SOKAK FOTOĞRAFÇILIĞINA DAİR; Birinci mektup..

Parise yapacağımız fotoğraf gezisi öncesi katılımcı arkadaşlar için hazırladığım 6 mektupluk serinin birinci hemen altta…..

 

Sevgili Arkadaşlar,

Paris gezimize kadar olan süre içinde size 5-6 mektup yazma konusunda söz vermiştim.
Bazı katılan arkadaşlarımın ne kadar üst seviyede fotoğraf bilgisine sahip olduklarının farkındayım.
Umarım bu yazı onlara çok hafif gelmez.
Yazı sevabı ve günahı ile  tamamen bana ait bir derlemedir. Merih hocamız da gerektiğinde
beni düzeltecektir.  Konu içinde zaten tartışmaları barındırmaktadır. Fotoğraf dipsiz bir kuyudur.
Benim yorumlarım da bu tartışmaları alevlendirebilir.
Aslında fotoğrafta güzel olan da bence budur. Fotoğrafı her tarafından tutup tartışıp görüşlerimizi
değerlendirmek.
Hepinize sevgiler
İyi hafta sonları
Not: Yazıda Anders Peterson olarak geçen fotoğrafçı aslında Anders Petersen olacaktır. Teknik nedenlerden düzeltemiyorum.

SOKAK FOTOĞRAFÇILIĞI

Aşağıdaki derlemeyi Paristeki Gezi için hazırladım. Yazı içinde göreceğiniz bazı fotoğrafçı isimlerine tıklarsanız sizi o fotoğrafçı ile ilgili yazıya taşıyacaktır. Değişik kaynaklarda yararlandığım bu derlemede ağrılıklı olarak Eric Kim adlı sokak fotoğrafçısının makalelerinden yararlandım. Benim gibi sokak fotoğrafçılığında kişiyi seçimlerinde özgür bırakmaktan yana olduğu için onun yazılarına yöneldim. Makine seçiminde, lens seçiminde, alan derinliği seçiminde fotoğrafçı özgür olmalı diye düşünüyorum. Fotoğrafına konsantre olmalı, konusunu, hikayesini makinenin teknik özelliklerinin önüne koymalıdır. Yani fotoğrafçı teknolojinin esiri olmak yerine teknolojiyi kendine esir etmeyi bilmelidir. Teknikle uğraşmak yerine duygu yaratmaya  çalışmalıdır. Bu gezide biraz da bu yüzden iPhone’unuza güveneceğiz.

Temel kurallar

Sokak fotoğrafçılığı kişiden kişiye değişik yorumlanabilen karmaşık bir fotoğraf türüdür.

Sokak fotoğrafında insana dair bir iz olmalıdır. İnsanlarla çevresinin ilişkisini gösteren bir fotoğraf olmalıdır.

Fotoğraflar kurgu olmamalı, candid veya karar anı fotoğrafları olmalıdır.

Kamusal alanlarda çekilmiş olmalıdır.

Bir hikayesi olmalı veya vereceği bir mesajı olmalıdır. Çok uzaklarda toplu iğne başı kadar bir insan fotoğrafın manzara fotoğrafı olduğu izlenimi verebilir. Yakın fotoğraflar sokak fotoğrafı için daha uygundur.

Fotoğrafın içinde illaki bir insan olması şart değildir. İnsana ait bir şey de olabilir. Yere düşmüş bir eldiven, bankta unutulmuş bir gazete de makbuldür.

Sokak fotoğrafında illaki sokak olması da şart değildir. Bir plaj veya başka bir yer de olabilir. Trafik, arabalar, binalar, manzaralar, heykeller, köprüler, uzun pozlama ile çekilmiş gece araba stop ışıklarının oluşturduğu ışıkla boyama fotoğrafları sokak fotoğrafı sayılmazlar.

Evsiz barksızların fotoğrafları çekilirken çok dikkatli olunmalıdır, çünkü bu durum çoğu evsizin arzu ettiği bir durum değildir dolayısı ile onların özeline girmek doğru olmayabilir. İletmek istediğiniz mesajı böyle bir durumda çok iyi değerlendirmeniz, düşünmeniz gerekebilir. Bazı durumlarda onun fotoğrafını çekmek yerine önüne ona yardımcı olabilecek bir kaç kuruş bırakmak insani açıdan daha değerli olabilir.

Bana göre sokak fotoğrafçılığını tek yolu yoktur.

Sadece sokakta çekilmesi gerekli olmadığını söylemiştik. Havaalanı, alışveriş merkezi, park, otobüs, metro, doktor muayenehanesi veya bakkalda da çekilmiş olabilir.

Bazıları candid yani izin alınmadan ve çektiğiniz kişinin haberi olmadan çekilmiş olmasını beklerlerken biz bunun da şart olmadığını düşünüyoruz.

İzin alınmadan çekilen bir fotoğrafın izin alınarak çekilen bir fotoğraftan daha  üstündür diye bir kural olmamalı diye düşünüyoruz. Önemli olan fotoğrafın içindeki heyecan, duygu, insani durum ve ruhdur. Fotoğrafın temel kuralları vardır ama fotoğrafta herşey kurallar üzerinden işlememlidir. Özgürlüğe denemeye, uçlar arasında dengeye, yaratıcılığa da yer olmalıdır.

Sokak Fotoğrafı için en uygun fotoğraf makinesi hangisidir?

Sokak fotoğrafçılığı için uygun alet küçük, kompakt ve her zaman yanınızda olabilecek bir makine olmalıdır. Ayarları kolay olmalı çekerken ayarlarla uğraşmak zorunda kalınmamalıdır. Dikkati çekmemeli, insanları rahatsız etmemelidir. Gözünüzün ve elinizin uzantısı olmalıdır. İnsanlara kolayca yaklaşabilmenizi sağlayan bir makine olmalıdır. Cebinize sığmalıdır. Bu bir akıllı telefonun kamerası olabilir, kompakt bir makine olabilir, çek-at tipi basit bir makine olabilir veya DSLR, aynasız veya mikro 3/4 de olabilir. Karar sonuçta sizindir. Sizi yansıtan bir makine olmalıdır. Sizi tamamlamalı ama ayarları ile sürekli uğraşmak zorunda bırakıp sizin geri kalmanıza neden olmamalıdır. İşte bu yüzden biz Paris fotoğraf gezisinde sokak fotoğrafçılığında iPhone konforunu tanıyabilmek amacı ile iPhone ile gezmeye karar verdik. iPhone telefonunun kamera özellikleri, kamera aplikasyonları, ve Snapseed ile ilgili bilgiler daha sonraki maillerden birinde size gelecek.

