Avrupa Gençlerinin Fotoğrafçılığı; Circulation 104

Festival Circulation(s) 2025: Avrupa  Gençlerinin Fotoğrafçılığı

Avrupa’nın genç fotoğraf sanatçılarını uluslararası sahneye taşıyan Festival Circulation(s), bu yıl 15. kez sanatseverlerle buluşuyor. 5 Nisan – 1 Haziran 2025 tarihleri arasında CENTQUATRE-PARIS’te gerçekleşen  festival, sadece bir sergi değil; kimliklerin, tarihlerin, göçlerin ve dönüşümlerin ortaya konulduğu bir sanatsal platform sunuyor.

Festivalin Kalbi: CENTQUATRE-PARIS

Paris’in 19. bölgesinde yer alan CENTQUATRE-PARIS, sanatın her disiplinine yer açan ve yenilikleri takip eden  bir alan. Festivalin ruhuna uygun olarak hem toplumsal hem de bireysel anlatıları sahneye taşıyan bu mekân, bu kez fotoğrafa  hayat veriyor. Fetart kolektifi tarafından düzenlenen bu fotoğraf festivali, özgün sanat yaklaşımlarına açık  yapısıyla dikkatleri çekiyor.


Bu Yılın Teması: Kimlik, Coğrafya ve Direniş

Festivalin 2025 yılı sergisi, Avrupa’yı bir kimlik değil bir coğrafya olarak ele alıyor. Göç, hafıza, beden, anne-baba durumları, queer kimlikler, travma ve doğa gibi temalarla ilgili işler, ziyaretçilere adeta bir görsel şölen sunuyor.

Dikkat çekici projeler:

  • Émeline Amétis: Karayipli bir annenin göç geçmişinden yola çıkarak anne üzerinden ilerleyen hafızayı fotoğraf, tekstil ve arşivle anlatıyor.

  • Cendre: Homofobik saldırı sonrası kişisel yaraları sanatla dönüştürüyor; filmleri regl kanıyla banyo ederek imgeleri fiziksel bir hafıza haline getiriyor.

  • Tomasz Kawecki: Polonya’nın kasvetli gecelerinde mitolojik bir geziye çıkıyor, doğa ve korkunun iç içe geçtiği bir evren sunuyor.

  • Wendie Zahibo: Karayipler, ABD, Brezilya ve Fildişi Sahili’nden yola çıkarak, siyah mimarisi ve kültürel bellek üzerine disiplinlerarası bir hikâye anlatıyor.


Lituanya’ya Saygı Duruşu: 2025’in Odak Ülkesi

Festivalin her yıl bir Avrupa ülkesine adadığı “Focus” bölümünün bu yılki konuğu Lituanya. Seçilen dört sanatçı, günümüz Lituanya’sını ve tarihini farklı yönlerden ele alıyor:

  • Ieva Baltaduonyte: Ukraynalı mültecilerin travmasını fotoğraflarla aktarıyor.

  • Agnė Gintalaitė: Yapay zekânın estetik üretimini sorguluyor.

  • Visvaldas Morkevičius: Yas ve hatıralar üzerine görsel şiirsellik yaratmış.

  • Paulius Petraitis: Göçmenlerin medya tarafından nasıl silikleştirildiğini görselleştiriyor.


Etkinlikler: Görselden de öte Buluşmalar

Festival sadece sergi değil; aynı zamanda paylaşım ve gelişim alanı. Katılımcıları bekleyen deneyimler:

  • Profesyonel Hafta Sonu (17-18 Mayıs): Portfolyo değerlendirmeleri, masterclass’lar ve uzman buluşmaları.

  • Workshop (26-27 Nisan): Proje sunum teknikleri, portfolyo yapılandırma ve sunum pratiği.

  • Fotoğraf Stüdyoları: Festival boyunca hafta sonları ziyaretçilere açık olacak, profesyonel portre çekim imkânı sunulacak.


Metroda Fotoğraf, Kütüphanede Sanat

Festival, CENTQUATRE mekanın dışında da şehirle bütünleşiyor:

  • Claude Lévi-Strauss Kütüphanesi: Burada Artem Humilevskyi’nin Roots sergisi var.

  • Paris Metrosu & RER: RATP ile ortaklaşa, 15 yılın en çarpıcı fotoğraflarından oluşan retrospektif sergi yapılacak.


Ziyaretçi Oyuyla Belirlenen Halk Ödülü

Festivalin geleneksel halk ödülü, bu yıl da sanatseverlerin oylarıyla belirlenecek. En beğenilen sanatçıya WhiteWall’dan 500 € değerinde ödül verilecek. Katılım için sergiyi ziyaret edip oy kullanmak yeterli.


Gerekli Bilgiler

  • Tarih: 5 Nisan – 1 Haziran 2025

  • Yer: CENTQUATRE-PARIS (5 rue Curial, 75019)

  • Ziyaret saatleri: Çarşamba – Pazar, 14:00 – 19:00 (Okul tatillerinde Salı günleri de açık)


Festival Circulation(s) 2025, yalnızca genç Avrupalı fotoğrafçıları keşfetme şansı sunmakla kalmıyor; aynı zamanda kimliğe, direnişe ve değişime dair çağımızın en önemli meselelerine dair sanatsal bir diyalog alanı yaratıyor.

Gül Rengine Boyanmış Şarap

Bertaud Belieu Domaine Genel Müdürü Dr Vahagn MOVSESYAN ve Önologu Diane

Domaine Bertaud Belieu -Gassin -Saint Tropez


Gül Rengine Boyanmış Şarap: Dünyada Rosé Pazarının engellenemeyen yükselişi

“Sabah ışığı gibi: ne beyaz kadar ürkek, ne kırmızı kadar iddialı… Arada bir yerde, ama tam da orada var olmanın zarafetinde.”

Rosé şarap, geçtiğimiz  dönemlerin yaz içkisi klişesinden sıyrılarak, bugün dünya şarap pazarında kendi kimliğini yaratmış önemli  bir oyuncu haline geldi. Dünya şarap pazarı küçülürken pembe şarap pazarı büyüyor. Rose şarap sanki rol çalan oyuncu gibi duruyor. Ne beyaz şarap gibi ferahlatıcılığı sınırlı ne de kırmızı şarap kadar tanenli; tam ortasında, ama bu “ortada oluş” hali, onu hem gastronomik çok yönlülüğe hem de tüketici eğilimlerine en uygun kategoriye dönüştürdü.

1. Pazarın Genel Görünümü

2024 verilerine göre, küresel rosé şarap pazarı 3,5 milyar dolara yaklaşan bir hacme sahip. Özellikle 2010’lu yılların ikinci yarısından itibaren gösterdiği hızlı büyüme, 2020’lerde pandemiye rağmen ivmesini kaybetmedi. Avrupa, hala tüketimin ana lokomotifi olsa da, Kuzey Amerika ve Asya-Pasifik bölgelerinde artan ilgi dikkat çekici.

