Sanat ve Cesaret

BBC’nin sanat editörü, Tate Gallery kuruluşları yönetmeni, Shot dergisi kurucusu ve “Pardon Nereye bakmıştınız?” ve “Sanatçı Gibi Düşün” kitaplarının yazarı Will Gompertz’in kitaplarından yola çıkarak hazırladığım sanat ve cesaret üzerine bu derleme sanata girmenin yürek istediğine dair bir yazı olacak..

Herkes sanatçı olabilir mi? Sanatçı olmak için nelere ihtiyacımız var? Yetenek, hırs, tutku, çalışma ve cesaret mi? Hangisi daha önemli? Bu yazıda cesaretin yerine bakmak istiyorum.

Tehlikeye karşı cesaret göstermek ve kahramanlık iki türlü olur; fiziki cesareti biliriz. Boğulmakta olan bir kişiyi kendi hayatını tehlikeye atarak kurtaran kişi cesurdur. Başka bir  cesaret örneği ise psikolojik cesarettir.  Coco Chanel; “En cesur davranış kendimize ait bir düşünceyi yüksek sesle dile getirmektir” der.

 Sanatçılar küçük düşme pahasına cesaret gösterirler. Üstelik bunu ürettikleri eserin iyi olup olmadığına emin olmadıkları bir anda yaparlar. Henri Matisse “Yaratıcılık cesaret gerektirir” der. Kimse başkalarının önünde aptal durumuna düşmek istemez. Yabancılar karşısında aşağılanmak istemez. Kendimizi küçük düşürmemeye programlanmışızdır. Yaratıcılık konusunda her zaman kendimizden kuşku duyarız. Ürettiklerimizi eleştiri ateşinin önüne atacak kadar cesur hissettiğimizde kuşku bizi frenler. Eserimizi kendimize sakladığımızda kendimizi rahatlamış hissederiz. Tevazu saygın bir niteliktir. Ancak söz konusu yaratıcılık olunca tevazu arkasına saklanılan bir kalkana dönüşüverir. Dünyaya yaratıcı düşüncelerimizi salıvermek, kendimizi kibirli gibi hissetmemizi neden olur ve cesaret ister. “Ben kendimi kim sanıyorum ki?” dersiniz. “Ben deha mıyım?”ki böyle zırt diye ortaya çıkıyorum diye de düşünürsünüz. “Benden daha iyileri var bana ne oluyor?” dersiniz. Tevazu veya kendini ortaya atmaktan korkma yaratıcılığın el frenidir.

Fikirlerimizi ve özgürlüklerimizi dünya ile paylaşmak isteriz ama buna cesaret edemeyiz Aristo bu noktada şöyle der “Cesaret olmadan bu dünyada hiçbir şey yapamazsınız.” Aristo bunu söylediğinde böyle yaratıcı bir davranışı kastetmiş olabilir. Doğrusu yaratmak için inanmaya ihtiyacımız vardır. Sadece kendimize değil karşımızdakilere de inanmalıyız. Sizi adaletle değerlendirebileceğine konusunda dünyaya inanç beslemesiniz. Evet eleştirilerle karşılaşacaksınız. Evet canınız açılacak. Bazen çok acıyacak. Onaylamayanların sesi hep birlikte gür çıkar. Bir çok önemli sanatçı başlangıçta defalarca sanat çevrelerince reddedilmişler ama vazgeçmeyip mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Buna en önemli örnekten beri Mikelangelo’dur. Papaya lahit inşa etmeyi beklerken hiç sevmediği bir işe razı olmak zorunda kalmıştır. J.K. Rowling defalarca reddedilmiş ve sonunda edebiyattan milyarder olan tek kadın edebiyatçı olarak tarihe geçmiştir. Daha bir çok örnekler verilebilir. Şöhret olmuş her cesur sanatçının yanında genelde bir hamisi vardır. Bunu da unutmamak gerekir. Yenilikleri araştırmak isteyen her sanatçı cüret etmelidir. Oysa toplum uyumlu olmamız için bize baskı yapar. Toplumun bireyleri kabullenilmiş sistemlere ayak uydurduğunda toplum doğru düzgün işler. Yoksa kaos oluşur. Oysa statüko da sabit değildir.  Üzerinde yaşadığımız gezegende statüko ve kurallar da sürekli değişiyor. Toplumlar evrim geçiriyorlar. Farkındalığı yüksek olanlar veya beyinlerindeki nöronları uygun şekilde şekillendirilmiş olanlar bu farklılaşmalar sırasında fırsatları seziyorlar ve uygun bir şekilde değerlendiriyorlar. Bilim insanları, girişmişler ve  sanatçılar değişime ayak uydurup bundan yararlanmada  başı çekiyorlar. Bu üç grup da hayal güçlerinden yararlanıyorlar. Yönetici güçlerinden destek alıyorlar ve fikirlerini gerçekleştirme yolunda zorluklara göğüs geriyorlar. 

Konu yeni kavramlar olunca toplum son derece temkinli davranır ve ilk başlarda  yenilikleri yok sayma eğilimi gösterir. Aslında sanatçılar doğmalara, muhafazakar tutumlarla savaşmak zorunda değildirler. Sanatçı sanat tüccarlarının satabilecekleri bilinen işlerden ürettikleri sürece sorun yoktur. Sanatçılar koleksiyonerlerin takdir ettiği eserler yarattıkları ve kurumların anladığı eserlerden yaptıkları zaman ticari pazarda yer bulurlar. Yasaları çiğnemek, tüm bu güçlü sanat çevrelerine karşı dik durmak müthiş bir cesaret gerektirir. Ancak gözü kara bir sanatçı böylesine ciddi bir çatışmayı göze alabilir. Ama her zaman bir hamiye, bir yardıma ihtiyaç vardır. Statükoyu ortadan kaldırmak için iki kişiye ihtiyaç olduğu düşünülürdü; bir sanatçı ve onun hamisi. Bununla birlikte bir sanatçının yeni bir fikri bir hamiden destek almadan kamuoyuna duyurmasının başka bir yolu daha vardır ki o da sistemden tamamen çekilmektir. Bu davranış biçimi epey cesaret gerektirir. Bansky bunu göstermiştir. Önceleri muziplik sayılan eserleri bugün müzayedelerde 1 milyon dolarlara alıcı buluyor. Yaratıcılığın baskı altına alınması Platon ve Devlet’le başlar. Toplum, kamuoyu ve onun resmi temsilcileri genellikle sanatçıya güvenmek istemez. Bunun yerine bilinmeyen, kavranmakta  güçlük çekilen ve tehlike potansiyeli taşıyan yenilik tarafından toplum kendisini tehdit edilmiş hisseder. Çağlar boyunca yazarlar, yönetmenler, şairler, besteciler ve sanatçılar kendilerini sanatları ile ifade etmekten fazlasını yapmamış olmalarına karşın zulme, hapse ve işkenceye maruz kalmışlardır ve bugün de aynı durum devam etmektedir. Dünyanın bütün ülkelerinde sansür vardır, kamuoyu sanatın ciddi bir mesele olmadığına inanır. Sanat eğlendirmek ve hoşça vakit vakit geçirmek için tasarlanmış bir yan gösteridir. Ama işin aslı öyle değildir. Ai Wei hapis tutulduğu evinden bir imparatorluğa kafa tutuyor aynı şekilde rus aktivist müzik grubu Pussy Riot daha protest eylemlerine sanatları ile devam ediyor. Yaratıcılık etkili bir araçtır. Bu nedele sanat Platon’dan Putin’e tüm otorite figürlerini korkutur. Yaratıcılık kendimizi ifade edişimizdir. Demokrasiye sesini, uygarlığa biçimini verir. Fikirler için bir platform ve değişim aracıdır. Yaratıcılığa saygı ile yaklaşılmalıdır. Sonuç olarak bizi insan yapan şey hayal gücümüzdür. Van Gogh’un sorusu ile bitirelim; “Herhangi bir şeye girişecek cesaretimiz olmasaydı hayat neye benzerdi?”.

Yol günışığından bir roket… Eskiden çok eskiden..

–       Günaydın! G20 ye mi geldin?

Ha! Ah!, uf!, zorla gözlerimi açıyorum, omzum ağrıyor. Uzun kuyruklu, alacalı kahverengi tonlarda, uzun tüylü, sevimli bir sincap gözlerimin içine bakıyor

    – Hoş geldin, adım Lucy. Bana adımla hitap edebilirsin.

Şaşkınım…

–         Günaydın Lucy, ben neredeyim?

–         Tam Central Park’ın ortasındasın. Biz sincaplar buraya takılırız. Paraşütünü açamamışsın… Yoksa böyle düşmezdin. Ama en güzel yere düştün. Hadi gel buradan çıkalım. Kapının önündeki Sinderella’nın arabasıyla gezdireyim seni.

Central Park’ın 5 Avenue ye açılan kapısından çıkıyoruz. Sinderella’nın arabasını atlar çekiyor. Kulaklarının üzerinde rengârenk tüyler, uzun püsküllerle süslenmiş atlar ve atlı arabalar…

Bir tanesine atlıyoruz.      Plaza Hotel’in Türk bayraklarıyla süslü kapısının önünden geçip Parkın etrafında turalıyoruz. Lucy bana sokuluyor.

–         Buraları çok severim en çok meşe palamudu burada!

–         En güzel meşe palamudu burada, en güzel yemekler nerede?

–         Le Bernardin, Per Se, Porter House, Gramercy Tavern, Babbo, Nobu daha bir sürü var. Sen paradan haber ver. Ha sahiden, paran var mı?

–         Sen merak etme hallederiz….

–          O zaman gel SoHo ya gidelim….

Beni Metro ya indiriyor. İtalyan mahallesinden yeryüzüne çıkıyoruz. Güneş gözümü alıyor. Duvarlar grafitti dolu, gökyüzü masmavi. Gökyüzünde bir helikopter görüyorum. Lucy kuyruğunu oynatıyor pilotun yanındayız, Lucy bir omzumda bir kucağımda… Birbirimizi çok sevdik.  Pilot – ne güzel bir çift oluşturmuşsunuz diye iltifatta kusur etmiyor.

–         Tanışalı 2 saat oldu diyorum. En güzel fotoğrafı nerede yakalarım.

Aşağıyı gösteriyor…

–         Manhattan köprüsüne git oradan Brooklyn Köprüsünü çek, köprü en güzel oradan görünür.  Hudson nehrinin üzerindeyiz. Burada göç kapısı Ellis adasını, Özgürlük Anıtını tanıyorum.

–         Kim tanımaz ki onları diyor, Lucy

–         Amerika özgür mü? Diye soruyorum.

–         Bu kadar göç olmasaydı olurdu diyor.

–         Anlaşıldı sen Yahudi komşuya da tahammül edemezsin.

–         Bizim buraların yarısı Yahudi, biz onları severiz onlar da bizi idare eder, diyor.

Arka sırada Renkkörleri Adası, Karısını Şapka Sanan Adam romanlarının yazarı Oliver Sacks’la selamlaşıyoruz.”Müzik ve beyin”  konulu konferans vermeye gelmiş buraya. 

–         Konferansa gelmezsen darılırım diyor.

–         Bakarız diyorum. Lucy ile biraz işimiz var da…

Helikopterden atlıyoruz. Brodway’e iniyoruz. Hair müzikalinin son biletlerini alıp içeriye dalıyoruz. Good Morning Starshine ve Aquarius şarkılarının 1979 yılı Milos Forman filmi aklımda. Lucy gözlerini kapıyor. Erotik sahnelerden rahatsız oluyor, sahnede ot içiyorlar. Çıkıyoruz.  

Akşam yemeğinde Lucy Le Bernardin’e yerimizi ayırtmış bile. Teşekkür ediyorum. Kulak kepçemin köşesinden bir fırt dişliyor. Bana da marine Japon salatalık eşliğinde Kampachi tartar ısmarlıyor. Çok beğeniyorum uzun kuyruğunu okşuyorum. Gurme menüyü keyifle bitiriyoruz. Şarapları onlar seçmişler.  Tatlar damakta kalıcı olarak yerlerini buluyor. Mutluyuz.

–         Dur daha bitmedi Blue Note’a “cafe cognac” içmeye gideceğiz. Manhattan Transfer’i dinleyeceğiz.

Manhattan Transfer Chris Rea ya adadığı albümün tanıtımını yapıyor. . Louis Armstrong veya Nat King Cole’u dinlemeyi tercih ederdik. Buraya en çok onlar mı yakışırlar? Daha niceleri var; Duke Ellington, Billy Joel, Simon ve Garfunkel, Norah Jones, Jennifer Lopez, Mariah Carey, Barbara Streisand, Sammy Davis Jr. İlk aklıma gelenler….

Sabah kafama bir meşe palamudu fırlatarak uyandırıyor. Gezecek daha çok yer var, diyor.

Sabah sabah bir sergiye götürüyor. 

–         Sincap olmak daha iyi, bak sizinkiler Çin’deki mahkûmlara neler yapmışlar. Paris’te protestolar nedeniyle kaldırılan sergide ilginç görüntülerle karşılaşıyorum. Herkesin yüreğinin kaldıramayacağı görüntüler. Damarları bırakıp tüm diğer dokuları yok etmişler bir kadavrada. Havada dünyanın etrafına iki defa dolanacak uzunluktaki kırmızı damarları  görünüyor eski canlının ama vücut yok ortada. İlginç sanat eseri olarak kabul edilebilir. 

–         Kalp dışında burada her şey var diyor, Lucy. 

South Street Seaport tan Pier  17 yi gezerek yukarı doğru yürüyoruz. Oradan yönümüzü İtalyan mahallesindeki festivale çeviriyoruz. Bir ölümlünün görebileceği en büyük etin nasıl piştiğine şahit oluyorum. 

–         Lucy, iştahım kaçıyor. 

Lucy ile Türkçe anlaşıyoruz. Bizim Türkçe konuştuğumuzu gören bir kaç Türk yanaşıp Lucy den yanak alıyorlar. Her taraf insan kaynıyor. İsveçliler, Hintliler, çekik gözlüler, obezler, sarı benizliler, Aids’liler, gayler, zenciler….. 

–         Lucy, kurtar beni….

Lucy beni deniz taksiye atıp Brooklyn’e çıkarıyor. Nat King Cole’un evine götürüyor. Bu güzel şehre ait şarkıları dinliyoruz baş başa….

Belki neler dinlediğimizi merak edersiniz diye şuraya yazıyorum.

 Neil Diamond’dan” I Am, I Said“, ”  Jennifer Lopez’den “Jenny From The Block” , Stevie Wonder’dan “Living for the City” ,  Ricky Martin’den “Livin’ La Vida Loca”,  Suzanne Vega’dan “Ludlow Street” ,  Paul Simon’dan “Me and Julio Down by the Schoolyard” , The Rolling Stones’dan  “Miss You” ,  Bee Gees’den  “Nights on Broadway” , Marianne Faithfull’dan “Penthouse Serenade” , Lou Reed’den “Perfect Day” , Bob Dylan’dan “Positively 4th Street” , Kenny G’den” Tribeca” ….. 

Paramız azalınca Lucy beni Wall Street’in soğuk gökdelenleri arasında bir ATM ye götürüyor. İçinde dünyanın parası var görüyorum. Azıcık alıyorum. Aslında şehir para dolu… Lucy gökyüzünden paralar yağdırıyor. Kendimi “Lucy Harikalar Diyarında” hissediyorum. Lucy beni çok güzel gezdiriyor. Luna parktan çıkarıp kitapçılara sokuyor.. Barnes &Nobles’den çıkıp Borders a giriyoruz. Ben kitap alıyorum. 

Paul Auster’in “Moon Palace”, J. D. Salinger’in “The Catcher in the Rye”, Tom Robbins’in “Skinny Legs and All”romanlarını seçiyorum. Yolda okurum.

Oku oku adam olursun!!!! Lucy benimle dalga geçiyor. Geçen hafta SoHo dan ve Beşinci caddeden çıkaramadığı Füsun hanıma şehri gezdirememiş. So Ho dünyanın moda merkeziymiş.

Lucy beni sinemaya götürüyor. Dünyanın sorunlarına karşı hassas kılmak itiyormuş. “Fuel” filminde bu büyük ülkenin dünyanın  petrolünün % 2 sine sahipken % 30 unu harcadığını öğreniyorum ama şaşırmıyorum. Sinema çıkışında fıstık dağıtıyorlar. Bu yüzden beni bu filme getirdiğini anlamakta güçlük çekmiyorum. Gala’nın kalabalık görünmesine katkım oluyor. Ben fıstığa itiraz ediyorum.

