Kim Korkar Susan Sontag’tan?

Kim Korkar Susan Sontag’tan?

Tek resimli fotoğraf yazısı..

Fotoğraf Felsefesi sahnesinde hangi oyuncuya baş rol verirdim diye düşündüğümde aklıma ilk önce Susan Sontag geldi. Hiç fotoğraf çekmeden fotoğraf aleminde en çok sözü edilen fotoğraf konusundaki düşünce üreten bir kişi. Roland Bartes, John Berger, hatta üçünün ilham kaynağı olduğunu düşündüğüm Benjamin Walter dururken neden Sontag diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bu sahnede rol alabilecek Vilem Fussler, Laszlo Moholy-Nagy, Laura Mulvey gibi başka isimler de var ama hiç biri değil de neden Sontag? İzninizle anlatayım… 

Bu isimlerin içinde her şeyle oynamaya eğilimli en büyük oyuncu o. Her şeyle oynamaya eğilimli, karakterinin özü bu olan, kimdir bu Susan Sontag? Kendisiyle yapılan röportajlardan birinde doğaçlama olarak kısaca, “Amerikalıyım, yazarım, sinemacıyım, anneyim, gezginim” diyor ama o kadar değil.  Cinsiyet sorunları, başta kanser ve AIDS olmak üzere sağlık sorunları, LGTB sorunları, edebiyat, fotoğrafın gücü, rock müzik, sanatçı girişimi, kişilik kavramı; Vietnam, Sırbistan ve 11 Eylül sorunları gibi bir çok konuyla yakından ilgileniyor. Her şeye meraklı, dünyada ne oluyor, ne bitiyor bilmek istiyor. Uzaktan izlemek yerine  fiziken orada olup bizzat gözlemek istiyor. Amerika, Fransa ve “Yorum” gibi değişik politik, sanatsal ve sosyo-psikolojik konular her zaman ilgisini çekiyor. Özel bir insandan, 3 yaşında okumayı ve 19 yaşında üniversitede  2 yıl içinde lisansını tamamlamayı başaran üstün bir zekadan bahsediyoruz. Sol militan bir aktivist, eleştirmen ve düşünür olarak 20. Yüzyılın ikinci yarısına, 21. Yüzyılın da ilk yirmi yılına damgasını vurmuş bir düşünür, bir eleştirmen, bir yazardan bahsediyoruz. Özel yaşamı da çok çok ilginç. Ünlü dansçı Lucinda Childs ile yaşayıp dans üzerine denemeler yapan, ünlü fotoğrafçı Annie Leibovitz ile yaşamının son 15 yılını geçiren, eşcinsel olan ama eşcinselliğini saklamadığı halde arada sırada erkeklerle de ilişki kuran bir yapısı var ve kendisini açıkça biseksüel olarak tanımlamaktadır. Annie Leibovitz ise, Sontag’ın kansere yakalandığı süreci ölümüne kadar düzenli fotoğraflıyor ve “kendisine bunu borçluydum” diyor. Toplumun ne dediğini hiçbir zaman umursamayan Sontag, hayatı dolu dolu yaşayan bir kişilik. Sabah Stendhal okuyor, ardından piyanoya geçip Beethoven çalıyor, öğlen yemeğinde sanatçı arkadaşlarıyla yemek yiyor, öğleden sonra arkadaşları ile sergi gezip, akşam üzeri konsere gidiyor.  Böylesine  meraklı ve kabuğuna sığmayan hareketli bir insan. 

Babasını çok erken yaşta kaybetmiş, sert yapıda bir anneyle büyümüş Polonyalı bir ailenin çocuğu. Daha çok denemeci olan Sontag’ın romancılığı ve sinemacılığı oldukça zayıf, romanları ve filmlerinden birer tanesi dışındakiler pek tutmuyor. En önemli eseri ise bence “Camp”adlı deneme kitabıdır.  Çocukluğunda Marie Curie gibi kimyacı olup Nobel almayı uzun süre düşlemiş ama yıllarca sonra bu fikirden vazgeçip yazmaya soyunmuş ve gazeteciliğe başlamış. Andy Warhol, Susan Sontag’ın fotoğrafını çekmiş, ressam Jasper Johns ile ilişkisi olmuş. 18 yaşındayken, 10 gün içinde karar verip yeni tanıştığı bir asistanla evlenmiş ve ondan bir oğlu olmuş. Güncesi ölümünden hemen sonra yayınlanınca ne kadar oyuncu bir kişiliği olduğu ortaya çıkmış ama bu hesaplı kitaplı bir oyunculuktur bence. Susan Sontag’ın fotoğraf konusunu diğer düşünürlerden daha fazla kurcaladığını düşünüyorum. 1973 ile 1977 yılları arasında dört yıl boyunca fotoğraf üzerine denemeler yazıyor ve dersler veriyor. 12 yaşında Nazilerin toplama kampları ile ilgili gördüğü fotoğrafların kendi yaşamını değiştirdiğini söylüyor. İlginç bir söylemle, içinin bir tarafında bir şeylerin öldüğünü, diğer tarafının ise hala ağladığını ifade ediyor. Bu fotoğrafların kendini bir daha düzelmeyecek şekilde değiştirdiğini, daha sonra dayanamayıp yırttığını söylüyor  Sontag. 12 yaşında, yaşamını o fotoğraflardan öncesi ve o fotoğraflardan sonrası diye ikiye ayırıyor. Daha sonra 2003 yılında, yani ölmeden çok kısa süre önce yazdığı yine fotoğraf üzerine olan “Başkalarının Acısına Bakmak” adlı kitabında  benzer savaş fotoğraflarına yoğunlaşıyor ve yer yer ilk yazdığı “Fotoğraf Üzerine” kitabındaki bazı söylemlerinin günahını çıkartmaya çalışıyor. İşte muhteşem Susan Sontag böyle birisi; oyuncu, provokatör, çelişkili yaşamların sahibi, dolayısıyla tam bir sahne kişiliği. Ben de kendisini işte bu yüzden çok seviyorum.

Susan Sontag’ın fotoğraflarla ilgili eserlerinde değindiği gibi “burada ve orada olmak” tanımına uygun bir şekilde yaşıyor.  Burada huzur var ama orada savaş var diyerek Vietnam’a gidiyor, Saray Bosna’ya gidiyor orada aylarca yaşıyor, Küba’ya gidiyor Castro’nun yanında duruyor. Susan Sontag fotoğrafın gücünü uzun uzun sorgulamış, Fotoğraftaki acı çeken kişiyi görmekle o acıyı çekmenin aynı şey olmadığını söylemiştir. 

Orta doğuya, İsrail-Arap Savaşı’na gidiyor orada bir film yapıyor. Haklı olarak entelektüelleri sorumluluk almamakla suçluyor. 

Aslında bütün fotoğrafların çekilmiş olduğunu ama buna rağmen her gün daha fazla fotoğraf çekilmesini  gözümüzün doymak bilmez açgözlülüğüne bağlıyor. Fotoğrafın gerçeği göstermediğini, çok daha başka bir şeylerin de olduğunu sürekli vurguluyor.

“Fotoğraf Üzerine” isimli ve her fotoğraf severin okumuş olması gereken fotoğraf kitabına bu yazımda hiç girmedim. Çünkü sadece o kitaptan bir kaç makale malzemesi çıkar ama özetlemek gerekirse kısaca şöyle anlatayım. Kitabına, Platon’un mağara alegorisi ile gerçeklik kavramı ilişkisini fotoğraf üzerinden sorgulayarak başlıyor. Ardından ayrıntılı olarak tüm fotoğraf alanlarını sayıyor ve fotoğrafların hangi duygularımızı uyandırdığını söylüyor ve daha sonra filmlere ve bazı metaforlara göndermeler yapıyor. Fotoğraf makinesine bir çok sıfat yüklüyor ve makinenin her ne kadar konusuyla doğrudan ilişkiye girmese de onu öldürdüğü, ona tecavüz ettiği gibi metaforlar üretiyor.  Fotoğrafların şok edici etkilerine odaklanıyor ve savaş fotoğrafları üzerinden ilerliyor. Fotoğrafın ilk dönemlerinde yaşamış olan önemli Amerikalı fotoğrafçıların farklı yaklaşımlarını gösteriyor ve bize biraz fotoğraf tarihi gezintisi yaptırıyor. Kitabın son bölümünde fotoğrafa dair çok sayıda özlü sözler sıralıyor. Girişte hayalini kurduğumuz sahnede başrolü neden Susan Sontag’a vermek istediğimi anlamışsınızdır sanırım. 