Bölgelere Göre Tüketim ve Üretim:

• Fransa: Dünya rosé üretiminin yaklaşık %35’ini gerçekleştiriyor. Provence bölgesi, rosé şarapta bir marka haline geldi. Bölgenin önemli markası Bertaud Belieu %80 ini rose şarap olmak üzere büyük ama kaliteli 160.000 şişelik üretimi ile Saint Tropez ve Cote d’Azur’ün gözdesi. Komuşusu Minuty, ayrıca Merival ve daha bir kaç farklı marka  ile birlikte rose şarap dünyasına renk getiriyorlar. Özellikle ABD ve İngiltere’ye yapılan ihracat son 10 yılda %50’nin üzerinde arttı.

• ABD: Hem üretim hem de tüketimde ciddi bir oyuncu. Kaliforniya menşeli rosé’ler, genç  tüketiciler arasında popüler.

• İtalya ve İspanya: Yerel üzümlerle yapılan bölgesel rosé’ler gastronomik rosé anlayışını destekliyor.

• Çin ve Japonya: Hızla gelişen orta sınıf ve artan batılılaşma eğilimleriyle birlikte “sofralık ama sofistike” bir içki olarak rosé’ye yönelim var.

2. Tüketici Eğilimleri ve Kültürel Yansımalar

Rosé’nin yükselişinin ardında yalnızca tat profili değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı sembolü olması da yatıyor. Özellikle milenyum kuşağı ve Z kuşağı, rosé’yi Instagram estetiği, brunch kültürü ve açık hava yaşamıyla ilişkilendiriyor. “Rosé All Day” gibi sloganlar, bu şarabın bir içki olmaktan öte bir sosyal duruşa dönüştüğünü gösteriyor.

Diğer taraftan rosé şaraplarını, cinsiyetsiz bir içki olarak pazarlayan bir anlayışta önem kazanmaya başladı; ne “kadın içkisi” ne de “erkek şarabı”. Bu da onu modern değerlerle uyumlu hale getiriyor.

3. Pazarlama Stratejileri ve Ürün Çeşitliliği

• Kutu rosé (canned rosé) ve frosé (frozen rosé) gibi yenilikçi formatlar, yaz festivallerinde ve sokak kültüründe karşılık buldu.

• Organik ve düşük alkollü rosé şaraplar, sağlıklı yaşam arayışındaki tüketicilere hitap ediyor.

• NFT etiketli özel üretimler ya da roze şarapta sanat iş birlikleri (örneğin fotoğrafçı ile yapılan sınırlı seri etiketler), lüks pazarda yerini alıyor.

4. Karşılaşılan Zorluklar

• İklim değişikliği, rosé üretiminde üzümlerin fenolik dengesini tehdit ediyor.

• Fazla talep, bazı bölgelerde  üretim miktar artışına neden olduğundan  kalite kaybına yol açıyor.

• Bazı pazarlarda hâlâ “hafif” veya “ikinci sınıf” algısı var – bu durum eğitim ve tadım etkinlikleriyle kırılmaya çalışılıyor.

Dünyada Rosé Devriminden Bahsediliyor

Rosé şarap, aslında şarabın postmodern bir yorumu gibi. Ne net sınıfları var ne de kesin tanımları. Uyumlu, dönüştürülebilir, ama derinlikli. Bu yönüyle hem pazarda hem de kültürde kendine önemli bir yer açtı. Belki de bu yüzden, günümüz dünyasına  en uygun şarap o: karmaşık ama içilebilir, sade ama şık, zarif ve  iddialı.

“Hayatın her anında giyilebilecek ipeksi bir gömlek gibi; rosé, şarabın en giyilebilir halidir ” diyerek yazımıza son verelim.

Bağdan Bardağa: Anadoluda Şarabın Gizli Potansiyeli

Türkiye Şarap Endüstrisinin Dünü, Bugünü ve Geleceği Üzerine Derinlemesine Bir Değerlendirme

“Bir kadeh şarap, sadece bir içki değil; yeryüzünün sesi, güneşin hafızası, insan emeğinin ruhudur.”

I. Giriş: Binlerce Yıllık Bir Miras

Anadolu, dünyadaki en eski bağcılık coğrafyalarından biridir. Hititlerin “Vitis vinifera”yı kutsadığı, Friglerin şarap tanrısı Dionysos’u bağlarda gezdirdiği bu topraklarda, şarap sadece bir ürün değil, kültürel bir hafıza, her ne kadar bugün tartışılsa da bir yaşam biçimidir, en azından tarihte öyleydi. Ne var ki, modern Türkiye, bu büyük mirası yeterince anlayamamış,  anlasa da evrensel dille anlatamamıştır.

Bu yazı, Türkiye şarap endüstrisinin potansiyelini neden gerçekleştiremediğini, bu potansiyelin nasıl hayata geçirilebileceğini; ekonomi, pazarlama, etik, coğrafya ve kültür eksenlerinde tartışmayı amaçlamaktadır.

II. Stratejik Körlük: Markasız Lezzetlerin Hüzünlü Hikâyesi

Türkiye’de kaliteli şaraplar üretiliyor. Ama dünya neden bunları bilmiyor?

Bunun ilk nedeni, şarap markalaşmasının hâlâ yüzeysel olarak ele alınmasıdır. Oysa bir şarap markası, yalnızca güzel bir etiket ya da iddialı bir isim değildir. Şarap, kendi hikâyesini taşıyan bir kültür ürünüdür; markalaşma ise bu kültürün kodlarını görünür kılma sanatıdır.

• Etiket, yalnızca bilgi değil duygudur.

• Ambalaj, yalnızca koruma değil temsildir.

• Şişe tasarımı, yalnızca şekil değil anlamdır.

Markasız bir şarap, tınısız bir şarkı gibidir.

III. Terroir’in Sesi: Toprakla Konuşabilen Şaraplar

Şarap, topraktan doğar ama sadece toprakla açıklanmaz. Terroir dediğimiz şey; toprak, iklim, eğim, su, güneş, rüzgâr ve hatta o bölgedeki insan karakterinin ortak bileşimidir. Türkiye, bu anlamda muazzam bir çeşitliliğe sahip. Ancak bu potansiyel, yeterince haritalandırılmış ve hikâyeleştirilmiş değildir.

“Kalecik Karası, sadece bir üzüm değil, İç Anadolu’nun ayazında sabretmeyi bilenlerin şarabıdır.”

“Boğazkere, Mezopotamya’nın güneşle sertleşmiş karakterini damağa taşır.”

Yerli üzüm çeşitlerinin bu bağlamda anlatılması, onları evrensel rekabete taşıyacak ilk adımdır.

IV. Ürün Odaklı mı, Pazar Odaklı mı? Sektörün Kimlik Arayışı

Türk şarap endüstrisi yıllardır bu sorunun ortasındadır:

• Bir yanda, bağların yıllara yayılan sabrı

• Diğer yanda, pazarlamanın anlık refleksleri söz konusudur.

Pazar odaklılık, hızlı satış getirir; ürün odaklılık, uzun vadede  işe yarar. Aslında ikisi de gereklidir. Ürün odaklı bir anlayışla özgün çeşitler üretilmeli; ancak bu ürünler, doğru hedef kitleye doğru dil ve mecralarda anlatılmalıdır.