Sokak fotoğrafçısının lensi ne olmalıdır.

35 mm lens veya 28 mm lens genelde sokak fotoğraf için tercih edilen lenslerdir. yeterince geçiş açı sebebiyle yüzünüze yaklaştırdığınızda bile konuya hakim olursunuz. Fiks lens mi? Teleobjektif mi? Zoom mu?

Fiks lensler sokak fotoğrafçılığında tercih görür çünkü sizi belirli bir çerçeveden görmeye zorlar. Böylece sınırlarınızı zorlayarak yaratıcılığınızı geliştirirsiniz.

Neden zoom yapılmamalı?

Çünkü zoom perspektifi bozar, konuları üst üste bindirir ve yassılaştırır. Sizi olaydan uzaklaştırır. Oysa geniş açı ile çektiğinizde olayın içine girersiniz . Fotoğrafınıza bakan kişi de kendisini olayın içinde hisseder. Geniş açı lenslerin f değerleri de düşük olduğundan daha aydınlık lenslerdir dolayısı ile az ışıklı karanlık ortamlarda da örneğin gece fotoğraf çekme imkanı verirler. Bu lensler telefoto lenslere göre daha keskin ve daha ucuzdurlar, daha hafif ve küçüktürler. Tele lenslere göre sizi daha az yorarlar. iPhoneların lensleri fiks lensdir. f:1,8 dir. Ve 29 mm ye tekabül eden fokal mesafeleri vardır. Bu nedenle yukarıdaki şartların hemen hepsini bünyelerinde taşırlar.  50 mm lensler sokak fotoğraflarında kullanılabilir ancak sınırlayıcıdırlar. Günümüzde sokaklar çok kalabalık olduğundan açı dar kalır ve konuyu kadraja sığdırmakta sorun yaşarsınız. Ünlü fotoğrafçı Henri Cartier Bresson yaşamı boyunca 50 mm ile fotoğraf çekmiştir, çünkü o dönemlerde sokaklar daha sakindi. Sadece Hindistan gezisinde sokaklar çok kalabalık olduğu için 35 mm kullanmıştır.

Daha geniş açılar kullanılabilir mi? Kullanılabilir ancak 28 mm, 17 mm gibi daha geniş açılı lenslerd alan geniş olduğundan konunuza kadrajda daha çok yer verebilmek için iyice yaklaşmanız gerekebilir. 35 mm ile iki kol mesafesi yaklaşmak uygun iken 28 mm ile neredeyse tek kol mesafesi kadar yaklaşmanız gerekecektir. 21 mm ve balık gözünde sorun daha da artacaktır.

Normal koşullarda herkes değişik açıları denemeli kendisine uyan bir lens seçmelidir. Ancak seçimi yapıldıktan sonrada sürekli o lensle çalışmakda yarar vardır. Ayrıca sokak fotoğrafçılığında lensinize karar verdikten sonra değişmeyen lensli bir fotoğraf makinesine geçmek daha akıllıca bir iş olacaktır. Makinenizi, lensinizi seçtikten ve bunları sabitledikten sonra yaratıcılığınıza konsantre olma şansını yakalarsınız. Yoksa sahada sürekli lens ayarları vs ile uğraşmaktan fotoğrafa ilginiz düşecektir. Oysa biz iPhone’un fiks 29 mm lensi ile çalışacağımızdan bu sıkıntılardan uzaklaşmış olacağız. iPhone’un mühendisleri tüm bu teknik ayrıntıları bizim için düşünmüş ve ideal şartları bize sunmuşlardır. Bize tamamen yaratıcılığımızı kullanma, konuya ve sokağa konsantre olma şansını vermişlerdir.

Sokak fotoğrafçılığında netlik..

Sokak fotoğrafçılığında netlik konusu bana göre abartılıdır. Her yerin net olması gibi bir kural olmasa bile çoğu ekoller bunun üzerinde fazlasıyla dururlar. Oysa dünyanın en iyi sokak fotoğrafçılarından kabul edilen Henri Cartier Bresson bile “ Netlik bir fransız burjuvazi sorunudur” demiştir. Japon fotoğrafçı Daido Moriyama’nın fotoğraflarına bakalım. Çoğu netsiz grenli fotoğraflardır. Ama öylesine duygu yüklüdürler ki en net fotoğrafı size unutturabilirler. Daido Moriyama yaşamı boyunda fotoğraflarının çoğunu filmli çek at makinelerle yapmıştır.

Sokak fotoğrafı denilince Daido Moriyama dışında  Anders Peterson, and Jacob Aue Sobol un fotoğraflarına bakmak gerek  Renkli de ise Alex Webb, Steve McCurry, Martin Parr, Stephen Shore, William Eggleston, ve Joel Sternfeld inceleyin derim.

Alex Webb Magnum fotoğrafçısıdır ve İstanbul konulu ve  aynı adı taşıyan bir sokak fotoğraf kitabı vardır.

Öneriler

Korkularını yenin.

Kendi tarzınızı yaratın.

Sokak fotoğraflarının % 99 u çöptür.

Bir tarzdan sıkılırsanız değiştirin.

Çok yürüyün, daha çok yürüyün.

Seyahat edin.

Tutkularınızın peşinden gidin.

Işığı bulun.

Proje bulun, uygulayın.

Kadrajınızı doldurun, kadrajınızı temiz tutun.

Kadrajınızda katman yaratın, ön orta ve arka planlarda

birşeyler oluyor olsun (Katman).

Gözünüzü radar olmaya alıştırın.

Değişik fırsatları kollayın.

                                                                  ROBERT DOİSNEAU

“Dünyayı tam da olduğu gibi göstermek mümkün değildir”

ROBERT DOİSNEAU

İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris’i fotoğraflayan sanatçılarla ilgili yazı serisine, bu kez ‘sıradan insanların, sıradan anlardaki, sıradan davranışlarını’ tesbit eden ünlü bir fotoğrafçıyla  devam etmek istedim.