–         Ben Buffalo Wings ve Bloody Mary isterim

–         Tamam, sana bir “spesiyal” yaptırıyorum…

–         Lucy, yoruldum dönelim!

–         Olmaz , “Babbo”’ da yer ayırttım diyor, Lucy. 

Hatırlıyorum Meral Demirel de  bu restoranı önermişti. Daha sonra evinde DVD seyredecekmişiz. Sağlam filmleri varmış Lucy’nin. Washington parkının köşesinde Babbo’da  makarna ve şarap ziyafeti çekiyor rehberim bana… Aklıma Gilbert Becaud ve onun sevgili rehberi Nathalie geliyor. Ben de Lucy ye bir şarkı yakabilir miyim acaba?

Lucy’ye şarkı sözü yazamasam da İstanbul’a gelirse Çiya’da kebap yemeğe götüreceğime dair söz veriyorum. Ayrılacağız diye hüzünleniyoruz.

Ona film seyretmeye gidiyoruz.

Evinin duvarlarında komşularının fotoğrafları asılı.. Kimler yok ki. Woody Allen’i, John Travolta’yı, Susan Saradon’u,  Jack Nickholson’u  ve daha birçok tanınmış simayı seçiyorum.

 Önüme bir sürü film DVD si atıyor: “Marathon Man”  “Hello, Dolly”, “West side Story”, “Midnight Cowboy”,” French Connection”, “The Godfather”, “Akbabanın üç günü”, “King Kong”, “Taxi driver, Saturday Night Fever”, “Manhattan”, “Sophie’nin Seçimi”, “Bir zamanlar Amerika”,  “Radio days”, “Wall Street”, “Ghost”,  “Kadın Kokusu”.

–         Seç bir tanesini seyredelim…. Bu filmler bizim mahallede çekildi.

Bir film seçiyorum ve  kendi mahalleme, mahallime dönüyorum………

Fikret Mualla; bir Ressam….

Çizmeye başlayınca Paris’te Pigalle’i

Pigalle’deki gezen kadınları

Kadınların ellerinden tutan çocukları

Çocukların ellerindeki balonları….

Rengarenk ah ne renk….. 

Saygı sana Mualla Fikret…

Fenerbahçe’nin ilk sol açığı Hikmet Topuzer’in yeğeni Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödemeye çalışan Duyunu Umumiye’nin ikinci müdürü Mehmet Ekrem Mualla’nın oğlu Modalı Mustafa Fikret Mualla. Babası daha sonra Saygı soyadını alır. Saint Joseph ve Galatasaray Liseli. Dayısı gibi futbolcu olmak isterken sağ ayak bileği 12 yaşında kırılınca ilk travmasını alır.. Ayağı bir yıl alçıda kalır, sonrasında da elinde yürümesine engel olmayan bir ayak kalır ve yaşam boyu aksak yürür. Bir keresinde  şöyle der:  “Bir Alman kadın sevmiştim… Akıllısın, zekisin ama çirkinsin hem de topal” diyerek reddetti beni… Ben de kendimi içkiye verdim.” Kadınlarla arasının iyi olmamasını  sadece bu aksaklığına bağlamak yetersiz kalır diye düşünüyorum.. Mutlak başka nedenleri de vardır.

Annesi kız olmasını arzu etmiş ve onu hep kız gibi süsleyip giydirmiş ve aşırı derecede üstüne düşmüştür. Ne yazık ki bu kadar kuvvetli duygu bağı ile bağlı olduğu annesini 15 yaşında iken eve kendi taşıdığı İspanyol gribi hastalığından kaybedince ikinci darbeyi yer.  Fikret Mualla’ya göre ”annesinin kırkı çıkmadan” babası kendisinden sadece 4 yaş büyük bir akraba kızı ile evlenir. Sakatlığının üzerine anne kaybından sonra eve üvey anne gelmesi dertlerinin üstüne tüy diker. Sinirli ve isyankardır. Üvey anneyi döver, babaya el kaldırır. 

Babası evladına faydalı olsun ve evden uzaklaşsın diye genç yaşında mühendislik eğitimine İsviçre’ye gönderir ama Fikret Mualla mühendis olmak istememektedir. Özgür ruhu nedeniyle mühendislik yerine Almanya Münih Güzel Sanatlar Fakültesini bitirir ve ressam olarak 1928 de Türkiye’ye döner. Ayvalık’taki resim hocalığını ”Elektrik olmayan yere resim hocası gerekmez” diye terk eder. Galatasaray’daki resim hocalığı da uzun sürmez. Beyoğlu’nda devamlı olay çıkarır. Birkaç karakol macerasının ardından polis korkusu içini sarar. Sevmediği, beğenmediği insanlara ”leblebici”demeye başlar. Ruh sağlığı iyice bozulmaya başlamıştı. Teknik olarak sevmediği bir Atatürk fotoğrafına laf etti diye Bakırköy Akıl ve Ruh hastalıkları hastanesine kapatılması genç ressamı derinden yaralar. Aslında hapishane ve hastane arasında tercih yapılmış kendisine hastane uygun görülmüştür. Zamanın ünlü doktoru Mazhar Osmanın kontrolünde, ve ünlü şairi Neyzen Tevfik’in komşuluğunda hastanede misafir edilmiştir. Ama yine de bu misafirlik uzunca sürmüş ve paranoyalarını derinleştirmiştir. Hastaneden çıkar çıkmaz dostu Fikret Adil’e teslim edilir. Orada da barınamaz, birkaç iş tutar, daha çok çıngar çıkarır. İzmir fuarına yapacağı işi son güne bırakır, Suadiye plajında yediği havyarı  paltosuyla öder. Yaşamı boyunca sınırlarda dolaşır durur.

1938  de babasını kaybedip ve mirasa kavuşunca biraz rahatlamış ve Paris’e gitmeyi aklına koymuştu. 1939 da 2.Dünya Savaşı öncesi Paris’e göçtü. Gidiş o gidiş 1967 de öldü. Kemikleri arzusu üzerine 1974 de Fransa’dan alınıp Karacaahmet mezarlığına getirip defnedildi.

Fikret Mualla yaşamı sırasına mutluluğu ve hak ettiği yeri bulamamışlar sınıfından bir ressam. Van Gogh gibi, Utrillo gibi, Modigliani gibi ama Picasso gibi değil. Eserleri gizemli ama tam. Renkler ve kompozisyonlar mükemmel. Çağdaşlarından etkilenmemiş bir ressam. Diğer birçok ressamdan etkilendiği tek yön şarapla ilişki, kuvvetli bir ilişki içinde. Bu kuvvetli ilişkinin temelinde muhtemelen çocuklukta geçirdiği derin yaralar var. Bir de üzerine pisi pisine Bakırköy Akıl Hastanesine uzun süre kapatılmasını koyarsanız tüm yaşamını korkular içinde geçirip kendisini ucuz şarabın kollarına bırakmasını anlarsınız. 

Çevresiyle daha rahat iletişim kurma aracı olarak da, resmiyle arasında katalizör görevi yaptığı içinde şaraba yakın duruyor Mualla. Kendisiyle birlikte şarap içmiş hala hayatta olan arkadaşlarının söylemesi hiç beyaz içmemiş ünlü ressam. Şarap siparişleri de gerek Montparnasse’daki Rotonde veya  Dome’da olsun gerekse Saint Germain’de La Palette’de olsun sadece “bir kırmızı getir garson”a indirgenmiş. Hiçbir zaman “Bana bir Grave, bir Brouilly veya Mercurey getir” gibi derin beklentileri olmamıştır.

Günün koşullarıyla da uyuşan anarşizme yakın duran bir özgürlük anlayışı var. Paris’teki bohem hayatının temelleri Almanya’ daki eğitimi sırasında atılır. Roma, Yugoslavya ve İsviçreyi gezer. Munch, Nolde, Klee’yi incelediği ve ekspresyonizme yakın durduğu anlaşılmaktadır. Ama bu ekspresyonizm anlayışı Fikret Mualla’nın özgürlüğünden bir şeyler götürmez. Her ne kadar Toulouse Lautrec’e benzetip, kopya çekti diye hakkını yiyenler varsa da bugün artık Fikret Mualla’nın özgür sanatının önünde herkes şapkasını çıkartmaktadır.

Fikret Muallanın Paris’e geldiğinde resim için şöyle dediğini düşünüyorum. ”Artık yalnız değiliz. Sen ve ben dünyanın kendisiyiz. Ve dünya hiçbir zaman olmadığı kadar büyük ve güzel görünüyor. Bunu ressamımıza sıradan bir şarap ve pastis söyletmiş olabilir ama olsun. Kadınlardan kıskandığı için resimle arasına bir kadın bile sokmayan Fikret Mualla resim yapmadan ve şarap içmeden bir gün bile geçirmedi diyebiliriz. Sabah saat 6 da tuvalinin veya küçük resim kağıdının karşısına geçer saat 10 kadar çok süratli çizip boyayarak çalışır sonra gelsin kırmızı… Tabii çoğu Bistro’larda içerdi. Evde içtiği ve polis komuşunu kalaylayacak sarhoş olduğu da olurdu tabii ki. “ Vasat bir ressam hiç olmasa da olur” diyerek devamlı çizdiğini de düşünüyorum kendisinin. Hayatıyla ilgili en geniş çalışmaları Orhan Koloğlu ve Hıfzı Topuz yaptılar. İkiside hacimli birer kitap yayınladılar. Kırmızıyı ne kadar sevdiğini kitaplardan anlıyoruz. Ama ayrıntılar daha az. Bu kadar sevdiği kırmızının Bordeaux’dan gelenini hiç mi sormadı veya Bourgogne’dan? Pastis’te içtiği de olurdu ama kırmızı şaraba bu denli bağlı olmasının  nedeni neydi? Yaşamında iki şeye tutkuyla bağlıydı; resmine ve kırmızıya…

1953 yılının 10 Nisanı ile 14 mayıs tarihleri arasında tuttuğu resimli notlar Parisin ünlü Akıl hastanesi Sainte Anne’ı nasıl da hakettiğinin belgesidir. “Çakallar”‘ın kol gezdiği defterde uçuşan fikirler, küfürler, korku belirtileri, kopuk cümleler birbirini kovalar gider.

Renkleri kendi renkleri, desenleri ve konuları da kendi konularıdır. Bistrolar, kafeler  barlar, oyuncular, çalgıcılar, Pigalle’de gezen bayanlar, balonlu çocuklar, natürmortlar konuları arasındadır. Renkleri parlak ve güçlüdür. O kadar karanlık bir yaşamın içinde insan bu kadar rengi nasıl görür? Bu sorunun cevabı da şarapta yatar.

Resim yapmadan önce içtiği dönemler  var. Yaptıktan sonra içtiği dönemler de Pastis’de sevdiği içkidir ama baş tacı yaptığı her zaman kırmızı şaraptır. Almanya ‘ya gitmeden küçük yaşında İstanbul’da şaraba başladığı anlaşılıyor. Evden çok meyhaneyi mekan tutuyor.

Sonuçta Fikret Mualla’nın iki sevgilisi vardı. Resimle ve şarapla yaşadı. Kadının resmine zarar vereceğine inanmıştı. Bulabildiğinde günde asgari 2-3 şişe şarap tüketti. Parasızlığı nedeniyle hep isimsiz ucuz şarapları içti. İsimli en çok içtiği şarapta yine zamanın en ucuz şarabı Chianti idi. Bu şarap o kadar ucuza üretiliyordu ki şişe parası bile ucuza gelsin diye dünyanın en ince şişesin konuyordu. Kırılmasın diye de hasırla kaplanıyordu. Fikret Mualla’nın resimlerinde sıkça rastladığımız Fiasco denilen şişlerin tek marifetleri ucuz olmalarıydı.

Fikret Mualla Van Gogh ve Toulouse Lautrec’e sadece delilikleriyle benzer. Resminde kimseyi taklit etmedi. Tamamen  kendi kişisel tarzını ortaya koydu. Çok ve uzun mektuplar yazdı gençliğinde. Alman yazar Shiller’le ilgili bir kitap yazdı. Schiller’le çok benzer tarafları vardı, veya o öyle olması için özen gösterdi. Kendisini ona benzetmeye çalıştı. Ona benzedi ama istemeden daha çok benzediği kişi ünlü Fransız empresyonist Maurice Utrillo oldu. Suzanne Saradon oğlunun kimden olduğunu hiç bir zaman söylemedi. Alkolle bağlantısı Fikret Mualla kadar güçlü

Fikret Mualla’nın kendine has sanatı o yıllarda pek anlaşılamamıştır. Önce Bedri Rahmiden dinleyelim:

Fikret’in 1930 ile 1936 arası resimleriyle  Pariste zaman zaman yaptığı resimler orta derecede bir ressam başarısını aşan işlerdir. Bir parça resim kültürü olan kişi bu resimlerden birisini görür görmez dikkat kesilir. Onun öteki resimlerini görmek arzusu duyar. Size şu kadarını büyük bir emniyetle söyleyebilirim ki Fikret Mualla kadar resim yapan ecnebi ressamların hepsi yaptıkları iş sayesinde paşa gibi değilse de bey gibi yaşamaktadırlar. Fikret Mualla onların 1954 te ulaştıkları ustalığa 1936 da ulaşmıştı. Böyle olduğu halde niçin bir türlü rahata kavuşamadı. Niçin bir çok istidatlara layık olduğu değeri veren Paris ondaki değeri bulup çıkaramadı. Kabahat kimde? Bence kabahat alkolün tel tel çözüp bıraktığı sinirlerde. Fikreti gündelik hayata bağlayan  akıl tellerinin kıldan ince kılıçtan keskin bir duruma gelene kadar aşınmasında. Bu aşınmanın göze batan tarafı şu:

  • Ben iyi bir ressamım. Cemiyet benim kıymetimi bilmeli, beni bağrına basmalı. Beni şımartmalı. Benim irili ufaklı taşkınlıklarıma göz yummalı. Ekmek elden su gölden yaşamalıyım. Hiç kimseye hesap vermeye borçlu değilim. Cemiyete canım ne isterse onu veririm. Buna karşılık da canım ne isterse onu alırım. “ düşüncesindeyi Mualla.

1950‘lerde bile Paris’in veremediğini, 1930 larda Türkiye’nin vermesini beklemek tabiiki hayalcilik olur. O günlerde toplumumuz modern sanata açılmada daha emekleme çağındaydı.

Aslında durumun tam da öyle olmadığını Bedri Rahmi’nin dediğine uymadığına 64 te Fikret Mualla için sergi açan zamanın ünlü galeri sahibi Bassano dan da dinleyelim. Fikret Mualla’nın açılışına katılmadığı sergi için yazılan yazıdan izleyelim Türkiyede kıymeti bilinmeyen “Halis” ressamın geldiği yeri… 

12 Kasım -15 Aralık 1964 tarihleri arasında açık kalan serginin tanıtım yazısında Bruno Brassano şöyle demiş:

“Onu on yıl kadar önce Rue de Seine bistrolarından birinde tanıdım. Kısa boyu, geniş yapısı ile bir sirk ayısını andırıyordu. Deniz gibi şeffaf gözleri vardı. Dağınık kır saçları, kalın dili, büyük dudakları, soluk yüzü alkolün tahrip ettiği bir kişi intibasını  uyandırıyordu. Ancak kılık kıyafeti düzgündü, açık renk kadife elbisesi vardı. Yakası açık gömleği bir boğa boynuna benzeyen boynunu ortaya koyuyordu. Küçük meyhane, güzel sanatlar okulunun öğrencileri, ressamlar ve esnaf doluydu. Pek gürültülü idi içerisi. Fakat bizimki, tek başına susuz, saf içki dolu kadehi önünde oturuyordu. Yalnızdı ve daima yalnız kalmayı tercih ederdi. Sözün kısası hiç kimseye önem vermezdi. Kendi kendine konuşan bu tuhaf adam kimdir diye düşünüyordum. İlgilenmek üzere yaklaştım. Kendisi ile konuşmaya başladığım zaman beni tanıdı. Halbuki ben on hiç tanımıyordum. Ona bir yerde nasıl tesadüf ettiğimi hatırlayamadım. Aslında bunun ehemmiyeti yok!