V. Doğrudan Pazarlama: Müşteriyle Kurulan bağ.

Bugün müşteriyle doğrudan iletişim kurabilen şarap üreticileri, yalnızca ürün değil müşterinin  sadakatini de sağlar . Doğrudan pazarlama; veritabanı yönetimi, kişiselleştirilmiş mesajlar, deneyimsel bağbozumu etkinlikleri gibi çok boyutlu bir strateji gerektirir. Türkiye’de bu konuda henüz atılmış yeterli adım yoktur.

Müşteriyle sürdürülebilir bir ilişki kurmak, ürün satmaktan daha değerlidir.

VI. Vergi Politikaları ve Kayıt Dışı Tehlikesi

Yüksek vergi oranları, Türkiye’de şarap sektörünü hem iç pazarda zorluyor, hem de kayıt dışı satışları teşvik ediyor. Bu durum, küçük üreticinin sisteme olan güvenini sarsıyor. Oysa mantıklı ve kademeli bir vergi indirimi, hem iç satışları artırır, hem de ihracatın önünü açar.

VII. Bilgiyle Büyüyen Bağlar: Üretici-Çiftçi İlişkisi

Kaliteli üzüm, sadece doğa ile değil, bilgi ile de yetişir. Üretici ile bağ sahibi arasında ortak bir kalite vizyonu oluşturulmadıkça, yalnızca toprağın değil emeğin de ziyanı olur. Tarım fakülteleri, enstitüler ve üniversiteler; bu sürecin aktif paydaşı olmalıdır.

• Toprak analizleri

• Uygun çeşit eşleşmeleri

• Budama ve hasat teknikleri eğitimi Türkiye’nin şarap kalitesini belirleyecek ana faktörlerdir.

VIII. Mantar Meşesinden Akademiye: Yan Sanayiler ve Bilimsel Dayanak

Türkiye’nin doğal koşulları, mantar meşe ağaçlarının da yetişmesi için uygundur. Mantar tıpa üretimi gibi yan sanayiler, sektörel bütünlüğü sağlayacak altyapılardır. Bu konuda üniversitelerle kurulacak iş birlikleri, sadece ekonomik değil stratejik bir değer de  taşır.

Ayrıca:

• Modern şarap üretim teknikleri

• Organik sertifikasyon süreçleri

• Asma hastalıkları ve biyolojik çözümler gibi konularda akademik çalışmalar yapılması şarttır.

IX. Geleceğe Dönük Araştırmalar: Bilgiye Dayalı Pazarlama

Türkiye’de şarap üzerine tüketici davranışlarını ölçen yeterince araştırma yoktur. Oysa bu veriler, ürün geliştirmede, marka inşasında ve pazarlama dili oluşturmada hayati önem taşır. Sadakat, deneyim ve hafıza temelli tüketici analizleri yapılmalıdır.

Ayrıca;

• Şarap etiketlerinin algısı

• Ambalaj estetiğinin satın alma üzerindeki etkisi

• Tüketici segmentlerine göre şarap stratejilerinin yeniden yazılması gibi mikro konular makro stratejiler için veri sağlar.

X. Sonuç Yerine: Şarap Bir Lisandır, Bu Lisanı konuşmak Gerekir

Türkiye’nin şarap potansiyeli, coğrafi bir gerçeklikten öte, kültürel bir olanaktır. Bu potansiyel; stratejiyle, bilgiyle, iletişimle, kolektif bir hikâye anlayışıyla hayata geçebilir. Anadolu şarabı, yalnızca bir damak tadı değil, bir ülkenin kendini anlatma biçimi olabilir.

O hâlde soralım: Türkiye, şarabını anlatmak için hangi dili seçecek?

Camus’de Hayatın tek anlamı; Saçmalık-Absürd

Saçmanın Gölgesinde: Albert Camus’nün İsyanı ve Yaşamın Anlamı Üzerine

Mehmet Ömür

“Gerçekten ciddi tek felsefi sorun vardır: intihar.”
Albert Camus, Sisifos Miti(Söyleni)


Camus ve Sartre: Aynı Dönemin farklı Sesleri

  1. yüzyıl felsefesinin iki güçlü figürü Albert Camus ve Jean-Paul Sartre, sık sık aynı cümlede anılsa da, aslında iki ayrı yolun yolcusudur. Sartre insanın özgürlüğüne ve seçimlerine yüklediği sorumlulukla varoluşçuluğun teorik zeminini kurarken, Camus daha farklı bir soru sorar: Eğer evren susuyorsa, anlam arayışımızın cevabı kimdedir?

Camus’nün cevabı nettir: Anlam yoktur.


Saçma: İnsanla Evrenin Sessiz Çatışması

Camus’ye göre “saçma”, insanın anlam ve düzen arayışıyla, evrenin kayıtsız ve anlamsız doğası arasındaki uzlaşmazlıktan doğar. Bu varoluşsal çatışma, Camus’nün kaleminde yalnızca teorik bir fikir değil; bir edebiyat dünyasıdır. Sisifos Söyleni, Yabancı ve Caligula gibi eserlerinde bu düşünceyi farklı biçimlerde işler.

 Saçma-Absürd nedir?
Saçma, anlam arayan bilinçle, kayıtsız doğa arasındaki boşluktur.
Camus’ye göre bu boşluk, “tek gerçek felsefi soruyu” doğurur:
“Bu dünya yaşanmaya değer mi?”


Bilincin Laneti: İnsan Olmanın Ağırlığı

Camus’nün felsefesi, bilinci hem bir nimet hem de bir lanet olarak görür. İnsan, kendi ölümünün farkında olan tek canlıdır. Hayvanlar yaşar ve ölür; insan ise ölümün gölgesinde yaşar. İşte tam da bu farkındalık, bizi saçmayla karşı karşıya bırakır.

Bu farkındalık, aynı zamanda bir davettir: Hayatı olduğu gibi görmek ve yine de yaşamaya devam etmek. Ne Tanrı’ya sığınmak, ne sonsuzluk umuduna… Sadece şimdi ve burada var olmak.


Meursault: Saçma İnsan

Camus’nün Yabancı romanında Meursault karakteri, toplumsal normlara karşı ilgisizliği, duygusal mesafesi ve ölüm karşısındaki sakinliğiyle “saçma insan”ın simgesidir.

Meursault, hayatın anlamı yoksa bile dürüstçe, sahte umutlara kapılmadan yaşanabileceğini gösterir. Bu tutum, Camus’nün felsefesinin içinde tam da merkezinde yatan “isyan”ı somutlaştırır.


Sisifos’un Dönüşümü: Kayayı Sevmek

Camus’nün düşüncesinde, mitolojik kahraman Sisifos yalnızca lanetli bir figür değildir. Aksine, kaderini kabul etmiş bir sanatçıdır. Kayayı her gün yeniden yukarı taşırken, o artık tanrıların kölesi değil, eyleminin sahibi olmuştur.

“Sisifos’u mutlu düşünmek gerekir.”
Camus

Camus’ye göre Sisifos, anlamsızlığın ortasında bilinçli bir seçimle kendi kaderini kucaklayan insandır. Bu kabullenme, gerçek özgürlüktür.