Sontag, kendisinden 18 yaş büyük Roland Barthes’e hayrandır ve bu nedenle hayalini kurduğum bu oyunda yardımcı oyuncu rolünü de ona vermeyi düşündüm çünkü Sontag Barthes’in düşüncelerin iyice benimsemiş ve çok etkilenmiştir. Ancak “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında Barthes’in ünlü “Camera Lucida” adlı kitabından esinlendiğini söyleyemeyiz. Çünkü Sontag bu kitabını Barhes’in kitabından bir kaç yıl önce yazmıştır. Tersi olmuş mudur? derseniz ona da cevabım “hayır“ olacaktır. Çünkü Barhes’in “Camera Lucida”sı tamamen farklı bir lezzette ve fotoğrafı farklı bir yaklaşımla ele almıştır. Barthes’in aslında hem kariyer açısından hem de kişilik açısından Sontag’dan farklı yapıda. 

Sahnedeki oyuncuları oluşturduktan sonra oyunun senaryosunu ona göre geliştirmenin daha akılcı olacağını düşünüyorum.

Şimdilik, Susan Sontag’ın “Fotoğraf üzerine” adlı kitabında yaptığı gibi ben de ona ait özlü sözlerle yazımı bitireyim.

“Fotoğraf biriktirmek dünyayı biriktirmektir.”  Susan Sontag 

“Yazı anlatır, fotoğraf hatırlatır.”  Susan Sontag

Fransa’da Sakatat

Bir ayağı İstanbul bir ayağı Paris’te yaşayan bir kişi olarak aklıma bir an dünyanın en önemli iki mutfağının ortak özellikleri geldi.

O kadar farklı iki mutfağın ortak özelliklerinden  bir tanesi her ne kadar hazırlama tarzları farklı da olsa bence  sakatatlar.

Fransızlar sakatata 20-30 yıl öncesine kadar çok düşkündü.

Özellikle taşrada ve Lyon mutfağında Buşon denilen restoranlarda özel bir yeri vardı.

Zamanla gözden düşmesine rağmen bugün özellikle uykuluk ve birkaç sakatat yemeği ile Michelin yıldızlı restoranların  mönülerini tekrardan süslemeye başladı.

Bazı ünlü şefler bu organlara asil organlar diyorlar.

Aslan avını yakalayınca neden doğrudan önce bu organları temizliyor? diye soruyorlar.

Büyükbaş hayvanın ön yarısındaki iki bölge ve arka yarısındaki iki bölge dışında  bu organların bulunduğu bölgelere karkas içi beşinci bölge diyorlar. 

Şimdi size tanıdığınız ve daha az tanıdığınız birkaç sakatat yemek adı söyleyeceğim. Ben  bunları evde yaparak yiyebiliyorum.

Kasaplara gidip bu konuda bilgi istediğimizde bizi aydınlatıyorlar.  Aydınlatmakdan mutlu oluyorlar tarifler veriyorlar.

Ayrıca sakatat diğer ürünlere göre daha ucuz.

Kırmızı sakatatlar bizim çok iyi bildiğimiz ciğer, dil, böbrek, yanak ve yürek. Burada hayvanın ağız ve burnuna da rağbet edenler de var.

Beyaz sakatatlar ise işkembe, beyin, yumurtalık, paça, kulak, mumbar hatta meme.

Bizde  sakatatlar ve deniz ürünleri ne kadar sade hazırlanıyorsa Fransa’da da o kadar soslarla, değişik parfümü yağlarla, baharatlar ve  sarmısakla muamele edip öyle servis ediliyor.

Burada yemekten zevk aldığım dört tane sakatat yemeğini size söyleyeceğim ama  aslında bu liste uzayıp gider.

Yüzlerce tarif bulunabilir, bu konuda yazılmış onlarca kitap var.

Ne de olsa Fransız mutfağı krali sanat olarak adlandırılıyor. 1789’da kraliyet kaldırılınca şatolardaki bütün ahçılar işsiz kaldılar ve ellerinde “portakallı sülün” tarifleriyle ülkenin dört bir köşesine yayıldılar.

Onların ruhları bugün Bocuse’ün öğrencilerinde  Alain Ducasse’lar Guy Savoy’lar ve Joel Rebouchon’lar  gibi ünlü şeflerin bedenlerinde ortaya çıktılar.

Burada en sevdiğim sakatat yemeklerini şöyle sıralayabilirim.

Kemik iliği, Caen tarzı işkembe, Fırında gevrek krustilyan kulak (3 saat ördek yağında fırın), Andouillette ve andouille denilen kokoreç tarzı yemekler ve  fırında paça pane. Kemik iliği ve kokoreçin sakatattan şarküteriye doğru bir geçiş olduğunu hatırlatarak yemek tarifine başlayayım.

Size eski Caen üsulü işkembe tarifini yapayım.

4 kişi için Eski Caen usulü işkembe şu şekilde yapılıyor.

2 kilo temizlenmiş işkembeyi küçük küçük kesiyorsunuz. Aynı şekilde 2 dana paçayı da küçük küçük kesiyor kenara koyuyorsunuz. 6 havucu, 3 pırasayı ve 6 soğanı kalın halkalar şeklinde kesip onları da bir kenara koyuyorsunuz.

Bir güvecin en alt kısmını sebzelerle döşüyorsunuz, üzerine bir kat işkembe , onun üzerine bir tabaka paça döşüyorsunuz. Ezilmiş sarmısağı, baharatları, artan kemikleri ve 2 karanfil tanesini içine koyduğunuz küçük torbayı ortaya yerleştirip geri kalan işkembe ve sebzelerle üst kısmı dolduruyorsunuz. Hepsinin üzerine bir şişe Cidre ve 4 çorba kaşığı Calvadosu boca ediyorsunuz. Güvecin kapağını kapatıp etrafını hamurla tıkıyorsunuz. 120 derece Fırında 8 saat pişmeye bırakıyorsunuz.

Afiyet olsun.

Hepinize iyi günler dilerimFransa’da sakatat

İSLOMANİA

İSLOMANİA

MEHMET ÖMÜR

Son zamanlarda az ilgilenilmiş hastalıklar beni çok ilgilendirmeye başladı. Geçenlerde G.A.S. yani Gear Acquisition Syndrome’u yazmıştım bu kez de -hastalık denir mi bilemiyorum- “İslomania” denilen  ruh halinden bahsetmek istiyorum. Yani bir nevi ada manyaklığı, adalarda kendini iyi hissetme hali.

İsim babası; roman, şiir, tiyatro oyunları, denemeler, gezi kitapları, edebiyat eleştirileri yazmış, çeviriler yapmış, 20. yüzyıl İngiliz yazarı D. H. Lawrence’dır. Belki bu hastalık daha önceden de biliniyordu ama adını koyan odur. Ölmeden 4 yıl önce yazdığı bir öykü kitabında bundan söz etmiştir ve böyle bir ruh halinin farkına varıp bu konuya girmesi “islomania” tabirinin yerleşmesini sağlamıştır.

Benim en sevdiğim ada, Bozcaada’dır, en sevdiğim ada filmi ise il Postino’dur. Türkçedeki adıyla  Postacı filmidir.

Film Sicilya’da Salina adasında  çekilmiştir  ve  Şili’li ünlü şair Pablo Neruda’nın yaşamından hayali  bir  kesiti hikaye eder. Gerçek hayatında ise Neruda, 1952 yılında İtalya’nın Capri adasında yaşamıştır. Filmde şair ile adanın postacısı arasında gelişen sıcak dostluk anlatılır. Şair postacıya şiiri sevdirir, postacı şiirleri barda çalışan ve bir görüşte aşık olduğu güzel kızı baştan çıkartmak için kullanır. Filmin tepe noktasını, güzel ada manzarası eşliğinde şair ile postacı arasında geçen konuşmada şu replik yapar.

Şair: “Benim şiirimle kızı baştan çıkartmışsın.”

Postacı: “Senin yazdığın şiirle baştan çıkardığım doğru ama o şiir sana ait değil.”

Şair: « Nasıl yani? Benim değil mi?”

Postacı: “Evet ama Şiir yazana değil ihtiyacı olana aittir.” Bu güzel naif ve romantik filmi seyretmenizi tavsiye ederim.

Başka bir ada filmini seyretmek isterseniz, Anthony Quinn’in muhteşem bir oyun çıkardığı efsane film Zorba’yı seyredin. Nikos Kazancakis’in aynı adlı romanından uyarlanan bu film Girit’te geçer.

Diğer ada  filmlerine  gelince;  Akdeniz, Corelli’nin Mandolini, Doktor Moreau’nun Adası ve Thomas Mann’ın aynı adlı romanından uyarlanan Luchino Visconti’nin Venedik’te Ölüm (Lido adasında geçer) söz etmek uygun olur.

