Yara’mısın?

 

Yarasın, Yara’sın; Kelimelerin Ötesinde Bir Anlam Arayışı

Her ne kadar linguistik uzmanı olmasam da Türkçe, ilginç bir dildir. Bunu ana dilim olduğundan biliyorum. Sadece kelimelerin değil, kelimeler arasındaki boşlukların, noktaların, virgüllerin ve hatta bir kesme işaretinin bile bir hikâyesi olduğunu da biliyorum. Buna en son bir rakı reklamında şahit oldum yeniden. İsteyen instagramda #rakikalemkagit reel’leri içinde 1-2 milyon defa izlenmiş videoyu bulabilir. Demek ki diyorum yara konusu güzel işlenirse insanları bu kadar etkileyebiliyor. Tabii ki herkesin, hepimizin yaraları var bazılarımızınki bayağı da ciddi. “Yarasın ” ve “Yara’sın ” da bu anlam katmanlarının, ince bir çizgide iki ayrı dünyayı nasıl yarattığını gösteren zarif bir örnek olduğunu görmek herkes gibi benim için de son derece kolaydı.

“Yarasın ”… Söylendiğinde kulağa tatlı bir fusultı gibi gelir. Samimiyetin, takdirin, hatta şifanın dile getirilişidir. İnsan, güzel bir elbiseyi, leziz bir yemeği ya da bir başarının ardından gelen gururu bu cümleyle taçlandırır. Ses yükselmez, sadece bir dileğin sıcaklığını taşır. “Yarasın,” demek, iyiliği, güzelliği kutlamaktır. Adeta sözlerin arasına yayılan bir dost eli, bir omuza dokunuşudur.

“Yara’sın” ise tam zıttı. Harfler değişmez, ama bir kesme işareti eklenir ve anlam bambaşka bir hale bürünür. Burada bir acı vardır. Sadece fiziksel değil, daha çok ruhun derinliklerindeki bir yara. Belki de hiçbir zaman iyileşmeyecek bir yaradan söz ederiz. “Yara’sın” sözü, yüzeyde kalan bir yaranın içte nasıl kök saldığını bize hissettirir. Kelimenin taşıdığı bu yük, insanın savunmasızlığını ve kırılganlığını gözler önüne serer.

Bu iki cümle arasında dolaşan anlam, aslında hayatın ta kendisidir. İnsan bazen şifaya, bazen de acının aynasına bakar. Türkçenin zenginliği, bu denli küçük bir ayrıntıda bile, bize ruh halimizi, ilişkilerimizi ve insan olmanın o bitmek bilmeyen çatışmalarını anlatır.

Kelimeler önemlidir. Ama onların arasındaki incelikler, gerçek anlamların kapısını açar. “Yarasın” dileklerin iyiliğinde, “Yara’sın” ise acıların derinliğinde yankılanır. Her biri, insan ruhunun ayrı bir yüzüdür; biri tebessüm, diğeri iç çekiş. Ve bu iki dünyanın arasında, hepimizin farklı bir öyküsü yazılır.

Paris’te 24 Beaubourg; Çağdaş sanatın adresi..

 

 

 

24 Beaubourg, Paris’in sanat sahnesine katkıda bulunan önemli bir mekân olarak, sanatın farklı disiplinlerini ve ulusları bir araya getirerek, sanatın sınırları aşmaya çalışıp, gözler önüne sermektedir.

24 Beaubourg galerisi Parisin tam da merkezide, 24 Rue Beaubourg 75003 Paris adresinde bulunmaktadır. 24 Beaubourg, çağdaş sanatın önemli  bir çağdaş sanat merkezi olarak öne çıkmaktadır. 20 metre uzunluğundaki vitrinleriyle Centre Georges Pompidou’ya bakan bu geniş ve aydınlık sergi alanı  olarak 24 Beaubourg, düzenli olarak yaptığı sergileriyle sanatseverlere yeni sanatçıları ve güncel sanat trendlerini  tanıma fırsatı sunmaktadır. Bu mekân, sanatçılar, koleksiyoncular ve sanat tutkunları için bir buluşma noktası olup, çağdaş sanat üzerine tartışmalar ve etkileşimler için bir platform sağlamaktadır. Ayrıca, konferanslar, film gösterimleri ve konserler gibi kültürel etkinliklere ev sahipliği yaparak zengin bir kültürel deneyim sunmaktadır.

Mekân, iki kat üzerinde toplam 330 metrekarelik bir sergi alanına sahiptir. Ziyaret saatleri, Çarşamba’dan Cumartesi’ye 13:00 ile 19:00 arasındadır. Daha fazla bilgi ve etkinlik programı için resmi web sitesini ziyaret edebilirsiniz.

a
24 Beubourg   https://www.24beaubourg.com/accueil

20 Kasım 2024 akşamı Koreli sanatçılarla yaptığı karma sergi çok sayıda sanat sever ve koleksiyoneri bir araya getirdi. “Au-Delà du Visible” yani ‘Görünür olanın ötesine Geçmek’ sergisi, modern dünyanın materyalist ve yüzeysel yaklaşımlarında unutulan bir soruya yanıt arıyor: Görmek yalnızca gözle bakmak mıdır, yoksa duyuların ötesine geçerek sezgiler ve içsel algılarla dünyayı kavramak mümkün müdür? Bu sergi, görünür ile görünmeyen arasındaki sınırları sorguluyor ve hissedilen ancak ifade edilemeyen anlamları gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyor.

1991 yılında kurulan SONAMOU Sanatçılar Derneği, Kore sanatını uluslararası arenaya taşıyan ve  kültürel etkileşimin önemini vurgulayan bir oluşum olarak ortaya çıkmıştır. Kurucular KWUN Sun-Cheol, LEE Bae, CHONG Jae-Kyoo ve KWAK Soo-Young’un yanı sıra, farklı disiplinlerde eserler üreten sanatçılar; resim, seramik, fotoğraf, video sanatı gibi alanlarda yaratıcı üretimler gerçekleştiriyor. Bu çeşitlilik, serginin temelini oluşturuyor.

Sergi, üç tematik bölümden oluşuyor. İlk bölüm olan “Gizli Görünürlük,” günlük hayatın sıradan nesnelerine yeni anlamlar kazandırıyor. Işık ve gölge oyunlarıyla şekillenen bu bölüm, izleyiciyi alışılmış algıların dışına çıkarak yüzeyin ardındaki katmanları görmeye davet ediyor. İkinci bölüm olan “İçsel Yankılar” ise insan ruhunda yankılanan duyguları soyut formlara dönüştürüyor. Maddesel dünyanın sınırlarını aşan bu eserler, bireyin karmaşık iç dünyasını somut bir ifadeye dönüştürmeyi hedefliyor. Son bölüm “İki Dünya Arasında,” gerçek ile hayal, geçmiş ile modern arasında bir köprü kuruyor. Zaman ve mekân algısını sorgulayan eserler, izleyiciyi iki dünya arasındaki ince çizgide bir yolculuğa çıkarıyor.

Sergi mekânı, eserlerin doğasını ve tematik bütünlüğünü öne çıkaracak şekilde tasarlanmış. Her bölüm, izleyiciyi farklı bir atmosferin içine çekerken, serginin genel anlatısına katkıda bulunuyor. Işık, mekân düzeni ve görsel detaylar, duyular ve duygular arasında bir denge kurmayı hedefliyor.

“Au-Delà du Visible,” çağdaş dünyanın hızla unutulan duyarlılığını yeniden hatırlatmayı amaçlıyor. Sergi, gözle görülemeyeni anlamlandırmak, hissedileni dillendirmek ve yüzeyin altındaki hikâyeleri ortaya çıkartma amacı taşıyor. Bu proje, yalnızca bir sanat deneyimi değil; aynı zamanda bir içsel yolculuk ve bir farkındalık çağrısı. SONAMOU sanatçılarının farklı disiplinlerdeki ustalığıyla şekillenen sergi, izleyiciyi hem bireysel hem de toplumsal düzlemde  düşünmeye sevk ediyor.

Bu sergi, görünür olanın ötesine geçmek ve bilinmeyeni keşfetmek için bir davet niteliğinde. Bu yolculuğa hazır mısınız?