İsyan: Saçmanın İçindeki Tutku

Camus’nün çözümü intihar değil, isyandır. Ama bu, öfkeyle yıkmak isteyen bir isyan değil; tam aksine, anlam arayışından vazgeçip eylemin kendisinde anlam bulan bir tür varoluşsal başkaldırıdır.

İsyan etmek, yaşama tutunmak demektir — hem de anlamdan yoksun olduğunu bilerek. Sanatta, aşkta, harekette… Hayatın her anında, bilinçle ve tutkuyla yer almak.


Bir Anın İçinde Anlam: Zamanı Kucaklamak

Camus’nün son mesajı, zamanla barışmaktır. Hayat, belki bir anlam taşımıyor olabilir. Ama bu, içsel bir derinlik yaratmaya engel değildir. Her an, farkındalıkla yaşandığında bir anlam kazanır. Ve belki de gerçek anlamı, dışarıda aramak yerine, yaşamayı seçerek bulabiliriz.


Camus’den İlhamla…

  • Anlamı arama, eylemde yarat.

  • Hayatı olduğu gibi kabul et.

  • Ölümü düşün, ama yaşamı onayla.

  • Sisifos gibi ol: yükünü bilerek taşı.

  • İsyan et: ama umutsuzluğa değil, bilince.***

 

***Bu son kavram biraz kafa karıştırıcı olduğundan onu aşağıda ayrıca açmaya çalışacağım.


 Saçmanın İçinden Geçen Neşeli Bir Yaşam

Camus’nün felsefesi, karanlık ve soğuk bir anlamsızlıkla değil; bilinçli bir neşeyle son bulur. Onun mesajı, hayata sımsıkı sarılmaktır — anlamın yokluğuna rağmen değil, tam da bu yokluk yüzünden. Camus yaşamı anlamsız ve saçma bulur ama intihardan yana değildir. Tam tersine….

Çünkü insan, saçmanın karşısında boyun eğmek yerine, onu kabullenip içinden geçerek özgürleşebilir. Şimdi gelelim yukarıdaki ¨İsyan et: ama umutsuzluğa değil, bilince¨ sözünün çözümlemesine

İsyan et: ama umutsuzluğa değil, bilince.
Bu cümle, Albert Camus’nün felsefi yaklaşımını neredeyse tek bir solukta özetler. Camus, özellikle “Sisifos Söyleni” ve “İsyan Eden İnsan” eserlerinde, insanın evrende karşılaştığı anlamsızlık duygusunu, yani absürdü, düşünsel ve ahlaki bir zeminde işler. Ona göre insan, evrenin sessizliğiyle yüzleştiğinde ya umutsuzluğa kapılır ve intihara yönelir ya da tüm anlamsızlığına rağmen hayatı kabullenir ve bir tür bilinçli isyanla yaşamaya devam eder. Bu ikinci yol, Camus’nün felsefesinin temelidir: hayatla çatışmayı reddetmeden, onunla dans etmeyi öğrenmek.

“İsyan et: ama umutsuzluğa değil, bilince” demek, Camus’nün şu çağrısını yansıtır: İnsan, evrenin anlamdan yoksun yapısını fark etmeli, ama bu farkındalık onu yok oluşa değil, yaşamı tüm çıplaklığıyla kucaklamaya götürmelidir. Umutsuzluk, Camus’ye göre, bir sonlanmadır. Bilinç ise bir başlangıç. Umutsuzluk, insanın absürtlük karşısında pes etmesi, teslim olmasıdır. Oysa bilinç, insanın bu anlamsızlıkla yüzleşmesi ama aynı zamanda ondan kaçmamasıdır. Bilinçli isyan, insanın hem özgürlüğünü hem de onurunu koruduğu bir yaşam biçimidir.

Camus’nün isyanı yıkıcı değildir; aksine yaratıcıdır. İsyan eden insan, yalnızca adaletsizliğe karşı değil, aynı zamanda anlamsızlığa karşı da başkaldırır. Ancak bu başkaldırı, bir yok sayış değildir. Bilakis, anlamı kendimiz yaratma cesaretini gösterdiğimizde, yaşamın saçmalığını bile anlamlı kılabiliriz. Camus’nün “Sisifos’u mutlu tasavvur etmeliyiz” sözü tam da bu noktada anlam kazanır. Sisifos, her seferinde tepeye yuvarladığı kayanın geri düşeceğini bilmesine rağmen görevini sürdürür. Çünkü onun zaferi, kayanın zirveye ulaşmasında değil, bu sonsuz döngüyü bilerek ve isteyerek devam ettirmesindedir. Bu, bilinçli bir isyandır.

O hâlde isyan etmek, Camus’ye göre bir başkaldırmadan çok bir aydınlanmadır. Ne nihilist bir yıkımı savunur ne de sahte umutlarla avutulmayı. Camus’nün önerdiği şey, absürdün farkında olarak, dünyayı değiştirmeye değil ama kendimizi değiştirmeye yönelen bir bilinçtir. Bu nedenle, “İsyan et: ama umutsuzluğa değil, bilince” sözü, Camus’nün felsefesinin özüdür. Bu bir çığlık değil; karanlığa karşı yakılmış dingin bir ışık, içsel bir aydınlanma çağrısıdır.

Bitirmeden önce: Albert camus kimdir.

Albert Camus 1913 doğumlu Fransız yazar ve filozoftur.

Varoluşçuluk iile ilgilenmiştir ve absürdizm yanı saçma akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir “varoluşçu” ya da “absürdist” olarak tanımlamaz. 1957’de Nobel ödülünü kazanmıştır. Rudyard Kipling’den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında 47 yaşında ölmüştür.

Aşk mahkemeleri

Orta Çağ’daki “aşk mahkemeleri” ya da özgün adıyla “cours d’amour”, özellikle 12. yüzyılın sonları ve 13. yüzyılın başlarında Fransa’nın güneyinde, Provence bölgesinde ortaya çıkan sosyal ve kültürel bir olguydu. Biraz daha detaylı anlatayım:


Aşk Mahkemeleri (Cours d’Amour) Nedir?

  • Kökeni: Bu mahkemeler genellikle aristokrat çevrelerde, özellikle soylu kadınların başkanlığında toplanırdı. Genellikle edebiyatla iç içeydi; şairler, trubadurlar (gezgin ozanlar) ve soylular arasında geçen bir tür sosyal oyun gibiydi.

  • Amaç: Gerçek anlamda hukuki bir mahkemeden ziyade, aşkın ve flörtün kurallarını tartışmak, aşkın ahlaki sınırlarını belirlemek ve bazı durumlarda aşkla ilgili “davaları” karara bağlamak amacıyla düzenlenirdi. Yani “bir kişi sadakatsiz miydi?”, “bir bakış bir ihanete girer mi?”, “bir sevgili ne kadar bekletilebilir?” gibi sorular masaya yatırılırdı.

  • Başkanlık: Bu mahkemelere genellikle soylu ve entelektüel kadınlar başkanlık ederdi. Kadınların burada aktif bir rol oynaması dikkat çekicidir. Çünkü orta çağda yani 700-800 yıl önce  kadınların söz sahibi olup aşkın toplumsal kurallarını belirleme gücüne sahip olması ilginçtir.