Yine sinema dünyasında kalalım isterseniz. Mel Gibson, Fiji’de yaşayan yerlilerin bütün itirazlarına rağmen 15 milyon dolara “Mago” adasını satın almıştır. Marlon Brando’nun 1965’te aldığı “Tetiaroa” adasında ise şu anda sadece bir kişi yaşamaktadır, O da oğludur. Aynı adanın batısındaki “Onetahi” adlı adacıkta Brando, 2004’te ölmeden önce yazdığı vasiyetinde, 2000 m2’1ik bir alanı ölünceye kadar kullansın diye dostu Michael Jackson’a bırakmıştır. Ancak onun da bu adadan çok fazla yararlanamadığı biliniyor. Kim bilir, belki Brando ve Jackson da birer ada manyağı idiler.

İlk ada manyağı Roma imparatoru Tiberius’tur. Roma’dan sıkılıp kendini Neruda gibi Capri adasına atmış ve ülkesini Villa Jovis denilen evinden yönetmiştir.

Ada manyaklarının sayıları saymakla bitmez. Bir başka isloman ise, Kaptan James Cook’tur. Pasifiklerin seyyahı ve fatihi, bu bölgelerdeki adaları o kadar çok sever ki, İngiltere’ye dönmemek için her türlü numarayı çevirir.

Moby Dick’in yazarı Herman Melville de bir ada manyağıdır. Moby Dick’ten sonra Taipi adlı kitabını Fransız Polonezyası’nda ve ardından Omoo adlı kitabını ise Tahiti’de yazar. Merville’nin kitapları 19. yüzyıl yazarlarını o kadar etkiler ki; Jules Vernes, Jack London ve Robert Louis Stevenson da ada manyakları arasına katılmakta en küçük bir tereddüt geçirmezler. Robert Louis Stevenson 1875’te bir mektubunda şöyle yazar: “Bu gece çok sevimli bir adam bana Güney Denizi  adalarını öyle bir anlattı ki, oraya gitmek için içim yanıp tutuşmaya başladı. Yemyeşil bir doğa, güzel yerler, şahane bir iklim, saçlarında kırmızı çiçekler takmış kadınlar… Bütün bu güzellikleri incelemek, doyasıya seyretmek, güneşte oturmaktan ve düştüklerinde meyveleri  toplamaktan  başka hiç bir şey yapmadan durmak. İşte bu! Stevenson, 15 yıl boyunca bu adalar arasında dolaşıp durmuş ve sonunda Samoa adasında ev yaptırarak oraya yerleşmiştir. Halkla iç içe yaşamaya, politika yapmaya yazılarını yazmaya devam etmiştir .

Gelelim Lawrence Durrell’e. Korfu adasındaki başladığı ada manyaklığını Rodos ve Kıbrıs’ta devam etmiş gerçek bir ada düşkünüdür. Kendisini hiçbir zaman bir İngiliz gibi görmemiştir, oysa İngiltere de bir adadır.

Ernest Hemingway “Çanlar Kimin İçin  Çalıyor”u  romanını Küba’da ve Florida’nın Key West adasında yazmıştır. Georges Orwell ise ünlü “1894″ romanını Jura adasında yazmıştır.

Bence, adalara en çok Anglosaksonlar meraklıdır. Ada edebiyatına İngiliz yazarların dışında en çok katkıyı Hollanda’lı yazar Boudewijn Büch koymuştur. “Ada” serisi 4 kitaptan oluşur.

“Ne me quitte pas”nın şarkı sözü yazarı ve yorumcusu Jacques Brel akciğer kanseri nedeniyle yaşamının son dönemlerinde Marquise adasında yaşamış ve ölmeden önce Avrupa’ya dönüp “Marquise” adlı son Longplay’ini çıkartmıştır.

Adalarla ilgili başka ilginç bir hikaye ünlü İrlandalı şair William Butler Yeats ve arkadaşı yazar John M. Synge’ye aittir. Hikaye, Butler Yeats’ın hastalıklı ve melankolik arkadaşı olan yazar Synge’ye melankolisinden kurtulması ve kendini tedavi etmesi için İrlanda’nın kuzey-batısındaki Aran adasına gitmesini tavsiye etmesi ile başlar. Synge bu tavsiyeye uyar ve Aran adasına yerleşir ama daha sonra çevredeki tüm adalarda yaşayarak ada hayatından çıkardığı öyküleri yazar. Bu arada yıllar geçer, o bölgenin tipik Kelt dilini öğrenir ve adeta eski bağlarını kopararak bir adalı olur çıkar.

AFL’li bilimsel beyinleri için, adalar ve bilimle ilişkiyi kuran nispeten yeni bir kitabı okumak ilginç olabilir. Jill Franks’ın 2006 yılında yayımlanan “lslands and the Modernists: The Allure of Isolation in Art, Literature and Science” adlı eserinde bahsi geçen, Charles Darwin’in Galapagos adalarındaki hikayesi ve Margaret Mead’ın South Sea lsland’daki antropolik çalışmaları ilginizi çekebilir. Bu kitapta Gaugin’in Paris’in sıkıntılı atmosferinden kurtulmak için gittiği Tahiti adalarında yaşadıkları da size ek bir çeşni olsun. Hatta isterseniz Gauguin: Voyage to Tahiti adlı Edouard Deluc’un 2017 filmini seyredin.  Vincent Cassel çok güzel bir oyunculuk çıkartıyor. Öneririm.

Andy Strangeway’a ada manyaklarının en beteri desek abartmış olmayız çünkü İskoçya adalarından bir-ikisine değil tam 162 adasına defalarca gidip yaşamıştır.

Bizde ise, Sait Faik Abasıyanık’ın Burgaz adası aşkı bilinir. Zülfü Livaneli’nin metaforik romanı “Son Ada” bizi şaşkınlık içinde bırakan bir baş yapıt.

“York’lu Bir Denizcinin, Kendi Kaleminden, Deniz Kazası ile Düştüğü Amerika Sahillerindeki Oroonoque Nehri Ağzındaki Issız Bir Adada 28 Yılını Geçirirken Yaşadığı Serüvenler ve Korsanlar Tarafından Kurtarılması” orijinal adı ile yayımlanan, hepimizin çok iyi bildiği ve ilk İngiliz roman olarak kabul gören Daniel Defoe’in “Robinson Crusoe” adlı romanı da çok ilginçtir. Roman, adadaki yaşamın tüm detayları ile Robinson’un iç diyaloglarını ve o andaki duygu dünyasını yansıtır.

Aslında hepimizin iç dünyası da bence bir adadır ve çoğu zaman dışarıya kapanmışlıktır, kendimizle sınırlanmışlıktır ve dış dünyanın karşıtıdır. İçeriden dışarıya çıkışlar ve girişler ile sınırlandırılmaya çalışılır ama engel olunamaz. İçeriye bazen çok fena girilir ve biz, buna aşk deriz.

Biraz da fantezi yapalım: 

İsveç’in başkenti Stockholm’ün 24.000 adalık bir takım ada grubunun 14 adası üzerine kurulduğunu biliyor muydunuz? Ayrıca 2016 yılında Hong Hong Üniversitesi’nde “Edebiyatta Ada Belgeseli  Film Festivali” bile yapılmıştır.

Ada manyaklığı, hastalığı veya düşkünlüğü ile ilgili yazacaklarım bu kadar, yazmaya  devam edilse çok daha fazla sayfalar doldurmak mümkün. Bence, siz de biraz içinize bakın ve oradaki adalarınızı bulun, onlarda gezinin ve yaşamın tadını çıkartın.

http://mehmetomur.com

https:/ / www.in st agram.com/ sukru_mehmet_omur/ 

https://www.facebook.com/saricizmelimmi

Mobil sanatla ilgili  

Mobil sanatla ilgili  

 

Mobil sanatla ilgili  

Mobil Sanat nedir diye başlarken önce sanatın tanımını yapmaya çalışalım Aslında  yapılamayacak bir şeyi yapmaya çalışalım. Bir şeyin tanımını yapabilmek için gerekli ve yeterli şartlar gereklidir. Örneğin bir üçgenin tanımını yaparken üç kenarlı deriz. Bu gereklidir ama yeterli değildir. Eğer üç kenardan ikisinin ucu biri birine dokunmuyorsa o bir üçgen değildir..   

İşte üç kenarı olan ama üçgen olmayan bir şekil.

Şimdi sanatın tanımlarına bir bakalım ve önce kaynaklara bakalım ve sanatın çok sayıdaki tanımlarından bir kaç tanesini inceleyelim.