 

 

Göç: İnsanlık Tarihinden Günümüze Bir Yolculuk

 

 

Sergide Cafe kelimesinin kökeninin Türkçeye bağlanmış olduğunu görüyoruz

 

 

Göç Yolları

Kebabın göçü Almanyada olumlu Fransada olumsuz bir anlam taşıyor

 

Göçün İzinde: İnsanlık Tarihinden Günümüze Bir Yolculuk

Göçler, kamuoyunda genellikle bir tehdit, tehlike ya da kriz bağlamında ele alınır. “İstila”, “girişim”, “yerine geçme”, “dalga”, “boğulma” gibi terimler, göç olgusuna eşlik ederek önyargıları besler. Bu kelimeler, göç eden bireyler hakkında belirli bir imaj inşa ederken, göçün ani ve kitlesel bir fenomen olduğu izlenimini yaratır. Ancak insanlığın kökenlerine dair geçmişe bir pencere açtığımızda, göçlerin her zaman var olduğunu görürüz. İnsan türü, melezleşmeler, temaslar, karşılaşmalar ve alışverişler yoluyla şekillenmiştir.

Küreselleşmenin çağında, insan hareketliliği hiç bu kadar yoğun olmamıştı. Bununla birlikte, bu hareketlilik toplumsal, ekonomik ve çevresel eşitsizliklerin yansımasıdır. Dünyanın bir kısmında göç engellenirken, diğer kısmında teşvik edilmektedir. Oysa göç, toplumlar ve bireyler arasında kültürel alışverişin bir fırsatı olarak görülebilir. Dahası, yaşamın devamlılığı için göçler vazgeçilmezdir; zira hareket olmadan yaşam mümkün değildir.

600 metrekarelik bir alanda düzenlenen bu sergi, antropoloji, arkeoloji, demografi, genetik, sosyoloji ve dilbilim gibi birçok bilim dalının perspektifini bir araya getirerek, göçle ilgili önyargıları sorgulama imkânı sunuyor. Göçün geçmişten bugüne nasıl bir yol izlediği, günümüzde ne tür değişimler yaşandığı ve 8 milyarlık dünyada 325 milyon kişinin doğduğu ülke dışında yaşamını sürdürdüğü ve bunun 200 kişiden 4 üne karşıt geldiğini belirleyen  sergi, karmaşık verilere dair kapsamlı bir bakış sunuyor.

Dinamik bir sahne tasarımı ve videolarla ziyaretçileri buluşturan bu sergide, göç eden bireylerin tanıklıklarını  dinliyoruz, göçün farklı nedenlerini, profillerini ve rotalarını keşfediyoruz. Göçmen sanatçıların eserleri ve geçmişe dair hikâyeler barındıran nesneler aracılığıyla, bu özel yaşam deneyimini anlamaya çalışıyoruz.

Göç, insan türünün ayrılmaz bir mirasıdır. Bu sergi, tarih öncesinden itibaren göçlerin ve melezleşmelerin izini sürerek, bizi insanlık tarihinin köklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Hareketin sadece bireylerle sınırlı olmadığını, insanların her zaman diller, yemekler, hayvanlar, bitkiler ve mikroorganizmalar gibi çevresel unsurlarla birlikte göç ettiklerini hatırlatıyor. Göçlerin binlerce yıllık mirası, bugünkü toplumlarımızın çeşitliliği ve zenginliğiyle somutlaşmıştır.

Göçsüz bir dünya nasıl olurdu? Eğer yarın bizim de göç etmemiz gerekseydi, hangi yolları kullanırdık? Bu sergi, göçün modern dönüşümleri üzerine çağdaş bir perspektif sunuyor ve ziyaretçileri derin derin derin düşünmeye sevj ediyor.

 

Göçlerin İzinde İnsanlık Hikâyesi: İnsan Müzesi’nin Yeni Sergisi

Paris’in kalbinde, Trocadéro’nun görkemli atmosferinde yer alan İnsan Müzesi, bugün kapılarını insanlık tarihinin en kadim ve en derin meselesine açıyor: göç. Göçler, İnsanlık Odiseası adlı (veya Büyük Yolculuk da diyebiliriz)  bu yeni sergi, insanın, hayvanların ve bitkilerin sürekli hareket halinde olduğu bir dünyanın karmaşıklığını anlamamızı sağlıyor. Yaşamın özünde var olan bu hareketlilik, zamanın ve mekânın sınırlarını aşarak gezegenimizin tarihi boyunca var olmuştur. Sergide bunu daha iyi anlıyoruz.

Sergi, göç kavramını yalnızca bir insan meselesi olarak değil, doğanın evrensel bir hareketi olarak ele alıyor. Göçün gönüllü ya da zorunlu, bireysel ya da toplumsal düzeydeki dinamiklerini anlamak için bilimsel verilerden, sanatçıların eserlerinden ve kişisel tanıklıklardan yararlanıyor. Bu çok katmanlı yaklaşım, sergiyi gezenlere göçün tarihsel, biyolojik ve kültürel boyutlarını anlamanın anahtarlarını sunuyor. Sergiyi gezerken, bir zamanlar dünyanın farklı köşelerinde kök salan, sonra da başka yerlere sürüklenen insanların, bitkilerin ve hayvanların hikâyelerine görüyoruz.

Günümüzün siyasi ve sosyal tartışmalarında öne çıkan göç meselesine, İnsan Müzesi, bize tarihin geniş ölçeğinden bakmayı öneriyor. Bu sergi, göçün yalnızca bir kriz ya da çatışma konusu olmadığını, aynı zamanda insanlık tarihinin vazgeçilemez bir parçası olduğunu neredeyse gözümüzün içine sokuyor. Burada, gezegenimizin sürekli değişen yapısını ve hareketliliğin yarattığı dönüşümleri çok boyutlu bir perspektifle anlamamızı sağlıyor. Sonunda da sergi bize kibarca  ‘Göç’ün iyi veya kötü bir şey olduğunu söyleyerek taraf turmak istemiyoruz’ diyor. Biz sizin önünüze eldeki tüm veriler  koyuyoruz. ‘Varın kararı siz verin!’ diyor.

İnsan Müzesi, bu sergiyle yalnızca geçmişi anlamakla kalmayıp, bugünü ve geleceği de sorguluyor. Göç olgusunu yalnızca bir sorun değil, insanlığın yaratıcılığını ve dayanıklılığını ortaya koyan bir süreç olarak da ele alıyor. Sergi, sanat, bilim ve insan hikâyelerini bir araya getirerek göçün hem bireysel hem de evrensel hikâyesini anlatıyor.

Trocadéro’daki bu etkileyici buluşma noktası, bugünden itibaren, göçün yalnızca sınırları aşmak değil, aynı zamanda yeni kökler salmak, yeniden başlamak ve insan olmanın özünü kavramak anlamına geldiğini gösteren bir alan olarak karşımızda duruyor. Bundan yararlanılması gerektiğini düşünüyorum. Müze bu karmaşık dünyayı anlamak isteyen herkesi, göçün izlerini sürmeye davet ediyor.

Bugün, 20 Kasım 2024 tarihinde  başlayan bu sergi, sadece bir deneyim değil; insanlık üzerine derin bir düşünceye çağrı olarak kabul edilmeli. Paris’teyseniz, bu hikâyeye kulak vermek için mutlaka uğrayın.

Sergi Ekibi ve Danışmanlar:

• Bilimsel Danışmanlar:

• Sylvie Mazzella: Sosyolog, CNRS Araştırma Direktörü, Aix-Marseille Üniversitesi

• Christine Verna: Paleoantropolog, CNRS ve Muséum national d’Histoire naturelle Araştırma Görevlisi

• Sergi Küratörleri:

• Mathilde Beaujean: Sergi Proje Yöneticisi

• Éléonore Gros: Sergi Proje Yöneticisi

Sergi, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un himayesinde gerçekleştirilmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tarihte ve Sanatta Delilik

Delilik, tarih boyunca insanlığın hem korktuğu hem de anlamaya çalıştığı bir olgu olmuştur. Antik çağlardan modern zamana kadar bu kavram, toplumların kültürel yapılarında ve sanatta önemli bir yer tutmuştur. Sanat, deliliği yalnızca bir bireysel rahatsızlık ya da trajedi olarak değil, insan doğasının ve toplumsal dinamiklerin aynası olarak ele almıştır. Bu ilişki, insanın karanlık yönlerine ışık tutan, sınırlarını sorgulayan ve bazen de toplumları dönüştüren bir güç olarak dikkat çeker.