“Bu meyhanede tesadüfen buluşma sonucunda eserleri hakkında bende büyük ilgi uyandı. Güçlü, yarı tatlı, yarı acı, sert, yakıcı merhametsiz, soytarı resimlerine karşın hayranlık duydum. Bu hayretim geçtikten sonra zavallı bana eski afişler ve ilanlar arkasına yapılmış yağlı boya rulolarını gösterdi. Gözlerim kamaştı. Bana öyle geliyordu ki bu ilan kağıtlarına yapılan resimlerden, bir gece volkanın alevi gibi gözleri kamaştıran renkler fışkırıyordu. O günden itibaren bu adamın resimlerine daha da hayran oldum. Kendisine gaipten ilhamlar ve sesler gelen bu adam, daima hayal görüyordu. Deliydi ama ben bu delinin eserlerini sevmiştim. Aslında bu adamlar normal çizgini dışına çıktıkları için biz onlara deli diyoruz. ….

Bugün onun eserlerinden derlediğim parçalarla bir sergi açmış bulunuyorum. Adına “Paris’in Aşağı Tabaka Ressamı Mualla” deyişimin sebepleri vardır. Toulouse – Lautrec gibi Mualla bizi merkezinden fırlamış, yolundan sapmış kusurlu Paris’in aşağılık taraflarında gezdiriyor. Bize adi şehri tanıtıyor. Bu umumhane resimlerine , meyhane alemlerinin iç yüzünün tasvirlerine bakın.! Bunların hepsi gerçek, gülünç, trajik, facia sahnelerinden örneklerdir. İşte bu sebeple bizimki Toulouse – Lautrec’e benzemektedir.Yalnız zamanımız başka olduğu gibi, Mualla’nın kullandığı vasıtalarda başkadır. Bunlar insan ruhunu heyecanlandırmakta ve seyredenleri uzun müddet düşündürmektedir.Bunun içindir ki kendi kıymetini bilmeyen ve eserlerinin herhalde kendisinden sonra yaşayacağını sezmeyen bu sanatkara ben, biraz melankolik gözüyle bakıyorum.”

Fikret Mualla Bassano’ya bir cevap mektubu yazar. Kendisinini de bu anlamlı yazıya verdiği cevap da tabii ki ressamca ve Fikret Muallaca olmuştur…

“Sevimli mektuplarınızı ve basında  hakkımda  çıkan eleştirilerin kupürlerini aldım. Bunları okuduktan sonra bu mektubuma ekli olarak iade ediyorum. Beni “Sarhoş – Deli” diye nitelemekle bir parça merhametsizce davranmış olmadınız mı?  Evet her zaman bütün dünya tarafından baltalandım. Paris gerçekten bir rezillik. Ve çanak yalayacılar, sahtekarlar ve ipsizler beni soydular.! Pek çokular, Nihayet.

Size en iyi samimi dilekler temenni ederek Allaha ısmarladık diyorum.”

Picasso’ya “Sizi tanımıyorum” diyen bir kişilikten başka ne beklenir ki…

Fikret Mualla’nın hüzünlü öyküsü burada son buluyor. Eğer o da yaşamında Picasso gibi sanatını kanıtlayabilseydi muhtemelen o günün en güzel Margaux’larını Petrus’larını Premier Grand Cru’lerini tadardı. sanat tarihi benzer örneklerle dolu. Fikret Mualla da bunlardan biri olarak tarihe geçmiştir. Nur içinde yatsın.

Tıpda En Önemli 10 Buluş ve Gelecek

Yaşamlarını insan sağlığına adamış Amerikalı 2 doktorun yazdığı “Tıbbın en büyük 10 buluşu” adlı kitaptan yola çıkarak önümüzdeki yüzyılda bu on buluşu geçebilecek kadar önemli bir araştırma olacak mı diye düşündük. İnternette biraz gezip sağlıkla ilgili dergilere göz attık. Gen mühendisliği iyiye kullanıldığında, önemli buluşlar ortaya çıkabilir izlenimi uyandı. Önce California’dan Friedman ve Standford’dan, Friedland ‘a göre tıpta en önemli on buluş neymiş onlara bir göz atalım isterseniz …

Sonrada önümüzdeki yüzyılda bizi bekleyen yeniliklere bakarız. Yazarlar nelerin en önemli on buluş olduğuna, yaptıkları bir ankete göre karar vermişler. En önemli buluş olarak fizyolojinin babası olarak nitelendirdikleri William Harvey ‘in “kan dolaşımı” buluşunu kabul ediyorlar. Kronolojik olarak bakıldığında ilk önemli buluş Andre Vesalius ‘un anatomi çalışmaları. Vesalius’un kısaca “Fabrica” olarak bilinen “De humanis corporis fabrica” adlı büyük kitabında yayımladığı bilgiler asırlardır uykuda olan tıp dünyasını uyandırmaya yetiyor.

Diğer buluşlar arasında Antoine Van Leeuwenhoek ‘in bakterileri buluşu var. Tabii ki Robert Koch ve Louis Pasteur ‘ün bu buluşa katkılarından söz etmeden geçmek olası değil. Aynı Alexander Fleming’ in antibiyotiği buluşuna, Howard Florey ve Ernst Chain ‘in katkıları gibi. Bilim en güzel taraflarından biri de bu olsa gerek; yardımlaşma ve yararlanma. İnsülin ve kortizonun bulunması Nobel ödülü ile ödüllendirilmesine karşın en önemli on buluş arasına girememiş. Çünkü, örneğin anestezinin bulunması kadar geniş etki yaratmamışlar tıp dünyasında. Oysa Crawford Long’ un anesteziyi buluşu tamamen raslantı sonucu olmuş. Bir eter partisinin ertesi sabahı kırılmış bardakların sağını solunu kestiğini ama hiç acı duymadığını farketmiş. Edward Jenner ‘in aşıyı, James Watson ve Francis Crick ‘in DNA’ yı, Wilhelm Röntgen ‘in röntgeni, Ross Harrison’un doku kültürünü ve Nicolai Anichlov ‘un kolesterolü bulmaları da tıpta en önemli on buluş arasında sayılmış. Buluşların ortak yönleri Bu buluşların ortak yönlerine baktığımızda anestezi dışında antibiyotik, bakteriler ve röntgen tesadüfen bulunmuş. Ancak bu rastlantıların hiçbiri tamamen rastlantı değil. Leeuwenhoek günlerce gecelerce gözünü kırpmadan mikroskobunun başında durmasaydı bakterilerin çoğaldığını farkedebilirmiydi acaba? Yine Pasteur’ün ünlü sözüne geliyoruz “Şans ancak yetişmiş kafalara yardım eder”. Buluşların sosyal taraflarına baktığımızda yarısı demokratik ortamlardan çıkarken diğer yarısı krallıklarda olmuş.

En önemli on buluş arasında 4 İngiliz ve 1 Rus buluşu varken Amerika Birleşik Devletlerinde ve Hollanda’ da 2, Almanyada’da 1 buluş yapılmış. Buluşları yapanların hiçbirinin sponsoru olmamış. Leeuwenhoek, Jenner ve Long buluşlarını akademik ortamların dışında yapmışlar. Hiçbiri dahi değil! Buluşları yapanların karakterlerini incelendiğimizde hiçbirinin dahi olmadığı görülüyor. Yani Beethoven’in 5. Senfonisi gibi veya Leonardo da Vinci’nin La Jaconde’ u gibi entelektüel yapıdaki bir kişiye bir ilham sonrası mucize tarzında gelmiyor. Buluşları yapanlar da entelektüel yapıda insanlar ama izledikleri düşünce yolu tamamen normal bir yol. Ortak özellikleri arasında korkunç bir merak, çok iyi bir metod anlayışı ve araştırma tutkusunu görüyoruz. Yukarda bahsettiğimiz dünya tıbbının akışını değiştiren buluşlarını yaptıktan hemen sonra başka konularla ilgilenmeye başlıyorlar. Eşleri ve çocuklarıyla pek ilgilenmiyorlar. Hepsi yaşamlarında emeklerinin karşılığını alıyorlar (Nobel vs). Ama hiçbirinin aradığı şan şöhret para değil. Hepsi genç. Yaş ortalamaları 32. Sadece Röntgen 50 yaşın üstünde. 3 tanesi 30 yaşın altında. Jenner ve Long’ un neşeli ve uyumlu kişilikleri dışında hepsi sert ve birlikte seyahat edilemeyecek kadar egoist.

Bu şekilde bu güne kadar tıp alanında yapılmış en önemli buluşların özetini yaptıktan sonra gelelim önümüzdeki yüzyılda bizi bekleyen yeniliklere. Sağlığımızı ilgilendiren hangi konularda ne gibi araştırmalar yapılıyor, acaba bunlardan herhangi birinin yukardaki önemli buluşlar gibi tıbbın akışını değiştirmeye gücü olabilecek mi ? Son yıllarda yapılan sağlığımızı doğrudan ilgilendirebilecek araştırmaların önemli bir kısmı gen mühendisliği tarafından yapılıyor. Örneğin hücre içine genler sokularak hemofilide olduğu gibi bozuk genler düzeltilmeye çalışılıyor. Muz, domates veya patates içine gen enjekte edilerek bu meyve ve sebzelere mikroplara karşı koruyucu proteinler ürettirilmeye çalışılıyor. Bakalım çocuk reçetelerine muz yazıldığını görebilecek miyiz? Yine genetik manipülasyonlarla bazı sinekler tifoya karşı, bazı tahta kuruları ise Chagas hastalığına karşı immün sistemi kuvvetlendirebiliyorlar. Koyuna verilen bir gen sütünden albümin elde edilmesini sağlayabiliyor. Transgen hayvan denilen bu koyunlar sayesinde yanık hastalarının tedavisi kolaylaşabilecek.

Gen mühendisliğinin yardımıyla. Bu koyunları klonlayarak mucize süt veren bir sürüye sahip olmak da söz konusu olabilecek yakın gelecekte. Domuzlarda insan vücudunun reddetmeyeceği organların üretilmesi projesi rüya gibi gelse de üzerinde çalışılan konulardan. İleri teknolojiler insan sağlığı için çok önemli tanı ve tedavi araçlarının gelişmesini sağlamaya devam edecek önümüzdeki yüzyılda. Bilgisayar teknolojisi sanal endoskopiye şu anda bile olanak sağlıyor. Hekim bir aracın içindeymişçesine insanın hava borusunda veya bağırsaklarında dolaşıp tanı koyabiliyor. DNA mikro çipleri yardımıyla genetik araştırmalar 1000 kat daha hızlı yapılabilecek. Bu sayede anomaliler ortaya daha kolay çıkabilecek, kanser genlerinin nasıl çalıştığı anlaşılacak. Genetik testlerle kişinin kansere, kalb-damar hastalığına veya diabete yatkınlığı saptanabilecek. Bu durum hastalığa karşı önlem ve erken tedavi şansını getirirken, psikolojik sıkıntıları ve sigorta şirketleri ve işverenlerin kişilere bakışlarındaki önyargıyı da beraberinde getirecek. Bir saç telinden veya vücuttaki bir kıldan zehirlendiğimiz, vitamin yetmezliğimiz veya kansere yakalanmış olduğumuz anlaşılabilecek önümüzdeki yüzyılda. 

Tedavide de yenilikler bizi bekliyor.

İlaçların veriliş şekilleri kolaylaşıyor ve vücuttaki seyirleri takip edilebiliyor. Buruna yapıştırılan zamk gibi bir madde, damar içinde dolaşan binlerce bölmesi olan ve dışardan kumanda ile istenilen ilacın, istenilen bölgeye bırakılmasını sağlayan mikro çipler neredeyse piyasaya sürülme aşamasında. Elektronik ticaretten sonra elektronik ilaçlarda hayatımıza girmek üzere. Prototip Bostonda yapıldı bile. Halen menapoz ve bazı kalp hastalıklarında kullanılan yapıştırma bantları hafif bir akım eklenerek daha etkili duruma getirilecek. Daha değişik maddelerin daha fazla dozlarda deriden verilmesi böylece mümkün olacak. Farmakogenomik bilim dalı yardımıyla hangi ilaçları tolere edemiyeceğimiz veya hangi ilaçların bizde etkisiz kalacağı önceden bilinecek. Bize verilen ilaçlar buna göre düzenlenecek veya yeni ilaçlar geliştirilecek. Alzeimer gibi dejeneratif hastalıkların tedavisinde doku bankaları kullanılacak. Teknik açıdan büyük güçlükler ve etik kaygılar olmasına karşın insan embriyo hücre kültürleri bu konuda büyük ümitler veriyor.

Tütünden insan hemoglobülini üretilip bitkisel kan emrimize girecek. İnsan elinden daha hassas hareket eden uzaktan kumandalı robot cerrahi aletlerle çok daha başarılı ameliyatlar gerçekleştirilmeye başlandı bile. Hem de cerrah Antalyada hasta Zonguldakta olduğu halde. Bütün bunlar hayal mi yoksa önümüzdeki yüzyılda tıptaki en önemli buluşlardan biri olmaya aday projelerden biri mi bilmiyoruz. Bunu zaman gösterecek. Dileriz önümüzdeki yüzyılda insan tarihindeki en önemli buluşlar gerçekleşir. İnsanlar daha sağlıklı ve mutlu yaşarlar ve huzur içinde ölürler. Çünkü hiçbir buluşun insanı ölümsüzleştirmeyeceğini biliyoruz. Aynı filozofun dediği gibi ” mors certa hora incerta”, yani ölüm kesin saati belirsizdir.

(*) Friedman M., Friedland G.W.; Medecin’s 10 Greatest Discoveries. Yale University, 1998.

Yer Gök fotoğraf; Arles

Dile kolay 50 yıl. Bizim fotoğraf festivalimizin bir kaç yıl içinde dar boğaza girdiğini düşündükçe insan 50 yıl süregelen bir fotoğraf festivaline şapka çıkartıyor. Ama her yer sıcak, sıcak, sıcak; her yer fotoğraf. Fotoğraf sıcak duygular saçıyorlar ama sıcaktan eğrilmiyor dimdik ayakta duruyorlar. Hepsinin söyleyecek sözleri var.  Sivrisinekler bizi yemeğe çalışıyorlar ama fotoğraf aşkından sesimizi çıkartmıyoruz. Provence bölgesinin az ziyaret edilen ve savaş sonrası ekonomik sıkıntılar yaşayan bu küçük şehri nasıl dünyanın fotoğraf başkenti oluyor anlamakta güçlük çekiyoruz. Zaman zaman 35 derece altında bir sergiden çıkıp bir başka sergiye giriyoruz. Ama şikayet etmiyoruz. Ustalara fotoğraf kitabı imzalatıyor, konferans dinliyor, küratörleri ve sanatçıları rehberliğinde bir kaç sergi daha geziyor, gece Antik Tiyatroda görsel şölen yaşıyor, fotoğrafla yatıyor fotoğrafla kalkıyoruz. Bir fotoğraf severin başına gelebilecek en mutlu şey, açılış haftası boyunca burada olmak. Dünyanın en ünlü fotoğrafçıları, ustalar, fotoğraf editörleri, fotoğraf/sanat eleştirmenleri, fotoğraf küratörleri, müze yöneticileri, koleksiyonerler, profesyonel fotoğrafçılarla bir arada  olma şansı yakalanıyor. Tüm fotoğraf severler ve fotoğraf tutkunları bir araya geliyor ve fotoğrafla/fotoğraf sevgisiyle yaşıyorlar, fotoğrafı tartışıyorlar. Festivalin adı da zaten “Fotoğraf Karşılaşmaları”. Festival  2 ay boyunca sürüyor. Arles’da ve çevresinde tüm otel ve pansiyonlar aylar öncesinden dolmuş oluyor. Ancak 30-40 kilometre dışındaki bölgelerde kendinize yer bulabiliyorsunuz. 

Bu benim 4. festivalim, en görkemlisi. Diğer gelişlerim Workhshop’lar için olmuştu. 1 Hafta boyunca ustalarla çalışma olanağı bulmuştum. İspanyanın tek devlet sanatçısı ünvanlı fotoğraf sanatçısı Alberto Alex-Garcia, Claudine Doury, Lea Crespi’den öğreneceklerimi öğrenmiştim. 2 ay boyunca her hafta 3-4 değişik hoca 10 kişilik gruplara üst düzey kurslar var. Festivalin 3 katlı bu iş için asırlık bir okulu da var. Sadece  bu stajlar için kullanılıyor. Festivalin ayrıca her yıl anlaşma yaptığı önemli ve daha az önemli 20 kadar sergi ve yönetim noktaları var. Fanton denilen nokta karargah, tüm festival buradan yönetiliyor. Demir yollarının “Mekanik” denilen eski atölyeleri çok geniş bir mekan ve festivale hizmet ediyor. Ressam atölyeleri, kiliseler, resmi binalar, Van Gogh vakfı ve Mistral en önemli mekanlardan. Bazılarında değişik salonlarda  6-7 sergi aynı anda yapılıyor.

