Paris iPhone’la fotoğraf gezisine katılacaklar’a yazdığım ikinci mektup…
Hümanist fotoğrafçılar, Paris nostaljisi üzerine
Fransanın başkenti Paris dünyanın en önemli turistik, sanat, kültür, moda, yeme içme şehirleri arasındadır. Tarih boyunca da böyle böyle olmuştur. Fotoğrafçılar için de muhteşem bir doğal sahnedir. Sokak fotoğrafçılığının en güzel örnekleri bu şehirden çıkmıştır. Bu güzel örnekleri de 1930 yıllarından itibaren ikinci dünya savaşı sonrası yıllara da uzanan bir dönemde “Hümanist fotoğrafçılar” denilen bir gurup fotoğrafçı vermiştir.
Bu yazıda Paris gezimize gitmeden önce fotoğraflarıyla bu hümanist fotoğrafçıları tanıyalım istedim. Böylece biraz Paris nostaljisi yapmış oluruz.
Hümanist fotoğrafçıların başında Henri Cartier Bresson(HCB) gelir. 2004 de 95 yaşında kaybettiğimiz bu büyük fotoğrafçı 1947 de 4 arkadaşı ile Magnum ajansı kurmuştur. Hakkında yazılmış 4 türkçe kitabın hepsinin tükenmiştir. Elinde özellikle “Yüzyılın gözü HCB” kitabı olan dostlara kitaplarını saklamalarını öneririm. “Fotoğraf çekmek kafayı, gözü ve yüreği aynı nişan çizgisine yerleştirmek demektir” diyen, “Karar Anı-Decisive moment” tabirinin yaratıcısı belgesel fotoğrafın en büyüklerinden HCB “Hayal edin, siz doğru kadrajı bulduğunuzda göz kırpıyormuş gibi deklanşöre basın” der.
HCB fotoğrafın kendisi için çizim defteri olduğunu söyler. Fotoğraf sezgi, doğallık ve zamana hükmeden bir olgudur. Görsel olarak sorgular ve karar verir. Vizörden baktığınızda ( o zaman fotoğraf makinelerinin sırtında ekran yoktu :) ) dünyayı anlamlı kılmak için kadrajınıza koyduğunuz ve çıkarttığınız şeylerden sorumlu olursunuz, diye düşünür Bresson. Bu yaklaşım da tabiatıyla sizden konsantrasyon, duygu ve geometri bilgisi ister. Kaçan gerçekliği yakalayabilmek için nefesimizi tutup bütün yeteneklerimizi odaklayıp fotoğrafı çekmemiz gerekir. İşte o zaman büyük bir fiziki ve entellektüel mutluluğu yakalarız.
HCB ile kitaplar yazılmış ben bu kısıtlı sayfayı onunla doldurmayayım.
Türkiyede bir kaç kez önemli sergisi açılmış bu ünlü fotoğrafçının Türkiyedeki fotoğraflarını incelemek isterseniz şu linke tıklayın:
https://pro.magnumphotos.com/Catalogue/Henri-Cartier-Bresson/1964/TURKEY-1964-NN143050.html
yoksa yüzlerce ikon fotoğrafının arasında sizin seçtiğim şu dört tanesine bakın.
İstanbulda çekmiş olduğunu mutlaka tanıyacaksınız.