Ne Tartışılırdı?

  • Aşkın Doğası: Gerçek aşk ne demektir? Aşk ve Cinsel arzudan farklı mıdır? Aşk ahlaki mi olmalı? gibi sorular tartışma konuları arasına girerdi.

  • Ahlaki Davalar: Bir kişi sevgilisine karşı kaba mı davrandı? Sadık mıydı? Sevgisini yeterince gösterdi mi?

  • Yargı Süreci: Şiirler, anlatılar ve şarkılar üzerinden argümanlar sunulur; kararlar ise yine edebi bir dille, ama ciddi tonlarda verilirdi.


Örnek Bir Tartışma Konusu

“Bir adam, evli bir kadına aşık olmuşsa ve bu aşk karşılıklıysa ama fiziksel yakınlık yaşanmamışsa, bu sadakatsizlik sayılır mı?”

Bunun gibi sorular, günümüzde bile bazı ilişkiler üzerine düşünmemizi sebep oluyorsa o günkü durumu oldukça anlamlıdır diye düşünüyorum.


Gerçek mi, Kurmaca mı?

Bazı tarihçiler bu mahkemelerin tamamen kurmaca ya da edebi bir oyun olduğunu iddia ederken, bazıları bunların sosyal hayatta gerçekten var olduğunu, ancak resmi kurumlar gibi işlemediğini savunur. Yani bir anlamda, aşkın “tiyatro sahnesi” denebilir.


Aşk mahkemeleri, dönemin romantik aşk anlayışını şekillendiren önemli bir kültürel fenomendir. Bugünkü “ilişki danışmanlığı” ya da “ilişki kuralları” gibi kavramların edebi, aristokratik ve toplumsal bir versiyonuydu diyebiliriz.

Solyu aşık uzaktan sevdiği evli kadın için şu sözleri sarf eder;

“Sustuğum her kelime, sana dokunduğum bir an gibiydi,
Ve bakışlarımda taşıdım sana ait olmayan bir kalbi.
Ama senin onuruna, ellerime zincir vurdum;
Sadece ruhuma izin verdim sevmeye.”


Karar:

Kontes ve diğer soylu kadınlar kısa bir istişarenin ardından  şu kararı  verirler:

“Sözü geçen aşığın sevgisi, dürüstlüğün ve ölçülülüğün ifadesidir.
Ancak aşık olduğu kadının kalbi, kocasına bağlı kalmalıdır.
Kalpte yaşanan aşkın ahlaki sınırları vardır.
Bu aşk, sadece şiirle var olmalı; gerçeğe dönüşmemelidir.”


Sonuç:

Aşık aşkını yazdığı şiirlerle sürdürür. Aşık olunan  ise, sadık kalmayı seçer ama her  mektubu saklar, kimseye göstermez. Aşkları sessizce, uzak mesafelerden, onurlu bir şekilde devam eder. Ve bu mahkeme, aşkın yalnızca bedende değil, ruhta da yaşanabileceğini tarihe düşer

.

Aşk insanı değiştirir mi?

Aşk, Bağlılık ve Anlam: Neden Aşık Oluruz ve Bu Bizi Nasıl Değiştirir?

Beynimiz neden aşkı bu kadar yoğun yaşar? Bağlılık nasıl oluşur? Peki, güven kaybolunca onarılabilir mi?


 Aşk Neden Bu Kadar Karmaşık?

Aşk… Kelimelere sığmayan, bazen büyüleyen, bazen can yakan bir duygu. Kimimiz için tutkulu bir heyecan, kimimiz içinse hayat boyu süren bir bağ. Ancak aşk yalnızca duygularla açıklanamayacak kadar derin bir olgu. Nörobilim, psikoloji ve kültür bir araya geldiğinde, aşkın düşündüğümüzden çok daha fazlası olduğunu görüyoruz.

Nöropsikiyatrlar bu konuyu hem bilimsel hem insani açıdan ele alırlar. Aşkın doğası, çocuklukta başlayan bağlanma biçimleri ve ilişkilerin evrimi ile gelişir.


Aşkın Beyindeki İzleri

Aşık olduğumuzda beynimizin ödül merkezleri aktive olur. Kendimizi mutlu, enerjik ve hatta neredeyse  “ölümsüz” hissederiz. Soğuk, açlık, uykusuzluk gibi fiziksel rahatsızlıkları bile önemsemeyiz. Çünkü beynimiz, bu durumu bir ödül hali olarak algılar.

Ancak bu tutkulu hal sürdürülebilir değildir. Zamanla aşk, bağlılığa dönüşür. Bu dönüşüm; şefkat, güven ve birlikte yaşam  anlamına gelir. Asıl kalıcı olan da budur: bağ.


Çocuklukta Yazılan Bağlanma Senaryoları

Bir insanın bağ kurma biçimi daha anne karnında başlar. Anne adayının duygusal durumu, stres düzeyi ve çevresi; bebeğin beyin gelişimini doğrudan etkiler. İlk 1000 gün, bireyin hayat boyu kuracağı ilişkilerin temelini oluşturur.

Ancak bu bir kader değildir. Güvensiz ya da düzensiz bağlanma biçimleri, sağlıklı ilişkilerle ve doğru destekle zamanla iyileştirilebilir. Özellikle sevgi dolu bir ilişki, bireyin yeniden güvenmeyi öğrenmesini sağlayabilir.


Kültür, Eğitim ve Empati

Aşk yalnızca bireysel bir duygu değildir; aynı zamanda kültürel bir üründür. Toplumların aşkı nasıl tanımladığı, flört ritüelleri, evlilik kurumuna yüklenen anlamlar… Hepsi aşk deneyimimizi şekillendirir.

Bu bağlamda “aşk dersleri” fikri önem kazanır. Empati kurmayı, dinlemeyi, nazikçe iletişim kurmayı öğreten dersler önemlidir çocuklukta… Özellikle tiyatro, edebiyat gibi sanatlar; çocukların başkalarının duygularını anlayabilmesini, yani empatiyi, geliştirebilir.


Aşk Her Zaman Cinsellikle İlişkili midir?

Aşkın illa fiziksel olması gerekmez. Kimi insanlar Tanrı’ya, bir fikre, bir ideale “aşkla” bağlanabilir. Aşk bazen yalnızca anlam üretme sürecidir. Bazen bir bakışta başlar, bazen yıllar içinde büyür.

İlginç bir şekilde, günümüzde gençler daha özgür olmalarına rağmen daha az cinsel ilişki yaşıyor. Bunun nedenleri arasında kültürel baskılar kadar, özgüven eksikliği ve ilişki kurma biçimlerinin günümüzde eskiye göre çok farklı olmasında yatıyor.


Hayata Anlam Katmak: Aynı Eylem, Farklı Algı


Üç adam aynı işi yapar—taş kırar. Biri bunu ceza olarak görür, diğeri geçim kaynağı, üçüncüsü ise bir katedral inşa ettiğini söyler. Aynı fiziksel eylem, anlamla birleştiğinde tamamen farklı duygular üretir.