Orta Çağ el yazmalarının süslü kenar boşluklarında ilk kez ortaya çıkan “deli” figürü, çılgın karnavallardan kraliyet saraylarına kadar her yerde sınırları zorlayan bir karakter olarak kendine yer bulmuştur. Çizgili ve rengârenk kostümü, eşeğin kulaklarını andıran kukuletası, grotesk maskesi ve zil sesleriyle dikkat çeken bu karakter, ortaçağ toplumunun karmaşasına hem ayna tutar hem de meydan okur. Orta Çağ’da delilik, dini bir bağlam içinde yorumlanmış, genellikle günah ya da şeytanın insanı  ele geçirmesi olarak değerlendirilmiştir. Tanrı’nın yolundan sapmanın bir cezası olarak görülen delilik, bireysel bir sorun olmanın ötesinde toplumsal kontrol için de kullanılmıştır. Kilise, deliliği toplum üzerindeki otoritesini pekiştirmek için bir araç haline getirmiştir. Bu dönemde, sanat deliliği, özellikle grotesk imgelerle, manastır el yazmalarında veya katedrallerdeki heykellerde sıkça yansıtmış ve simgelemiştir. Soytarılar ve deliler, toplumun ahlaki ve dini başarısızlıklarını yansıtan figürler olarak karşımıza çıkar. Jérôme Bosch’un eserlerinde olduğu gibi, delilik alegoriler aracılığıyla insanın zaaflarını ve ahlaki çöküşünü anlatan bir konu olarak işlenmiştir.

Rönesans dönemine gelindiğinde, delilik farklı bir bağlamda ele alınmaya başlanmıştır. Hümanizmin yükselişiyle birlikte, delilik  korkulan bir olgu olmaktan çıkmış, toplumsal ve bireysel eleştirinin bir aracı haline gelmiştir. Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı eseri, insanın zaaflarını ve toplumun çelişkilerini mizahi bir dille eleştirirken, deliliği bir düşünme biçimi olarak da sunar. Bu eser, deliliği insan doğasının çelişkilerini anlama yolunda güçlü bir metafor haline getirir. Aynı dönemde, hatta Erasmustan biraz daha önce  Sebastian Brant Deli Gemisi adlı eserinde, deliliği toplumsal sorunları eleştiren bir hiciv aracı olarak kullanır. Brant, eserinde, deliliği  “öteki”nin sorunu olarak değil, insanlığın ortak bir sorunu olarak sunar. 1494 yılında, hukuk doktoru ve akademisyen Sébastien Brant, Basel karnavalının ortasında “Dünyanın Deliler Gemisi” adlı hiciv dolu uzun bir şiir yayımlar. Orijinal adı “Die Narrenschiff” olan bu eser, tüm toplumsal sınıflara yönelik sert bir eleştiridir. İnsanları hayali bir “Deliler Adası”na taşıyan bu gemide herkes aynı kaderi paylaşır. Almanca olarak yazılan eser, geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmak amacıyla kısa sürede Latince, Fransızca ve Felemenkçe gibi dillere çevrilir ve XV. yüzyılın en çok satan kitapları arasına girer. Hatta, İncil’den sonra ikinci sırada yer alır. Bu büyük başarının ardında, Brant’ın akıcı üslubu ve hiciv dolu mizahı kadar, genç Albrecht Dürer’in de aralarında bulunduğu ustaların, metne eşlik eden etkileyici gravürleri vardır.

XV. yüzyıldan itibaren deli, saraylarda da önemli bir figür hâline gelir. Kraliyet soytarıları, zeka dolu esprileriyle hem eğlendirir hem de kışkırtır. Fransız Kralı I. François’nın saray soytarısı Triboulet, keskin zekası ve cesaretiyle bu figürün öne çıkan örneklerinden biridir. Ancak XVI. yüzyılın sonlarına doğru, deli figürü yavaş yavaş toplumsal ve sanatsal hayattan çekilir; delilik, modernleşen dünyada daha “marjinal” bir olgu hâline gelir.

  1. yüzyılda Reform ve Karşı Reform hareketleriyle birlikte, delilik kavramı  dönüşüm geçirmiştir. Soytarılar ve deliler, toplumdaki merkezi rollerini kaybetmiş, yerlerini marjinalize edilmiş diğer figürlere bırakmıştır. Delilik, bu dönemde mizah ve eleştiriden uzaklaştırılarak daha sert bir şekilde dışlanmış ve toplumsal düzenin dışına itilmiştir. Erasmus gibi hümanist yazarların eserleri, Katolik Kilisesi tarafından sansürlenmiş ve deliliğin eleştirel mizahi yönü bastırılmıştır. Ancak bu baskıya rağmen delilik, sanat ve toplum üzerindeki etkisini tamamen kaybetmemiştir. Zaman içinde  farklı biçimlerde yeniden ortaya çıkmak üzere arka plana itilmiştir.Deli figürü, yalnızca kitaplarda ya da minyatürlerde kalmaz; katedrallerin vitraylarında, çeşmelerin kabartmalarında ve kilise taş işçiliklerinde de boy gösterir. Hatta, yer yer gotik katedrallerin tavanlarında, ters yüz edilmiş bir dünyayı yöneten grotesk yaratıkların arasında kendine yer bulur.
  2. ve 19. yüzyıllarda delilik, sanatın merkezine yeniden yerleşmiştir. Romantizm akımı, deliliği insanın derin duygusal dünyasını ve bireysel trajedilerini ortaya koymanın bir yolu olarak görmüştür. Francisco Goya’nın Satürn Oğlunu Yiyor adlı eseri, deliliğin ve insanın karanlık yönlerinin önemli bir yansımasıdır. Burada delilik, yalnızca bireysel bir trajedi değil, aynı zamanda savaşların ve toplumsal şiddetin bir metaforu olarak sunulmuştur. Romantik sanatçılar, deliliği ilham kaynağı olarak benimsemiş, sanatçıları tanrı katından indirip toplumun “deli” figürüne dönüştürmüştür. Bu dönemde melankoli, deliliğin bir başka yüzü olarak sanatın başka bir konusu olmuştur. Özellikle Gustave Courbet gibi sanatçılar, otoportrelerinde bireysel acıyı ve modern insanın yalnızlığını delilikle ilişkilendirerek işlemişlerdir.Zama içinde deli figürü, dönemin toplumsal çelişkilerini ve bireysel ahlaki zaafları yansıtan bir simge hâline gelmiştir. Bu karakter, yalnızca sanat eserlerinde değil, dönemin toplumsal ritüellerinde de önemli bir yer tutar. Karnavallarda, deliler bir tür “toplumsal güvenlik vanası” işlevi görür: sıradan insanlar geçici olarak rollerini tersine çevirir; köylüler asillerin, din adamları sıradan halkın rollerine bürünür. Bu geçici kaos, toplumsal düzenin yeniden yapılanmasına katkıda bulunur. Ayrıca delilik, Hristiyan mistisizminde kutsallığa ulaşmanın bir yolu olarak kabul edilir. “Deli,” kutsal bilgelik arayışında bir sembol hâline gelir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda, Goya ve Gericault gibi sanatçılar deliliği karanlık ve içsel bir tema olarak yeniden ele alır. Psikiyatri biliminin yükselişiyle, deliler artık akıl hastanelerine kapatılırken, sanat terapi aracılığıyla ruhsal yaralarını ifade etmeye başlarlar. Aynı dönemde, “deli sanatçı” figürü de romantik bir ideale dönüşür; normlara karşı çıkan, melankolik ve yaratıcı bireyler, toplumsal sınırları aşarak yeni bir ifade alanı yaratır. Bu dönemde akıl ve mantık toplumu şekillendiren temel unsurlar haline gelmiştir. Bu durum, deliliğin sanat içindeki varlığını sona erdirmemiştir. Aksine, modern sanat deliliği insan kırılganlığını ve toplumsal eleştiriyi ifade etmenin bir yolu olarak benimsemiştir. Delilik, sanatta bir direniş simgesi olarak öne çıkmıştır; çünkü delilik, normlara uymayanın ve  bilinmeyeni bulmaya çalışanın ve buna  cesaret edenin hikayesidir. Endüstriyel çağın mekanik düzenine karşı, sanat deliliği bir tür insani durum olarak kabullenmiştir.