Cezanne’ın görüşlerinden etkilenen İngiliz sanat eleştirmeni Clive Bell, biçimi öne alır ve sanatı tamamen estetiğe bağlamıştır. İşte tam da bu neden le; Marcel Duchamp, Andy Warhol, Joseph Beuys gibi dünyanın en büyük sanatçılarının kendilerine yer bulamadıkları 1900’lü yılların başında, Clive Bell’in bu tanımını artık bir kenara bırakmamız gerekir. Georges Dickie’nin Kurumsal sanat kuramı sanatın tanımlanabileceğini ileri sürer. Sanat eserinin bilinçli olarak insan elinden veya fikrinden çıkması gerektiğini iddia eder. Sanat dünyası adına hareket eden kişiler tarafından, hakkında fikir birliğine varılmış olunmalı, beğeni kazanmaya aday olmalıdır der ki, bu da polemiğe çok açık bir tanımdır. Bize en yakın gelen tanım ise Morris Weitz’in tanımıdır, belki de tanımsılığıdır demek gerekir. Çünkü Wittgenstein’ın görüşlerinden yola çıkan Weits, sanatın tanımlanamayacağını savunur. Haklıdır da! Şu örneğe bakalım!

 

Burada Marcel Duchamps’ın “Çeşme” adını verdiği Çağdaş Sanat devrinin kapılarını aralayan eserini inceleyelim. 1917 yılında New York’ta bağımsız sanatçılar sergisine başvuru koşulları açıklanırken, başvuruların eserlerin hepsinin kabul edileceği söylenmiştir. Yüzlerce başvuru olur, tümü kabul edilir ama bir tek “Çeşme” isimli eser, sanat eseri olmadığı için kabul edilmez ve depoda veya atıldığı çöplükte yok olur gider. Yıllar sonra, 2004 yılında Duchamps, aynı eserin yenisini üretir ve önemli sanat eleştirmenleri tarafından “Çeşme” 20. yüzyıla damgasını vuran eser olarak seçilir. Çok garip değil mi? Daha bir yüzyıl geçmeden sanat eseri kabul edilmeyen bir iş, bir süre sonra çağın sanat eseri haline dönüşmüştür. Bence, bu durum bile sanata tanım yapılamayacağının kanıtıdır.

Mobil Sanat’ın da iddia ettiği aslında budur. Sanat; özgürdür, sınır tanımaz, tarihin her döneminde değişir, devrimcidir, hemen şimdi söz konusudur, rastlantıya yer vardır.

Gelelim şimdi dijital sanata ve alt grubu Mobil Sanata. Bu sanatta bilgisayar rol alır ve fiziksel olmayan işler üretir. Bilgisayar bazen yardımcı araçtır, bazen ise yaratıcı konuma geçebilir. Yeni medya sanatı da dediğimiz dijital sanat, tekniğin sanatta her dönem yeni bir çağ açacağını gösterirken, bazı eserler de 1990’lı yıllardan itibaren müzelerde yerlerini almaya başlamışlardır. Dijital teknolojiler araç veya ortam olarak kullanılabildikleri gibi, dijital veriler de bu yeni sanatta kullanım alanı bulmaktadırlar. Buna bir örnek olması bakımından dilerseniz https://refikanadolstudio.com/projects/ ve https://common.studio bağlantılarından bu sanatçının kendisini ve yaptığı işleri tanımanız mümkün. Fotoşop ile dijital teknolojiyi araç olarak kullanan Murat Germen’in işlerine de buradan bakabilirsiniz. https://muratgermen.com/artworks/yol-way-solo-istanbul-modern/#image-9

Filozof Richard Wollheim, sanatın estetik değerlendirilmesi için üç yaklaşım önermektedir. Bunlardan birincisi, Estetik Niteliğin insanın bakış açısından bağımsız, mutlak bir değer olduğunu öneren ”gerçekçi“ yaklaşım. İkincisi, Estetik Niteliğin mutlak bir değer olduğunu, ancak insanın bakış açısına bağlı olduğunu savunan ”nesnel“ yaklaşım. Üçüncüsü ise, Estetik Niteliğin hem mutlak olmadığını, hem de insanın bakış açısına göre değiştiğini söyleyen “göreli “ yaklaşım.

Mobil Sanat Manifestosu

Bu manifestoya göre hali hazırda bilinenlerin dışında hiçbir şey kavranamaz. Mobil sanat, kendisini 20 yüzyılın avangart akımlarından Fluxus’un ve Sosyolojik Sanatın devamı olarak konumlandırır. Kendine “Sanat Hayattır” sloganını düstur alır. Bunu kanıtlamak için de varoluşun temelini oluşturan “günceli” bünyesine sokar. Güncel olmazsa Mobil Sanat da olmaz. Güncellik kendisine ne sunuyorsa onu bolca bir şekilde kullanır. Her yenilik, Mobil Sanat’a henüz denenmemişleri de denemeyi beraberinde getirir ve malzeme ile bilimin ilerlemesiyle gelişir. Hiç yerinde durmaz,  örneğin bugünkü cep telefonunun fiziki varlığının da ötesine geçmeye çalışır. Uyum sağlar, çünkü aklı ve ruhu maddenin içinde değildir. Mobil Sanat toplumla doğrudan ilişkiye girer. Aktüalite, eğilimler, korkular, arzular ve görüntülerle de doğrudan ilgilenir. Zamanını gözlemler, tanıklık eder ve katılır. Oyuna katılmaktan, oyun kurmaktan, oyundan keyif almaktan korkmaz ve rol alır. Hayali ve düşünceyi kışkırtan, sanatçının inancını besleyen şeyler üzerinde herhangi bir önceliği yoktur. Mobil Sanat, açık sanattan başka bir şey değildir. Bu sanattan doğan herşey paylaşılan kitle ile birlikte değişime, paylaşıma, yorumlamaya ve sahiplenmeye uğrar. Bu sanat, devinim halinde bir sanattır. Bir şekle veya mecraya sokulması zordur ve bütün sanat alanlarında da kendine yer bulur. Plastik sanatlar, edebiyat görsel sanatlar da buna dahildir. Bu nedenle kendine “Tam Sanat” tanımını yakıştırır. Mobil sanat “herkes için sanat” iddiasındadır. Akıllı telefonların kütlesel olarak benimsenmesi bu sanatın temelinde yatar. Bütün coğrafyalar, kültürler ve bütün sosyal sınıfları ilgilendirdiği için demokratiktir de. Mobil sanat kendisini “Sosyal Heykeltıraşlık” olarak da görür. Topluma kendisinden yararlanmayı önerir. Bu sanat akımına katılan herkese, tüm üyelerine, sanatçı olsun veya olmasın yaratıma katılma yeteneği sağlar. Bu bakış açısıyla, bu sanat, değişimin olumlu bir oyuncusu olarak topluma faydalı bir değişime de olanak sağlamayı istemektedir.

MOBİL SANAT ÖZGÜRDÜR. VAROLMAK İÇİN SINIRLARA İHTİYACI YOKTUR.

Marie Laure Desjardin, 2017.

Yaratıcılık

Yaratıcılık, yeni ve bir şekilde değerli bir şey oluşturma olgusudur. Kişinin kendini anlatmasının değişik yollarından biridir. Buna göre;

Hiçbir şey orijinal değildir.

Hayal gücünüzü arttıran size ilham veren her yerden çalın.

Eski filmlerden,

yeni filmlerden,

müzikten,

kitaplardan, 

resimlerden,

fotoğraflardan, 

şiirlerden,

rüyalardan,

rastgele sohbetlerden,

mimariden,

köprülerden,

tabelalardan,

ağaçlardan,

bulutlardan,

ışık ve gölgelerden BESLENİN!

SADECE VE SADECE RUHUNUZA SESLENEN ŞEYLERİ MALZEME ALIN!

Bunu yaparsanız işiniz veya hırsızlığınız özgün olur.

ÖZGÜNLÜK PAHA BİÇİLMEZDİR!

ORİJİNALLİK SAFSATADIR!

Bunu yaptıktan sonra da hırsızlığınızı saklamaya uğraşmayın, tam tersine değerini bilin.

Jean Luc Godard’ın “Nereden aldığınız değil nereye götürdüğünüz önemlidir” sözünü unutmayın ve Austin Kleon’un “Steal Like An Artist” kitabını okuyun.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

FOTOĞRAF   BİZE NEDEN İYİ GELİR?

FOTOĞRAF   BİZE NEDEN İYİ GELİR?

Mehmet Ömür

Fotoğraf ve sanat bazıları için pek ilgi çekici değildir. Ayrıca gereksizdir de. “Sanat, “Etrafında dönülüyorsa heykel, duvara asılıysa resimdir!(fotoğrafda bu kategoride)” diye tanımlarlar.

Fotoğraf bir sanat dalıdır. 8. sanat dalı olarak sinemadan sonra gelir.

Sanatın 30.000 yıldır uygarlıkların ayrılmaz bir parçası olması da bir tesadüf değildir.