50 yıl için açılış konuşması yapan Susan Meiselas onur konuğu. Gogh vakıf binasının üst katını Suzan Meiselas ile Eva Arnold ve Abigail Heyman’a ortak sergi açmışlar. Konu ortak olduğundan sorun olmamış. Kadın zaten bu festivalin ana temalarından. Helen Lewitt sergisi en önemli sergilerden.  Bu festivalde kadın fotoğrafçılar dışında  vintage fotoğraf, Brut fotoğraf öne çıkartılmış. Asya konuları ve fotoğrafçılarının ağırlığı hissediliyor. Brut fotoğraf sergisi etkileyici Bruno Descharme adlı bir sinema yönetmeninin yıllarca topladığı 8000 brut fotoğraf koleksiyonundan seçilmiş fotoğraflardan oluşmuş. Brut fotoğraf fotoğraf dünyasının tanımadığı, sanat çevresi dışında kalmış az saydaki marjinal ve esrarengiz kişilerin yaptıkları işlerden oluşuyor. Marjinallerin hikayelerini anlatıyor. Son yıllarda öne çıkan fotoğrafçılara baktığımızda  bu fotoğrafçıların seçtikleri konularda da geceye akanların karanlık alanların ve  marjinal yaşamların öne çıktığını fark ediyoruz. Fotoğrafları da aynı şekilde low key çalışmalar.

Vintage fotoğraflara gelince ana sergi 4 katlı Ortiz vakıf binasındaki “What’s Going On” adlı sergi. Marvin Gaye’in sergiye adını veren önemli şarkısından yola çıkan sergi hem Motown plak şirketinin yaptıklarını hem de 70 li yılların felsefesini sorgulayan bir sergiye dönüşmüş. Obama Motown için “ Motown beni şu an olduğum adam etti” demiştir. Çok önemli… Marvin Gaye, Diana Ross, Stevie Wonder, The Jackson 5, Temptation, Four Tops ve Supreme plaklarının kapaklarının fotoğraflarından yapılan kolaj bizi o yıllara alıp götürüyor. Bir kaç şarkı beynimizde çalıyor; “Dancing in the street”, “I just call you to say I Love you”, “Papa was a rolling stone”, “Reach out, I will be there”, “Please Mr Postman” bizi alıp başka yerlere götürüyor. Fotoğrafın her zaman görüntü demek olmadığını çok daha fazla şeye hizmet ettiğini bilenlerdeniz.

Villa Bankemon’ da Andy Warhol, Robert Mappletrophe ve başka fotoğrafçıların 40X50 cm’lik dev polaroidlerinin olduğunu duyuyoruz  ancak villa her türlü etkinliğe kapalı. Ancak Polariod sponsorluğunda açılan bir galeride “30 years of Poloraid Photography by Robby Müller” adlı sergiyi geziyoruz. Serginin adı “”Like sunlight coming throught the clouds”. İlk çıktığında 2 kg olan Polaroid sanırız geri geliyor. Welcome Polaroid seni Vinyl plaklar gibi karşılarız. Pamuklara sararız.

Anonim Proje adlı sergi  2,5 yıl boyunca toplanan Kodakrom dialardan yapılmış bir başka sergi, Ressamlar evinde ve etkileyici.

Martin Parr 50 yıl için 50 kitap seçmiş. İlginç bir sergi  kitap sevenleri mutlu edecek cinsten. Martin Parr’ın bizim seçeceğimiz fotoğraf kitaplarının seçmeyeceği aşikardı zaten 10 tane kitabı ancak tanıyoruz. Cahilliğimize mi vermeli yoksa fotoğraf dünyasının dipsiz kuyu olmasına mı bilemedik doğrusu.

Festival için 50 yıl boyunca her yıl bir afiş üretilmiş 1985 yılının afişini ingiliz ressam  David Hockney boyanmış.

Yıldızı parlayan fotoğrafçılardan amerikalı Stacy Krenitz “fotoğraf beni yaşama döndürdü” diye slogan koymuş ama bence pek de etkileyici bir slogan olmamış. Fotoğraf bir şekilde hepimizin hayatını etkilemiyor mu, dönüştürmüyor mu? Bendeniz KBB doktorunu bu satırları yazan bir fotoğrafçıya dönüştürmedi mi? Stacy 10 yıl boyunca ıssız ve fakir Tenesse eyaletinin Appalaches bölgesinden getirdiği çarpıcı görselleri sergilemiş. Dokümenter lezzetindeki fotoğraflarda çoğu kendisini kullanmış.

Meiselas dışında onur konuklarından biri de Mohamad Bourouissa. Festival kendisine Monoprix büyük mağazasının 2 katını ayırmış, o da kendi retrospektifi sergisi olarak çok önemli işlerini taşımış. Çoğu video instalasyon ama Paris banliyösünün marjinal kesimi işe ilgili projeleri de var. Ayrıca 60 lı yıllar da projeler yapan Jacques Wildenberg’in eserlerini de kendi sergisine alarak onu da onurlandırmış.

“Home sweet home” sergisinde 30 ingiliz fotoğraf 40 ingiliz evi iç dekorasyonu ile görseller sergilemişler. Evler burjuva evlerinden New Castle işci evlerine kadar değişik bir yelpazeyi kapsıyor.

Geliyoruz Libuse Jarcovjakova’ya. Devasa Sainte Anne kilisesinde sergisi var. Çek Nan Goldin diye anılıyor kendisi. 70 li yıllarda Prag underground yaşamından sahneleri gözlerimizin önüne başarıyla sergilemiş. Çok etkileyici bir sergi. Festivalin yıldızlarından. 

Dikkatimizi çeken bir kaç sergi; Philippe Chancel’in “Datazone”u. Afganistan savaşları, Kuzey Kore diktatörü ve Fukushima’dan görseller sergileniyor.

Hatta Türk-Bulgar, Yunan-Makedon sınırlarının dikenli telleri de fotoğraflar arasında.

Diğer dikkatini çeken olay “Photobus” olayı. Genç Alman fotoğraf okulları öğrencileri aralarına başka ülkelerin öğrencilerini de alarak otobüslerinin dışını boyamışlar ve Arles’a doğru yola çıkmışlar. Otobüsü Place Major’a park edip dertlerini anlatmaya başlamışlar. Saman kağıdına bastıkları fotoğraf kitaplarını 10 euro ya satıyorlar. Bir alman öğrenci bizimle ilgileniyor ve bize kitabını ve Photobus’ü  tanıtıyor. “Bithch, I am drowning” adlı kitabını almadığımıza hayıflanıyoruz. Gençleri yüreklendirmek gerek. Ama her taraf fotoğraf kitabı dolu hangi birisini alalım ki? Aldık tabii ki. Festivalin kitabını, Fish Eye dergisinin  festival için hazırladığı kitabı hatta Arles fotoğraf festivalinin 50 yıllık serüvenini anlatan ve  kısa sürede tükenecek kitabını bile aldık. Al, al nereye kadar? Fransız komünist partisi binasının önünde devasa kitap tezgahında Merih Akoğul’un Montreal’de bir mevsim kitabını görmek bizi şaşırtmadı. Bizi şaşırtan onun hala Arles festivali tarafından davet edilmemiş olması. Türk fotoğrafçılarının dünya arenasında yerini alamaması bizi üzüyor. Zaman zaman türk fotoğrafçılarının isimlerini bazı uluslararası fotoğraf etkinlilerinde okumak, görmek yüreğimize su serpiyor. Arles’ın kıdemli türk fotoğrafçılarından Atilla Durak’ı bu sene açılış haftasında gözlerimiz aradı ve memlekete dönmek üzere gara giderken yakaladık. Neden Türk fotoğrafçılarının olmadığını şöyle izah etti. Baş vurmak , festivalde yar alabilmek için çaba sarfetmek gerek dedi. Bu Arles festivalinde türk fotoğrafçı sergisi göremedik ama Emeric Lhuisset adlı Fransız sanatçının sansürün yok ettiği medya için yarattığı gazeteyi bulduk. Sergisini gezdik taraflı politik mesajlarını aldık. Bazı gerçekleri yıllardır gerektiği gibi anlatamadığımız için hata yaptığımızın zaten farkındayız. Gazete/sergi 19 yerin gök yüzlerini ve bulutlarını gösteriyor ama altında olup bitenden haberimiz olmadığını da gözlerimizin içine sokmak ister gibi. Nereleri mi var; Sur, Silopi, Yüksekova, Şırnak, Hasankeyif, Nusaybin, Van, Trabzon, Taksim meydanı/Gezi, Demokrasi parkı/Ankara.

Festivalin sponsorlarına gelince kimler yok ki? Milli eğitim bakanlığından tutun, çeşitli devlet kurumları dışında Olympus, BMW, LUMA, Devlet demiryolları, Kering, Arte, LCI TV, Le Pointe dergisi ve Madame Figaro ve diğerleri…

Festivalle ilgili biraz rakam verelim. Başlangıçta 10 kadar sergi yapılırken 2002 de 45 e çıkıyor. Ziyaretçi sayısı 2016 da 140.000, geçen yıl 140, bu yıl en az 150.000. Ziyaretçilerin sergilere giriş sayısı 1,5 milyonu bulmuş. Yani ortalama 10 sergi geziyorlar. Bazıları benim gibi 20-25 sergi geziyor. Festivali Başkan’lar da ihmal etmiyor. Mitterand da gelmiş Macron’da. Festivale bir gelen bir daha geliyor yani alışkanlık yapıyor. Ziyaretçilerin 2/3 ü eski ziyaretçilerden oluşuyor. Resmi sergi sayısı 50 iken Voie Off diye bilinen paralel festival sergileri küçük makanlara taşıyor ve 160 sergi açıyor.

Bu yıl kadın fotoğrafçıların ön planda. Onur konukları  Susan Meiselas, Helen Lewitt, Sabine Weiss. Ödüllerin çoğu kadın fotoğrafçılara gidiyor. Dior genç fotoğrafçılar ödülünü Çinli 21 yaşındaki Gangao Lang’a variyor. 10.000 euro.  Geçen yıl ödülü Koreli Yoonkyung Jang kazanmıştı. Madame Figaro dergisi ödülünü “Les Vivants, les morts et ceux qui sont en mer” adlı projesi  ile yunan asıllı 40 yaşındaki Evangelia Kranioti alıyor. 8 tane çok önemli kadın fotoğrafçı arasından sıyrılıyor. Bu 8 fotoğrafçıdan Ouka Leele ve  Valerie Belin’in de sergilerini gezdik. Nefes kesici sergiler. Valerie Belin modellerinin yüzlerini boyayarak ve photoshop’u mükemmel kullanarak olağanüstü portreler ortaya çıkartmış. Ouka Leele ise siyah beyaz çektiği fotoğrafları boyayarak kendi imzasını atmış. Ouka dan da çok etkilendiğimi söyleyebiliriz. Festival de çok etkilenmiş olmalı ki Festival kataloğu için onun bir eserini seçmiş. Jürinin ne kadar  Evangelia’nın sergisi Chapelle Saint Martin du Mejan’da. Bize göre Festivalin incisi, lokomotif sergisi. Her fotoğraf bizi bir yerimizden yakalıyor, bir yerimizden yaralıyor. Komşu fotoğrafçı sinema eğitimi almış çok başarılı ve nefes kesici bir sergisi hazırlamış. Önümüzdeki yıllarda fotoğraf dünyasında sık sık ismini duyacağınıza iddiaya girebiliriz.

Arles Ulusal  Yüksek Fotoğraf okulunu kurmuş. Lise sorası master yapmak istemeseniz 2 yıllık bir eğitim. Öğrenciler işlerini Arles tren istasyonun karşısındaki spor salonunda sergiliyorlar. Görülesi işler var. İşler böyle yürüyor. Eğitim önemli. Festivalde bir nokta da bu konuda açılmış durumda.

Ünlü şampanya markası Roederer’in 15.000 euroluk ödülünü ise Macar Mate Bartha aldı. Kafasına torba geçirilmiş askerleri gösteren fotoğrafı ile bize bazı kötü anılar yaşattı. Aslında kafasına torba, kese kağıdı vs geçirerek çekilmiş kendini, kişiliğini gizleyen portre fotoğrafları son zamanlarda çok gözde. Festivalde de çok örneklerini gördük. Bazı fotoğraflarda ise fotoğrafın yüz kısmı yırtılarak veya silinerek kişilik dağılması anlatılmak isteniyor. Hepsi Arles festivalinde… Temmuz ve ağustos ayında açığız gelin bekleriz..

Fotoğrafın yazlık başkenti ; Arles festivalinin 50 yıllık geçmişi

Fotoğrafa meraklı olanlar Arles Festivali’nin adını bir şekilde mutlaka duymuşlardır.

Arles fotoğraf festivalin temelleri 50 sene önce zamanın önemli fotoğrafçılığından Lucien Clergue ve yazar Michel Tournier tarafından atılmıştır. Her yıl 100.000 kadar ziyaretçi ile dünyanın en önemli fotoğraf festivali olarak kabul edilmektedir. Bu sene 50. yaşını dolduracak festivalde yine her yıl olduğu gibi çeşitli kulvarlar mevcut. Bunlar arasında en önemlisi sergiler. Sergiler de kendi aralarında alt gruplara ayrılmış durumda. Örneğin davetli fotoğrafçılar sergileri. Yıldızı parlayan fotoğrafçılar sergileri, doğum günün kutlu olsun sergileri, sanal gerçeklik sergisi, “Öteki” fotoğraf sergisi, görüntü yapılandırma sergileri, yeniden okuma sergileri, yaşam alanları sergileri, “Vücudun silahtır” sergileri gibi alt başlıklar mevcut. Sergilenen önemli sanatçıları arasında sayabileceklerimiz şunlar Susan Meiselas, Berenice Abott, Helen Lewitt, Atwood, Murakami, Marten Parr’ın kitapları, Nan Goldin vb.

Temmuz ayinin ilk haftasında yani açılış haftasında Arles’ın büyük antik tiyatrosunda Suzan Meiselas konuştu bütün fotoğraf yaşamını anlattı.

Arles fotoğraf Festivali’nin kuruluşu ikinci Dünya Savaşından hemen  sonralara rastlar.  Kentin ünlü müzesi bombalanmış olduğu için için müzeye bağış toplama gereği vardır . Müze çağdaş sanatçıları davet eder, bu arada Lucien Clergue’i de fotoğraf bölümünü kurmak için davet eder.

Lucien Clergue’in görevi bir koleksiyon oluşturmaktır. Müzenin müdürü tarihçi Jean-Maurice Rouquette Lucien Clergue ile  birlikte bir mektup yazarlar ve 40 fotoğrafçıya gönderirler. Fotoğraflarından bazılarını müzeye hediye etmelerini isterler. 39 undan olumlu cevap gelir. Bunların arasında Paul Strand, Brassai, Robert Doisneau, Rene Burri, Man Ray, William Klein vardır. Bu ikili yanlarına yazar Michel Tournier’i de alarak 1970 yılında üç günlük bir fotoğraf festivali düzenlerler.