Delilik, insanın en temel korkularını ve zaaflarını temsil ederken, sanat bu korkuları ve zaafları anlamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda delilik ve sanat arasındaki ilişki, yalnızca tarihsel değil, aynı zamanda zamansız da bir bağdır. Delilik, sanatın sınırlarını genişleten, insan doğasının karmaşıklığını ve derinliğini anlamamızı sağlayan bir araçtır. İnsan olmanın karmaşıklığını ve çelişkilerini anlamak için, deliliği ve sanatın ona verdiği yaratıcı gücü incelemek bana göre her zaman gereklidir.

 

 

Günümüzde Delilik

 

  1. yüzyılda, sanatçılar delilik temasını hem yaratıcı bir ilham kaynağı hem de bir eleştiri aracı olarak ele aldılar. Bu dönem, akıl hastalığının yalnızca bir hastalık olarak görülmediği, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerini ve karmaşıklığını anlamanın bir yolu olarak değerlendirildiği bir dönüşüm sürecine işaret eder. Shakespeare’in Lady Macbeth karakteri gibi edebi figürler, romantik dönemin ressamları için güçlü bir ilham kaynağı oldu. Johann Heinrich Füssli’nin 1784’te yaptığı Lady Macbeth tablosu, suçluluk ve deliliğin karanlık temalarını derinlemesine işler. Tablo, bir elinde titrek bir meşale tutan, çıplak ayakla ve gecelik içinde dolaşan bir kadının korkutucu imgesini sunar.
    20. yüzyılın sonlarından itibaren, Aydınlanma’nın akıl ve rasyonaliteye yaptığı vurgunun karşısında, sanatçılar bilinçaltının karanlık ve irrasyonel taraflarını anlama yöneldiler. Bu çalışmalar, özellikle orta çağ hikayelerinin mistik unsurlarında yankı buldu. Delilik, hem estetik bir tema hem de toplumsal normlara meydan okuyan bir metafor olarak sanatın merkezine yerleşti. Charles VI ve Jeanne la Folle gibi tarihin “deli” figürleri, dönemin ressamları için güçlü bir ilham kaynağıydı. Géricault’nun Salpêtrière akıl hastanesinde çizdiği monoman portreleri, deliliği bireysel acı ve toplumsal baskının bir yansıması olarak ele alır.Psikiyatri biliminin yükselişi, deliliğin sanatta ve toplumda ele alınışını değiştirdi. Jean-Étienne Esquirol ve Philippe Pinel gibi öncüler, akıl hastalarını cezalandırılması gereken bireyler olarak görmek yerine, tedavi edilebilir insanlar olarak değerlendirdi. Pinel’in Bicêtre Hastanesi’nde gerçekleştirdiği reformlar, akıl hastalarının zincirlenmek yerine bir tür insancıl tedaviye tabi tutulduğu yeni bir dönemi başlattı. Bu gelişmeler, deliliğin yalnızca bir hastalık değil, insanlığın ortak bir derdi olduğu fikrini güçlendirdi.

    1. yüzyılda, delilik yalnızca bir tema olmaktan çıkarak yaratıcı bir ifade biçimine dönüştü. Sürrealistler, bilinçaltını keşfetmek için deliliği bir araç olarak kullandı. Paul Klee, Max Ernst ve André Breton gibi sanatçılar, akıl hastalarının eserlerinden ilham aldı. Hans Prinzhorn’un Heidelberg kliniğindeki 5000’den fazla çizim ve tabloyu derlediği koleksiyon, bu eserlerin estetik değerini gözler önüne serdi. Jean Dubuffet’in “Art Brut” hareketi, bu eserleri sanatsal bir ifade biçimi olarak tanımlayarak kurumsal sanat dünyasının dışında konumlandırdı.

    Bugün, modern dünyanın karmaşıklığı içinde delilik, sanatçılar için hâlâ güçlü bir metafor ve yaratıcı bir araç olmaya devam ediyor. Sanatçılar, toplumsal düzenin çelişkilerini ve insanlığın karmaşıklığını keşfetmek için deliliği bir ayna olarak kullanıyor. Modern dünyada “deli” kimdir? Hangi sanatçı, insan ruhunun bu kaotik ve belirsiz yönlerini anlamak ve ifade etmek için deliliği benimseyebilir?

    Delilik, yalnızca bireysel bir durum değil, aynı zamanda insanlığın kolektif yaşamını anlamanın diğer bir yoludur. Sanat, bu karanlık ve derin temayı sahiplenerek hem bireysel ifadeye hem de toplumsal eleştiriye yeni bir boyut kazandırır.

    Delilik, her dönemde toplumu ve sanatı dönüştüren bir güç olmuştur. Bugün bile, delilik metaforu, normların dışına çıkmayı ve özgünlüğü ifade etmek için bir araç olarak varlığını sürdürmektedir. Belki de bu nedenle, tarihin bir döneminde gemilere doldurulan deliler, aslında hepimiz için birer ayna görevi görmektedir: Herkesin içinde bir parça delilik yok mu?

    Sanat eleştirmeni ve yazar Jean-Yves Jouannais’nin bakış açısı

    Sanat, akıl ve akıl dışının sınırlarında bir yolculuktur; bu yolculukta Jean-Yves Jouannais’nin görüşlerine yer vermek istedim. Hem eleştirmen hem de yazar kimliğiyle, sanatın yalnızca estetik bir deneyim değil, aynı zamanda insanlık durumlarına da bakan bir konu olduğunu hatırlatıyor. Çağdaş sanatın rasyonelleşen ve ticari kaygılarla şekillenen dünyasına açıkça itiraz ediyor.

    Jouannais’ye göre, bugünün sanatında eksik olan şey delilik değil, rüya ve akıl dışılığın ifadesidir. Michel Foucault’nun rüyayı bir bilgi aracı olarak gören anlayışına atıfta bulunan Jouannais, sanatın bilinçaltına, hayal gücüne ve görünmeyene dair bir alan açması gerektiğini savunuyor. Rüya, ona göre, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de izlerini taşır ve sanat, bu izleri takip eden bir yolculuktur. Akıl sınırlarının ötesine geçen bu yaklaşım, sanatın bir nevi arkeolojisi gibidir; fakat bu arkeoloji, kazıldıkça derinleşen ve her katmanda yeni sırlar barındıran bir süreçtir.

    Sanattaki “idiotie” (Aptal, salak) kavramını ise bir eleştiri ve ifade aracı olarak ele alır. Clément Rosset’nin Réel – Traité de l’idiotie adlı eserinden esinlenen Jouannais, bu terimi bir küçümseme değil, bir bakış açısı olarak görür. “Idiote”, sanatın bilinmeyene ve olağandışılığa açılan kapısıdır. Duchamp, Jarry ve Dada hareketi gibi sanatçılar ve akımlar, bu “idiotie”nin estetik yansımalarıdır. Jouannais’ye göre, “idiotie” bir eserin ne kadar mükemmel olduğu değil, ne kadar özgün bir şekilde insanın bilinmeyenine dokunduğuyla ilgilidir.

    Ancak bu kavram, yalnızca hayranlık duyulan eserleri tanımlamak için değil, aynı zamanda eleştirel bir duruş için de kullanılır. Kitsch ve abartılı eserlerin samimiyetten yoksun olduğunu söyleyen Jouannais, gösterişten uzak, ironiyi ve derin bir anlamı birleştiren bir sanat anlayışını savunur. Sanat, basit bir görsel haz aracı değil, insanın iç dünyasını ve trajikomik gerçekliğini ortaya çıkaran bir aynadır. Mizah ve absürd de bu aynanın önemli yansımalarıdır. Fakat Jouannais için mizah, sadece güldürmekle sınırlı bir araç değildir. Absürd ile trajik unsurların bir aradalığını savunur; bu, hem insanın hem de sanatın çelişkili doğasını yansıtan çok katmanlı bir estetik anlayıştır. Alighiero Boetti’nin eserleri ya da Zerep Tiyatrosu’nun performansları gibi örnekler, bu anlayışın en güçlüörneklerindendir. Jouannais’nin bu perspektifi, sanatçının kendi eserine bile ironik ve eleştirel bir mesafeyle yaklaşması gerektiğini ifade eder.