Tıpkı aşkta olduğu gibi…


Yaşanmaya Değer Bir Bağ

Aşk, sadece bir heyecan değildir. Aşk, zamanla bir bağlılığa dönüşür ve bu bağlılık; bir bireyin hayatta kalmasını, gelişmesini ve anlam bulmasını sağlar.  “Aşk, sadece hissettiklerimiz değil; aynı zamanda kim olduğumuzu belirleyen bir aynadır.”

Rene Magritte Aşıklar

Güvenli bir ilişki, sadece mutlu anlar yaşatmaz bize; aynı zamanda travmaları iyileştirir, kimlik yeniden yaratır, insanı insan yapar. Aşk insanı değiştirir mi? Evet Tabii ki!

Otoportre 2

Otoportre konusu açılmışken devam edelim.

Otoportre, bireyin hem kendini anlamasını hem de bunu dünyaya anlatmasına izin veren bir sanattır. Otoportrede sıra dışı ve cesur ifade biçimleri ortaya çıkar. Estetik kaygılardan arınmış bir dürüstlükle kendi iç yüzümüzü tanıma fırsatı buluruz.

Kendi Gölgenle Tanışmak (Jung a gidelim)

Bir duygu nasıl görünür?
Neşenin bir şekli var mıdır?
Üzgün bir ağız ne zaman gerçeğe dönüşür?
Fotoğraf makinesi, yalnızca bir makine değil; seninle senin arana girmiş büyülü bir aynadır.

Ve otoportre…
Cesaretin başladığı, maskelerin düştüğü, içsel bir yolculuğun ilk adımıdır.
Model sensin.
Seyirci de sensin.
Ve perde kapanmayacak – çünkü gerçek  sahnede.

İnsan bedeninin garip bir özelliği var:
Kendi yüzünü göremez.
Bir ömür boyunca kendine yabancı yaşarsın, ta ki o ilk kareye dek…
Aynaya baktığında gördüğün şey, aslında seni ters yüz eden bir yanılsamadır.
Simetriyle kandırılmış bir gölge.

Ama kamera başka.
Kamera seni durdurur.
Zamanı keser, seni sana geri verir.
Fotoğraf bu yüzden devrimdir:
İnsan ilk kez kendiyle göz göze gelir.

Peki ya duygular?
Nasıl gösterilir öfke ya da coşku?
Bir gülümseme yeter mi neşeyi anlatmaya?
Cevap: Hayır.
Yüz, oyuncudur;
ama gerçek duygu, içerden gelir – bir an gelir ki sahte gülümsemeyi yırtar geçer.

Ve korku…
En sadık yoldaşımız.
Otoportrede ilk karşımıza çıkan o olur genellikle.
Ama korkuyla tanıştığımızda, onu anlamaya başlarız.
“Merhaba Sayın Korku,” deriz,
“Ben geldim, kendimi çekmeye.”

Bazı otoportre fotoğrafçıları
Poz vermez, dururlar.
Süslenmezler, kendilerinden soyunurlar.
“Bedenim benim oyuncağım değil, olsa olsa varlığımın kanıtıdır,” der gibi.
Kendini süslemeyen bir yürek, kendini gizlemeyen bir beden…
İşte gerçek otoportre orada başlar.

O halde bir öneri:
Filtreleri kaldır.
Gülümsemek zorunda değilsin.
Modellik yapmıyorsun.
Sadece… kendin ol.

Kendini çekiyorsun.

Deklanşör.

Klik

Beden İmgesi Olarak Otoportre

Beden İmgesi Olarak Otoportre: Kostümlerim, Duygularım, Gerçekliğim

Peyzaj, gece fotoğrafları ya da portreler çekebilirsiniz; ancak bazen de kamera karşısına geçip bir kendi fotoğrafınızı çekme isteğine  kapılmışsınızdır. 
Otoportre, pozu veren kişi tarafından çekilen bir fotoğraftır. Sanatçı ve model  aynı kişidir.


BİRAz TARİH

Asırlarca kendini resmetmek kötü olarak görüldü ve yasaklandı. Antik Mısır’da yalnızca firavunlar kendilerini betimleme hakkına sahipti; bu ayrıcalık daha sonra rahiplere ve yüksek rütbeli devlet görevlilerine de tanındı. Hristiyanlıkta bu durum pek değişmedi. Dönemin felsefesi, vücudumuzu ruhumuzun hapishanesi olarak görüyordu; bu fikir o dönemlerde Platon’un düşüncelerinde de hissediliyordu. Ardından Ortaçağ minyatürlerinde bazı betimlemelere rastlamaya başlıyoruz. İnsanlar daha fazla özgürlük ve bireysel bağımsızlık kazandıkça, başlangıçta resim sanatında olmak üzere özellikle 15. yüzyıldan itibaren otoportreler yaygınlaşmaya başladı.

Daha sonraları otoportre, sanatın en seçkin türlerinden biri oldu. Otoportre resimleri, kalıcılık arzusunun bir sembolü haline geldi ve bu görseller, kimliğimizin ve kendimizi tanımladığımız benliğin bir metaforu oldu.

Ana Mendieta

  1. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bedeni, sanat üretiminin ana unsuru olarak ele alan sanat akımları ortaya çıkmaya başladı.                                                                                                       Ana Mendieta, “Glass on Body” (1972) adlı çalışmasında deformasyon, çirkinlik ve güzellik kavramlarını geçici, tutarsız ve sarsıcı ögeler olarak ele aldı.

Eleanor Antin

Eleanor Antin ise “Carving: A Traditional Sculpture” (1972) adlı işinde bedenini, 36 günden uzun süren bir diyet sürecinde belgelenen 148 fotoğrafla dinamik bir heykele dönüştürür.

John Coplans

John Coplans’ın eserleri ise erkek bedeninde zamanın izlerini, bağlamından koparılmış fragmanlar aracılığıyla sunar. Yüzün kasıtlı olarak gösterilmemesi, sanatçının kendisiyle diğer erkekler arasındaki ortak noktaları aramasının bir yoludur.

Naomi Wolf, The Myth of Beauty (Güzellik Miti) adlı kitabında, kadınları baskı altında tutan geleneksel güç yapıları çözülürken, yerlerini daha psikolojik etkiler yaratan ve çözülmesi daha zor yeni yapıların aldığını ortaya koyar.

Moda, kozmetik ve gıda endüstrileri, reklamcılıkla işbirliği içinde (özellikle kadınları) sömürerek dayatılmış bir güzellik standardını “zorunluluk” olarak sunar. Reklamlar, dergiler, sinema ve çeşitli medya kanalları aracılığıyla yapay beden idealleri sürekli olarak karşımıza çıkar ve bunlar gerçek bedenlerimizle büyük ölçüde çelişir.

Wolf şöyle analiz eder:

“Son on yılda kadınlar güç yapılarını kırmaya başladıkça, yeme bozuklukları arttı, estetik cerrahi en hızlı büyüyen tıbbi uzmanlık alanı haline geldi. Tüketici harcamaları ikiye katlandı, pornografi reklamcılığın en önemli kategorisi oldu ve binlerce kadının katıldığı anketlerde kadınlar, hayatta yapmak istedikleri arasında 5 ila 10 kilo vermek istediklerini söylediler. Kadınların artık daha fazla parası, gücü, erişimi ve hukuki hakları var ama fiziksel olarak kendilerini algılayış biçimleri, o kadar da özgür olmayan büyükannelerimizinkinden daha kötü durumda olabilir.”