Robert Doisneau, hakkında hayli yazılmış, spekülasyon yapılmış bir Fransız fotoğrafçısı. 68 yıl boyunca hiç bilet almadan dünyanın en güzel görüntülerini  bedavaya seyreden, arada bir de, fırsat çıktığında, bir “görüntü saklayan kişi’ olarak tanımlıyor kendisini. Böylece yılların nasıl geçtiğini anlamamış. Bazı eleştirmenlerin olumsuz yaklaştığı hümanist fotoğrafçılığın önderlerinden Robert Doisneau, kim ne derse desin, fotoğraf tarihine, hepimizin hayranlıkla seyrettiği ölümsüz kareler bırakmıştır.

Doisneau’nun karelerinde duygular, espri anlayışı ve şiirsel yaklaşımın uyum ve bütünlüğü öne çıkar.

Şiirsel yaklaşımı, Jaques Prevert’le arkadaşlığın da anlamlı kılar.

1912’de Paris yakınlarında Gentille ‘de doğar. Ölene kadar Paris banliyösünde yaşar. Mesleğe litografi ile atılır, desinatörlükten fotoğrafa geçişi kısa sürede olur.

Utangaç bir kişiliğe sahiptir. Ünlü fotoğrafçı  Andre Vignean’nın yanında asistanlığa başlar. Ustasının teorilerden yararlanır. Döneminin Kertesz, Man Ray, Brassai gibi fotoğrafçıların çalışmalarından çok etkilenir. 1932’de ilk makinesi Rolleiflex ‘e sahip olur. Önce Paris ve banliyölerinde çocuk ve insan fotoğrafları çekmeye başlar. Utangaçlığı, konulara ve kişilere mesafeli duruşu arka plana önem kazandırır. Excelsior gazetesinde yayınlanan bir dizi bit pazarı fotoğrafı ile güzel bir çıkış yakalar. Ardından askerlik ve Renault fabrikasında fotoğrafçılık işleri gelir. O yıllarda evlenir ve işe sık sık geç kalma nedeniyle kovulur. İtaatsizliğin yaşamsal bir işlev olduğunu düşünmektedir. Bu yaklaşımı ona işini kaybettirmiş, ama sanat dünyasının kapılarını açmıştır. Fotoğraf ajansı Rapho ile çalışmaya başlar. Savaş yılları kötü geçer. Napolyon kartpostalları satarak geçimini temin eder. Direnişçilere sahte belge düzenlemek de kazanç kapılarından biridir. Bu arada bu dönemi simgeleyen bir kaç kareyi de fotoğraf tarihine armağan bırakır. Örneğin ‘Düşmüş at’ fotoğrafı günün koşullarını çok güzel göstermektedir. Paris’in kurtuluşu sonrasında Doisneau yayından kurtulmuş gibi fotoğraf çekmeye başlar. Bu çalışmaları Henri Cartier Bresson ve Capa’nın kurduğu ADEP veya Alliance Photo adlı ajansa kabul edilmesine yardımcı olur.

Bu dönemde Paris’te, habere acıkmış halka hitabeden 34 günlük gazete yayımlanmaktadır. Bu da çok sayıda fotoğraf ve ilustrasyon ihtiyacı demektir. Bu dönem fotoğrafcılığına, diğer incelediğimiz ve inceleyeceğimiz fotoğrafçılarda da göreceğimiz bazı özellikler damgasını vurur: Hümanizm, şiirsellik ve optimizm.

Brassai ve Willy Ronis’i bünyesinde bulunduran Rapho ajansına geçer. Le Point dergisi için çalışır. Braque ve Picasso gibi ünlülerle fotoröportajlar gerçekleştirir. Çok sabırlı bir yapısı vardır. Banliyösünde mucize anlar bekler ve yakalar. Biz de bugün o güzel fotoğrafları büyük bir zevkle izliyoruz. 15 sene boyunca biriken bu fotoğraflar güzel bir kitaba dönüşür. Aragon bu fotoğrafları ‘populist’ diye damgalar. Oysa bu fotoğraflar diğerlerinden farklıdır.

Doisneau’nun Paris’i

Robert Doisneau savaş sonrası gece hayatı ve marjinal kesimle tanışır. Bir taraftan şehir hayatını fotoğraflarken diğer taraftan Paris’te moda fotoğrafçılığından para kazanmaya başlar. Moda fotoğrafçılığı burjuva kesimini ve tanınmış kişileri daha yakından tanıma fırsatı verir. Geceleri Saint-Germain ve Montparnasse’de dolaşır. Arkadaşları Greco, Dubuffet, Albert Camus, Brassens, Simone de Beauvoir olmuştur. Life dergisinin Rapho ajanstan istediği bir seri fotoğraf Doisneau’nun hayatını iyice değiştirir. Tüm fotoğrafseverlerin yakından tanıdığı ‘Le Baiser’ (Öpücük) adlı fotoğrafı çeker. Bu, milyonlarca kez çoğaltılmış bir fotoğraftır. Paris Belediye Saray’ını arka plana alan romantik bir Fransız genç çiftinin öpüşürken  bir kafeden çekilmiş bu fotoğrafın da ilginç bir öyküsü vardır. 1950 yılında çekilmiş bu fotoğraf aleyhine 1993’te dava açılır. Denis ve Jean Louis Lavergne adlı çift Doisneau’yu özel yaşama tecavüz gerekçesiyle mahkemeye verir. Dava kısa sürede düşer. Çünkü Doisneu bu fotoğrafın kurmaca olduğunu mahkemede kanıtlar. Tabii ki bu durum Doisneau’nun  fotoğrafçı olarak prestijini sarsar, ama bu fotoğrafın satışlarında  patlama yaşanır.  Bir orjinalini hediye ettiği fotoğraftaki  genç kız Françoise Bornet de, elindeki fotoğrafı müzayedeye koyarak 150.000 euroya satar.

Benzer fotoğraflar Paris serisi olarak Fransa ve Amerika’da büyük başarı yakalar. Otantik dekorlar önünde sıradan yaşamın görüntüleri insanların çok hoşuna gitmiştir. Paris bu görüntülerle hayalleri süslemeye başlamıştır. Bu başarıyı fotoğraflarının Ronis ve İzisin fotoğraflarının yanında sergilenmek üzere New York Modern Sanatlar Müzesi’ne kabulü takip eder.