Bir sanat eserine baktığımızda içimizde bir şeylerin harekete geçtiğini hissederiz. Kendimizi sanki daha iyi hissederiz.

Bilimsel araştırmalar bir sanat eserine baktığımızda neler olduğunu artık ortaya çıkartmaya başladı. Nörobilimcilerin 2012 de yaptığı bir araştırmada önemli bir sanat eserine baktığımızda beynimizde dopamin salgılandığını ortaya koydular. Nedir dopamin? Evet, bildiniz! Aşk hormonu. Aşık olduğumuzda da bu hormonun salgılanması artıyor.

Yunan filozof Aristo Milattan 300 yıl önce sanatın sosyal bir olay olduğunu anlamıştı. Arınma olarak da bilinen  katarsis ile Aristo  trajedinin seyirci üzerindeki etkisini anlatır.  Literatürde, ruhun hem özgürlüğüne hem de tarafsızlığına kavuşturulmasını simgeleyen bir retorik olan katarsis, özünde ruhani başkalaşmayı, hatta  boyut değiştirmeyi de anlatmaktadır. Aristo’dan Freud’e çok şeyler değişmiş ve  sanat Freud tarafından da bir çıkış yolu olarak görülmüştür.

Sanatı veya fotoğrafı kendimiz yapalım veya sadece ilgilenelim başkalarıyla iletişim kurmamıza ve kendimizi daha iyi tanımamıza katkıda bulunur. Bir sergide eserleri beğenelim veya beğenmeyelim oradakilerle eserler hakkında fikir alış verişinde bulunmak bize duygu yükler. Estetik kelimesinde yunanca aisthesis kökü vardır. Bu kelime hissetmek ve duygu demektir. Bir yemek sırasında şarap severler masadaki şarabı değerlendirirken, şarap kültüründen konuşurken de benzer duygular yaşarlar. Hissettiklerimizi başkalarıyla karşılaştırmak kendi kişisel dünyamızı anlamamıza da katkıda bulunur. Bu yolla muhakeme becerilerimizi  geliştiririz. Sanat benzer duygu ve düşünceleri taşıyan ruh ikizlerimizi bulmamıza da yardım eder. Bir fotoğrafa bakarken veya bir film seyrederken farkına varmadan gülümseriz, empati yaparız, tiyatro sahnesinde boğulma rolü yapan oyuncuyla nefesimiz kesilir ve güzel müzikle farkına varmadan ayaklarımız ritm tutmaya başlar. Burada “ayna sinir” uçlarımız devreye girmiştir.

En çok da abstre sanat nöronlarımızı kurcalar. Fotoğrafta da abstre söz konusudur. Onu da başka bir yazıya ayırdık. Abstre sanat beynimizi gerçekliğin boyunduruğundan kurtarıp bizi yeni ve bilmediğimiz duyguların kucağına atar. Normalde zor ulaşacağımız heyecanları bize yaşatabilir. Sanatla ilgilenmesi sağlanan çocukların beyinlerinden alınan fonksiyonel MRI bulguları bir çok olayın geliştiğini göstermiştir. Dikkat, hafıza güçlenmesi, geometrik algılama, okuma, anlam bilim, tolerans ve açık görüşlülük, kompleks bir yapı.

Her ne kadar fotoğraf makinesinin fiziksel beceriyi azalttığı görülüyor gibi olsa da sanatsal ifadenin azalmasına  dokunmaz. İşte bu nedenle “Fotoğraf hayat gibidir” dedik

Yine bu yüzden “Hiç bir zaman geç değildir” diyerek fotoğraf öğrenmeye, fotoğrafça düşünmeye başlamayı öneriyoruz.

SENİ DAHA İYİ ANLAMAM İÇİN DAHA ÇOK FOTOĞRAF ÇEKMELİSİN!

SENİ DAHA İYİ ANLAMAM İÇİN DAHA ÇOK FOTOĞRAF ÇEKMELİSİN!

Fotoğrafta pratiğin yeri

Mehmet Ömür

Fotoğrafların senin kendini ifade şeklindir. Sen ne kadar çok pratik yaparsan seni o kadar daha iyi anlarım.

“İlk on bin fotoğrafınız en kötü fotoğraflarınızdır”
Henri Cartier-Bresson

Henri Cartier Bresson sokak fotoğrafçılığı duayenidir. Karar anı kavramını fotoğrafa sokan kişidir. Fotoğrafçılık yolunda ilerlerken kendisiyle tanışmakta yarar vardır. Bulabilirseniz  YGS yayınlarından çıkan “Yüzyılın Gözü Henri Cartier Bresson” adlı kitabı okuyun.

Fotoğraf çekerken neyi anlatmaya çalışıyorsun? Bunu hiç düşündün mü bilemiyorum. Ben küçük bir araştırma yaptım ve insanların onlarca nedenden fotoğraf çektiklerini anladım.

Çoğu “Galata köprüsünün üzerine ben!” kimisi de “Arkamda yeni camii ve Galata köprüsü üzerinde ben!” i çekiyor. Bazen güzel bir manzara çekilir bazen de bir insan. Bazen de bir damatla gelin. Şöyle bir fotoğraf düşünün “öğle güneşinde gelin ortalıkda  ayakta durmuş ayakları kadrajın içinde değil ve yüzünün yarısı şapka gölgesi nedeniyle iyi seçilemiyor.” Bir de aynı gelini tarihi bir mekanın önünde merdivenlere oturmuş akşam üzeri gün batımının sıcak ışığı yüzüne düşmüş gözleri kapalı romantik pozda” düşünün. Bu iki gelin fotoğrafı arasında çok büyük fark olduğunu kabul ederiz. Birincie fotoğraf “eee evlendik işte” fotoğrafıdır. Diğeri aşk ve gelecekten bahseder.

Fotoğrafları çekerken ortamı biraz daha konuşkan hale getirbilir söylemek istediğinizi daha net söyleyebilirsiniz.

Geniş açı bir lens kullanarak arkadaşınızı maçın skorunu gösteren pano önünde sinir içindeki ifadesini fotoğraflayabilirsiniz. Bilinçle hareket etmekte yarar var.

Gezdiğiniz yerlerden değişik fotoğrafları facebook veya instagramda paylaşarak etkilerini inceleyin ve oradan gelen geri bildirimleri ciddiye alın. İnsanlara oralara gitme arzusu uyandırabiliyor musunuz yoksa fotoğrafınız etkili değil mi?Fotoğraf çekmeden önce bir dakikanızı ayırıp planlama yapın, “Ben profesyonel değilim onlar da o kadar önemli değil” demeyin. Fotoğraftaki küçücük bir ayrıntının fotoğrafı nerelere taşıdığını fotoğrafla ilgilenmeye devam ederseniz daha iyi anlayacaksınız.

Hareketli bir olay fotoğrafı örneğin hızla ilerleyen bisikletteki kızın fotoğrafını hızlı göstermek mi istiyorsunuz yoksa duruyor gibi mi göstermek istiyorsunuz? Bu farklı iki durumu yaratabilmek için fotoğraf makinenizin ayarlarını bilmeniz gerekecektir.Yeter ki siz ne söylemek istediğinizi belirleyin.

Sonra da deneyip yanılın.

Diyafram önceliğini ilk kez kullandığınızda, makineniz DSLR ise deklanşör hızının çok yavaş olduğunu ve her şeyin çok bulanık olduğunu ve tüm çekimlerin kötü olduğunu fark edebilirsiniz. Cep telefonlarında herşey otomatik olduğu için bu sorunu yaşamazsınız ama bu kez telefonunuzun kamerası sizi yönetmeye başlar. O nereye odaklanmak ister hangi enstantaneyi kullanmak isterse onu kullanır. O zamanda cep telefonunuzun kamerasını biraz tanımalı, ona hakim olup söz geçirmelisiniz. Bunun içinde belki biraz kendinizi eğitmeli egzersiz yapmalısınız. Bol bol deneyin, bir dahaki sefere daha uygun şekilde ayarlamaya ve çekmeye çalışın. Edison ampulü yakmadan önce  önce yüzlerce deneme yaptı.

Sonuç olarak daha iyi fotoğraf çekmek istiyorsanız daha çok fotoğraf çekin. fotoğraf kitaplarına bakın, fotoğraf sergilerini gezin, kurslara gidin, fotoğraf derneklerine üye olun. fotoğraf gezilerine gidin.

Fotoğraf sizin kendinizi ifade etme biçiminizdir. Ne kadar çok fotoğrafla uğraşırsanız ben de sizi fotoğraflarınızda o kadar iyi anlarım

İYİ KAMERAYLA NASIL  KÖTÜ FOTOĞRAF ÇEKEBİLİRSİNİZ?