Gelelim Willy Ronis’e. Sokağın şairi olarak gördüğümüz Ronis 20’nci yüzyılın en büyük hümanist fotografçılarından biridir. 2009’da 99 yaşında hayata gözlerini yuman sanatcı etik kurallara çok değer vermiştir. Life dergisi, röportajının fotoğraf altlarını kendisinin yazmasına olanak tanımadığında, o dergi ile bir daha çalışmama kararını gözünü kırpmadan verme cesaretine de sahiptir. 95’inci yaşı için ve ölümünden bir yıl sonra 2010 içinde çok büyük iki sergi ile Paris’te onurlandırılımıştır. Birinci sergisini 500 bin kişi gezmiştir. Willy Ronis’in belgelerini, albümlerini, negatiflerini, basılmış işlerini ve diğer tüm malzemelerini Fransız kültür bakanlığı koruma altına almış ve fotoğrafçılık tarihi için araştırmaya açmıştır. Gelin bir kaç fotoğrafına bakalım
Sırada eserlerinde şiirsel bir hüzün olan İzis var. Şehir fotoğrafçılığı üzerine yoğunlaşan İzis fotoğraflarını şöyle yorumluyor: Benim fotoğraflarıma gerçekçi değil diyorlar. Gerçekçi olmayabilir ama bunlar benim gerçeklerim. 1951 yılında New York MOMA” ya Henri Cartier Bresson, Robert Doisneau, Willy Ronis ve Brassai ile birlikte davet edilip Fransız fotoğrafı ile ilgili sergide eserleri sergilenen bu Paris fotoğrafçısı ne yazık ki bu yıla kadar gölgede kalmış ve diğer 4 Paris fotoğrafçısı kadar tanınamamıştır.
Konu olarak neden Paris’i neden seçtiğine gelince “Paris benim ilham dünyamı kamçılıyor. Bana göre her şey Paris’te olmaktadır. Bize hayal kurduran özgürlük, eşitlik, kültür hepsi Paris’tedir” demektedir. “Benim Paris’im ne modern ne eski Paris’tir, Benim Paris’im Romantik 1950 li yılların Rüya Paris’idir ” demiş ve 1980 yılında Paris’te yaşama veda etmiştir. Izis, “benim fotoğraflarıma gerçekçi değil diyorlar. Gerçekçi olmayabilir ama bunlar benim gerçeklerim” der bu dünyaya bıraktığı fotoğrafça izler arasından…
Paris de Hotel de Ville önünde öpüşen aşıkların fotoğrafını çekerek gelmiş geçmiş en çok basılan fotoğraflardan birini yakalayan Robert Doisneau ise hümanist fotoğrafçılar arasında bir fenomen.’
Sıradan insanların, sıradan anlardaki, sıradan davranışlarını’ tesbit eden ünlü bir fotoğrafçı olarak niteleyebileceğimiz Doisneau’nun “Dünyayı tam da olduğu gibi göstermek mümkün değildir” diye bir aforizması vardır.
Robert Doisneau, hakkında hayli yazılmış, spekülasyon yapılmış bir Fransız fotoğrafçısı. 68 yıl boyunca hiç bilet almadan dünyanın en güzel görüntülerini bedavaya seyreden, arada bir de, fırsat çıktığında, bir “görüntü saklayan kişi’ olarak tanımlıyor kendisini. Böylece yılların nasıl geçtiğini anlamamış. Bazı eleştirmenlerin olumsuz yaklaştığı hümanist fotoğrafçılığın önderlerinden Robert Doisneau, kim ne derse desin, fotoğraf tarihine, hepimizin hayranlıkla seyrettiği ölümsüz kareler bırakmıştır.
Doisneau’nun da karelerinde diğer hümanist fotoğrafçılar gibi duygular, espri anlayışı ve şiirsel yaklaşımın uyum ve bütünlüğü öne çıkar.