1955’te Paris Jacque Prevert’in önsözünü yazdığı gece hayatı görüntülerinden oluşan ‘Le vin des rues’ adlı kitabı yayımlanır. ‘Le Rectangle’ adlı grubun ardından ‘Onbeşler’ grubunun kurucu üyesi olur. 1952’de dünyayı dolaşan Edward Steinchen’in sergisinde de fotoğrafları yerini bulur. 60’lı yıllarda foroğraf sanatında bir çökme yaşanır. Dekoratif fotoğraflar ön plana geçmiş, sergiler kitaplar iyice azalmıştır. Televizyonun yaşama girmesi de fotoğrafı olumsuz etkilemiştir. İhtisaslaşmış genç fotoğrafçılar, Doisneau ve arkadaşlarının dönemini kapatmışlardır. Bundan sonraki dönemde Doisneau yine Paris sokaklarında sürtmeye devam eder, ama karanlık yılların önüne geçemez. Eşinin hastalığı 60’lı yılları çekilmez hale getirmiştir. 70’li yıllarda önemli bir çıkış yakalar. Halen Fransa’nın en önemli fotoğraf etkinliği olan, tüm ağustos ayı boyunca süren ‘Renconrtes d’Arles’ı Lucien Clergue ile birlikte yaşama geçirir. Bundan sonra şans yine Doisneau’dan yana döner. Yeni kuşaklar onu ve fotoğrafçılığını tanımak istemektedir. Sergiler kitaplar ününe ün katar, mediatik olur. Milyonlarca satış yapan fotoğraflartan bir başarı öyküsü oluşturur. Cavanna’nın metinleriyle yayınladığı ‘Parmaklarında mürekkep’ adlı kitabı bir fotoğraf kitabında görülmemiş satış rakamlarını bulur: 300.000.

Tüm bu başarılar Doisneaunun mütevazı kişiliğini değiştirmez. O hala, “Çok sevdiğim bu küçük dünyadan birkaç anı bırakmak istemiştim” demeyi sürdürmektedir. 90’lı yıllarda tekrar karamsarlık kaplar bünyesini, “Paris değişti, fotoğraf çekene şüpheyle bakılmaya başlandı, sihir bitti, içim sıkılıyor” demeye başlar. Ama bu durum kendisine gösterilien ilgiyi azaltmaz. Tv’de röportajlar, hakkında yapılan fimler sürer gider. Sabine Azema ‘Bonjour Monsieur Doisneau’ adlı filmi çeker. Bu arada sinemayla da ilgilenir Doisneau,

François Truffaut ile birlikte  ‘Piyaniste ateş edin’, Bertrand Tavernier ile birlikte ‘Un dimanche a la campagne’ adlı filmleri yönetir.

“Bir dünya düşlüyorum, insanların sevimli olduğu, bana sevgiyle baktıkları. fotoğraflarım da böyle bir dünyanın var olduğunu göstermeyi amaçlamıştır hep. Bu fotoğraflar hem objektif hem de sübjektiftir. Tabii ki dünyayı tam da olduğu gibi göstermek mümkün değildir” dedikten bir süre sonra, 1 nisan 1994’te bu dünyadan göç eder.

Izis’in Trajedisi

Izis’in Trajedisi

Izıs’ın eserlerinde şiirsel bir hüzün gözlenmektedir. Daha çok portre ve şehir fotoğrafçılığı üzerine yoğunlaşan Izis..

Izıs’ın eserlerinde şiirsel bir hüzün gözlenmektedir. Daha çok portre ve şehir fotoğrafçılığı üzerine yoğunlaşan Izis fotoğraflarını şöyle yorumluyor: Benim fotoğraflarıma gerçekçi değil diyorlar. Gerçekçi olmayabilir ama bunlar benim gerçeklerim.

1951 yılında New York MOMA” ya Henri Cartier Bresson, Robert Doisneau, Willy Ronis ve Brassai ile birlikte davet edilip Fransız  fotoğrafı ile ilgili sergide eserleri sergilenen bu Paris fotoğrafçısı ne yazık ki bu yıla kadar gölgede kalmış ve diğer 4 Paris fotoğrafçısı kadar tanınamamıştır. Paris”de Hotel de Ville”de retrospektif bir sergisi ile tekrar gündeme gelmiştir.

20 yıl Paris-Match dergisinin foto muhabirliğini yapmış, fotoğraf kitapları yayınlamıştır. 13 yaşında doğum yeri olan Litvanya”da okuldan ayrılıp bir fotoğrafçıda çırak olarak işe başlamıştır. Esas ilgisi resim olup 1931 yılında 19 yaşında empresyonistlerin şehrine bir kelime fransızca bilmeden, cebinde bir kuruşu ve pasaportu olmadan gelmiş ve Romantik Paris”in 1950’ li yıllarının en güzel fotoğraflarını çekmiştir. Geri planda kalmış olmasının en önemli nedeni kişisel trajedisi olsa gerek.

Bir kardeşini ve ailesini Litvanya”da bırakmış ve onların Yahudi soykırımına uğradığının haberi ile yıkılmıştır. Kendisi de karısı ve çocuğu ile 2.Dünya Savaşı sırasında Nazilerden canını kurtarabilmek için oradan oraya sürüklenmiştir. Direnişe katılmış, direnişçilerin portrelerinden eşsiz bir seri hazırlamıştır.

Savaşın hemen ardından Paris”e dönmüş, bir stüdyo açıp Paris Match dergisinde çalışmaya başlamıştır.

Esas adı Izraelis Binderman olan Izıs”ın eserlerinde şiirsel bir hüzün gözlenmektedir. Daha çok portre ve şehir fotoğrafçılığı üzerine yoğunlaşan Izıs”ın 1963 “te Chagall” i opera binası tavanını resimlerken fotoğraflayacak kişi olarak seçilmesi o yıllarda çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Chagall dışında, en bilinen fotoğrafları arasında ” Sen nehri aşkları ” , Albert Camus, Colette Rolam Petit , “Sokakta oynayan çocuklar ” Kraliçe Elisabeth” in 1953 taç töreni fotoğrafları vardır.

Kitap haline getirdiği 1952 de Israil”in yapılanmasını belgelemek için gittiği seyahat fotoğrafları da başarılı fotoğrafçılığına örnektir.

“Benim Paris”im ne modern ne eski Paris”tir, Benim Paris”im Romantik 1950 li yılların Rüya Paris”idir ” demiş ve 1980 yılında Paris”te yaşama veda etmiştir.

Jacque Prevert”le iyi bir arkadaşlığı olmuştur. Prevert, kitaplarına makaleler yazmıştır. Hayalci bir yapısı olan Izis”in en sevdiği konulardan biri de “sirkler” olmuştur. Paris” i neden seçtiğine gelince “Paris benim ilham dünyamı kamçılıyor. Bana göre her şey Paris” te olmaktadır. Bize hayal kurduran özgürlük, eşitlik, kültür hepsi Paris”tedir.”