Ellerindeki koleksiyondan dört tane sergi çıkar. Bu yıl 50 incisi kutlanacak festivalin bir önemli yanı da festival fotoğraflarından bir serginin yapılıyor olması bu sergide çok önemli Fotoğrafçıların festival sırasında çektikleri fotoğrafları göreceğiz. Festivalin bu konuda çok geniş bir koleksiyonu olduğu biliniyor. Binlerce olduğu bilinen bu fotoğraf koleksiyonundan festivalde önemli bir sergi yapılıyor

Ünlü İngiliz ressam David Hockney 1985 yılı Festival afişini yapar.  Bu sırada Lucien Clergue’in çektiği fotoğrafları da görüyoruz. Andre Kertez Arles sokaklarını çekmeyi tercih eder. Manuel Alvarez Bravo ve başka bir çok önemli fotoğrafçı da Arles  fotoğraflarını festivale teslim ederler. Son zamanlarda Jane Evelyn Atwood 26 fotoğrafını koleksiyona katmıştır. Raymond Depardon geçen yılki sergisinden sekiz eseri festivale vermiştir. Savaş sonrası yıllarda Fransadaki ilk heyecan geçtikten sonra fotoğrafın merkezi New York’a ve Amerika’nın batı yakasına kaymıştır. Magnum ajansı daha çok röportaj ile ilgilenmektedir 1960’lı yıllarda fotoğrafçı olmak demek fotoğrafın sanatsal ve sosyal yönlerinden uzak durmak anlamına gelmekteydi. Provence bölgesinde Lucien Clergue de bu atmosferden etkilenmiştir. Buna rağmen New York daki MoMa çağdaş sanat müzesinde 27 yaşında ilk sergilenen Fransız fotoğrafçısı olma onurunu da yakalamıştır. Lucien Clergue Jean Cocteau ve Picasso ile arkadaştı. Clergue’in fotoğraf kitaplarında Cocteau ve Picasso’nun  desenleri vardır.  Ünlü şair Paul Elouard şiirleri de kitaplarını süsler. Lucien diğer kurucular gibi Arles’lıdır ve yoğun bir kültürel aktivite içindedir. Tarihçi arkadaşı Jean-Maurice Rouquette Reattu  müzenin müdürüdür ve müzede ilk fotoğraf koleksiyonunu yapan yöneticidir. Üçüncü arkadaşları ise Michel Tournier televizyonda prodüktördür, “Karanlık Oda” adlı sadece fotoğrafa adanmış bir program yapmaktadır. Bu üç Arles’lı entelektüel Belediyenin yaptığı festivalin içine üç günlük fotoğraf festivaline monte etmeyi başarırlar.

O tarihlerde müzelerde fotoğraf yoktur. Festival süratle adını duymaya başlar 1974’te Ansel Adams ve Jacque Henri Lartigue, Henri Cartier Bresson’u ve Brassai’yi ikna ederek festivale katkılarını sağlarlar. Bu festival basit bir fotoğraf kulübünün etkinliği değildir. Tam tersine festival Immogen Cunningham, Marc Riboud, Edouard Boubat, Jeanloup Sieff, Robert Doisneau gibi önemli fotoğrafçıların sergileriyle ilerler ve gelişir. Festival sırasında toplantılar, yuvarlak masa toplantıları ve münazaralar yapılır. Devletin fotoğrafı hak ettiği değeri vermesi için çalışmalar yapılır. Çünkü bu dönemlerde devlet fotoğrafla ilgilenmiyor ve bazı kültürel çevreler de fotoğrafı küçümsüyor hatta aşağılıyorlardı.

Arles Buluşmaları Festivali adı altında festival kurulduktan sonraki 15 yıl içinde Arles kasabası fotoğrafın başkenti olmayı başarmıştır. Bölgedeki bir çok sanatsever bu festivali maddi olarak desteklemiştir. Kurucular da ilk 15 senenin sonunda hala hayattadırlar ve aktiftirler ancak Clergue başkanlığı Bernard Perrine’e bırakmıştır ama her şeyi gözlemeye devam etmektedir. 1974 yılında Clergue’in yarattığı workshoplarla festival yerini sağlamlaştırmıştır ve katılımcı sayısı süratle artmıştır. Gilles Le Querrec, Marc Riboud, Abbas, Ralph Gibson ve Sebastiao Salgado festivali onurlandırlar. Festivale bazı fotoğraf editörleri ve galeri sahipleri gelip fotoğrafçıların fotoğraflarını inceleyip görüş bildirirler. Amatör ve profesyonellerin portfolyolarına bakılır yorum yapılır. Sergilerin sayısı artar. Izis, Lisette Model, William Klein, HCB, Manuel Alvarez Bravo, Willy Ronis onur misafirleri olurlar.

Ancak Arles fotoğraf festivalinin esas  ilgi alanı sunum geceleridir. İlk başlarda Reattu Müzesi’nin avlusunda yapılan geceler daha sonra Piskoposluğun avlusuna geçer. Seksenli yıllarda artık bu avlulara da sığamayan kalabalık antik tiyatroya taşınır. Sergilerde çok sayıda olduğu için müzelerden çıkıp şehrin değişik alanlarına ve değişik noktalarına taşınmak zorunluluğu ortaya çıkar.  Terk edilmiş kiliseler eski hastaneler ve benzeri binalar kullanılmaya başlanır. Bu şirin kasabada fotoğraf festivali 1982 yılında çok önemli bir gelişmeye sahne olur. Kasabada Milli Fotoğrafı Okulu açılır. Bu okulun açılması ardından Arles fotoğrafın başkenti haline gelir. Okulla festival arasındaki derin bağlar bir kazan kazan etkisi yaratır. İkisi birlikte  gelişmeye devam ederler. Seksenli yıllardan sonra festivalde biraz güç kaybı ortaya çıkar. Sponsorların azalması belediye ve basının eleştirileri kurucu başkanın geri çekilmesine neden olur. Yerine François Hebel sahne alır. Hebel henüz 28 yaşında bir gençtir. Sergi alanlarını çoğaltır. Demir yolları işletmesinin eski tren tamirhanelerini festivalin bünyesine katar. Kodak sponsorluğu ile  Annie Leibovitz, Nan Goldin, Georges Rousse gibi önemli isimleri festivale çeker.  Ancak Hebel çok yenilikçi olduğundan yıldırımları üstüne çeker, Magnum’dan aldığı teklifin de etkisiyle festivalden ayrılır. Daha sonraki 15 yıl içinde çok değişik sanat direktörleri arkası arkasına festivali yönetirler. Festival fotoğrafın tüm yönlerini ele alıp genel bir fotoğraf festivali olduğu için Paris’teki fotoğraf fuarıyla rekabet etmeye başlarlar. Ardından “Perpignan görüntü için vize” gibi tematik festivaller ortaya çıkar ve rekabet oluşur. Bu festivallerin hepsi Arles’ı örnek almışlardır.  Bazı festival yöneticileri sadece bir sene durur sonradan tekrar eski işlerine dönerler. Bunlar arasından Agnes Gouvon bir kaç ay içinde hazırladığı programla ekonomik durumu düzeltir. Aslında gelip giden tüm başkanlar kendi bakış acılarına, çevrelerinin de desteği ile festivale değer katmışlardır. Dünyanın bütün ülkeleri festivalde temsil edilmişlerdir. Gelmiş geçmiş başkanların  hiçbiri işletmeci değildir hepsi sanatla ve  fotoğrafla ilgili kişilerdir bu nedenle festival gırtlağa kadar borç içine girer. 2001’de kasabaya komünist  belediye başkanı seçilir. Bu belediye başkanı Herve Schiavetti ve  kurucu başkan Rouquette  festivale Francois Barré adlı üst düzey bir yönetici atarlar. Berré ise  Hebel’i yeniden davet ederek yeni bir iş tanımı ve çalışma programı yapmasını ister. Hebel 2014’e kadar 12 sene boyunca festivali yönetir festivalin mali işleri düzelmiş yeniden dinamizm kazanmış ve halkın gözündeki elit yeri normale dönmüş ve daha geniş kitlelere ulaşması sağlanmıştır.  Hebel Paris’teki Magnum ajansını yönetmiş ve Avrupa Corbis başkan yardımcısıdır, pazar araştırmaları yapmayı ve finansal bilançolar çıkartmayı çok iyi bilen, çevresi geniş etkili bir kişiliktir. Sergi sayısı 50 ye yaklaşır. Festivali profesyonel hale getirir bir bayram havasına sokar ve daha geniş kitlelere ulaştırır. Martin Parr, Raymond Depardon, Christian Lacroix ve Nan Goldin gibi ünlülerden ve çevrelerinden büyük destek görür. 2002 yılında festivale önemli bir ödül koyar. Dijital fotoğrafın festivaldeki yolunu açar. Yeni yeni yükselmekte olan ülkelerin fotoğraflarını tanıtmaya başlar, gece sunumları yerini tamamen sergilere bırakmıştır. Festivalin süresi de temmuzdan eylüle kadar uzamıştır. Daha önceleri resmi olmayan portfolyo okumaları Photo Review & Gallery aracılığıyla profesyonel hale getirilir. Profesyonellerle amatörler arasındaki portfolyo değerlendirmeleri dakikaya ve ücrete bağlanmıştır. Bu okumalar sırasında dikkati çeken portfolyolara sergi teklifleri yapılır. Daha sonraki yıllarda başka ödüller festival süslemeye başlar. Örnek Luma ödülü bunlardan biridir. 2013 yılında 83.000 kişi festivali ziyaret eder. Hebel ile Luma arasında demir yolları işletmesinin alanları yüzünden tartışma çıkar ve Hebel yardımcıları festivalden çekilirler. 2015 yılında Sam Stourdze festival başkanı olur. Genç Sam Stourdze daha önce Lozan Elize Müzesi’nin başkanlığından festival başkanlığına davet edilir. Sam sergiler için yeni yerler özellikle de tarihi mekanlar içinde farklı yerler keşfeder. Festival profesyonelce yönetilmeye başlar. Küratörler artar,  ulusal ve uluslararası kurumlarla ilişkiler geliştirilir. Burslar verilir, araştırmalar yaptırılır. Festival fotoğraf tarihini ön plana alır. Koleksiyonerlerle ilişkileri arttırır. Tematik sergileri tercih eder. Büyük ustaların retrospektif  sergilerini müzelere bırakır. Sam Stourdze daha çok dokümanter fotoğraf ve kurgu fotoğrafları üzerinde durur. Sergiler, arşivlere, amatör dokümanlar ve fotoğraf objeleri birbirlerine karışırlar. Sosyal sorunlar, tarihi anlar Sam’ın ilgi alanına girer. Şehrin belirli bir bölümünde seçilmiş 30 fotoğrafçının fotoğrafları duvarlara yapıştırılır. Festivalde sanal gerçeklik, video ve filmlere yer açılır.  Bu alana da hem bir yarışma hem bir ödüle atanır. Bunların dışında festivalde fotoğraf kitap çok önemli bir yer alır. 1000 metre karelik bir alanda “kitap köyü” denilebilecek büyüklükte yüze yakın uluslararası fotoğraf yayınevinin bulunduğu bir yer açılır. Sam Stourdze bir işletme mühendisi gibi Fransa ve uluslararası platformda ki fotoğraf potansiyelini görerek 40 yıllık festivalin gücü ile festivalin ağırlığını daha da artırır. Festivali Fransa’nın değişik noktalarına taşır. Çin’de paralel bir festivali için Çinli bir ortak bulur ve birlikte Arles festivalini Çine taşır. Günümüzde “Arles Buluşmaları festivali” 50 yıl sonra fotoğraf alanında çok önemli bir rol oynamaktadır. Kurumların fotoğrafı kabul etmesinde ve fotoğrafın geniş kitlelere yayılmasında çok önemli bir rol oynar. Arles’da kurulan Milli Yüksek Fotoğraf Okulunun mezunlarıyla ortaklaşa fotoğrafı dünyanın çeşitli yerlerine tanışmayı amaçlamaktadır. Kurucu başkan Clergue’in başlattığı kurslarla her yıl çok sayıda amatör fotoğrafçı profesyonel fotoğrafçılığa adım atar.  Arles festivali her yaz çok büyük heyecan yaratır  ve çeşitli sergiler ve aktivitelerle dünyanın fotoğraf başkenti olmayı fazlasıyla hak eder.

La Cappadoce de Mehmet ÖMÜR

Paris’te 11 rue de Belzunce 75011 ardesindeki Fotoğrafçılar evinde dün akşam açılışını yaptığım,”La Cappadoce de Mehmet OMUR” adlı Kapadokya sergime gelen, benim yüreklendiren tüm dostlarıma, UPP Profesyonel Fotoğrafçılar derneği başkanı Philippe Bachelier’e, Sergiler sorumlusu Michel Rager’e, Paristeki Türk başkonsolosumuz Barış Tantekin ve eşi Damla Tantekin’e, Pasha Tours sahibi Mümtaz Teker’e, Paris Anadolu Kültür Merkezi Başkanı Dr. Demir Onger’e, Fransa Türk Kültür Birlikleri Derneğin Başkanı Lütfi Bilgen’e, Çok değerli Müzik insanımız Neyzen Kutsi Ergüner ve eşi Arzu Erguner’e, Fehmi Yaramış’a, Paris Kültür Sanat Derneği Başkanı Ali İnan’a Fotoğrafçı Latife Solak Baudet’e, Sevgili kardeşlerim Lütfi Bilgen, Mustafa Şahin, Taylan Kunal, ve Uğur Can Erol’a, Arkadaşlarım Anne Marie Terel ve Füsun Tarhan’a ve Serpil Doğan’a, Fransız dostlarım  Mady Chabrier, Sylviane Laporte’a, Ressam dostum Farhad Ostavani’ye, Arkadaşım Ara Kebapcioglu‘na, güzel fotoğrafları çeken Hodri Meydan online haber ajansı sahibi Tansu Sarıtaylı‘ya, Mustafa Aslandoğu’ya, Dogan Elat‘a, İsmail Bosca’ya, La Petite Galerie sahibi Jacqueline Ustenel’e Galerinin sanatçıları Guillaume Tournebize’e ve Diane Nioche’a, Dostum Jean Baptiste’e, Anadolu radyo sahibi Ali Sarıca’ya, Sandra Chenu-Godefroy Serginin kürasyonunda yardım eden Julien Personnaz’a teşekkürlerimi sunuyorum.
Serginin hazırlanmasında ve açılışında büyük emeği geçen sevgili eşim Emel Ömür’e de sonsuz teşekkürler. O olmasaydı serginin bu kadar başarılı geçmesi mümkün olmazdı.
Not; Sergi sırasında tanıtımı yapılan “Cappadocia” kitabının hazırlanması sırasında tüm kitap tasarımını özel font yaratarak başarıyla tasarlayıp tamamlayan Mehmet Ali Türmen’e, fotoğrafların seçimini ve editörlüğünü yapan Fethi İzan’a ve kitabın mükemmel bir hassasiyetle basılmasını sağlayan Türkiyenin bir numaralı fotoğraf kitap matbaası A4Ofset sahibi Alparslan Baloğlu’na ayrıca sponsorlar Hadosan Fehmi Yazıcıoğlu, MEDİ ve Mahmut Kavran’a da teşekkürlerimi tekrarlıyorum. Onlar olmasalardı KİTAP, Kitap olmasaydı da bu sergi olmazdı.

İlham mı? İntihal mi? İşte sorun…

Bir hafta ara ile gezdiğim iki serginin ardından Photo Reponse’daki bir tartışma bana bu soruları sordurttu desem yalan olmaz.


Birinci sergi Istanbul Fotoğraf festivali çerçevesindeki Sandro Miller’in sergisi. Beşiktaş’daki eski hal meydanında..

Bu sergi Sandro Miller’in model olarak ünlü John Malkovich’i kullandığı ve fotoğraf tarihine mal olmuş ünlü fotoğrafçıların ünlü fotoğraflarını yeniden canlandırdığı eserlerden oluşan çok önemli bir sergi. Ustalara saygı sergisi olarak nitelenen bu sergi 7 Kasım 2014 de Chicago’da Catherine Elmann Galery de açıldı ve üç ay boyunca sergilendi. Sergiden bir hafta önce de bu çalışması ile Lucie Foundation Carnegie Hall da Sandro Miller’e “Yılın International fotoğrafçısı”ödülünü verdi. Bu olaydan tam 2 yıl sonra Pariste benzer bir sergi açıldı. Olayın şöyle geliştiğini anlıyoruz; 

Geçen yıl Arles da Sandro Millerin sergisi fotoğraf festivali sırasında yeniden sergilenir. O sırada orada bulunan fransız fotoğrafçı Catherine Balet bir yemek sırasında tesadüfen çizgili tişört giymiş kişiyi Picasso ya benzetir ve gözlerinin önünde Robert Doisneau’nun ünlü Picasso fotoğrafı canlanır. Balet, Sandro Miller’in serisine benzer bir proje başlatmaya karar verir.

İki fotoğrafçının çalışmalarını incelerseniz birbirlerinin çok benzeri olduğunu görürsünüz. Sadece bazı ünlü fotoğrafçı seçimide farklılıkları vardır. Fransız Catherine Fransız hümanist fotoğrafçılarına ağırlık verirken Sandro Miller doğal olarak amerikalı fotoğrafçıların ikon fotoğraflarını almıştır.  

Ancak bazı fotoğraflar ise tıpatıp aynıdır. Balet, Miller’in fikrini çalmış mıdır? ilham mı almıştır? 