İYİ KAMERAYLA NASIL  KÖTÜ FOTOĞRAF ÇEKEBİLİRSİNİZ?

Mehmet Ömür

Bu soruya “Çok güzel yetişmiş bir bağın çok kaliteli üzümleriyle nasıl kötü şarap yapabilirseniz öyle veya dünyanın en pahalı golf sopasıyla topu deliğe nasıl sokamazsanız aynen öyle” diye cevap verebiliriz.

Gurur, bir konuda pek iyi olmadığımızı kabul etmeyi zorlaştırır. Fotoğrafçılık da bu konuda bir istisna değildir.

“Keşke daha iyi bir fotoğraf makinem olsaydı, daha iyi bir fotoğrafçı olabilirdim” lafını sıkça duyuyoruz. Pek çok insanın anlamadığı şey, kullanılan  kameranın fotoğrafçılığı geliştirmenin yolu olmadığıdır. Yeni fotoğraf makinesine para vereceğinize o parayla fotoğraf kitapları alın ve fotoğraf kurslarına gidin. Aynı fotoğraf makinanızla daha iyi fotoğraflar çektiğinizin farkına varacaksınız.

Kamerayı suçlamak kolaydır. Daha iyi bir kamera satın almak daha iyi fotoğrafçı olmayı sağlayacak mı? Tabii ki değil.

Aslında fotoğraf makineniz ne özellikte olursa olsun daha iyi fotoğraf çekmeniz mümkün. Dijital sistemler o kadar gelişti ki, kameraların hepsi ileri ayarlar yapabiliyor ve çok gelişmiş objektiflere sahipler. Bunlar, yakın zamana kadar sadece DSLR fotoğraf makinelerinde bulunan özelliklerdi.

Şimdi iyi fotoğraf çekmek istediğinizi varsayarak soruyorum. Fotoğraf makinenizle gelen kullanım kılavuzunu baştan sona okudunuz mu? Çoğunuzun hayır dediğini duyuyorum.

Önce bununla başlayın ardından internet üzerindeki milyonlarca ücretsiz kaynaklara ve bilgilere ulaşmaya çalışın, her birinden bir şeyler öğrenebilirsiniz. Kursları, kitap ve e kitapları, workshopları unutmayın.

Fotoğraflarınızı düzenlemeyi unutmayın ve bir alışkanlık haline getirin. Dijital fotoğraflar genelde biraz ruhsuz olabiliyor anları düzenleme programlarıyla biraz cilalalm iyi olur. Bu işlemi yapmadan fotoğraflarınızı paylaşmamanızı öneririm.

İyi fotoğrafçı olmak ve iyi fotoğraf çekmenin fotoğraf makinenizle doğrudan ilgili olmadığını kısa sürede anlayacağınızı düşünüyorum.

Öncelikle ışığı ve kompozisyonu öğrenin derim.

İyi kameraların kötü fotoğraflar çekmesinin nedenleri

Kompozisyon bilgisi iyi fotoğraf için çok önemlidir. Fotoğraf makinesinin fiyatının kompozisyon bilgisiyle doğrudan bir ilişkisi olmadığını bilmeniz gerekiyor. Fotoğraf çekerken çevreye bir turist gibi değil bir sanatçı gibi bakmaya çalışın. Sanat kitaplarına daha sık başvurun.

Ancak bundan sonra daha iyi fotoğrafçı olabilirsiniz.

Tabii ki iyi bir DSLR makinenin çektiği fotoğraf kompakt bir fotoğraf makinesinin veya cep telefonunun çektiği fotoğrafla aynı olmayacak teknik açıdan daha iyi olacaktır. Ama iyi fotoğraf sadece teknik özellikleriyle öne çıkmaz. Size verdiği hazla, anlattığı hikaye ile, diğer fotoğraflarla kurduğu ilişkiyle de öne çıkar. Bu konuları düşünün, ona göre fotoğraf çekmeye çalışın.

Hangi kameraya sahip olursanız olun, biraz bilgi ve biraz pratikle daha iyi fotoğraflar çekebilirsiniz. Önce bütçenize göre bir fotoğraf makinesi alın, fotoğrafçılığınızı geliştirdikten sonra daha iyi bir fotoğraf makinesi almayı hak edebilirsiniz.

Korona döneminde Aydınlanma

Korona döneminde Aydınlanma

Mehmet Ömür

Immanuel Kant (1724-1804)   Orta yolu bulmaya çalışır.

Sokağa çıkamıyoruz sokak şu sıralarda fotoğrafçılığı bitti. 1 saat çıktığımızda çektiğimiz fotoğraflarda yüzler maskeli, ifadeler yok olmuş. Bu durum fotoğrafı seven bir kişiye ne yapar diye düşündüm. Filozof yapacağına karar verdim. Birden aydınlanmaya başladım.

Aydınlanma konusu hep kafamı kurcalamıştır. İnsanlara özgürlüğün yolunu açan “İnsan hakları bildirgesine” kadar yol alan aydınlanma periyodu nasıl gelişti. Kimler başlattı neler oldu. Bu konuda çok güzel yazılar var. Ben de “Bunlardan yararlanarak acaba kendimce bir derleme yapabilir miyim dedim. madem fotoğraf çekemiyorum biraz da aydınlanayım istedim. 

Biraz araştırdım.

İşe İmanuel Kant’la başlanması gerekiyor. Belki de Descartes daha iyi bir nirengi taşı olabilirdi bilemedim. Kant için 1700 lerin ikinci yarısına kadar geriye sarmalıyız. O dönemde aslında birleşik Almanya bile yoktu. Almanca konuşulan bölge Avrupa’da  birkaç beylik  ve  Prusya, Avusturya ve Bavyera gibi bazı büyük devletlerden oluşuyordu.

Kant bireylerin eğitim düzeylerini yükselmesinin sadece bireylere değil topluma da katkısının olacağına inanmıştı. Oysa o dönemin liderleri böyle düşünmüyorlardı. Hatta tam tersine bireylerin eğitilmesinin toplum düzenine zarar vereceğinde hemfikirdiler. İnsanlar eğitimli olduklarında bağımsız olma arzusu içine girecekler, krallara ve aristokratlara bağlı kalmak istemeyeceklerini düşünüyorlardı.

Kant iktidardakilere şöyle diyordu; “Çok endişelenmeyin. Eğer yüksek sınıfın bir üyesiyseniz, aydınlanmadan korkmanıza gerek yok çünkü sonuçta aydınlanma tüm devletin, tüm toplumun gücünü arttırmak için güçlü bir öge olabilir.”

1789 daki Fransız devriminden 5 yıl önce Kant 1784 te “Aydınlanma Nedir” adlı çok kısa eserini yazıyor. Kant orta yol bulma, denge peşinde. Aynı yıllarda Jean Jacques Rousseau’da sahnede ve farklı bir yoldan düşüncelerini dile getiriyor. Kanttan farklı düşünüyor. Ancak Rousseau Kant’ın aksine düşünceleri içinde tezatlar taşıyor. Rousseau’da birçok metin yazıyor. Bu iki metin dünyayı kültürel, siyasi ve ekonomik olarak değiştirecek güçte düşünceler taşıyor ve bunda başarılı da oluyor.

Aydınlanmanın  tanımını şöyle yapabiliriz: Aydınlanma dünyayı insanoğlu için daha iyi bir yuva haline getirme projesidir. Bunu nasıl yapabilir? Mantık kullanma yoluyla yapabilir. Mantık kullanma diyince işin içine bilim, eğitimi ve özgürlüğü de katmak gerekecektir. Ancak bu yollarla dünya daha konuksever bir yuva haline gelebilir. Aydınlanma aynı zamanda sosyal bir harekettir. Bu yönde Voltaire’i anmadan geçmemek gerek. Voltaire bu noktada “Ecraser l’infame” yani “Alçaklığı ezin” buyurmuştur. Aslında demek istediği saçmalıklardan ve gelişmenin önüne geçenlerden kurtulun demek istemiştir. Ama birçok gazeteci ve ikinci derecedeki entellektüel bunu gücü elinde bulunduran insanlardan kurtulun olarak algılamışlarıdır veya öyle algılamak istemişlerdir.

kant felsefede orta yolu bulmak isteyen bir düşünürdür. Hem pastam dursun hem de karnım doysun demektedir. hem mantığı ve bilimi savunur hem de inanç ve inanışa yer verir.

Plato’dan Kant’a kadar gelen felsefe tarihinde “ İdeal ve reel arasında nasıl bir bağlantı kurabiliriz?” sorunu filozofları fazlasıyla meşgul etmiştir.

Platon için her şey ideal biçimlerle ve onların reelle bağlantısıyla ilgiliydi.

Oysa Kant mantığı savunur, bilimi savunur, yeni bir tür aydınlanmayı savunur.