Robert Doisneau savaş sonrası gece hayatı ve marjinal kesimle tanışır. Bir taraftan şehir hayatını fotoğraflarken diğer taraftan Paris’te moda fotoğrafçılığından para kazanmaya başlar. Moda fotoğrafçılığı burjuva kesimini ve tanınmış kişileri daha yakından tanıma fırsatı verir. Geceleri Saint-Germain ve Montparnasse’de dolaşır. Arkadaşları Greco, Dubuffet, Albert Camus, Brassens, Simone de Beauvoir olmuştur. Life dergisinin Rapho ajanstan istediği bir seri fotoğraf Doisneau’nun hayatını iyice değiştirir. Tüm fotoğrafseverlerin yakından tanıdığı ‘Le Baiser’ (Öpücük) adlı fotoğrafı çeker.Bu, milyonlarca kez çoğaltılmış bir fotoğraftır. Paris Belediye Saray’ını arka plana alan romantik bir Fransız genç çiftinin öpüşürken bir kafeden çekilmiş bu fotoğrafın da ilginç bir öyküsü vardır. 1950 yılında çekilmiş bu fotoğraf aleyhine 1993’te dava açılır. Denis ve Jean Louis Lavergne adlı çift Doisneau’yu özel yaşama tecavüz gerekçesiyle mahkemeye verir. Dava kısa sürede düşer. Çünkü Doisneu bu fotoğrafın kurmaca olduğunu mahkemede kanıtlar. Tabii ki bu durum Doisneau’nun fotoğrafçı olarak prestijini sarsar, ama bu fotoğrafın satışlarında patlama yaşanır. Bir orjinalini hediye ettiği fotoğraftaki genç kız Françoise Bornet de, elindeki fotoğrafı müzayedeye koyarak 150.000 euroya satar.Benzer fotoğraflar Paris serisi olarak Fransa ve Amerika’da büyük başarı yakalar. Otantik dekorlar önünde sıradan yaşamın görüntüleri insanların çok hoşuna gitmiştir. Paris bu görüntülerle hayalleri süslemeye başlamıştır. Bu başarıyı fotoğraflarının Ronis ve İzisin fotoğraflarının yanında sergilenmek üzere New York Modern Sanatlar Müzesi’ne kabulü takip eder.
1955’te Paris Jacque Prevert’in önsözünü yazdığı gece hayatı görüntülerinden oluşan ‘Le vin des rues’ adlı kitabı yayımlanır. ‘Le Rectangle’ adlı grubun ardından ‘Onbeşler’ grubunun kurucu üyesi olur. 1952’de dünyayı dolaşan Edward Steinchen’in sergisinde de fotoğrafları yerini bulur. 60’lı yıllarda foroğraf sanatında bir çökme yaşanır. Dekoratif fotoğraflar ön plana geçmiş, sergiler kitaplar iyice azalmıştır. Televizyonun yaşama girmesi de fotoğrafı olumsuz etkilemiştir. İhtisaslaşmış genç fotoğrafçılar, Doisneau ve arkadaşlarının dönemini kapatmışlardır. Bundan sonraki dönemde Doisneau yine Paris sokaklarında sürtmeye devam eder, ama karanlık yılların önüne geçemez. Eşinin hastalığı 60’lı yılları çekilmez hale getirmiştir. 70’li yıllarda önemli bir çıkış yakalar. Halen Fransa’nın en önemli fotoğraf etkinliği olan, tüm ağustos ayı boyunca süren ‘Renconrtes d’Arles’ı Lucien Clergue ile birlikte yaşama geçirir. Bundan sonra şans yine Doisneau’dan yana döner. Yeni kuşaklar onu ve fotoğrafçılığını tanımak istemektedir. Sergiler kitaplar ününe ün katar, mediatik olur. Milyonlarca satış yapan fotoğraflartan bir başarı öyküsü oluşturur. Cavanna’nın metinleriyle yayınladığı ‘Parmaklarında mürekkep’ adlı kitabı bir fotoğraf kitabında görülmemiş satış rakamlarını bulur: 300.000.