Wolf, Güzellik Miti’nin kadınlara beş ana alanda saldırdığını savunur: iş, din, cinsellik, şiddet ve açlık. Wolf normal güzellik standartlarının esnetilmesini savunur. Bu durumu  erkekler için de geçerli olduğunu düşünebiliriz, düşünmeliyiz.


BEDEN İMGESİ, kişinin zihninde oluşturduğu öznel bir beden göstergesidir. Bu temsiliyet; bireyin kişisel algı ve deneyimlerine dayanır. Değişken, göreceli ve sürekli evrilen bir yapıdır; yaş, kültür ve toplum normları gibi birçok etken tarafından şekillenir.

Beden imgesi çocuklukta oluşmaya başlar; toplumdaki oyuncaklar, imgeler ve beden formları bu süreci etkiler.

Beden imgesi, BENLİK KAVRAMInın bir parçasıdır. Burns (1990)’a göre benlik kavramı, bireyin kendisi hakkındaki algı, düşünce ve değerlendirmelerinin toplamıdır. Gerçek ya da yanlış, nesnel ya da öznel fark etmeksizin, bu görüşler kendimizi nasıl tanımladığımızı belirler.

Ayrıca, cinsiyet modellerini ve stereotiplerini tanımlamak, çevreden gelen bilgileri yorumlamak da bu kapsamın içindedir.


Otoportre yoluyla kendimizi anlamaya ve özelliklerimizi değerlendirmeye çalışırız. Bu süreç, özgüven ve benlik kavramımızı da içerir.

Beden imgesi üç boyutta inşa edilir:

  1. Algısal boyut – Bedenin boyut ve şekline dair algı.

  2. Öznel boyut – Bedenle ilgili tutumlar, duygular, düşünceler ve değer yargıları.

  3. Davranışsal boyut – Beden algısının tetiklediği sergileme ya da kaçınma davranışları. (Ortega ve Jauragui, 2012)


Beden imgesi öznel bir yapıdır; ancak hem özel hem de kamusal değerlendirmeye en açık öğedir. Beden, bir kişinin en görünür ve en hassas yanıdır.
David Burns

İdeal beden imajlarına uymaya çalıştıkça beden imgemiz zarar görür. Reklamcılık ve moda sektörü, gerçeklikten uzak beden modellerini yücelterek, aşırı zayıflığı teşvik eder ve kilolu bireyleri damgalayan bir yaklaşımı yaygınlaştırır. Eğer benlik algımızı yalnızca bedensel görünüme dayandırırsak, savunmasızlığımız artar.


NEDEN OTOPORTRE ÇEKMELİYİZ?

Otoportre, bir çeşit kendimizi arama ve bulma  sürecidir. Kendi bedenimize doğrudan erişimimiz mümkün olmadığından; aynalar, fotoğraflar, başkalarının imgeleri ya da anılar yoluyla kendimizi görmeye ve  göstermeye ihtiyaç duyarız.

Temel nedenlerden biri, fiziksel olarak kendimizi tanıma arzusudur. Bu dürtü çok erken yaşta, daha bebeklikte başlar. Sokrates’in ünlü sözüyle: “Kendini bil.”

Bu merak ömür boyu sürer. Bir grup fotoğrafına baktığınızda, ilk kimi ararsınız? Büyük ihtimalle kendinizi.

Aynaya bakmak ya da arkadaşlarımızdan bizi tarif etmelerini istemek mümkündür; ancak bir kameraya sahipseniz, otoportreler benlik imgenizi keşfetmek için en güçlü yoldur.

Otoportrelerin bir diğer önemi, kişiliğimizi ifade etme, fantezilerimizi gerçekleştirme, bir karakterle özdeşleşme, kostüm giyme ya da erotik ifade gibi yollarla kendimizi keşfetme şansı sunmasıdır. Görüntünüzü dijital olarak değiştirmeniz bile içinizdeki başka kimlikleri görmenizi sağlar.

Biz çok katmanlı varlıklarız. Her yaşam evresinde, her mekânda, çeşitli roller üstleniriz. Bu rolleri ya isteyerek ya da başkalarının beklentilerine karşılık olarak veririz. İmajımızı hem kişisel deneyimlerimiz ve hayal gücümüz hem de başkalarının beklentileriyle oluştururuz.

Ancak dikkatli olmalıyız; kendimizi tanımak sadece görme duyusuyla olmaz. Ellerimiz, dokunma duyumuz, kaslarımız, duygularımız, vücut sıcaklığımız, hareketlerimiz ve düşüncelerimiz; tüm bunlar benliğimizin bir bütün olarak algılanmasını sağlar. Yalnızca optik görüntülere güvenmek, eksik ve yanlış algılara yol açabilir.

İçsel bilgi edinme arzusu derindir. Otoportre, içe dönük bir işlev taşır. Bu şekilde kullanıldığında, düzeltme ya da idealleştirme değil; duyguyu, çirkinliği ve yaşlılığı kabul etmek anlamına gelir. Gerçeğin karşısında durmak, özgürleştirici bir amaca hizmet eder. Hoşlanmadığımız ya da canımızı yakan yanlarımızda kendimizi bulmak, içsel bir güç kaynağıdır. Sonuç’ta ¨Kendini Bil¨e geliriz.

“Sessiz ülke; Svalbard…

“Sessiz ülke; Svalbard… “Bir ülkenin portresi”

 

Svalbar’da ¨Uzak durun sergisi¨

Bu yazıyı kuzey ışıklarını seven bir kişi olarak bu yazıyı yazmak istedim. Bu nedenle kuzey ülkelerini severim. Her ne kadar üç gün boyunca en ufak bir ışık huzmesi görmediğim

Svalbard’ı kaleme almak istedim.

 

“Svalbard Takım adaları içinde en ömemlisi Spitzbergen Adasıdır”

“Longyearbien şehri baş şehirdir”

•Longyearbyen, Svalbard’ın en büyük ve kuzeyindeki yerleşim merkezlerinden biridir. Sadece Sğitzbergen’in değil tüm bölgenin başkentidir” 

“Dünyanın en kuzeyindeki yerleşim yeridir 76,13 N Sıcaklık yazın 5-10°C / kışın 15-20°C”

•Coğrafi konumu: 76.13 Kuzey enlemindedir. Yaz sıcaklıkları 5-10°C, iç kesimlerde 15-20°C olabilir.

“Kasım – Ocak Güneş yoktur / Nisan – Ağustos: gece yoktur”

•Bu, kutup gecesi ve kutup gündüzü döngüsünüdür. Kasım’dan Ocak’a güneş hiç doğmaz. Nisan’dan Ağustos’a ise güneş hiç batmaz.