İsterseniz bakalım;

Sırasıyla Diane Arbus’ün  “A young man in curlers at home on West 20th Street ,  NYC” adlı 1966 da çektiği fotoğraf. Yanında Miller’in 2014 de John Malkovich ile yeniden yarattığı aynı fotoğraf ve 2016 da Balet’nin Picasso benzeri RIcardo Martinez-Paz ile yaptığı portre çalışması.




Bir örnek daha verirsek ünlü Fransız fotoğrafçı Richard Avedon’un arıcı fotoğrafı hem    Miller hem de Balet tarafından 2 yıl ara ile tekrar tekrar yorumlanmıştır.

İki fotoğrafçının benzer başka fotoğrafları da var.. Annie Leibovitz / John Lennon and Yoko Ono 1980, Horst P. Horst / Mainbocher Corset, Paris (1939) gibi. Burada “İlham mı değil mi? konusunun  yorumunu okuyucuya bırakmayı tercih ediyorum.

Ancak yorumunuz ne olursa olsun fotoğrafa meraklı iseniz ve yolunuz Parise düşerse bu sergiyi mutlaka gezmenizi öneririm. Hatta 120 ünlü fotoğrafından yola çıkılarak yapılmış kitabı da alıp kütüphanenize koymanızı öneririm. Bu fotoğraflara dönüp dönüp bakmak çağımızın en önemli sanatı olmaya aday fotoğrafın tarihine zaman zaman dalmanızı kolaylaştıracaktır.

Adres; GALERIE THIERRY BIGAIGNON 9 rue Charlot  75003  Paris. 

Buradaki iki  çalışma birbirine çok benzer ve hiç bir fotoğraf eleştirmeni bu iki fotoğraf sanatçısının ilham konusuna dokunmamış. Oysa fotoğrafımı çaldın konusu Fransada iki fotoğrafçının neredeyse mahkemeye düşmesine neden olacaktı. 25 temmuz tarihli yılda 2 defa yayınlana 6 mois dergisinde Alain Laboile’in Niki Boon’a mektubunu ve Boon’un bu mektuba yazdığı cevap yayınlandı. Fransız Laboile Avustralyalı Boon’un fotoğraflarının kendisininkilere hem konu olarak hem de tarz olarak çok benzediğini örneklerle iddia ediyor. Boon da kendisinin Laboile’i takip ettiğini eserlerini çok beğendiğini ama amacının kopya etmek olmadığını öne sürüyor. İki fotoğrafçının sitelerine girip fotoğraflarını incelediğinizde ve mektuplarını okuduğunuzda ikisine de hak veriyorsunuz.

İsterseniz siz de bir göz atın; http://www.laboile.com/works.html ve http://www.nikiboonphotos.com/wild-and-free/.

Bana sorarsanız istikrarlı çalışması ile Boon’un fotoğrafçılığını çok beğendiğini söyleyebilirim. Derinlikli siyah beyaz çocuk ev aile fotoğraflarına hayran kalmamak olası değil. Ama Laboile’in “La famille” adlı serisini incelediğinizde aynı şekilde etkileniyorsunuz.

Burada aklımıza ister istemez  kadılık yapan Nasrettin Hocanın fıkrası geliyor. Hoca bir davada hem davalıya hem de davacıya haklısın, sen de haklısın dedikten sonra; ikisi birden nasıl haklı olur diyen hanımına, Hanım sen de haklısın yahu” der. Aslında olay sanıldığından daha kompleks. eserlerinin çalındığını iddia eden Laboile kimseden etkilenmedi mi acaba? İsterseniz Saly Mann’ın fotoğraflarına bakın http://sallymann.com/selected-works/family-pictures 

veya Magnum fotoğrafçısı Larry Towell e göz atın

Şaşırtıcı benzerlikleri göreceksiniz.

Belki de dönüp dolaşıp Türkiyenin en güzel fotoğraf kitaplarını basan A4 Ofset’in sahibi Alparslan Baloğlunun dediğine geliriz.

“Dünyada bütün fotoğraflar çekilmiş bana çekecek fotoğraf kalmamış”

Meraklısına not; https://tr.wikipedia.org/wiki/İntihal

Üç Günlük Tuhaf Bir Gezi Öyküsü

Üç Günlük Tuhaf Bir Gezi Öyküsü

  • Günaydın! G20 ye mi geldin?

Ha!, Ah!, uf!, zorla gözlerimi açıyorum, omzum ağrıyor. Uzun kuyruklu, alacalı kahverengi tonlarda, uzun tüylü, sevimli bir sincap gözlerimin içine bakıyor.

  • Hoş geldin, adım Lucy. Bana adımla hitap edebilirsin.

Şaşkınım…

  • Günaydın Lucy ben neredeyim?
  • Tam Central Park’ın ortasındasın. Biz sincaplar buraya takılırız. Paraşütünü açamamışsın… Yoksa böyle düşmezdin. Ama en güzel yere düştün. Hadi gel buradan çıkalım. Kapının önündeki Sinderella’nın arabasıyla gezdireyim seni.

Central Park’ın 5 Avenue ye açılan kapısından çıkıyoruz. Sinderella’nın arabasını atlar çekiyor. Kulaklarının üzerinde rengârenk tüyler, uzun püsküllerle süslenmiş atlar ve atlı arabalar…

Bir tanesine atlıyoruz.      Plaza Hotel’in Türk bayraklarıyla süslü kapısının önünden geçip Parkın etrafında turalıyoruz. Lucy bana sokuluyor. 

  • Buraları çok severim en çok meşe palamudu burada! 
  • En güzel meşe palamudu burada, en güzel yemekler nerede?
  • Le Bernardin, Per Se, Porter House, Gramercy Tavern, Babbo, Nobu daha bir sürü var. Sen paradan haber ver. Ha sahiden, Paran var mı?
  • Sen merak etme hallederiz….
  • O zaman gel SoHo ya gidelim….

Beni Metro ya indiriyor. İtalyan mahallesinden yeryüzüne çıkıyoruz. Güneş gözümü alıyor. Duvarlar grafitti dolu, gökyüzü masmavi. Gökyüzünde bir helikopter görüyorum. Lucy kuyruğunu oynatıyor pilotun yanındayız, Lucy bir omzumda bir kucağımda… Birbirimizi çok sevdik.  Pilot – ne güzel bir çift oluşturmuşsunuz diye iltifatta kusur etmiyor. 

  • Tanışalı 2 saat oldu diyorum. En güzel fotoğrafı nerede yakalarım. 

Aşağıyı gösteriyor…

  • Manhattan köprüsüne git oradan Brooklyn Köprüsünü çek, köprü en güzel oradan görünür.  Hudson nehrinin üzerindeyiz buraya göç kapısı Ellis adasını, Özgürlük Anıtını tanıyorum.
  • Kim tanımaz ki onları diyor Lucy
  • Amerika özgür mü? Diye soruyorum.
  • Bu kadar göç olmasaydı olurdu diyor.
  • Anlaşıldı sen Yahudi komşuya da tahammül edemezsin.
  • Bizim buraların yarısı Yahudi, biz onları severiz onlar da bizi idare eder, diyor.

Arka sırada Renkkörleri Adası, Karısını Şapka Sanan Adam romanlarının yazarı Oliver Sacks’la selamlaşıyoruz.”müzik ve beyin”  konulu konferans vermeye gelmiş buraya. 

  • Gelmezsen darılırım diyor.
  • Bakarız diyorum Lucy ile biraz işimiz var…

Helikopterden atlıyoruz. Brodway’e iniyoruz. Hair müzikalinin son biletlerini alıp içeriye dalıyoruz. Good Morning Starshine ve Aquarius şarkılarının 1979 yılı Milos Forman filmi aklımda. Lucy gözlerini kapıyor. Erotik sahnelerden rahatsız oluyor, sahnede ot içiyorlar. Çıkıyoruz.  

Akşam yemeğinde Lucy Le Bernardin’e yerimizi ayırtmış bile. Teşekkür ediyorum. Kulak kepçemin köşesinden bir fırt dişliyor. Bana da marine Japon salatalık eşliğinde Kampachi tartar ısmarlıyor. Çok beğeniyorum uzun kuyruğunu okşuyorum. Gurme menüyü keyifle bitiriyoruz. Şarapları onlar seçmişler.  Tatlar damakta kalıcı olarak yerlerini buluyor. Mutluyuz.

  • Dur daha bitmedi Blue Note’a cafe cognac içmeye gideceğiz. Manhattan Transfer’i dinleyeceğiz. 

Manhattan Transfer Chris Rea ya adadığı albümün tanıtımını yapıyor. . Louis Armstrong veya Nat King Cole’u dinlemeyi tercih ederdik. Buraya en çok onlar mı yakışırlar? Daha niceleri var; Duke Ellington, Billy Joel, Simon ve Garfunkel, Norah Jones, Jennifer Lopez, Mariah Carey, Barbara Streisand, Sammy Davis Jr. ilk aklıma gelenler….

Sabah kafama bir meşe palamudu fırlatarak uyandırıyor. Gezecek daha çok yer var, diyor.

Sabah sabah bir sergiye götürüyor. 

  • Sincap olmak daha iyi, bak sizinkiler Çindeki mahkumlara neler yapmışlar. Pariste protestolar nedenile kaldırılan sergide ilginç görüntülerle karşılaşıyorum. Herkesin yüreğinin kaldıramayacağı görüntüler. Damarları bırakıp tüm diğer dokuları yok etmişler bir kadavrada. Dünyanın etrafını 2 defa dolaşacak uzunlkuktaki kırmızı damarları  görünüyor havada ama vücut yok ortada. İlginç sanat eseri olarak kabul edilebilir. 
  • Kalb dışında burada herşey var diyor Lucy. 

South Street Seaport tan Pier  17 yi gezerek yukarı doğru yürüyoruz. Oradan yönümüzü İtalyan mahallesindeki festival çeviriyoruz. Bir ölümlünün görebileceği en büyük etin nasıl piştiğine şahit oluyorum. 

  • Lucy iştahım kaçıyor. 

Lucy ile türkçe anlaşıyoruz. Bizim türkçe konuştuğumuzu gören bir kaç Türk yanaşıp Lucy den yanak alıyorlar. Hertaraf insan kaynıyor. Işveçliler, Hintliler, Çekik gözlüler, Obezler, Sarıbenizliler, Aids’liler, Gayler, Zenciler….. 

  • Lucy kurtar beni….

Lucy beni deniz taksiye atıp Brooklyne çıkarıyor. Nat King Cole’ün evine götürüyor. Bu güzel şehire ait şarkıları dinliyoruz başbaşa….

Neler dinlediğimizi merak edersiniz diye şuraya yazıyorum.

 Neil Diamond’dan I Am, I Said“, ”  Jennifer Lopez’den Jenny From The Block , Stevie Wonder’dan Living for the City ,  Ricky Martin’den “Livin’ La Vida Loca”,  Suzanne Vega’dan Ludlow Street” ,  Paul Simon’dan “Me and Julio Down by the Schoolyard” , The Rolling Stones’dan  “Miss You” ,  Bee Gees’den  “Nights on Broadway” , Marianne Faithfull’dan “Penthouse Serenade” , Lou Reed’den “Perfect Day , Bob Dylan’dan Positively 4th Street” , Kenny G’den Tribeca” ….. 

Paramız azalınca Lucy beni Wall Street’in soğuk gökdelenleri arasında bir ATM ye götürüyor içinde dünyanın parası var görüyorum. Azıcık alıyorum. Aslında şehir para dolu… Lucy gökyüzünden paralar yağdırıyor kendimi “Lucy Harikalar Diyarında” hissediyorum. Lucy beni güzel gezdiriyor. Luna park’dan çıkarıp kitapçılara sokuyor..     Barnes &Nobles’den çıkıp Borders a giriyoruz. Ben kitap alıyorum 

Paul Auster in Moon Palace, J. D. Salinger in The Catcher in the Rye, Tom Robbins in Skinny Legs and All  romanlarını seçiyorum. Yolda okurum

Oku oku adam olursun!!!! Lucy benimle dalga geçiyor. Geçen hafta SoHo dan ve Beşinci caddeden çıkaramadığı Füsun hanıma şehri gezdirememiş. So Ho dünyanın moda merkeziymiş.

Lucy beni sinemaya götürüyor. Dünyanın sorunlarına karşı hassas kılmak itiyormuş. “Fuel” filminde bu büyük ülkenin dünyanın  petrolünün % 2 sine sahipken % 30 unu harcadığını öğreniyorum ama şaşırmıyorum. Sinema çıkışında fıstık dağıtıyorlar onun için beni bu filme getirmiş, Gala’nın kalabalık kalabalık görünmesine katkım oluyor. Ben fıstığa itiraz ediyorum.

  • Ben Buffalo Wing ve Bloody Mary isterim
  • Tamam sana spesiyal yaptırıyorum…
  • Lucy yoruldum dönelim!
  • Olmaz , “Babbo”’ da yer ayırttım diyor, Lucy . 

Hatırlıyorum Meral Demirel  bu restoranı önermişti. Daha sonra evinde DVD seyredecekmişiz. Sağlam filmleri varmış Lucy’nin. Washington parkının köşesinde Babbo’da  makarna ve şarap ziyafeti çekiyor rehberim bana… Aklıma Gilbert Becault ve Nathalie geliyor. Ben de Lucy ye bir şarkı yakabilirmiyim acaba?

Ama İstanbula gelirse Çiya da kebap yemeğe götüreceğime dair söz veriyorum. Ayrılacağız diye hüzünleniyoruz.

Ona film seyretmeye gidiyoruz.

Evinin duvarlarında komşularının fotoğrafları asılı.. Kimler yok ki. Woody Allen’i, John Travolta’yı, Susan Saradon’u,  Jack Nickholson’u  ve daha birçok tanınmış simayı seçiyorum.

Önüme bir sürü film DVD si atıyor: Marathon Man”  Hello, Dolly, West side Story, Midnight Cowboy, French Connection, The Godfather, Akbabanın üç günü, King Kong, Taxi driver, Saturday Night Fever. Manhattan, Sophie’nin Seçimi, Bir zamanlar Amerika,  Radio days, Wall Street, Ghost,  Kadın Kokusu

  • Seç bir tanesini seyredelim…. Bu filmler bizim mahallede çekildi.

Bir film seyredip kendi mahalleme dönüyorum………

Acemi Hocadan Çaylak Öğrenciye Fotoğraf dersleri

Ders 1

Hareketli konu fotoğrafları

  1. Önce çektiğin konuyu öğren. Sportif bir olay çekiyorsan o sporun kurallarını en azından temel kurallarını öğren.
  2. Olayın en önemli anının oluşacağı noktayı önceden belirle. Ardından o noktayı manüel olarak fokusla ve en önemli  anda üst üste kareler çek. Makinen fokus yapma işiyle  oyalanarak vakit kaybetmesin. 
  3. Enstantane sürati 1/500 den yavaş olmamalı.
  4. “Panning” denilen tekniği uygulamaya çalış. Panning demek makineyi hareketli olayla birlikte aynı yöne doğru hareket ettirmek demektir. Bu sayede olayın arkasındaki zemin hareket duygusu uyandıracak bir fluluk alır.
  5. Doğru yere yerleş. Olayın arka planını iyi hazırla. Arka plan karışıksa fotoğrafın güzel çıkmaz. 
  6. Uzun odaklı objektifle çekmelisin örneğin 300 veya 400 mm. Uzun süre bir olayı takip edeceğin için bir monopod üzerine koyman yorulmanı engeller.
  7. Makinenin düğmelerini, ayar yerlerini iyi öğren yoksa kafan “hangi düğme neyi ayarlıyor” konusuyla meşgulken iyi fotoğraflar çekemezsin. Makineni iyi tanı!!!!
  8. Yeni makineler arkası arkasına çekim yapıyorlar. Çok kısa oluşan bir olayı yakalayacağından bu “mod”u kullan çok sayıda fotoğraf çekmenin sana zararı olmaz kartında nasıl olsa kartında bol bol yer var.
  9. Çok  egzersiz yap, özellikle “Panning” yapmak tecrübe ister.
  10. Spor fotoğrafçılarının eserlerini incele. İnternette bulabilirsin. Örneğin Eadweard Muybridge, Bob Martin, Tom Jerkins ve Eamonn McCabe’nin fotoğraflarına bak.