Bir süre Sigma ajansın yönetiminde olan oğlu Manuel Bidermanas”ın küratörlüğündeki  “Izis, rüyalar şehri Paris”  sergisi halen Paris”te görülebilir. Sergide 1950″ li yılların Paris”inin çok sıcak insancıl fotoğraflarını göreceksiniz.

Izis, “benim fotoğraflarıma gerçekçi değil diyorlar. Gerçekçi olmayabilir ama bunlar benim gerçeklerim” demiştir. Bu sıralar Paris”e gidenlere öneririm, sergi Haziran”a kadar devam edecek.

Willy Ronis

Sokağın şairi

Willy Ronis

 

Her nedense, Paris sokaklarını İkinci Dünya Savaşı sonrası fotoğraflayan ve modern fotoğrafa yön veren fotoğrafçılar ilgimi çekiyor. Çok değişmeyen Paris sokaklarında onların izlerini sürmeye çalışıyorum her fırsatta. Kertesz, Brassai, Henri Cartier Bresson, İzis, Doisneau, Robert Capa, Latrigue, Atget gibi Paris fotoğrafçılarında bir gizem buluyorum.

 

Willy Ronis de onlardan biri. Paris 1910 doğumlu Willy, Yahudi bir ailenin çocuğudur. Babası Ukranya’nın Odessa kentinden, piyanist annesi ise Litvanya’dan göç etmiştir. 1945 yılında Rapho Ajans’ta profesyonel olarak hayata atılır. Life ve Time gibi dergilere fotoğraf verir. Fotoğrafa susamış Ronis’in çalışma arkadaşları Brassai, Doisneau gibi isimlerdir. Fotoğrafhanesi olan babası, Willy’ye 16 yaşında ilk makinasını hediye eder. O da yeni oyuncağı ile kendi fotoğraflarını ve akrabalarının fotoğraflarını çekmeye başlar. 22 yaşında babası hasta düşünce fotoğraf stüdyosu istemeden kendisine kalır. Ronis aslında kompozitör olmak istemektedir. Babasının uğraştığı sıradan ticari fotoğrafı hiç sevmemiştir. Fakir insanların gündelik yaşamlarını kaydededen Amerikalı Walker Evans gibi fotoğrafçılar onu cezbetmiştir. Konu onun için fotoğraftan daha önemlidir. Sahalarda ve sahnede olmayı sevmektedir. İşçi gösterilerini çekmeye bayılır. Bu arada babası ölür dükkan batar ve başka mahalleye taşınmak zorunda kalırlar. O andan itibaren free lance fotoğrafçı olarak çalışmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı öncesi toplumsal hareketleri fotoğraflar.

İlk sattığı fotoğraf bu gösterilerden birinde yakaladığı bir kız çocuğu fotoğrafıdır. İlk kazancıyla bir Rolleiflex alır ve değişik dergi ve gazetelere röportajlar yapmaya başlar. Kertesz, Brassai, Henri cartier Bresson ve Robert Capa ile tanışır ve dost olur. Savaş sırasında Almanlar rahat fotoğrafcılık yapmasına izin vermezler. O da Primptemps magazalarına reklam fotoğrafları çeker.

Yahudi olması nedeniyle savaşta kendisini emniyette hissetmediği Paris’ten uzaklaşıp Nice’e gider. Orada ünlü şair Jacques Prevert ile dostluk kurar.

Savaş sonrası hemen Paris’e döner. Fotoğrafa adeta susamıştır. Esirlerin dönüşünü, özgürlük gününü fotoğraflar. Robert Doisneau ve İzis le birlikte humanist fotoğraf akımının öncüsü olur. Çok sayıda röportaj yapar ve sergi açar. Kitaplar yayınlar. Arkadaşı Robert Doisneau ile birlikte `15`ler Grubu` kurar. Bu grup, fotoğrafın sanat olarak icrasını ilke alan bir fotoğrafçılar birliğidir.

Yavaş yavaş Paris’in günlük yaşam sahnelerini fotoğraflamaya başlar. Sevinçler, üzüntüler aşk sahneleri ana temalar haline gelir. Fotoğraflarının derinlerinde politik bir bilinç hissedilir. Komünist düşünceye yakın olduğunu saklamaz.

Fransa’nın sanayii ve ekonomik gelişimi sürmekte, Fransızların yaşamı da buna paralel olarak değişmektedir. Bu gelişmeler Willy Ronis’e düşüncelerini yeniden sorgulatır ve kendini Fransa’nın güneyine atar. Ama bu kaçış sınırlı olacak, Paris’e “gel git”ler belirli aralıklarla devam edecektir. Her Paris’e gelişi de bir seri fotoğrafla kendisini gösterir.

84 yaşında paraşütle atlar ve bu sırada fotoğraf çeker. 91 yaşında bir seri nü fotoğrafı çektikten sonra fotoğrafçılık sayfasını kapattığını açıklar. 2009’da 99 yaşında hayata gözlerini yuman sanatcı etik kurallara çok değer vermiştir. Life dergisi, röportajının fotoğraf altlarını kendisinin yazmasına olanak tanımadığında, o dergi ile bir daha çalışmama kararını gözünü kırpmadan verme cesaretine de sahiptir. 95’inci yaşı için ve ölümünden bir yıl sonra 2010 içinde çok büyük iki sergi ile Paris’te onurlandırılımıştır. Birinci sergisini 500 bin kişi gezmiştir. Willy Ronis’in belgelerini, albümlerini, negatiflerini, basılmış işlerini ve diğer tüm malzemelerini Fransız kültür bakanlığı koruma altına almış ve fotoğrafçılık tarihi için araştırmaya açmıştır.

Willy Ronis 20’nci yüzyılın en büyük hümanist fotografçılarından biridir. Işıklar içinde yatsın.

 

Ripple Marks, Icelandic abstract photographs

http://www.blurb.fr/books/1654670-ripple-marks

Mehmet Yalçın’a teşekkürler….

http://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-yalcin/omursunuz-mehmet-bey,17588

Ömür’sünüz Mehmet Bey

“Doktorlar renkli insanlardır… Arada bir doktorluk yaptıkları da görülür!” Zihnimde böyle kalmış ama hafızama güvenmeyip bir de internete bakıyorum. Hay Allah! Meğer doğrusu “Tıbbiyeden arada bir doktor da çıkar”mış. Yine de benim versiyonum galiba daha iyi.