Ayrıca inanç için de yer yaratır, inanışa da yer bırakır.

Kant’ın Descartes’dan etkilenmiş olduğu besbellidir. Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım.”dır. Şüphecilik mücadelesinin başlangıcı Descartes ile gerçekleşti diyebiliriz.

“Düşünüyorum, öyleyse varım.”Bununla ne demek istemiştir? Demek istediği, Descartes etrafındaki her şeyden şüphe edebilirdi. Her şeyi sorgulayabilirdi. Oysa ingiliz düşünürlerden Descartes’den etkilenmiş olan Locke “Hissediyorum, öyleyse varım.” demiştir. Locke şüpheciliği uzak tutmanın yöntemini deneylerle öğrenmeye bağlar.  Böylece daha fazla tecrübe kazanılacaktır . Deneyim ise bilgiye yol açacaktır.

Locke’nin ardından İngiltere’de David Hume ortaya çıkar ve “Deneyim aslında bilgi vermez” der. “Sadece size alışkanlık kazandırır” der. Bu bizim deneysel şüphecilik diyebileceğimiz yeni bir tür düşünce tarzıdır ve Kant’ı endişelendirmiştir.

Bu nedenle Kant temel felsefi çalışmalarını yazarken, Descartes’ın akılcılığı ve Locke ve Hume’un deneyciliği arasında orta yolu tutmaya çalıştığını itiraf eder. Kant’ın çok karmaşık bir düşünür olduğunu anlıyor ve onu anlamakta zorluk çektiğimi fark ediyorum doğrusunu isterseniz.

Yazdığı şu kitapları okumaya da hiç niyetim yok. Filozof olma ihtimalim sıfıra yakın. Saf aklın eleştirisi, Saf mantığın eleştirisi ve Yargı yetisinin eleştirisi kitaplarını okuyabilen zaten başka bir boyuta taşınmış olur.

Kant’a göre bizim dünyanın bir yanı olan bilgilere sahip olduğumuzu anlamak önemlidir. Kant bu yanı fenomenal taraf olarak adlandırır. Fenomenler, gözlüklerimi takıp dünyayı nasıl gördüğümüz, dünyayı nasıl algıladığımızla ilgilidir. Gözlüklerimiz aklımızdır ve dünyayı bize mantıklı gösterir. Bize dünyayı uzay ve zamanda veya diğer kategorilerde organize eder. Kant’a göre bilgi aklımızın dünyayı mantıklı bir yer olarak inşa etmesine yarar.

Bu yolla tahminlerde bulunabiliriz, yıkılmayan köprüler yapabiliriz. Zamanı doğru gösteren saatler yapabiliriz. Bunların hepsi fenomenler dünyası hakkındadır.

Sonra başkaları “Ama bu gerçek dünya mı?” diye itiraz ederler.Kant ise akıl olmadan dünyayı anlamak mümkün olmaz der. Der demesine ama şunu da ekler, “Ama aklımın algılamadığı yerlerde bir şeylerin olduğunu da biliyorum.”

İşte bu diğer tarafta da inançlar vardır. Bu taraf da numenal taraf der.

Bu diğer tarafta ruhun ölümsüzlüğüne, kurtuluşa, Tanrı sevgisine, inandığımız dünya vardır. Bunu dünyayı bilimle çürütmek mümkün değildir. Bilimle kanıtlamak da mümkün değildir. Kant bu iki dünyanın birlikte var olabileceğine inanmıştır. İkisi arasında bir yol tutturmuş gitmiştir.

Kant demiş de demiştir. “Aydınlanma inancı tehdit etmiyor çünkü inanç şeylerin kendisiyle ilgilidir ve bunu kalbinin derinliklerinde hissedebilirsin” demiştir.

“Kendimizi bu toyluktan kurtarmalıyız

“Aydınlanma insanın kendini mahkum ettiği vesayetten kurtulmasıdır.”

“Bilmeye cesaret edin ve kendi aklınızı kullanma cesareti gösterin.”

Ben de şöyle diyorum; “ Ben ne zaman sokağa çıkıp maskesiz insanları fotoğraflarını çekebileceğim? 2021? 2022? 2023? ????”

Kant’a göre aydınlanma size olgunluk, özerklik ve basitçe kendiniz adına düşünme yetisi verir. Kant göre bu durum çok değerli entellektüel ve ahlaki bir yetenek ve kapasitedir.

Şu Coronavirüs salgını sizce ne zaman biter?

Şarapta İkinci Lig

Şarapta İkinci Lig

Mehmet Ömür

Süper second veya süper ikinciler denilen şarapları şatoların ikinci şaraplarıyla karıştırmamak gerekir. 

Süper ikincilerin en büyük önemi bir şarap severin  Premier grand cru şaraplara eşdeğer kalitede bir şarabı daha düşük bir fiyata alabilmesinden geliyor.

Süper ikinciler, tüketicilere yüksek kaliteli şarapları uygun fiyatlarla tatma imkanı veriyor. Bu durum kavını yenilemek isteyen bir şarap severin daha küçük bütçelerle çok yüksek potansiyele sahip şaraplara sahip olabilmesi anlamına gelmektedir.

Öncelikle büyük şato şarapları konusunu daha iyi anlamak için, 1855 Grands Crus sınıflandırmasının, Saint-Emilion’un 10 senede bir değişen ve Pomerol’ün resmi olmayan sınıflamalarının  özelliklerini bilmek önemlidir. 

Medoc da Lafite-Rothschild, Latour, Margaux ve Mouton Rothschild, 

Graves bölgesinde Haut-Brion, Sauternes’de Chateau d’Yquem, sağ yakada ise Ausone ve Angelus, Cheval Blanc, Pavie ayrıca  Pomerol için Petrus başı çeken en önemli şaraplardır.

Yukarıda adı geçen şaraplar şarap dünyasında başı çekerler. Bunu hak edecek nedenleri vardır. Tartışmasız gerekli ve yeterli kaliteye sahiptirler. Ancak şarap severler genelde 1855 sınıflandırmasının neden değişmediğini de hep merak ederler. 1855 sınıflandırılmasının değişmezliği üstün kalite performansını beraberinde getirdiği için 165 yıldır değişmedi, değişmesi gerekliliği tartışılmadı.

Süper ikinciler, kalite olarak Premier Grand Crus şaraplar kadar kalitelidirler. Örneğin Pontet Canet 5. grand cru’dür ama kalite olarak en az bir 2. cru kadar büyük bir şaraptır, fiyatı da çok daha düşüktür.

Hangi şaraplar “Süper ikinci”dir.

Medoc bölgesinden: Cos d’Estournel (St-Estèphe), Ducru Beaucaillou (St Julien), Léoville Las Cases (St Julien), Montrose (Saint-Estèphe), Palmer (3e cru, Margaux), Pichon Comtesse de Lalande (Pauillac) , Pichon Longueville Baron (Pauillac), Pontet Canet (5. cru, Pauillac), Léoville Poyferré (Saint-Julien), Lynch-Bages (Pauillac), Rauzan-Ségla (Margaux),

Graves bölgesinden: La Mission Haut-Brion (Parker’den yedi kez 100 puan almıştır), Pape Clément, Haut-Bailly, Smith Haut-Lafitte,

Sağ yaka şarapları: Lafleur (Pomerol), Le Pin (Pomerol), L’Eglise Clinet (Pomerol), Trotanoy (Pomerol), La Conseillante (Pomerol), Clos Fourtet (Saint-Emilion), Le Gay (Pomerol), Clinet (Pomerol),  Macquin (Saint-Emilion), Figeac (Saint-Emilion), Troplong Mondot (Saint-Emilion)

Şaraba  yatırım yapmak isteyen bir kişinin dikkate alması gereken bir nokta, önemli şarapların az bulunur olması ile ilgilidir. Burada da arz talep meselesi çok önemlidir.  Süper ikinci şaraplar grand cru şaraplardan daha fazla olduğu için  ani fiyat çıkışlarından çok etkilenmezler.

Eleştirmenlerin verdiği puanlar ve önemli yıl kavramı Süper ikinciler üzerinde etkilidir. 

 Grand cru şaraplar yıllardan beri gelen isimleri ve şöhretleri nedeniyle fiyat değişikliklerinden etkilenmezler. . Süper ikincilerin öne çıkması için çok iyi puanlara ihtiyaçları vardır. Kavınızın değerli bir kav olmasını arzu ediyorsanız yukarıdaki Süper ikinci listesinden puanı 95 in üzerinde olanlardan seçmeye çalışın.

İYİ FOTOĞRAFÇI MIYIM?

İYİ FOTOĞRAFÇI MIYIM?