    Jean-Yves Jouannais’nin düşünceleri, yalnızca sanatın değil, insanlığın da bir eleştirisi gibi okunabilir. Bugün fazlasıyla akılcı, öngörülebilir ve ticari kaygılarla dolu bir dünyada, sanatın rüya ve deliliğin yaratıcı gücüne yeniden dönmesi gerektiğini savunur. Bu, sanatın yeniden hayal gücünün sahasına çekilmesi ve insanın bilinmeyenine dair bir keşif yolculuğu olması gerektiği yönünde bir çağrıdır. Jouannais, sanatın yalnızca bir estetik deneyim değil, insanın kendisiyle ve dünyayla kurduğu ilişkiyi yeniden düşünme fırsatıdır der. Bu, akıl sınırlarının ötesine geçen, rüya ve deliliğe işaret eden bir yaklaşımdır. Aşağıda yazarla ilgili biri fransızca diğeri türkçe iki kitap linki koyuyorum.

    https://editions.flammarion.com/lidiotie/9782081406834

    https://www.kitapyurdu.com/kitap/yapitsiz-sanatcilaryapmamayi-yeglerim-/521984.html

 

 

Gericault’nun Monoman’ı

Johann Heinrich Füssli’nin 1784’te yaptığı Lady Macbeth tablosu

Alighiero Boetti Dünyayı dünyaya getir

Bruegel; Margot La folle, Deli Margot

Jean Yves Jouannais; Idiotie

Jerome Bosch; Deliler Gemisi

Surrealizm

Marcel Ducamps; Çeşme

 

Deliliğe Övğü, Erasmus..

Louvre müzesinde ‘Sanatta Deli’ adlı yeni sergi beni bu konuda iki yazı yazmaya itti. Birincisi Hümanist filozof Erasmus’un dostu Thomas More’u eğlendirmek için bir haftada yazdığı ‘Deliliğe Övgü’nün değerlendirmesi olacak. Ardından Tarihte deliliği ve sanatta deliliğin yerini  yazacağım.  Deliriyor muyum? diye de sormayacağım. Zaten Açık Tımarhanede yaşayıp duruyoruz.

 

Erasmus’un Deliliğe Övgüsü

 

Desiderius Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı eseri, yüzeyde mizahi bir metin gibi görünse de aslında 16. yüzyıl Avrupa’sının dini, entelektüel ve toplumsal yapısını derinlemesine sorgulayan bir başyapıttır. Erasmus, yukrıda da yazdığım gibi bu eseri dostu Thomas More’u eğlendirmek için yalnızca bir hafta içinde kaleme almıştır. Ancak bu hızlı yazım sürecine rağmen eser, döneminin insanlık durumuna dair zekice bir eleştirel bakışıdır. Deliliği konuşturan Erasmus, onun ağzından toplumsal kurumların, bireylerin ve insan doğasının eksik ve absürd yönlerini gözler önüne serer.

Delilik, kendisini insanlığın vazgeçilmez bir armağanı olarak tanıtır ve yaşamın mutluluğunu yalnızca kendi varlığına bağlar. Ona göre, insanın neşesi, sevgisi ve özgürlüğü ancak deliliğin rehberliğiyle mümkündür. Aksi halde yaşam, sıkıcı ve dayanılmaz bir hal alır. Delilik, bu iddiasını toplumsal yaşamın farklı boyutlarını ele alarak savunur. İlk olarak dini kurumlara yönelir.  Delilik, Kilise’nin ikiyüzlülüğü, açgözlülüğü ve güce duyduğu arzuyu ciddi bir şekilde eleştirir. Erasmus, dini ritüellere yobazca bağlılıkla alay ederken, gerçek inancın bu ritüellerin ötesinde saf bir sadelikte yattığını söyler. Azizlere ve kutsal emanetlere yapılan tapınma, yüzeysel bir dindarlığın sembolü olarak görülür.

Eserin ikinci büyük eleştiri noktası, entelektüel faaliyetlerdir. Erasmus, dönemin bilginlerini ve özellikle teologlarını, teorik ayrıntılarla oyalanan, fakat bu bilgeliği insan yaşamına yansıtamayan kişiler olarak eleştirir. Onların, insanlığın gerçek ihtiyaçlarından kopuk bir şekilde, yalnızca soyut kavramlarla meşgul olduklarını vurgular. Deliliğe göre, bu tür bir bilgi birikimi, insanı gerçek anlamda bilge yapmaz; bilgelik, aynı zamanda şefkat ve insana fayda sağlayan bir yaşam pratiğini gerektirir.

Delilik, toplumsal normlara da meydan okur. Evlilik kurumu, yaşlanma korkusu ve ölümle yüzleşememe gibi insan hayatını kısıtlayan yapıları da eleştirir. Toplumun bireyden talep ettiği rollerin, onun mutluluğunu ve özgürlüğünü nasıl engellediğini gösterir. Bu eleştiriler belli ki, bireyin hayatını keyifle yaşaması için gerekli olan esnekliği ve spontane davranışları savunmak için yapılmıştır.

Eserin en sert eleştirilerinden biri ise savaş ve siyasetedir. Erasmus, savaşın anlamsızlığını ve hükümdarların güç tutkularını acımasızca eleştirir. Siyasi liderlerin iktidar uğruna sergiledikleri bencillik ve acımasızlık, onların halktan ne kadar uzaklaştığını gözler önüne serer. Bu noktada Delilik, iktidarın ve savaşın ardındaki boşluğu açığa çıkartmaya çalışmaktadır.

Delilik, kendisini zenginlik tanrısı Plutus’un kızı ve mitolojik güzelliklerin adası Delos’ta doğmuş bir varlık olarak tanımlar. Çevresinde ona eşlik eden Ego, Dalkavukluk ve Cehalet gibi figürler, insanın zayıflıklarıyla alay etmektedir. Ancak Erasmus, bu zaafların insan yaşamının ayrılmaz bir parçası olduğunu ve onlarla barışmanın insanı özgürleştirdiğini vurgular.

Sonuç olarak, Deliliğe Övgü, yalnızca bir eleştiri değil, aynı zamanda insanın kendisiyle yüzleşmesine ve yaşamın saçmalığını kabullenmesine yönelik bir davettir. Erasmus, mizahi ve ince bir dille, insan doğasının sınırlarını kabul etmenin ve hayatın saçmalığına rağmen yaşamaktan keyif almanın ne kadar önemli olduğunu söyler. Bu eser, okurunu hem güldürür hem de derin bir düşünceye sevk eder; bu yönüyle, zamanını aşan bir evrensellik taşır. Bugün de benzeri bir delilik ortamında yaşamıyor muyuz? Erasmus Rotterdam’da doğdu ve rönesans döneminde yaşadı (1466-1536). Deliliğe övgü adlı eserini (özgün adıyla: Morias enkomion seu laus stultitiae) 1509 yılında yazdı.  Bu küçük kitabın taslağını 1509 yazında,  İtalya’dan İngiltere’ye yaptığı yolculuk sırasında çıkaran Erasmus, yazma işini İngiltere’de, dostu Thomas More’un in evine vardıktan kısa süre sonra bitirdi; kitabı da Thomas More’a adadı.  Erasmus, bu kitabı yazarken hiçbir kaynaktan yararlanmadı.

 

 

 

 

ARTE POVERA: Pinault Collection’da Çağdaş Sanatın Köklerine Yolculuk

Çağdaş sanat dünyasında bir mihenk taşı olarak kabul edilen Arte Povera, 9 Ekim 2024 – 20 Ocak 2025 tarihleri arasında Bourse de Commerce – Pinault Collection’da sergilenen kapsamlı bir retrospektif ile yeniden hayat buluyor. Carolyn Christov-Bakargiev’in küratörlüğünde gerçekleşen sergi, bu devrimci sanat akımının İtalyan kökenlerini, hem uluslararası hem de modern çağdaki etkilerini anlamaya davet ediyor.

Doğayla Sanatın Harmanı

Arte Povera, 1960’ların sonlarında İtalya’da sanayileşmeye karşı bir tepki olarak doğmuş ve “yoksul sanat” anlamına gelen ismiyle, tüketim toplumunun dayatmalarına meydan okuyarak doğal ve sıradan malzemelere odaklanmıştır. Serginin merkezi, Bourse de Commerce’in tarihi Rotonde alanında şekilleniyor. Mario Merz’in camdan yapılmış ikonik igloları ve Giuseppe Penone’nin doğanın dönüşüm gücünü yansıtan eserleri, izleyicilere bir zaman ve mekân deneyimi sunuyor.

