insanlar çok beğendiklerini söyleyince de nasıl yaptığını anlatıyor. İnsanlar bozuluyorlar. İnsanlara yanındakilerin kokularaına tahammül etmelerini öğrenmeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyor. https://www.lemonde.fr/m-styles/article/2012/11/23/sissel-tolaas-odeurs-de- trouble_1794326_4497319.html

Sissel « the FEAR of Smell: the Smell of FEAR » adlı sergisi için 21 paranoyak ruh hastasından aldığı koku örneklerini küçük kapsüllere hapsedip galerinin duvarında sergilemiş bir sanatçı. https://www.deutschland.de/fr/topic/vie-moderne/life-style-arts-culinaires/lart-de-lodorat

Sayfa / 8 11

Sayfa / 9 11

Koku her ne kadar estetik algılama alanından uzun süre çok uzaklarda kalmış ve sanatın yetim çocuğu olsa da sanat için çok önemli çünkü doğrudan duygulara hitap ediyor. Hep Freudiyen söylentiler ve hayvani duygularla doğrudan ilişkilendirilerek geri planda tutulmuş olsa da yıllar içinde sanat dünyasında hak ettiği yeri bulacağına inancımız tam. Tolaas bu konuda tam gaz ileriyor. Paris havasındaki değişik bölgelerden topladığı kokuları masere edip sergi salonunda bir bar masası üzerinde 21 şişe olarak sergilemiş, adına da “SİRAP mon amour demiştir. Paris i tersten yazmış olması dikkatlerden kaçmamıştır.

Sayfa / 10 11

Bunun üzerine Tolaas’ın Aralık 2014 de İkinci İstanbul tasarım bienalinde yaptığı sergi/manifestoya gelelim. Bu büyük koku tasarımcısı Nasalo Sözlük adını verdiği manifestosunda kötü kokunun olmadığını ancakbu algının düşüncelerimizde oluştuğunu iddia ediyor. kokuların insanlar tarafında çoğu tanınamadığını ve tarif edilemediğini düşünürsek belki bir sözlük işe yarar diye düşünüyoruz. Sözlükte CHIISH : çin dükkanı CLII : doğa DTO : parfüm karışımı ENGEA : sport FIICH : kuş GIISH : para HISIS : at HAQLA : idrar HIIN : büyü anlamına geliyor. Şehirleri, koku duyumu ile yan yana getirerek çalışmak heyecan verici bir harita ortaya koyuyor.

Sayfa / 11 11

Sanatta koku konusunda söz kelimeler ve dilden açılınca doğrudan feslefeye doğru bir geçiş olması da beklenir. Chantal Jacquet bu konuda yaptığı çalışmalar sonucu kelimelerle kokular arasındaki ilişkileri kurmuş. Örneğin pü (pürülan, pütrifikasyon) kötü koku anlamına gelir. Putaine (Püten okunur) fahişe demektir yani kötü kokan anlamı çıkar. Buna benzer örnekler ve alt konular Jacquet’nin kitabında bulunabilir. (5)

Başka genç bir çağdaş sanatçı Boris Raux “ready-made” koku-heykel çalışmaları sergilemiştir. ilk başlarda ziyaretcileri sergi salonundan kaçırtan bir resim sergilemiştir. Kötü koku yayan beyaz bir tuvalı asmıştır. Bir başka defa duvarlara et suyu küpleri yapıştırmış bir başka sefer 240 kilo kokulu sabundan heykel-merdiven yapmış insanlar üzerinden yukarı çıkmışlardır. Daha sonra marketten aldığı şampuan ve deodoranlar’dan yola çıkarak renk, şekil ve koku ilişkini irdelemiştir. http://borisraux.com/index.php?/critiques/lart-olfactif-contemporain-le-livre/

Koku ve sanat konusunu inceleyen bu bölüm önümüzdeki yıllarda çok daha genişlemeye adaydır. Sanat ve koku alanında yapılan çalışmalar sınır tanımadan genişlemektedir. İnsana heyecen veren bu genişleme sonucunda önümüzdeki yıllarda koku alanındaki sanatçı ve sanat eserlerin süratle artacağından emin olmamak için hiç bir neden yok.

(1) Salon to Biennial – Exhibitions that Made Art History”, Volume 1: 1863-1959 Hardcover – July

2, 2008 by Bruce Altshuler (2) Ashraf Osman, Historical Overview of Olfactory Art in the 20th Century Archived 2018-01-06

at the Wayback Machine 2013 (3) Ursitti, Clara. “Self Portrait in Scent, sketch no. 1”. https://www.wikiwand.com/en/Olfactory_art. (4) Lubow, Arthur. (2009). The Scent Of Music. New York Mag. 2017-04-06. (5) Chantal Jacquot; Philosophie de l’odorat 2010 Puf ISBN 2130579140