Ders 2

Belgesel fotoğraf

  1. Fotoğrafın hikâye anlatsın. Bunun için dünyanın ucuna gitmene gerek yok. Mahallendeki bakkal veya bakkalın çırağı bile olabilir. Ama önce hikâye olacak bir konu bulmalısın.
  2. Mahalledeki dükkân veya dükkânda çalışan çocuğu çekecek olsan bile önce konuyu bir araştırmalısın. Fotoğrafınla söylemek istediğini kafanda kur. Bunu tek bir kare ile de yapabilirsin veya bir seri fotoğraf çekerek de gerçekleştirebilirsin.
  3. Çekeceğin fotoğrafın tarzını da belirle. Siyah beyaz mı çekeceksin yoksa renkli mi, doğal ışık mı olacak yoksa yoğun ışık kaynağı mı kullanacaksın karar ver.
  4. Konuna ve tarzına karar verdin şimdi doğru ekipmanını seç uygun bir lens bul. Üçayak kullanacak mısın? Kameranın pilleri dolu mu, kartlarının yedekleri var mı.?  Eksik alet edevat çekimini mahvedebilir.
  5. İzin al. Özellikle kişi çekiyorsan mutlaka izin almalısın. Ne yapmak istediğini açıkla ve uzun çekimler yapacaksan kişilerle daha öncesinde sıcak ilişki kurmaya çalış.
  6. Acele etme. En iyi belgesel fotoğraflar uzun soluklu ve sabırla yapılan çalışmalardan sonra elde edilmiştir.
  7. Tüm fotoğraflarının yedekle. 2 kez kopya yap ve farklı ortamlarda sakla. Örneğin bir hard disk ve bir DVD.
  8. Fotoğraflarını emniyete aldıktan sonra fotoğraflarını işle. Renk ayarlarını kontrast ayarlarını yap ama abartmadan yap. Gerekirse siyah beyaza dön.
  9. Çektiğin fotoğraflarını nasıl değerlendireceğine karar ver. Slide show mu yapacaksın, sergileyecek misin? Yoksa fotoğraf kitabı haline mi getireceksin? Artık çok ucuza kitap basıyorlar. Belki güzellerinden birkaç tanesini de Kanal KBB ye hediye edersin. Tabii dersler işe yararsa. Yaramayabilir de ne de olsa biz de senin kadar çaylağız.
  10. Dünyanın en iyi belgeselcileri magnum fotoda bir araya gelmişlerdir. Onların çalışmalarını incele. İşte sana adresi www.magnumphoto.com

Ders 3 

Şehir fotoğrafçılığı ve mimari fotoğraf

  1. Çevrene bir bak.  Şehir yaratıcı fotoğrafçılık için biçilmiş kaftandır. Her gün geçtiğin yollarda, girdiğin dükkânlarda güzel fotoğraflar için fırsatlar yakalayabilirsin. Dikkatle bakman yeterli. Sadece bak. Tekrar bak şaşırtıcı bir şey görebilirisin. Eğer göremiyorsan birkaç gün sonra aynı yere tekrar git ve tekrar bak göreceksin:)
  2. Şehirde binalar ve objeler arsındaki boşluklar ilginç şekiller gösterebilir. Buna negatif mesafe denilir. Bu sana anlamsız gelebilir ama pozitif bir şeydir. Negatif mesafeleri gözlemlemek güçlü kompozisyonlar kurmana yardım edebilir. Yeter ki dikkatle gözlemle.
  3. Yüksek binaları alttan çektiğinde binalar yukarıya doğru yamulmaya ve ortaya doğru yatmaya başlarlar bu perspektif denilen olaydır. Bu durumu düzelten pahalı lensler vardır ama en güzeli fotoşopta düzeltmektir.
  4. Şehirdeki modern binaların şekilleri ve kullandıkları malzemeler fotoğrafçı için çok güzel ortamlar yaratır. Bunlardan çok güzel abstrakt(abstre) fotoğraflar çıkar. Ya da uzun fokuslu objektiflerle bu binaların bazı güzel bölgelerini çekersin veya geniş açıyla farklı bakış açılarından çekebilirsin.
  5. Güneş doğuşunda şehir manzaraları güzel olur. İnsanlar çok azdır. Caddeler yeni yıkanmıştır veya temizlenmiştir. İnsanların az olması fotoğrafının içine insan koyma demek anlamına gelmiyor tam tersine şehir fotoğraflarında insan görünmesi fotoğrafa anlam katar ve insan boyutu diğer objelerin gerçek boyunu anlamana yardımcı olur.
  6. Sıradanlıktan uzaklaş şehrin binlerce defa çekilmiş klişe görüntülerini bir kenara bırak. Başka yerlerde gezin farklı görüntülerle karşılaşacaksın..
  7. Taşıyacağın makine ve lenslerini iyi hesapla gereksiz kullanmayacağın aletler seni yorar ve bıktırır. Kullanacağın uygun lens ve tripodu al yeter. Ayakkabıların ve kıyafetlerin rahat olsun. Yanına da sevdiğin anlaştığın fotoğrafa meraklı bir arkadaş al.
  8. Yeni dijital makineler çektiğin fotoğrafların enlem ve boylamlarını fotoğrafın “exif” denilen bilgileri içine yükleyebiliyorlar. Bu bilgileri kullanarak çekilen fotoğrafın google earth de yeri anlaşılıyor. İşte o zaman hangi saatte nerede olduğunu anlaşılabiliyor.
  9. Bazı binaların fotoğraflarını çekmek ve yayınlamak izine tabidir. Özellikle de fotoğraflarını daha sonra satmayı düşünüyorsan mutlaka o binanın yönetiminden izin almalısın. Yabancı ülkelerde bu iş başını hukuki olarak belaya sokabilir. Buna dikkat et. Bazı özel binalarda güvenlik açısından fotoğraf çekilmesine izin vermezler. Bu durumları tam olarak bilemiyorsan aklıselimini kullan. Özellikle resmi daireler ve askeri binaların fotoğraflarının çekilmesi yasaktır.
  10. Şehir ve mimari fotoğrafçılığında şeytan ayrıntıda gizlidir. Büyük bir binanın tamamını kareye sokmaya çalışacağına önemli bir ayrıntıyı yakalamaya çalışmalısın.

Ders 4

PORTRE FOTOĞRAFI

  1. Doğal ışık kullanmaya çalış. Ama ışığın kullanılması biraz tecrübe ister. Doğrudan güneş ışığı yüzde sert ve kötü gölgeler oluşturur. Onun için direkt güneş ışığından kaçınmalısın. Gölgedeki yerlere ışığı parlak bir madde ile düşürebilirsin. Bunun için yapılmış reflektör denilen aksesuarlar var. Fiyatları Sirkecide 20–30 TL arası olsa gerek. Zoom ithalat getiriyor Lastolite marka gümüş ve altın tonları var. Bunlardan kullanırsan portrelerine profesyonel havası verirsin. Havandan yanına yaklaşılmaz o zaman☺
  2. Flaş da kullanabilirsin. Flaşlı portreler de başarılı sonuçlar verirler makinedeki fiil-in denilen flaşı kullan, dolgu ışık denilen bir ışıkla aydınlatmış olursun. Işık ve gölgeler çok güçlü ise dışarıdan güçlü bir flaşa ihtiyacın var demektir. İste bir masraf daha☺) 
  3. Bu dış flaşı yaratıcı bir şekilde kullanabilirsin. Modelinin sağından veya solundan patlatarak stüdyo etkisi yapabilirsin. Bunun için flaşı makinenden ayırman gerekir ve bir kablo ile modelin yanına götürmelisin.
  4. Ring flaş bulursan onu da kullan çünkü modelin arkasında güzel yuvarlak bir gölge oluşturuyor. Ring flaş lensin etrafına takılan daire seklinde bir flaş daha çok tıbbi amaçlı veya makro çekimlerinde kullanılıyor. Diş hekimleri de bu flaşı kullanırlar. 
  5. Tabii porte fotoğrafçılığında en iyi yer stüdyodur. Neden dersen ışığın en iyi kontrol edildiği yer orasıdır da ondan derim. Soft-box lar, şemsiyeler, güçlü ışık kaynakları her türlü aksesuar hepsi oradadır. Aslında büüyük kentlerde kiralık stüdyolar bulunabiliyor.
  6. Dış ortamlarda veya evde portre fotoğrafı da başka bire güzellik verebilir çünkü kişiyi kendi ortamında farklı aksesuarlarla çekme fırsatı yakalarsın. Geniş acı kullanırsan daha iyi sonuç alırsın. Ancak çok geniş açılar kişileri deforme eder.
  7. Modelini serbest bırakıp doğal hallerinde de çekebilirsin veya sen yönetebilirsin. İki yöntemde farklı tatlarda sonuçlar verebilir. Eğer yönetiyorsan modelin rahat etmesini gevşemesini sağla yoksa güzel çıkmaz.
  8. Türkiye’de pek önemli olmasa bile fotoğraflarını internete koyacaksan ve başın ağrımasın istiyorsan modelinden imzalı bir izin kâğıdı al yoksa günün birinde seni mahkemeye verip para isteyebilir. Avrupa birliğine giriyoruz.
  9. Modeli nereden bulacağına gelince; arkadaşlarınla idare et. Türkiyede maalesef profesyonel model bulamazsın bulduklarına da paran yetmez.
  10. Portre fotoğrafçılarının fotoğraflarını incele, nasıl yapmışlar nelere dikkat etmişler incele… Öğrenmenin yaşı yoktur.

DERS 5

HAYVAN VE VAHSİ DOĞA FOTOĞRAFÇILIĞI

  1. Fotoğrafın diğer alanlarında olduğu gibi fotoğrafını çekmek istediğin konu ile ilgili bilgilere önceden ulaşmanda yarar var. Günümüzde internet diye bir aracın varlığını unutma. Tahmin ediyorum ki  evdeki kediden bahsetmediğimi anlamışsındır.  Doğaya çıkıp hayvanların, kurtların-kuşların peşine düşeceksen önceden bulundukları yerleri davranış biçimlerini okumalısın. Örneğin kurtlar kimleri kapar bunu bilmelisin. Yoksa kurda kuşa yem olursun ☺
  2. Araziye uy. Yani görünmeden gör. Kendini kamufle et. Yoksa hiçbir şey çekemeden eve geri döner, dert çektiğinle kalırsın.
  3. Bu işte de alet edevat önemlidir. Uzun lens gerekir. 400 veya 500 mm lik lensler idealdir. Ama bunlar pahalıdır. Onun için sana tavsiyem elindeki 200 veya 300 mm lik lensi telekonverter denilen ve lensle makinenin arasına koyacağın bir parça ile bu sorunu çözmen. 200 mm lik bir lens 2X bir converter la 400 mm lik bir lens haline döner. Ancak burada ışık miktarından biraz kaybedeceğin için biraz zorlanabilirsin. Yani üçayak filan kullanma gereği ortaya çıkabilir demek istiyorum. Yoksa sen iyi bir fotoğrafçı olarak kolay kolay zorlanmazsın.
  4. Hayvan ve vahşi doğa fotoğrafçılığı için Güney Afrika’ya safariye gitmek cazip gibi görünebilir. Ama şimdilik bos ver bir suru formalite vize işlemleri filan onun yerine hafta sonu günü birlik Şile taraflarına veya şehir çıkışındaki  ve  yol üzerindeki korulara dal.  Tavşanların, tarla farelerinin, kuşların hatta sincap ve tilkilerin fotoğraflarını çekebilirsin.
  5. Hayvan fotoğrafları bundan önceki konu olan portre fotoğrafçılığı gibi de ele alınabilir. Işığı iyi ayarlayıp kendini iyi bir noktaya alabilirsen ve de bir de üstüne üstlük hayvanla göz teması sağlayabilirsen çekeceğin fotoğraf tadından yenmez ☺
  6. Fotoğraf makinenin oto fokus ayarını sessize al, telefonunu kapat yoksa çok güzel bir fotoğrafa el sallarsın. 
  7. Üstünü komandolarınki gibi yeşil kahve renkli bir kumaşla örtüp sotaya yatabilirsin. O gün Calvin Klein parfümünü sürmeki hayvan durumu anlamasın; biliyorsun rüzgâr koku taşır. Eğer Halit Uzun gibi ornitofotografi denilen kuş fotoğrafçılığına soyunacaksan iste o zaman paraya kıyıp gerçek kamuflaj eşyaları alman gerekir. Kuş fotoğrafçılığı için en iyi makine Canon 40D diyorlar üzerinde de 400 mm fiks bir lens olmalıymış. İdeali budur diyor bu isle uğraşanlar. İstersen fotoğraf sitelerinin forumlarına gir bak.
  8. Genelde hayvanlar ani ve hızlı hareket ettiklerinden senin ve makinenin hız ayarının da hızlı olması gerekir. Makinenin hız ayarı lensinin mm e olarak uzunluğundan daha düşük olmamalı. Yoksa net fotoğraf çekemezsin. Bir örnek vereyim eğer 200 mm lik bir lensle çekiyorsan makinenin hız ayarını 1/200 un altında tutmamalısın, 400 mm ile çekiyorsan 1/400  veya  1/500 ile çek. Tabii ışık izin verirse. Ama bazen hayvanın hareketli çıkması fotoğrafa farkı bir hava verebilir onun için çok fotoğraf çek dene ve yanıl. Bunlar seni geliştirecektir.
  9. Sabırlı ol. Vahşi doğa fotoğrafçılarının güzel bir kare getirebilmek için ne kadar çok sıkıntıya katlandıklarını çok iyi biliyorum. Sabahın köründe kalkıp güneş doğarken bataklıkların içinde saatlerce hatta günlerce beklediklerine şahit oldum. Bir tanesi şiddetli pnömoniden öteki tarafa göçüyordu zor kurtardık. Sa
  10. Nefes kesen doğa fotoğrafçılarının çektikleri fotoğrafları incele. Başta da dediğim gibi bunun için illa safariye gitmen gerekmez İzmit, Mudanya civarındaki trekking yolları Türkiyenin çeşitli yöreleri sana ilham kaynağı olacaktır. Sana kolaylık olsun diye internette dolaşıp sana güzel bir kaç doğa fotoğrafçısının ve ilgili sitenin adresini buldum. İyi seyirler.
http://www.letsgodigital.org/en/14967/wildlife-photographer/
http://www.photohowto.info/how-take-wildlife-photograph
http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=
http://www.whale-images.com/data/media/3/wildlife-photography_32.jpg&imgrefurl=
http://www.whale-images.com/wildlife-photography-32-pictures.htm&h=312&w=468&sz=25&tbnid=cfmXNJzfpSneOM::&tbnh=85&tbnw=128&prev=/images%3Fq%3Dwildlife%2Bphotography&hl=fr&usg=__bdrgnL5McR8DTFL7ccrpKuEPzjQ=&ei=HOgCSv3BIcaY-gbOsfyRAw&sa=X&oi=image_result&resnum=3&ct=image
http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.photoattorney.com/uploaded_images/Chase-774349.JPG&imgrefurl=http://www.photoattorney.com/2007/08/announcing-vivid-wildlife-workshops.html&h=797&w=924&sz=533&tbnid=3A8vKwnmedOCEM::&tbnh=127&tbnw=147&prev=/images%3Fq%3Dwildlife%2Bphotography&hl=fr&usg=__6giMGcPQZWQ_9K4X9-f-IE4ZsJM=&ei=HOgCSv3BIcaY-gbOsfyRAw&sa=X&oi=image_result&resnum=4&ct=image