Bu geniş kapsamlı sergi, sanatçıların kullandığı temel malzemelerle—odun, toprak, su gibi doğal elementler ile neon ışıkları, metaller gibi sanayi ürünleri—hem geçmiş hem de gelecek arasında bir köprü kurmayı amaçlıyor.

Birlikte Düşünme Alanı

Carolyn Christov-Bakargiev, sergiyi bir “poetik güçler senfonisi” olarak tasarlamış. Her biri kendi sanatsal dilini yaratan 13 Arte Povera sanatçısı—Giovanni Anselmo, Alighiero Boetti, Pier Paolo Calzolari, Luciano Fabro, Jannis Kounellis, Mario Merz, Marisa Merz, Giulio Paolini, Pino Pascali, Giuseppe Penone, Michelangelo Pistoletto, Emilio Prini ve Gilberto Zorio—bireyselliklerini korurken kolektif bir düşünce alanı oluşturuyorlar. Rotonde, bu sanatçıların eserlerini bir araya getirerek izleyicilere kolektif bir deneyim yaşatıyor.

Arkaik, Alçakgönüllü ve Evrensel

Arte Povera’nın sanat anlayışı, fenomenoloji, simya, panenteizm ve toplumsal bilinçle derin bir bağ kurar. Bu sergide yer alan eserler, hem insan varoluşunun doğayla ilişkisini hem de materyallerin ve enerjinin dönüşümünü araştırıyor. Sergi, hem İtalyan sanatına hem de Arte Povera’nın bugün hâlâ süregelen etkilerine dair bir içgörü sunuyor. Alighiero Boetti’nin matematiksel kompozisyonları, Michelangelo Pistoletto’nun yansımalı yüzeyleri ve Jannis Kounellis’in teatral yerleştirmeleri gibi eserler, insanın algı dünyasını genişletme gücüne sahip.

Klasik ve Modernin Diyaloğu

Sergi, yalnızca Arte Povera’nın kurucularını değil, aynı zamanda bu akımdan etkilenmiş genç sanatçıların eserlerini de içeriyor. Geleneksel malzemelerin dönüşümünden günümüz dijital çağının sanatsal ifade biçimlerine uzanan bir yolculuk, Arte Povera’nın ne denli evrensel ve dinamik bir etkisi olduğunu kanıtlıyor.

Çağdaş Sanata Yeniden Bir Bakış

Arte Povera sergisi, yalnızca bir sanat akımını değil, aynı zamanda bir yaşam biçimini de yansıtıyor. Doğanın yalınlığı ve sanatın sonsuz potansiyelini bir araya getiren bu sergi, sanatseverlere hem geçmişe hem de geleceğe dair derin bir düşünce alanı sunuyor.

Bourse de Commerce’in büyüleyici atmosferinde gerçekleşen bu sergi, yalnızca bir estetik deneyim değil, aynı zamanda insan, doğa ve sanat arasındaki bağın kuvvetini anlamamıza da yardım ediyor. Arte Povera’nın hala geçerliliğini koruyan güçlü mesajları, modern dünyaya bir anlam katıyor diye düşünüyorum.

 

Lezzetin Derin Hafızası…

 

LEZZETİN DERİN HAFIZASI

 

Şarap… Sadece bir içecek değil, bir semboller bütünü. Tarihin, inancın ve toplumsal kodların sessizce harmanlandığı bu büyülü sıvı, daha kadehe bile dokunmadan bir öykü fısıldar insana. Onu tatmak, yalnızca bir lezzeti deneyimlemek değil, geçmişin izlerini bugüne taşıyan duyusal bir yolculuğa çıkmaktır. Şarap, kokusuyla hafızanın en derin katmanlarını uyandırır. Ezilmiş çileğin o hafif ekşi kokusu, çocukluk anılarının gizli bir köşesini ışık tutar. Meyan kökü ya da tütün esintisi, bizi geçmişin karmaşık dokularına taşır. Sanki bu sıvı, zamanın ötesine geçen bir köprü inşa eder; bir anda geçmişle şimdinin dansına tanık oluruz.

Aromalar, hafızanın gölgelerine dokunur, ama kelimeler bu dokunuşu anlamlı kılar. Şarabı anlamak, yalnızca koklamak ya da tatmak değil; ona doğru kelimeleri bulmaktır. Tadım pratiği, aynı zamanda bir dilin, bir kültürün kapılarını aralar. Bir şarabın hikayesini ve coğrafyasını anlamak, onun aromatik derinliğine kelimelerle dokunmaktan geçer. Kelimeler, bir kadehi paylaşan insanların dünyalarını birleştirir; onları aynı tat ve duygu evrenine davet eder.

“Şarap, duyularımızla hafızamızı buluşturur; geçmişin sembollerini bugüne taşır.”

Bu yüzden tadım, yalnızca bir deneyim değil, bir sanattır. Bu sanatı anlamak ve derinleştirmek için çok sayıda yazılı ve video  rehberler var. Beynimizin, tat tomurcuklarımızın işleyişini ve duyusal bilgilerin nasıl şekillendiğini anlamaya çalışmalıyız. Şarabın aromalarını nasıl tanımlayabilir, kategorize edebilir ve anlamlandırabiliriz? Bu soruların cevabı, aynı zamanda bir şarap severin kelime hazinesini zenginleştirmenin de yolunu açar. Çünkü doğru kelimeler, şarabın özünü paylaşmanın anahtarıdır.

Bu rehberler yalnızca teorik bilgiyle sınırlı değiller. Şarabın tadının tarih boyunca nasıl evrildiğini, farklı kadehlerin aynı şaraba nasıl farklı bir boyut kattığını da anlatıyorlar. Dahası, sürekli düzenlenen  tadım eğitimleri de sizi bu dünyaya adım atmnızı sağlar. İster bir günlük, ister bir haftalık eğitimler, şarap aromalarını keşfetmek için  olanaklar sunmaktadırlar. iyi bir tadımcı olmak için hem bu eğitimlerden geçmek hem de bol bol tadım yaparak lezzet kütüphanemizi zenginleştirmemiz gerekir.

Ancak şarap, yemeklerle dans ettiğinde gerçek bir ahenge ulaşır. Yemek ve şarap eşleşmelerinin inceliklerini bilmek de ayrı bir konu olup mutlaka incelenmesi gerekmektedir. Katı ile sıvının ağzınızda nasıl bir uyum yaratabileceğini anlamak için bazı altın kuralları bilmek gerekir.

Ve tabii ki, hem  büyük kutlamalar için ya da günlük yaşamın küçük keyifleri için bir kadeh veya bir kaç kadeh… Her bir aroma, her bir tat, hafızanın derinlerinden beklenmedik bir anıyı çekip çıkarabilir. Şarabın büyüsü, tam da burada saklıdır: hafızamızın en gizli köşelerine dokunabilme gücündedir.

Yaşam Mühendisi….

 

 

 

 

 

Bu haftaya farklı bir yazıyla başlamak istedim. Blogumun adı Hayata dair şeyler. Dolayısı ile kafama takılan çeşitli konular hakkında yazıyorum. Bu kez Paris’te yaşayan Saint Joseph’ten benden bir sınıf küçük Ali Aktoğu’yu ve onun yaşama bakış açısını yazmak istedim. Sadece Atom mühendisi değil aynı zamanda nasıl  Yaşam mühendisi olduğunu anlatmaya çalıştım.

Paris’teki Ali Aktoğu ile ilk tanışmamız, Montparnasse’ın ünlü restoranlarından biri olan La Closerie des Lilas’da gerçekleşmişti. Bu mekan, edebiyat ve sanat çevrelerince çok iyi tanınan bir yerdir, masalarından birinde Türk edebiyatının büyük isimlerinden Yahya Kemal Beyatlı’nın adını taşıyan bakır bir plaka bulunur. Fransa’ya yeni taşındığım dönemde Ali Aktoğu benimle tanışmak istediğini belirtti ve bu öneriyi memnuniyetle kabul ettim. O gün uzun bir sohbet gerçekleştirdik ve şimdi dönüp baktığımda onunla tanışmanın ne kadar iyi bir karar olduğunu görüyorum.