Deyim, kürsüdeki orta yaşlı, gözlüklü ve sevimli adamı izlerken aklıma düşüyor. Çivit mavisi gömleğine civciv sarısı, geometrik desenli bir kravat takmış. Hem resmî, hem şakacı bir görünümde. Şarabın peşinde gezdiği bağların harika manzaraları perdeye yansıtırken, “Bordo seyahatimizde iki düzine kadar şatonun tokmağını kaldırdık” diye anlatıyor. Gözümde ortaçağdan kalma dev kapıların gülle gibi tokmakları ve onları “tok, tok, tok” diye kapıya vuran insanlar canlanıyor. Çocuksu bir keyif duyuyorum. Ardından şarapla ilgili aldığı önemli bir dersi aktarıyor: “Bir gün Paris’te yol uzayınca taksi şoförüyle sohbete daldık. Kendisine en sevdiği şarabı sordum. Biraz durdu, yüzü ciddileşti, ‘Şarap şakaya gelmez mösyö!’ dedi. Biraz daha düşünüp tavsiyelerini sıraladı. Bazılarını denedik, harikaydı…”

Gusto Şarap Kulübü’nün sezon finalinde “Prof. Dr. Mehmet Ömür’le Bordo Şarapları” tadımına konuk ettiğimiz ünlü Kulak-Burun-Boğaz uzmanı, bize zamanın nasıl geçtiğini hissetmediğimiz iki keyifli saat yaşatıyor. Buluşmamıza vesile olan Bordeaux Şarap Güncesi kitabını tüm üyeler için tek tek imzalıyor, bir yandan da şarabın başkentinde yaptığı gezilerden anılarını, izlenimlerini paylaşıyor.

Ünlü Kulak-Burun-Boğaz uzmanı Mehmet Ömür, fotoğrafçılıkta da usta

“Şarap sakal gibidir: Keserseniz, daha gür çıkar…”

Mesleğinin önemli adlarından bu renkli hekimle, 2000’lerde tanışmıştık. O zamanlar Tempo dergisinde naif şarap yazıları yazıyor, benim biraz katı gerçekçi bir gazetecilikle ele aldığım bu dünyayı daha keyifli ve renkli bir dille yansıtıyordu. Zaten bu yazıları topladığı ilk kitabının adı da, Kadehteki Aşk: Şarap’tı. Bazı cümlelerini şimdi bile hatırlıyorum. Şarapçılığımızın baskı altına alınmasıyla ilgili, “Şarap sakal gibidir: Kesersiniz, daha gür çıkar.  Asmaların doğasından gelen bir özelliktir bu. Budarsınız, üzümün kalitesini ve toprağın verdiği güzel tadları arttırırsınız” diyordu. Bir başka yazısında da iki hobisini birleştiriyordu: “Şarapla ve fotoğrafla uğraşmak insanlara belirli bir olgunluk kazandırır. ‘Feylesof yapar’ dersek abartmış olmayız. Her iki konunun da kuralları vardır ama daha iyiyi ve farklıyı bulabilmek için insanlar bu kuralları kırıp, daha ilginç ve yaratıcı sonuçlara gitmeye uğraşır…”

Sık sık tadım ortamlarında buluştuğumuz Mehmet Ömür, bu yıllarda şarap tutkusunu büyütürken bir başka hobisini de geliştirdi, fotoğrafçılıkta ilerleyip ustalaştı. Kapadokya’da çektiği müthiş siyah-beyaz fotoğrafları dev bir kitapta topladı, bunlarla da yetinmeyip muayenehanesinin kapısında kuyruklar varken Fransa’ya fotoğraf okumaya gitti. Derken gelişen teknolojiyle fotoğraf tutkusunu evlendirdi, iPhone ile ilginç fotoğraflar çekmekte uzmanlaştı, bunlarla ilgili kurslar bile açtı. Kimi İstanbul’da, kimi Paris’te, kimi de Bozcaada’da açtığı 12 fotoğraf sergisinde de hobisinin ürünlerini binlerce kişiyle paylaştı.

Egzantrik bir insanın fotoğrafı da egzantrik olmalı...

Yaş 65, yolun yarısı eder…

Tıpla ilgili üç kitabının yanı sıra bu kez hastalara yönelik esprili üslûplu Horlama Kitabı’nı, ardından şiir kitabı Oyuncaşkçı’yı, sonra da Paris’le ilgili PARİS 100 Lezzet Durağı kitaplarını çıkardı. Paris restoranlarını anlatırken bu kente torpil geçmiyordu, nitekim hemen ardından Fransızca İstanbul Restoranları Rehberi’ni yayınlayarak dengeyi sağladı.

Bunlar olurken şarabı da ıskalamıyordu renkli doktor. Sevdiği Bordo şaraplarının peşinden bu kentin bağlarına gidiyor, şato şato geziyordu. Uluslararası toplantılarda dünya hekimlerine şarapçılığımızı tanıtmak için İngilizce ve Fransızca kitapçıklar bile bastırdı.

Büyük boyutlu, Damla Esen’in şirin çizimleriyle bezenmiş “Bordeaux Şarap Güncesi” ise, şarap tutkusunun taçlandığı eseri oldu. Bu arada üniversiteyi de okuduğu Paris’e yerleşti, hekimliğe ayırdığı zamanı iyice azalttı.

Gırtlağımıza kadar günlük siyasete boğulduğumuz şu günlerde, Mehmet Bey gibi kerli ferli, adının önünde Profesör gibi ağır bir unvan taşıyan 66 yaşındaki bir aydınımızın bazılarına hafif gelebilecek ütopyalarının peşinden cesurca gitmesi, etrafın ne dediğini umursamadan “kendini gerçekleştirmesi”, doğrusu içimi ferahlatıyor… Mehmet Ömür’ü izlemek yaşama sevincimi arttırıyor, başka dünyaların da var olduğunu hatırlatıyor.

Ve dilimin ucuna, başlıktaki cümle geliyor. Ömür’sünüz Mehmet Bey!

Mehmet Ömür’le iPhone LOFOTEN Gezisi

Paris iPhone fotoğraf gezisi

Merih Akoğul katılımı ile yapılacak bu iPhone fotoğraf gezisi Parisi fotoğraflamayı, iPhone fotoğrafçılığının inceliklerini ve yaratıcı tarafını daha iyi öğrenmeyi amaçlamaktadır.