DERS 6

Siyah beyaz fotoğraf

  1. Artık renkli fotoğrafları fotoşopta tek tuşla siyah beyaza çevirebiliyoruz. Tabii bu işin kolay yanı oluyor hani ustaların « tüfek çıktı mertlik bozuldu » dedikleri durum. Hâlbuki siyah beyaz fotoğrafın sanat yani çok kuvvetlidir ve bu fotoğrafı çekmeden önce her şeyi siyah beyaz ve gri tonlarında görmeye çalışıp, öyle düşünüp kurgulamaya çalışmak gerekir; yani kafada siyah beyaz ve tonlarında düşünerek hazırlanmalı çekmeye… Renkli çekip siyah beyaza çevireceksen bile siyah beyazmış gibi görmeye çalış; bu belki sana biraz  saçma gelebilir ama bunun öneminidaha ileride anlayacak ve hocana teşekkür edeceksin. 
  2. Eskiden film kullanarak fotoğraf çekenler , ( eskiden dedim ama hala çekiyorlar,) bazı filtreler kullanarak duruma müdahale ederlerdi (hala ediyorlar). Örneğin kırmızı renkleri filtreleyen filtrelerle kontrast arttırıyorlar. Sonra da sen bunu fotoşopta yaptığında şike yapıyorsun « mertlik bozuldu » diyorlar. Ama sakın sen onlara karşılık verme ne de olsa onlar ustalarımız. Bunu inanarak soyluyorum çünkü fotoğraf sanatı analog fotoğrafçıların gönüllerini koyarak yaptıkları çalışmalar olmasaydı bugünkü durumuna asla gelemezdi. Bu nedenle onlara şükran borçluyuz. Ayrıca Dijital makinelerle de filtreler kullanılabilir. Bazı gelişmiş fotoğraf isleme programlarında inanılmaz sayıda filtreler bulunuyor. « Nik software » anahtar keilmeyle  internete gir orada ki filtreleri incele.
  3. Fotoğraflarını  « duotone » da denilen tek renkle boyayabilirsin ama renklerin vereceği etkiyi bilmen gerek. Örneğin mavi soğuk bir hava verir. Sepia denilen hafif sari kahverengi tonlara kaçan renk nostalji demektir ve eski günleri anımsatır. Bunu  fotoşopta deneyerek öğrenebilirsin. 
  4. Siyah beyaz fotoğrafta başka bir numara daha öğreteyim sana eski karanlık oda fotoğrafçıları bir sürü kimyasal kullanarak açık tonları başka renge koyu tonları başka renge doğru kaydırırlardı. Güzel etkiler ederlerdi.  Bugün aynısı fotoşopta yapabilirsin.
  5. Siyah beyaz fotoğrafta renk yoktur ama doku ve sekil güzelliği ön plandadır. Bu nedenle siyah beyaz fotoğraflar çekeceksen renkleri unut onun yerine şekilleri ve ışığı düşün.
  6. Makinende RAW formatı varsa siyah beyaz çekerken bu formatta çek çünkü daha sonra bunu çok basit bir şekilde hiç bilgi kaybı olmadan siyah beyaza çevirebilirsin. Tonlarla oynayabilir renk ekleyebilir fotoğrafın köşelerini koyultup (buna fotoğrafçılar “vignet”  yapmak derler ) değişik bir hava verebilirsin.
  7. Siyah beyaz fotoğrafçılığın alanına infrared fotoğraflar da girer çok farklı bir tat bırakan fotoğraflardır bunlar. Eski makinelerde bir düzenek değişikliğine ihtiyaç gösterirdi simdi fotoşop sağolsun☺
  8. High key ve low key denilen tekniklerle tek tonda ya çok açık veya çok koyu fotoğraflar çekebilirsin bu gerçekten çok etkili oluyor. Bu sayfanın sonuna  high key tekniği ile çekilmiş bir fotoğrafı ekliyorum. Bu teknikle fotoğraf çekmek istiyorsan önce fotoğrafı çekerken ışık ayarlarını doğru yapman gerekiyor çektiğin konunun detayları kaybolmadan aydınlık çekmelisin sonra fotoşopta değerleri en uca kadar taşımalısın. Bir dene nasılda güzel işler çıkardığını göreceksin☺
  9. HDR (high dynamic range) fotoğraf

Bazı fotoğraflarda fotoğrafın yarısı çok açık yarısı da çok koyudur. Hâlbuki sen her yerinin ışığının dengeli olmasını istiyorsun. Açık bölgelerin biraz koyulaşmasını koyu bölgelerin de biraz açılmasını istiyorsun. Bunun için biri aydınlık biri normal ve biri karanlık üç değişik ışık ayarında üç fotoğraf çekmen gerekiyor sonra bu üç fotoğrafı  fotoşopa vermelisin o sana her yeri dengeli ışık alan bir fotoğraf yaratsın. Sen de HDR fotoğraf çektim diye övünebilirsin. 

  1. Çok fazla fotoğraf çekmek parmağında nasır yapmaz bilgisayarında yer tutar hepsi o. Ama senin giderek daha iyi fotoğraflar çekmeni sağlar. Durmadan fotoğraf çekmeyi dene, siyah beyaz bakmaya, siyah beyaz görmeye başlayacaksın, şekilleri ve ışığı daha iyi değerlendirmeye başlayacaksın. Bir gözün yavaş yavaş kararmaya diğer gözün de yavaş yavaş beyazlaşmaya başlayacak.

DERS 7

MANZARA FOTOĞRAFI 

  1. Ya sabah erken güneşin doğuş saatlerinde veya akşam üzeri güneşin batma saatlerinde ava çıkmalıyız. Renkler yumuşar ve renk dağılımı daha hoş olur. Günün bu saatlerine “sihirli saatler” diyen fotoğrafçılar vardır. 
  2. Araştır. Gideceğin yerle ilgili ön bilgi topla. Haritaya bak. Gittiğin yerde yürü ve sağa sola bak, dikkatle araştırırsan güzel fotoğraf veren bir nokta bulacağına eminim.
  3. Manzara fotoğrafında anahtar kelime “kompozisyon”dur. Kompozisyon aynı zamanda fotoğrafın da en önemli konularından biridir.  Bu konuyu ayrı bir ders olarak da işleriz  ama temel fotoğraf kursunda bunları belki de öğrenmişsindir. Muhtemelen diyafram, enstantane ve alan derinliğini de biliyorsundur.
  4. Neyse kompozisyon denilince de “altın oran” aklına gelsin yani gördüğün alanı üç parçaya böl. Hem yukarıdan aşağıya hem de soldan sağa. Bunu sana yazının sonunda bir şekille göstereceğim o zaman daha iyi anlaşılır.
  5. İyi bir manzara fotoğrafçısının çantasında bir tane polarize filtre bulunur. Bu filtre mavi gökyüzünde kontrast ve satürasyonu arttırır ayrıca parlak yerlerden gelen yansımaları yok eder. Polarize filtrelerle lenslerimizin çaplarının ayni olması lazım yoksa birbirlerine uymazlar.
  6. Manzara fotoğrafları geniş açılı lenslerle çekilir ve fotoğrafın en önündeki noktadan en sonundaki noktaya kadar net olması beklenir. Bunu sağlayabilmek için diyaframını maksimum kısman gerekir( yani f:16 ve üzeri); bu şekilde alan derinliğini artırırsın. Ama diyaframı kıstığın için içeri giren ışık da azalacağından enstantane hızını yavaşlatmak gerekir. Bu durumda en ufak bir titremede netlik bozulur… Bu durmda  üçayak veya tripod gerekir. İyi fotoğraf için mutlaka tripod kullanmalısın.
  7. Manzara fotoğrafında diğer bir sorun da gökyüzünün çok aydınlık olması ve toprağın daha karanlık olması sorunudur. Bizim gözümüz bunu fark edip ayrıntıları görür ama maalesef o kadar para verip aldığımız Canon’lar bu işi o kadar iyi yapamazlar. İnan bana Nikon’lar da öyledir. Bu sorunu çözmek için ND filtreler kullanılıyor; ND natürel dansite demek. Fotoşopta olmayan tek filtre bu diye biliyorum ama yanılıyor olabilirim. Fotoşopta hani her şey vardı ya.
  8. Manzara fotoğrafı diyince aklına sadece toprak, deniz, kumsal, nehir ve gökyüzü gelmesin. Bu görüntülerin içine insanin varlığını hissettirecek bir şey bulup sokarsan fotoğrafın tadından yenmeyecek hale gelebilir. Kumsalda yürüyen veya uzanmış güzel bir kız veya eski bir kulübe fotoğrafına tat katmaya yeter de artar bile.
  9. Fotoğrafını çektikten sonra postprodüksiyon denilen bilgisayar muamelesinden geçirmek her zaman fotoğrafı cilalar bu nedenle fotoğraflarını RAW formatında çek ki düzenleme imkânlarını arttır.
  10. 10)Manzara fotoğrafçılarının kullandığı son bir ipucu vereceğim sana. Makinen tripod üzerindeydi hatırlarsan enstantaneyi 1 veya 2 saniyeye yükseltirsen suların üzerindeki küçük dalgacıklar veya ürpertiler fotoğrafta su yüzeyini pamukla kaplanmış gibi yapar; bu da çok güzel bir etki yaratır. Bu derslik bu kadar. Şimdi  internete gir ve Fay Godwin, Joe Cornish ve Charlie Waite nin işlerine bak. Bakalım beğenecek misin? Google i kullan ☺
pastedGraphic.png
pastedGraphic_1.png

Altın oranı anlatan bu krokide kayık altın oran noktasında duruyor. Aslında biraz daha yukarıda 2 çizginin tam kesişme noktasında durması gerekirdi.. 

Bu altın oran da tartışma konusudur. Konuyu o noktaya değil de fotoğrafın tam da ortasına oturtmuş veya atipik bir yere yerleştirmiş bir çok harika fotoğraf vardır.

DERS 8

GECE FOTOĞRAFÇILIĞI

  1. Gece fotoğraf çekip restoranların kapısını ağaçların üzerlerini süsleyen neon ışıkların rengârenk dünyasını göstermek isteği oluşur bazen  insanda.  Bu durumda ilk yapılacak iş fotoğraflarını güneşin battığı ilk saat içinde çekmeye çalış. Gökyüzünün « parliement mavisini » yakalamalısın. Çok güzel bir renktir ama yarım saat 45 dakika içinde kaybolur
  2. Işık az olduğu için tripod kullanmak mecburiyetindesin. Işık ayarını mükemmel yapmalısın her zaman olduğu gibi. Üçayak kullanmak zorunda olduğun zamanlarda  ya uzaktan bir kumanda veya kablo kullanacaksın ki titreşimler makinene aksetmesin. Bu aksesuarların yoksa zaman ayarlayıcısını (timer veya geciktirici de diyebiliriz) kullanabilirsin. Yeni makinelere içindeki aynanın açılıp kapanma hareketi görüntüye yansımasın diye bir düzenek yapmışlar onu da devreye sokabilirsin. İste o zaman dergilerde gördüğün kadar net fotoğraflar çekebilirsin. Ünlü bir fotoğraf gurusuna bakılırsa fotoğrafta başarılı olmak için 24 saat üçayak ve yukarıda saydığım titreşim azaltıcı önlemleri almak gerek. Ama bunun ne kadar zor olduğunu hepimiz kabul ediyoruz.
  3. Işık ayarını karanlığa göre ayarlayıp flaş patlatırsan hareketi dondurursun ve arkada güzel gece tonlarında renkler olan bir fotoğraf elde edersin.
  4. Eğer üçayağın yoksa ISO ayarını en yukarıya çek. Bu yüksek ISO ile çekilmiş fotoğraflarda gren veya noise denilen bir sorun oluşacaktır. Fotoğrafının üzerine kum serpilmiş gibi hissedeceksin. Ne yapalım her şeyin bir bedeli var. Üçayağını evde unutmasaydın. Hoş bu grenlenme bazı siyah beyaz fotoğraflara çok hoş bir tat katar ve makbul kabul edilir ama her zaman değil onun için dikkatli ol.
  5. Gece fotoğrafı çekmeye yalnız çıkma özellikle Beyoğlu’nda başına ne iş geleceği hiç belli olmaz. En azından fotoğrafa dalmışken cüzdanını çekerler.
  6. Dolunaylı geceleri kolla üçayak üzerinde uzun pozlama yapıp deniz üzerindeki dalga hareketlerinin çok güzel etkiler yaratmasını sağlayabilirsin.
  7. Işıkla boyama güzel bir oyundur. Bazıları karanlıkta makinelerini sağa sola çevirip değişik ışıkla boyama görüntüleri elde ederler, hatta bunları sanki önemli bir işmiş gibi  sergileyenler de vardır.
  8. Işıkla yazdırma tekniği basit gibi görünse de gene de deniyim isteyen hoş bir tekniktir. Çok uzun pozlama ile eline bir fener alıp hassas bölgeye sevdiğin bir kişinin adını yazdırabilirsin.
  9. Trafik ışıkları ve süratle gecen araçların ışıkları da güzel görüntüler verirler. Üçayağını hazırla ışık ayarını iyi hesapla uygun bir noktaya yerleş ve başla çekmeye, kolay gelsin;
  10. Karanlıkta beyaz ayarında sorun yaşayabilirsin bu durumda çevredeki ışıkların sıcaklığına göre beyaz ayarını manüel yapmalısın. Dene. Sabah erken kalkman gerekiyorsa çok geçe kalma ve üstünü sıkı giyin yoksa üşütür hasta olursun. 

9. DERS

YARATICI FOTOĞRAFCILIK

  1. Hiç böyle de ders olur mu, eski köye yeni adetler mi geliyor  deme. Fotoğraf artık sanat dalı olarak kabul görüyor dolayısıyla yaratıcı bakış açısına sahip olmalısın. Bunun içinde buraya kadar vermeye çalıştığım kuralları burada yıkmalısın. Tabii ki bazı temel kuralları çiğnemeden, yoksa fotoğrafın çıkmaz. Örneğin altın kuralı çiğneyip ufuk cizgini üçte bire değil beşte bire taşıyabilişin. Veya fotoğrafın tam ortasından geçirebilirsin. O zaman fotoğrafın ortasından ufuk çizgisi gecen fotoğraf olur.
  2. Renklerle oyna. White balans ayarınla oyna. Gündüz fluoresan ışığına ayarla gece güneş ışığına ayarla nasıl farklı fotoğraflar elde ettiğini göreceksin. Frapan, çarpıcı renkleri yan yana getirmeye çalış, etkili fotoğraflar elde edebilirsin.
  3. Netlik ayarını değiştir. Flu alanlar değişik duygular uyandırır. Bunun için f değeri küçük objektifler kullanmalısın. Flu şekiller ve renklerin birlikteliği güzel fotoğraflar yaratabilir. Aynı görüntüyü bir kaç kez değişik fokus ayarları ve kadrajlarla çek farkları gör. Ders çalışıyoruz ya… Bunlar da ödevlerin olsun.
  4. Nedense herkes fotoğraflarının net olmasını ister onun için ya üçayak kullanırız veya hızlı enstantane ile çekeriz. Oysa fotoğrafın içinde hareketli bir görüntü oluşursa da çok hoşumuza gider başka bir duygu yaratır. Bunun için enstantaneyi bir veya iki saniyeye ayarlayıp (tabii ışık ayarını hesaplayıp diyaframı ayarını da ona göre yapmalısın) hareketli görüntüler elde etmeye çalış.
  5. Bazı lensler görüntüleri deforme ederler. Onlardan edinmeye çalış, çocuklar sana doğum günü hediyesi almak istiyorlar, ben onların kulaklarına su kaçırırım.
  6. Yaratıcı fotoğraflar icin fotoşop bulunmaz bir olanaktır. Bu programı kullanmaya başladıktan sonra göreceksin yaratıcılığına sınır olmadığını göreceksin. Tanrının bir dijital fotoğrafçıya en büyük armağanı fotoşoptur sanıyorum. Corel Photo da fena bir program değil.
  7. İki fotoğrafın güzel bölgelerini tek fotoğrafta birleştirip fotomontaj yapabilirsin. Fotoşopta bu oldukça kolay. Fotomontaj yapmaya başladıktan sonra isi gücü bırakıp bilgisayarın basından kalkmak istemeyebilirsin.
  8. Çeşitli objeleri scanner in üzerine koyup taratıp yüksek çözünürlüklü görüntüler elde edebilirisin. Bunlarla da güzel montajlar yapabilirsin.
  9. Evde kendi stüdyonu kurabilirsin. Çok ucuza bir iki ışık kaynağı ile değişik objeleri kullanarak ve değişik ışıklar deneyerek “natürmort” fotoğraflar çekebilirsin.
  10. Fotokritik .com da yüzlerce binlerce su ve damlalarla çekilmiş deneysel fotoğraflar var onları da bir incele. Suya yukarıdan bir taş atıyorlar veya su damlatıyorlar suyun yüzeyinde oluşan damlacığı havada yakalıyorlar. Deneyerek ve uğraşarak bir kaç saat içinde öğrenebileceğin bir teknik. Sonra ne mi oluyor. Ben de “damla”nın fotoğrafını çektim diye anlatıyorsun. Ballandırmayı unutma ☺ benzer çalışmaları dumanla da yapabilirsin. Fikir bulmakta güçlük çekersen diğer sanat alanlarından ilham almaya çalış. İpucu vereyim; Hocam Merih Akoğul çok caz dinlerdi.