Saint Joseph Lisesi’ni bitirip üniversite öğrenimi için Fransa’ya gelen Ali Aktoğu, hayat hikayesini anlatırken, sadece bir atom mühendisi değil, aynı zamanda bir “yaşam mühendisi” olduğunu düşündüm ve bunu kendisine de söyledim. Bu tanım onu çok mutlu etti ve yaşam mühendisi kimliğini sahiplendi. Gerçekten de, mühendislikteki planlama ve titizliği hayatına yansıtarak beş duyunun arzu edebileceği her şeyi deneyimlemişti.

Entelektüel kimliğiyle öne çıkan Ali Aktoğu, yıllar boyunca şatolarda baronlar, kontlar ve markilerle mum ışığında sohbetler etmiş; en güzel müzikleri dinlemiş; seçkin şiirler okuyup bazılarını çevirmiş, bazılarını ise kendisi yazmıştı. Paris’in en prestijli restoranlarında yemekler yemiş ve bu birikimini bizimle de paylaşmıştı. Bizi, üç Michelin yıldızlı Lasserre restoranına davet ederek Paris’in başka bir gastronomik yüzünü tanımamıza vesile olmuştu. Bu yemekte, gençlik yıllarında aşık olup evlendiği Izmirli eşi Nurgün Hanım ile tanıştık. Onu da en az Ali Aktoğu kadar sevdik. Hatta Ali çok beğendiği Angelique filmlerinin
baş rol oyuncusu Michele Mercier’ye benzediği için Nurgün’le evlendiğini söylediğinde ben de Nurgün’ün ondan daha güzel olduğunu hatırlatmıştım. Başarılı bir evliliğin huzuru ve mutluluğu ikisinde de hissediliyordu.

O akşam, yemek sonrası bizi Paris’in unutulmaz köşelerine götürdü. Place Vendôme’da 12 numaralı binanın önünde durup, Chopin’in ölümünden önce burada yaşadığını anlattı. O sırada Nocturne’ler çalıyor, adeta geçmişin ruhunu hissettiriyordu. Daha sonra bizi Mirabeau Köprüsü’ne götürüp, fransizcaya çevirdiği Maria Missakian şiirini Michel Derville’den dinletti ve Apollinaire’i andı. Bıraksaydık sabaha kadar Paris’in gizemli köşelerini bize tanıtmak niyetindeydi.

Yıllar geçse de ilişkimiz, iki Saint Joseph’liye yakışır bir şekilde kardeşçe devam etti. Birbirimize her konuda destek olmaya özen gösterdik. Ali Aktoğu’nun Fransız Şairler Derneği’nin antolojilerinde yayımlanan şiirlerini keyifle okudum. Ayrıca Saint Joseph dergisine yazdığı yazılar sayesinde onun hayatı ve ilgi alanları hakkında daha çok şey öğrendim. Seyahate olan düşkünlüğünü bilirdim, ama bazı ülkelerin onun için ayrı bir yeri vardı. Özellikle İtalya ve Yunanistan, hatta Yunan adaları, onun tutkuyla bağlı olduğu yerlerdi. Portofino için yazdığı iki şiiri vardı ve İtalya’ya duyduğu aşk ise her satırda hissediliyordu.

Saint Joseph Lisesi onu çok etkilediği ve onda silinmez izler bıraktığı için, lise arkadaşlarıyla iletişimde kalmaktan büyük keyif alırdı. Ancak okul yıllarında hayal ettiği Fransa ile burada yaşadığı Fransa arasındaki fark, ona ciddi bir hayal kırıklığı yaşatmıştı. Özellikle son yıllarda Fransa’nın ekonomik ve kültürel açıdan düşüşte olması onu derinden üzüyordu.

Lisede oldukça başarılı bir öğrenciydi. Hazırlık sınıflarından birini atlayarak sadece bir yıl okumuştu, matematikte Saint Joseph’te okuduğu tüm süreçte hep birinciydi. En sevdiği hocası manevi babasi gibi gördüğü Matalon’du. Matalon da onu çok sever, öz oğlu gibi üstüne titrerdi. Fransa’da aldığı eğitimle başarılı bir kariyer yapmış, ülkenin önemli kuruluşlarından önce CEA’da işe girmiş sonra EDF’ in Recherce et Développement bölümünde emekli olana kadar büyük bir sadakatle çalışmıştı.

Matematiğe olan ilgisi, başka bir Saint Joseph’li Pr. Dr. Ali Nesin ile de dostluğunu pekiştirmişti. Ali Nesin’in Şirince’deki Matematik Köyü’ne Matalon babasının adına bir ev yaptırmıştı ve heykelini de diktirmek için bir İtalyan heykeltraşla uzun süre görüşmesi de bu dostluğun bir örneğiydi.

Ali Aktoğu, yaşam dolu, entelektüel, samimi ve derinlikli bir kişiliktir. Pariste 30 küsur yıl yaşadıktan sonra artık emekliliğinde Périgord’a taşınan Ali Aktoğu günlerini  Fransa’daki kültür yaşamının elverdiği ölcüde  çeşitli kültürel konuları  Saint Joseph’li arkadaşlarıyla da tartışarak ve gezerek geçirmektedir.. Onu tanımış olmak, benim için büyük bir zenginliktir.

Beaujolais Nouveau (Yeni Beaujolais) Kasımın üçüncü perşembesi çıkar… Bu yıl 21 Kasım…

Beaujolais bölgesi , Fransa’nın doğusunda, Rhône-Alpes bölgesinin kuzeyinde yer alan ve Lyon ile Mâcon arasında uzanan bir şarap bölgesidir. Coğrafi olarak, Saône Nehri’nin doğusunda, Massif Central diye bilinen bölgenin doğu eteklerinde konumlanmıştır. Beaujolais bölgesi, özellikle kasım ayında piyasaya sürülen ve her yıl dünya çapında heyecanla beklenen “Beaujolais Nouveau” şarabıyla ünlüdür. Bu bölge, yumuşak, meyvemsi kırmızı şaraplarıyla tanınır ve başlıca üzüm çeşidi Gamay’dir.

Beaujolais’in kuzey kısmında, “Cru Beaujolais” olarak bilinen ve Morgon, Fleurie, Moulin-à-Vent gibi köylerde üretilen yüksek kaliteli şaraplarla tanınan on özel alt bölgesi bulunur. Bu alt bölgelerdeki şaraplar daha yoğun, karmaşık ve yıllandırılabilir nitelikte olup, “Beaujolais Nouveau”dan farklı olarak genellikle daha uzun bir fermantasyon sürecinden geçirilir.

Beaujolais şaraplarının üretildiği coğrafyada genellikle granit, kil ve kumtaşı gibi mineraller açısından zengin topraklar söz konusudur.

Beaujolais nouveau şaraplarının taze taze içilmesi ve bekletilmemesi gerekir. Kasımın üçünce perşembesi çıktığını başlıkta belirtmiştim. Peki, saat kaçta çıkar onu merak edenler de olabilir. Saat tam 00:00 da yollara düşer. Bu sene tarih 21 Kasıma düşüyor. Beaujolais nouveau nedir?, tarihçesi nasıldır? isterseniz biraz inceleyelim.

Beaujolais nouveau, 19. yüzyılda doğmuştur, ancak ticaret hacmi 1960’lı yıllardan itibaren patlama yapmıştır. XX. yüzyıldan itibaren bazı aracılar daha üzümler sıkılırken, fermantasyon başlar başlamaz  satın alırlar birkaç hafta içinde  Paris ve Lyon’daki kavlara, kafe ve restoranlara süratle satar ve tamamını bir kaç ay içinde tüketirlerdi. Şarapların fermantasyonu genellikle taşıma sırasında  tamamlanırdı.

Beaujolais nouveau’nun tarihi, düzenlemelerdeki değişikliklerle şekillenmiştir. Örneğin 1951’de Beaujolais Üzüm Yetiştiricileri Birliği, şaraplarını 15 Aralık’tan önce “primeur” olarak satma talebinde bulunmuştur. Bu talep, 13 Kasım 1951’de bazı apelasyon kontrole şarapların bir sonraki 15 Aralık’taki genel piyasaya açılışını beklemeksizin derhal ticaretine başlanabileceğini belirten idari bir kuralla  sonuçlanmıştır. Böylece, her yıl Kasım ayının üçüncü perşembesi piyasaya sürülen, resmi  Beaujolais nouveau efsanesi doğmuştur.