Gezi sonunda her katılımcı Pariste çektiği en güzel fotoğraflardan bir portfolio ile dönecektir. Esas amaçlanan ise fotoğrafın gölgesinde güzel vakit geçirmektir

ve unutulmayacak hatıralar biriktirmektir.

paris foto gezisi.

 

 

 

Merih Akoğul katılımı ile yapılacak bu iPhone fotoğraf gezisi Parisi fotoğraflamayı, iPhone fotoğrafçılığının inceliklerini ve yaratıcı tarafını daha iyi öğrenmeyi amaçlamaktadır.

10 kişi ile sınırlıdır. 15 eylül cuma ve 16 eylül cumartesi tarihlerinde yapılacaktır.

Gezi sonunda her katılımcı Pariste çektiği en güzel fotoğraflardan bir portfolio ile dönecektir. Esas amaçlanan ise fotoğrafın gölgesinde güzel vakit geçirmek ve unutulmayacak hatıralar biriktirmektir.

paris foto gezisi.

Sipa; Gökşin Sipahioğlu

 

Corbis, Getty Image, Magnum, Sipa; Göşin Sipahioğlu

Foto muhabirliği, görüntü ve haber fotoğrafı üzerine,

Fotoğraf konusunun en hassas noktalarından biri foto muhabirliğidir. Ara Güler hayatını kendisinin fotoğraf sanatçısı değil de foto muhabiri olduğunu anlatmakla geçirmiştir. Tabii ki bir fotoğraf sanatçısı ve foto muhabiri arasında en azından tanım açısından fark vardır.

http://www.dailymail.co.uk/news/article-2096328/Tragedy-air-Stunning-black-white-pictures-board-Yankee-Papa-13-capture-ill-fated-mission-violent-throws-Vietnam-War.html bağlantısındaki fotoğraflar foto muhabirliğin boyutlarını göstermek açısından çok önemli.
Microsoft’un sahibi neden dünyanın en büyük fotoğraf arşivinin sahibi olmak ister? Neden rakibi olan bir şirket rekabeti ortadan kaldırmak için kanunların etrafından dolanarak bu ajansı ortağı olduğu çinli şirkete satın aldırır?
2016 yılının nisan ayında Getty Images, Corbis’i bünyesine kattı böylece dünyanın en büyük iki görüntü bankası birleşmiş oldu.
Bütün bu soruların cevabı bugün görüntünün bu kadar ucuzlamasına karşın ne kadar da değerli olmasının ardında yatmaktadır.
Dünyanın en büyük haber ve görüntü arşivini kuran uzun boylu olduğu için ‘Büyük Türk’ diye lakap takılan ama uzun boyunun yanında gerçek anlamda da büyük bir kişiliğe sahip olan Gökşin Sipahioğlu konunun esas kişisi. Dünyanın çeşitli çatışmalarının içinden görüntüler gönderen bu savaş fotoğrafçısı esas ününü görüntü arşivi oluşturarak ve Sipa ajansını kurarak yapmıştır.

Bu yazımı onun savaş fotoğrafçılığı üzerine yazmıyorum. 5 yıl önce aramızdan 84 yaşında ayrılan ve Fransadaki türklerin en fransızı olarak bilinen “Büyük Türk” ün SIPA press ajansı nasıl kurduğunu ve Gökşin Sipahioğlu’nun ölüm yıldönümü nedeniyle açılan sergi ve haber görüntüleri dünyasını biraz incelemek için yazacağım.

Paris’te Louvre müzesine 4-5 dakika mesafedeki Elephant Paname adlı yeni açılan kültür merkezi iki katını Gökşin Sipahioğlu’na ayırmış. Serginin adı “Elephant Paname invite SIPA”. Tam bir ay sürecek.

İzmirde doğmuş, İstanbulda Saint Joseph Lisesini bitirmiş Gökşin Sipahioğlu. Efes Pilsen’in temeli olan Kadıköy Spor Kulübünün de kurucusu. Daha sonra gazetecilik bölümünden mezun olup İstanbulda gazeteciliğe atılıyor. İlk işini İstanbul Ekspress adlı gazetede buluyor. Ardından sırasıyla Yeni gazete, Vatan gazetesi ve Hürriyette önemli görevler yapıyor. Fransaya gelip Gamma ajansı ile çalışmaya başlıyor. Çeşitli ülkelerde önemli çatışmalardan kareler gönderiyor. Küba’ya denizci kimliği ile girmeyi başarıyor. Mısır, Çin, Çekoslavakya, Arnavutluk ve daha niceleri. Önemli olduğunu düşündüğü bir habere gönderilmeyince kendi ajansını kurmaya karar veriyor ancak yeteri mali gücü olmadığı için kurduğu şirketi 4 sene sonra yasallaştırabiliyor. 30 yıl yöneticiliğini yaptığı SIPA ajansı dünyanın en önemli haber ajanslarından biri oluyor. 16 m2 küçük bir odada kurduğu ajans sattığında 8000 m2 lik dev bir haber ajansıydı. Dünyanın her yerinde 2000 bağlantılı olduğu muhabiri, sürekli merkezde çalışan 160 çalışanı ile birlikte 20 milyon fotoğrafı arşivlemiş bir kişi. Sygma ve Gamma’nın satışlarından sonra Bill Gates’in teklifine “hayır” diyecek kadar güçlü. Chirac’ın elinen Chevalier de la Legion d’honneur ünvanını alıyor.

Bakın serginin giriş yazısını yazan WE DEMAİN editörü François Siegel ne diyor. “5 yıl önce 90 yaşını bekleyemeden bizi bırakıp gittin ama kendini unutturamadın. Bu sergi bunu kanıtlıyor. Dünya da senin düşündüğün gibi şekillenmiyor. 68 Mayısında kaldırım taşları üzerinde fotoğraflar çeken “Büyük Türk” özgürlük, laiklik ve zayıfları koruyan Avrupadan  ne kaldı sanıyorsun? Oysa Paris duvarlarında “Bu daha başlangıç” yazıyordu. O günler senin gibi uluslararası bir yeteneğin ve Sipa’nın doğuş yıllarıydı. Çalışkandın, Paris Match, Figaro magazin, VSD, Newsweek beni gönderir mi diye bakmadan dünyanın en belalı çatışmalarının olduğu yerlere gözünü kırpmadan giderdin. Bugünün dijital dünyasının haberciliğinin hoşuna gideceğini hiç sanmıyorum. Hatta “türklerin en fransızı” olarak ülkenin aydınlıktan karanlığa göçüşünü ve dünyanın en büyük gazeteci hapisanesi oluşunu kaldırabilir miydin? bilemiyorum.
VSD dergisinin editörüydüm. Zor günlerdi. İşler düşüyordu. Bana moral vermek için her zaman sana ayrılmış masanın bulunduğu ünlü restorana davet ettin. Başkaları görüntüler için dünya para isterken “Merak etme Sipa sana görüntü desteğini sürdürecek” dedin. Bu hatıra unutulası değil.  Maceracı ve romantik basının en son patronu seninle ilgili o kadar çok  hatıralar var ki.”