Tüm bu başarılar Doisneaunun mütevazı kişiliğini değiştirmez. O hala, “Çok sevdiğim bu küçük dünyadan birkaç anı bırakmak istemiştim” demeyi sürdürmektedir. 90’lı yıllarda tekrar karamsarlık kaplar bünyesini, “Paris değişti, fotoğraf çekene şüpheyle bakılmaya başlandı, sihir bitti, içim sıkılıyor” demeye başlar. Ama bu durum kendisine gösterilien ilgiyi azaltmaz. Tv’de röportajlar, hakkında yapılan fimler sürer gider. Sabine Azema ‘Bonjour Monsieur Doisneau’ adlı filmi çeker. Bu arada sinemayla da ilgilenir Doisneau,
François Truffaut ile birlikte ‘Piyaniste ateş edin’, Bertrand Tavernier ile birlikte ‘Un dimanche a la campagne’ adlı filmleri yönetir.
“Bir dünya düşlüyorum, insanların sevimli olduğu, bana sevgiyle baktıkları. fotoğraflarım da böyle bir dünyanın var olduğunu göstermeyi amaçlamıştır hep. Bu fotoğraflar hem objektif hem de sübjektiftir. Tabii ki dünyayı tam da olduğu gibi göstermek mümkün değildir” dedikten bir süre sonra, 1 nisan 1994’te bu dünyadan göç eder
Robert Doisneau’yu biraz uzattım ama hak eder doğrusu, Paris denilince efsanedir.
Marc Riboud ile bu mektubumuza son verelim.
Jacques Lartigues, Atget ve Brassai’yi bir başka sefere saklayalım sizi de çok fazla sıkmayalım.
Vietnam savaşı protestoları sırasında askerlere çiçek uzatan kız (la Jeune fille à la fleur , 1967) ve Eiffel Kulesi Boyacısı gibi ikonik fotoğraflarla tanınan Fransız fotoğrafçı Marc Riboud “Fotoğraf, dünyayı değiştiremez, dünyayı gösterebilir” diye düşünür. Fotoğraf onun için meslekden çok bir tutku olmuştur hem de saplantıya yakın bir tutku. Bu fotoğrafa bulaşmış ve bu yolda uğraşan hepimizi bekleyen tehlike. 93 yaşında kaybettiğimiz Riboud, fotoğraf sanatının efsane isimlerinden. Henri Cartier Bresson ile tanışıp onun olumlu eleştirilerini aldıktan sonra da fotoğrafçılığı meslek edinmeye karar verir ve 1953’te, dünyanın en büyük fotoğraf ajanslarından Magnum’a gidip Capa’dan iş ister. Capa, “ Seni tanıyan yok daha doğru dürüst fotoğrafların da yok ben sana nasıl iş vereyim?” der. Ama hemen arkasından ilave eder, “Şehirler serisini bitirdik bir tek sehir kaldı, Leeds. Oraya kimse gitmek istemiyor hadi seni oraya göndereyim!”
Bu teklif Riboud’ya profesyonel hayatın kapısını aralar. UNESCO’ dan sponsorluk alır ve dünyanın çeşitli yerlerine fotoğraf çekmeye gönderilir. İstanbul’da 2 ay, Hindistan’da 6 aydan fazla kalır. Çin, Ortadoğu, Afganistan, Filipinler, Rusya, Amerika, Cezayir ve daha birçok yerdenden çarpıcı kareler gönderir.
Fotoğrafın öğrenilebileceğini savunan Riboud yaşamı boyunca 40 kadar kitaba imza atar. İstanbul üzerine kitabı 2003’te Actes Sud tarafından yayınlanmıştır.
Çektiği her kareye kendinden bir şey koymuş, yaşama, çevresindeki dünyaya duyduğu tutkuyu aktarmıştır. Riboud için fotoğraf anlatılacak bir öykünün bir parçası olmuştur. Bu yüzden fotoğrafları bu denli güçlü, derin, hasas, anlamlıdır. Her karesinde iletişime, kültürel farklılıklara günlük yaşamın analizine verdiği önem fark edilir. Kendisini, ‘değişimin ve anının anlatıcısı’ olarak tanımlamasını boşuna değildir. Onun için fotoğraf görmeyi hatta görmeyi arzulamayı ve hayatı sevmeyi öğretir.