BEAUJOLAIS NOUVEAU ASLA BEAUJOLAIS’İN TOPLAM ÜRETİMİNİN YARISINI GEÇMEZ

Ticari hacimler 1960’lı yıllardan itibaren hızla artarak 1980’lerin ortasında yaklaşık 50.000 tona ulaşmış, ancak Beaujolais bölgesinin toplam üretiminin yarısını asla geçmemiştir. Her yıl 60 milyon kadar şişe üretilmektedir. “Primeur” şarabın hızlı bir şekilde hazır hale gelmesi, malolaktik fermantasyonun tamamlanmış olması, taze, canlı, aromatik ve meyvemsi bir karaktere sahip olması için üreticiler, yılın hasadına göre, en erken olgunlaşan bağları tercih etmekte, fermantasyon sürelerini kısa tutmakta (zorunlu olarak 10 günü geçmeyecek şekilde) ve üzümün  taze karakterini ve fermantasyonun özgün aromalarını ortaya koyan özel harmanları seçmektedirler.

Beaujolais’nin Japon çılgınlığı;

Saat farkı nedeniyle Beaujolais nouveau’yu ilk japonlar tadarlar ve çok kısa sürede gönderilen şişelerin hepsini tüketirler. Japonyada çok yüksek rakamlara satılabilen bu şaraplar, bir pazarlama harikası olup meyve suyu ile şarap arasında genç neşeli çok aromatik şaraplardır. Japonyada piyasaya sürülmesi genellikle festivallerle  kutlanır. Ancak Fransa’da, kolay içimli ve uzun süre saklanması gerekmeyen bu şarap, süpermarketlerde genellikle 10 € civarında satılır. Restoranda tadıldığında ise fiyatı 30 €’nun üzerine çıkabilir.

 

Edebiyatta Yalnızlık

 

 

Edebiyatta yalnızlık, hepimizin hayatımızda bir noktada hissettiği o tanıdık, sessiz sızıya dokunan zamansız ve evrensel bir temadır: Kimi zaman dünyadan kopmuş, kendimizi anlam arayışı içinde kaybolmuş ya da etrafımız insanlarla doluyken bile tamamen yalnız hissederiz. Yazarlar bu yalnızlık hissini hem bilindik hem de şaşırtıcı yerlerde, birbirinden farklı karakterler aracılığıyla anlatmışlardır—adada mahsur kalanlar (Robinson Crusoe), hapishaneye kapatılanlar, kendi düşüncelerinde kaybolanlar ya da etrafındaki insanlara yabancılaşanlar…

Bazı hikâyelerde yalnızlık çok doğrudandır; karakterler fiziksel olarak insanlardan uzak, bir adada ya da bir hücrede yalnız başlarınadır ve kendi kendileriyle baş başa kalmanın zorlayıcılığıyla yüzleşirler. Robinson Crusoe örneğinde , bir adamın bir adada, tamamen yalnız kalarak kendi düşünceleriyle baş başa kalma mücadelesini görürüz. Ancak çoğu zaman, yalnızlık daha sinsi bir şekilde, insan kalabalıklarının ortasında, gürültülü şehirlerde yavaş yavaş hissettirir kendini. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’inde, karakterlerin zihinlerinde ve anılarında sıkışıp kalmalarını, aslında etrafları insanlarla dolu olmasına rağmen kendilerini gerçekten anlaşılmamış hissettiklerini görürüz.

Bir de anlatılması çok daha zor olan derin, varoluşsal bir yalnızlık vardır—hayatın anlamsızlığı ya da hepimizin bu uçsuz bucaksız, umursamaz evrende yapayalnız olduğumuzun hissi. Albert Camus’nün Yabancı eserinde bu tarz yalnızlıkla baş başa kalan bir karakteri görürüz . Meursault dünyanın kayıtsızlığını omuzlarında hisseder, roman Meursault’un hayata karşı ilgisiz ve duygusuz tavrını ve işlediği bir cinayet sonrasında yaşadıkları anlatır. Bu karakter, varoluşçuluk ve absürdizm kavramlarını derinlemesine incelememize olanak sağlar.

Yazarlar bu yalnızlık hallerini canlandırmak için pek çok teknik kullanır. Karakterlerin özel düşüncelerini duymamızı sağlayarak, onları yalnızlıklarının içinde yakalamamıza imkân verirler. Virginia Woolf veya James Joyce gibi yazarlar, karakterlerin zihnine adeta bir pencere açarak, yalnızlıklarının ne kadar derin olduğunu bize hissettirirler. Ya da yalnızlıklarını yansıtacak semboller kullanarak(boş odalar, sessiz manzaralar veya yalnız hayvanlar) karakterlerin içsel boşluğunu yansıtırlar. Örneğin, Emily Dickinson’ın şiirlerinde sık sık yalnızlık ve  sessiz sahneler yer alır ve  karakterler kendi düşünceleriyle baş başa kalırlar.

Bazı hikâyeler, yalnızlığı geniş ve ıssız mekânlarla, rüzgârlı bozkırlarla ya da gotik romanlarda olduğu gibi ürkütücü, terk edilmiş eski evlerle resmederler. Bu vahşi, boş manzaralar ve sessiz evler, karakterlerin kendilerini yalnız hissetme durumlarını yansıtarak, yalnızlıklarını daha da derinleştirir. Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’inde, yalnız bozkırların o kasvetli havası, karakterlerin huzursuz, ıssız ruhlarının bir parçası haline gelir.

Ve yalnızlığın karakterlerin yolculuğunun tam merkezinde olduğu ünlü hikâyeleri unutmazdır. Mary Shelley’nin Frankenstein’ında, hem Dr. Frankenstein hem de onun yarattığı canavar, yalnızlıkla boğuşurlar; biri takıntıları yüzünden sevdiği insanlardan uzak düşerken, diğeri toplumdan dışlanıp korkulan bir varlık haline gelir. Yalnızlık, onları trajik seçimlere sürükler ve kendi acılarında kaybolmalarına yol açar. Çavdar Tarlasında Çocuklar’da Holden Caulfield, New York’un kalabalıkları arasında kendini tamamen yabancı hisseder, bir yandan birileri tarafından anlaşılmayı isterken diğer yandan insanları kendisinden uzak tutar. Fareler ve İnsanlar eserinde ise Steinbeck, toplumdan dışlanmış insanların yalnızlığını işler—bu insanlar yoksulluk, engellilik ya da ırk ayrımcılığı nedeniyle topluma uyumsuz hale gelmiştir.

Modern edebiyatta  yalnızlığın kaynakları daha derinlemesine işlenir. Franz Kafka gibi yazarlar, modern yaşamın bizzat kendisinin—katı kuralların, rutinlerin ve bireyden uzaklaşan yapıların—nasıl gerçek bir bağ kurmayı zorlaştırdığını gösterir. Dönüşüm eserinde, Gregor Samsa’nın yalnızlığı, fiziksel dönüşümünün yanı sıra modern dünyanın duygusuz yapısına da kuvvetli bir göndermedir. Varoluşçu yazarlar ise yalnızlığın insan olmanın ayrılmaz bir parçası olduğunu öne sürerler. Camus gibi yazarların eserlerinde karakterler, yalnızca toplumsal sebeplerden değil, dünyanın anlamsızlığında kendilerine bir yer bulamadıkları için yalnızdırlar.

Bugün  yalnızlık hikâyeleri her zamankinden daha yoğun olarak önümüze çıkıyor. Çağdaş yazarlar, sürekli dijital bağlantının olduğu bir dünyada bile insanların nasıl derin bir yalnızlık içinde olduklarını gösteriyorlar. Dave Eggers’ın The Circle eserinde olduğu gibi, sosyal medya ve teknoloji gerçek ile bağlantılarımızı kopardıkça  yalnızlığımız daha da derinleşiyor.

Sonuç olarak, edebiyatta yalnızlık, sadece üzüntü veya umutsuzlukla ilgili değil; aynı zamanda anlam arayışı, bağ kurma isteği ve kendini anlama mücadelesiyle ilgilidir. Bu hikâyeler aracılığıyla kendi yalnızlığımızla yüzleşiriz ve belki de bu evrensel tecrübenin bir parçası olduğumuzu fark ederek teselli buluruz. Ve bu ortak deneyimde, sessiz bir yoldaşlık buluruz.