YALNIZ MI? TEK BAŞINA MI?

YALNIZ MI? TEK BAŞINA MI?

Arkadaşlarımızla yemek yediğimiz restoranda yan masada yalnız başına oturan adam hala aklımdan gitmedi.
Aslında epey zamandır yalnız olmakla tek başına olmak arasındaki fark konusunda düşünüp duruyordum.
Bir elinde bir kitap diğer elinde bir kadeh kırmızı şarap, muhtemelen bir kendi içine bakıyordu bir de arada etrafına ve bize göz atıyordu. En köşedeki masayı seçmişti. Yalnız mıydı? Tek başına olmayı mı yeğlemişti?
Ben yalnız yaşamaktan da yalnız yemek yemekten pek hoşlanmam. Paylaşmayı severim. Hem de pek çok konuda. Yemek de bazı başka konular gibi paylaştıkça şölen olur, keyif katlanır.
Tabii ki bu her zaman böyle olmuyor. Bütün yemek boyunca birbirlerine iki laf etmeden sofradan kalkan çiftler de görüyoruz.
Yan masadaki yalnız yemek yiyen komşumuz da acaba benim gibi paylaşmayı seven ama bu akşam tesadüfen yalnız kalmış bir kişi miydi yoksa yalnız yemek yemeyi alışkanlık haline mi getirmişti. Yalnız yemek yemekten keyif mi alıyordu? Bunlar hep kafamı kurcalıyor. Acaba tek başına yemek yiyen bu kimse çok sevilen ve çok geniş çevresi olan birisi miydi. Yoksa bazıları gibi etrafında kendisini çok sever gibi görünen onlarca kişiyle dolaşan gerçek bir yalnız mıydı?
Bu konuda masamızda güzel bir dedikodu başladı. 50 li yaşlarını geçmiş bu adam acaba yeni mi boşanmıştı. Karısını aldattığı için mi boşanmıştı. Onunla birlikte yemeğe çıkacak bir çocuğu veya arkadaşı yok muydu? Yoksa geçen ay ölen eşinin yasını mı tutmaya devam ediyordu.
Ben konuyu tersten aldım. Hiç mi yalnız başına restorana gitmemiştim? Hiç mi yalnız başıma yemek yememiştim? Belki de yalnız yemek yemek bir cesaret işidir. Bir gövde gösterisidir. Belki de ne boşanmıştı,ne de eşini kaybetmişti. Sadece yalnız başına kalmak istiyordu.
Yalnız yemek yiyenlerin böyle bir cesaretleri olsa gerekir. Ama cesaretin de bir yere kadar sınırı var. Örneğin eline en sevdiği ve sadece erkeklere mahsus dergisini alıp yan masadakilerin gözlerinin içine baka baka yemek yiyebilir mi? Yalnız adam!!
Belki de yalnız kadın!! Orada oturmuş telefonunu kurcalarken belki de sevgilisinin veya kocasının kendisini son anda nasıl atlattığının hesabını yapıyordur. Yemeğe çalıştığı balık boğazında düğümleniyordur. Bir an önce eve dönüp Desesparate Housewives ı izlemeye can atıyordur.
Mutsuz kadın, yalnız adam… Sevgililer gününe bir ay kala yalnız yemek yiyenler hakkında düşündüklerimiz işte bunlar. Ayıp ettiğimizi biliyorum
Ayıp ettiğimi fark ettiğim anda da oturup küçük bir araştırma yaptım. Yalnız yemek yiyen insanlar her zaman mutsuz, üzgün veya depresyonda olmuyorlarmış. Hatta yalnız yemek yemeyi sevimli bulanlar çoğunlukta. Bazıları içinde yalnız yemek yemek büyük bir mutluluk. Düşünsenize; ağzınızı şapırdatarak yemek yiyebiliyor, hem de istediğiniz kadar yiyebiliyor, önünüzdekini karşınızdakiyle paylaşmak durumunda kalmıyorsunuz. Kendi kendinizesiniz ve yediğiniz yemekle baş başa kalıp ne yediğinize konsantre olup onun tadını çıkartabiliyorsunuz. Kendi içinize dönüp rahatlıyorsunuz. Hiçbir suçluluk duygusu taşımadan büyük bir mutlulukla da masadan kalkıyorsunuz. Büyük bir manevi olay yaşamış, dua etmiş, masaj yaptırmış, sporda ter atmış ve hafiflemiş olarak restoranı terk ediyorsunuz.
Amerika birleşik devletlerinde bugün çalışanların % 60 ondan fazlası bilgisayarlarının önünde tek başlarına yemeklerini yiyorlar. Eskiden 1,5 saat kadar olan öğle yemeği arası artık bir çok işyerinde 15 dakikaya kadar düşmüş durumda. Buda amerikalıları giderek daha obez olmaya doğru itiyor. Hem kötü yemek kalitesi hem de yemek yeme tarzı obezitenin baş nedenleri arasında.
Ama her sorunu kendi avantajlarına döndürmeye çalışan yeni kuşak bilgisayar karşısında yemek yerken kendilerini filme çekerek bundan para kazanmaya bile başlamış durumda.Yalnız başına yemek yiyenler için öneriler şöyle; masa veya bar alternatifiniz varsa barı seçin, karşınızda konuşacak hatta size şevkat gösterebilecek birini bulma şansınız var. Kalabalık restoran yerinde daha sakin restoran seçmeye çalışın. Bilgisayarınız veya telefonunuz ile oynayın binlerce arkadaşınız varmış sansınlar:))
Yalnız adamlar bazen çok da ilginç kişiliklere sahip olabiliyorlar. Yalnız yemek yemek istemezseniz yalnız yemek yiyenleri gözlemleyin. Yalnız mı olduklarını yoksa tek başlarına mı kalmak istediklerini anlamaya çalışın. Hoşunuza gidebilir.