Mehmet Ömür

Fotoğraf hakkında düşünmeyi seviyorum, sormayı, sorgulamayı da seviyorum. Türkçede çok deyimler vardır bazıların bayılırım. Bazıları düşündürür nereye çeksen gider. Örneğin:  “Her koyun kendi bacağından asılır.”

Bu akşam ben iyi fotoğrafçı konusunu deşmek istiyorum. Kendi bacağımdan asılmak istiyorum. Yazacaklarımdan tamamen ben sorumluyum. Bacaktan asacak birisini ararsanız beni asın.

Herkes kendi bacağından asılmalı mı gibi derin bir konuda Üstad Nazım Hikmet’e baş vuralım;

Özledin,

İçtin,

Ağladın,

Güldün,

Şarkılar söyledin,

Şiirler yazdın.

Peki o ne yaptı? deme.

Herkes kendinden sorumludur aşkta.

Ben de iyi fotoğrafçı tanımında kendimden sorumluyumdur. Facebook’daki kişisel sayfamda facebook arkadaşlarıma iyi bildikleri fotoğrafçıları sordum, “Türk fotoğrafçılığına bu sorunun faydası olmayacağı”na dair eleştiriler aldım. Sevinmedim desem yalan olur. Demek ki “Türk fotoğrafını dert edinenler varmış, ne güzel” dedim.

Yazımda iyi fotoğrafçıdan bahsetmek istiyorum. İyi erkek fotoğrafçı ile iyi kadın fotoğrafçıyı ayırmaya çalışmayacağım. İyi fotoğrafçının tanımını kendi anlayışım sınırlarında yapmaya çalışacağım.

Genelde fotoğraf çekenlere “Nasıl fotoğrafçı oldukları” sorduğunuda nadiren iyi fotoğrafçı olduklarını söylerler. Fotoğraflarını göstermekten hoşlanmazlar. Kendilerine güvenleri eksiktir.

Dünyada  aşağı yukarı 150 yıldır fotoğraf çekiliyor ve bugün 1 milyardan fazla çeşili seviyelerde fotoğrafçı var. Fotoğraf nisbeten sübjektif bir konudur ama iyi fotoğrafçının tanımını objektif kriterlerle yapmaya çalışabiliriz.

Bir milyar fotoğrafçı içinden sıyrılıp iyi bir fotoğrafçı kategorisine ulaşmak istiyorsanız önce bu yazıyı bir okumanız gerektiğini düşünüyorum. Bu yazının Türk fotoğrafçılığına bir katkısı olur mu olmaz mı bilmiyorum, amacım da bu değil zaten  ama size belki faydası olabilir.

Önce neden fotoğraf çektiğinizi bilmeniz gerekiyor. Neden fotoğraf çektiğiniz konusunda kafanız karışıksa bir milyarın içinde kalmaya mahkumsunuz. Bu da sizi fotoğraftan soğumaya iter. Buna da “Yazık” derim.

Fotoğraf kelimesinin “Işıkla yazmak anlamına geldiğini” bilmeyen kalmadı sanıyorum. Yunanca kökenlidir. İngiliz astronomi bilimcisi John Hershel 1939 da fotoğrafın bulunuşundan hemen sonra isim babası olmuştur.

İyi fotoğrafçıyı tanımlamadan önce sıradan bir fotoğrafçının bilmesi gereken minimum tekniği tanımlamalıyız. Fotoğrafçı iyi fotoğrafçı olmadan önce en azından ISO, diyafram, enstantane hızı, ışık değeri, kompozisyon ve kadrajı biliyor olması gerekmektedir.

İyi fotoğrafçı olmak için mucize gerekmez. Fotoğraf eğitimi, sanat eğitimi almış olabilirsiniz. Ya da çeşitli kurumlarda çeşitli fotoğraf eğitimleri alarak kendinizi yetiştirmişsinizdir.

Bazı objektif kriterler üzerinden iyi fotoğrafçıyı bulmaya çalışalım;

İyi bir fotoğrafçı uzun ömürlüdür. Kendinizden ölçebilirsiniz. Kaç yıldır fotoğraf çekiyorsunuz? Kaç tane seri yaptınız? Seri yaptınız mı? Sergi açtınız mı? Kitap yaptınız mı?

Size ait bir bakış açısı var mı? Belirli bir fotoğraf tarzınız var mı? Fotoğrafik imzanız oluştu mu?

Bir bakışta Cindy Sherman’ı tanıyoruz. Bir bakışta sizi de tanıyor muyuz?

Fotoğraf serileriniz uyumlu mu? Onları iyi tanımladınız mı? 

Bir proje içinde fotoğraf seçimi temeldir. Kendi fotoğraflarınız içinden en iyilerini eçebiliyor musunuz?

Eğer fotoğraf makinesi kolunuzun bir uzantısı haline geldiyse, kanınızda fotoğraf akıyorsa iyi fotoğrafçı olma yolunda, sürüyü terk etme seviyesindesiniz demektir. 

Görüntü oluşturmak sizin için takıntı oldu mu? Bu özellik iyi fotoğrafçı için en önemli özelliktir ama tanımı biraz bulanıktır. Bu bir yaşam şeklidir.

Bir fotoğrafın çekildiği an önemlidir. Ama beynimizde cereyan edenler farkında olalım veya olmayalım  çok önceden belirlenmiştir.

Sabah kalkar kalkmaz aklınıza o gün çekeceğiniz fotoğraflar geliyor mu? Fotoğraf sizde takıntı haline geldi mi? Geldiyse bu iyi bir şey demektir.

Ben yaşamın amacını bügüne kadar çözemedim. Fotoğraf yaşantımıza bir anlam katabilir.

İsteyerek veya istemeden çeşitli eğitimler alırız. Ama uzun süreler sonra çok azımız aldığımız bu eğitimlerin bizden beklediği mesleklerin dışına çıkıp fotoğrafla ilgilenen kişiler oluruz. Sevdiğimiz şeyi yaparak hayatımıza anlam katmaya çalışırız. Fotoğrafla yaratır, tanıklık eder, duygularımızı aktarır, mesajlar veririz.

İyi fotoğrafçı hata yapmaktan korkmaz. Eleştirilere kulak asmaz. Bunlardan ders çıkartır ve fotoğraf yolculuğuna devam eder.

İyi fotoğrafçı olmak sabırlı olmayı, israrlı olmayı, kendine inanıp güvenmeyi gerektirir.

İyi fotoğrafçıyı sınırlayan tek şey hayalinin sınırlarıdır.

İyi fotoğrafçı olmak için mükemmelin sınırlarını sürekli zorlamak gerekir. Bunu her zaman deneyebiliriz. Yeni ayarlar, yeni teknikler deneyebiliriz. Yaptıklarımızdan tatmin olmayıp daha iyisini yapmaya çalışabiliriz.

Kendinizi fotoğrafçı ilan edin. Kendinize ve çevreye karşı mücadele edin. Yeni değişik fotoğraflar çekin. Fotoğrafçı gözünüzü ve stilinizi geliştirin. Konfor alanınızdan çıkın. İlginç fotoğraflar çekin.

İyi fotoğrafçı olmak için hiç bir zaman pes etmeyin. Özgür olduğunuzu sanatsal veya belgesel fotoğraflar çekmekte kimsenin size karışmaya hakkı olmadığını bilin. Bunların çoğu belki başarısız olacaktır. Olsun. Siz olanaklarınızı sonuna dek zorlayın.

Dünya anlaşılmaz,  büyük ve karmaşık. İşte bu nedenlerden dünya güzel.

Bu arada tekniğinizi çok iyi geliştirin ve ardından teknikle çok fazla  uğraşmayın.

Teknikle uğraşmadığınızda iyi fotoğrafçı olma yolundasınız demektir. İyi refleksler geliştirin. Teknik konuda otomatik hareketleriniz oluşsun.

Fotoğraflarınızın iyi olmadığını düşündüğünüzde bunları silebiliyorsanız iyi fotoğrafçı olma yolundasınız demektir.

Dünyada herkes güzel bir fotoğraf çekebilir. Hele yeni cep telefonlarıyla neler yapılmaz ki? Ama herkes fotoğraf yapamaz, fotoğraf serileri yaratamaz. Fotoğraf tekniktir. Fotoğrafçılık meslektir. Fotoğraf sanattır. Yaratıcı alandır.

Sanat üzerinde düşünülmeye değerdir. Sanat ve fotoğraf özgürleştirir.

Fotoğraf ciddi bir iştir, saygı gösterilmelidir.

Dünyaya dikkatle bakın, hikayeler anlatın. Rüyalarınızı süsleyen fotoğrafları yaratın.

Lütfen bu yazdıklarımdan iyi bir fotoğrafçı olduğum çıkartılmasın. Sadece düşünmeye, anlamaya ve fotoğrafçı  olmaya çalışıyorum.