“ 1596 da Hollandale Willem Barentz tarafından keşfedilmiştir”

 

“Bölge önceleri Balina avcılarının…  sonra kömür avcılarının hedefi olmuştur”

•İlk ekonomik faaliyet balina avcılığı, sonra kömür madenciliği olmuştur.

“Svalbard anlaşması(1920); Norveç’in Svalbard üzerinde  egemenliği var …”

•Svalbard Anlaşması , Norveç’in egemenliğini tanırken diğer ülkelerin de ekonomik faaliyet yürütmesine izin verir.

Svalbard vergisiz bir bölgedir

“Rusyanın  çalışma alanları  var / Ukranyanın da çalışma alanları var”

•Svalbard Valisi Rusya’ya ve Ukrayna’ya bir çağrı yapıyor ve birbirinizle savaşmayın gelin buraya burada çalışın diyor

Kuzey Işıklarının ülkesi: Svalbard’a Şiir yazalım;

 

Uzak durun, ya da çok yaklaşın…

Sessiz ülke sizi ya büyüler ya dondurur.

1596’da Willem Barentsz’in pusulası kuzeye sapmıştı.

Buzullarla örtülü bir sonsuzlukta,

Spitsbergen adasına ayak basan ilk yelken…

Balinalar peşinde başlayan öykü,

Kömür karası madenlerde devam etti.

Longyearbyen, kuzeyin donmuş kalbi —

76°13′ kuzeydeki  hayalet şehri,

Kasım’dan Ocak’a güneş kaybolur.

Gökyüzü, geceyle mühürlenir.

Ama Nisan geldi mi,

Gece kelimesi lügatlerden silinir.

Svalbard Anlaşması der ki:

Norveç’in egemenliği saklıdır,

Ama diğer milletler de kazmayı kullanabilir.

Rusya’nın  madenleri hâlâ orada.

Soğuk savaşın buzlu yankıları gibi…

Ve bütün bunların ötesinde,

Kuzey ışınları — belki auroralar,

belki yalnızlığın kutsal parıltısı.

Belki de hiçbir zaman tam çözülemeyecek

Kutup ayısı, Ren geyiği, Arktik tilki, fok, mors, balina, martı, albatros ve deniz papağanları (puffin) yaşıyor.

Heryer çukur, yosunlardan oluşan bir arktik tundra.

Ülkede 2500 kişi yaşıyor.

Hemen hepsi Longyearbyen’de.

300 çocuk, toplam 800  çalışan var.

1 hastane, 1 havaalanı, 1 kütüphane, 2 müze, bir sanat galerisi, 1 alışveriş merkezi, bir postane, bir vilayet binası, 1 hükümet binası var. Longyearbyen şehrinde 5 otel var.

Alışveriş merkezine girer iken de üzerinizde silah olmaması gerekiyor. Ancak alışveriş merkezinde silah satın alabiliyorsunuz. Alışveriş merkezlerinde torba yok dolayısı ile torbanızı unutursanız arabaya geri dönün afişleri giriş kapılarını süslüyor.

Arabaların %90’ı Toyota.

Toyota’nın bir satış merkezi var.

İskandinav tarzı pub’lar var.

 

Biraz da sanat; NORDOVER sanat merkezinde..

 

Sanat galerisi ve kültür merkezinde. aynı anda 2 sergi ve 25 dakikalık bir film var. Girişinde mütevazı bir kafe, kitap ve hediyelik eşya dükkanı var.

Birincisinin adı ¨Ligg unna¨ yani ¨Uzak Dur¨ olan Olaf Storø adlı sanatçının eserleri sergileniyor. Sanatçının tarzı pop art’ı andırıyor. Daha çok litografi ve baskı tarzları kullanmış.

Yeni tüketim tarzlarına bir karşı duruş niteliğinde. Andy Warhol’un Marilyn Monroe’su nasıl güzellik algısının simgesi olduysa, burada da kutup ayısı iklim krizinin sembolü olmuş durumda.

Olaf Store için kutup ayısı kendi otoportresi. Sanatçı “Uzak Dur” adlı eseri ilk başta “ayılardan uzak durun, yoksa sizi ham yapar” demiş. Ama esas  ¨Ayıları rahat bırakın¨ demek istiyor.

Sonuçta anlıyorsunuz ki sanatçı bu bölgeye bakarak net bir mesaj veriyor. ‘Burada bir misafirsiniz. Buradaki manzaralar insanlar için yaratılmadı.’

Yani biz insanlar, insanlar için yaratılmamış bir ortamda ne arıyoruz, demeye getiriyor.

Acaba burada yaşayanlar bir turizm ve üretim faaliyetinden nasıl etkileniyorlar. Mutlu mu oluyorlar? Mutsuzlar mı?

That’s the question.

Svalbard insanı alçakgönüllü olmaya çağıran bir yer gibi geldi bana.

Muhtemelen Olaf Storö’ya da öyle gelmiş olmalı.

Diğer sergi ise Kåre Tveter adlı ünlü Norveçli ressamın kalıcı sergisi.”

• “Buradaki manzaralar insanlar için yaratılmadı.” cümlesi, insan-merkezci bakış açısını sorgulayan bir manifesto niteliğinde.

•Doğa ve insanın yabancılığı, insanın doğadaki “misafirliğini” vurguluyor.

•Svalbard gibi uç bir coğrafyada sanatın ve yaşamın iç içe geçmesinin nasıl bir ruhsal yansıması olabileceği tartışılıyor.

Son kısımda yer verilen Norveçli ressam Kåre Tveter’in sergisi ise kalıcı bir değer taşıyor. Belki de bir karşıtlık yaratıyor: biri geçici ve sorgulayıcı, diğeri kalıcı ve estetik bir dinginlik taşıyor

yor.

 

Apocalypse; Kıyamet, öncesi ve sonrası

Fransız Milli Kütüphanesi veya BnF, 4 şubat ve 8 Haziran tarihleri arasında Apocalypse Dün ve Yarın adlı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Kıyametin öncesini ve sonrasını bize çeşitli sanatsal öğelerle göstermeye çalışan bu sergiyi gezdim. İnsanlığın en eski korkularından birine, Kıyamet konusundaki  bu   sergi ilk bakışta,  dünyanın sonunu anlatmaay çalışıyor gibi duruyor. Ancak kökenine indiğimizde, Yunanca apokalypsis kelimesinin “açığa çıkarma” ve “vahiy” anlamına geldiğini görüyoruz. Hristiyanlıkta, özellikle de Vahiy Kitabı’nda, bu kelime yalnızca bir yıkımı değil, bir hakikatin açığa çıkışını da simgeliyor. Orta Çağ’dan günümüze, sanatçılar Kıyamet konusunu ele aldıklarında  bu çift anlamlılık içinde hareket etmiş, korku ve umudu, yıkım ve kurtuluşu iç içe geçiren imgeler yaratmışlardır.

Bu sergi, kıyameti,n sanatçılarda uyandırdığı hayal gücünü göstermeyi amaçlıyor. İnsanlık tarihinin bilinçaltındaki büyük felaketleri ve sanattaki izlerini araştırıyor. Bir tarafta mahşerin atlıları, düşen yıldızlar, dev canavarlar, diğer tarafta ise felaketten doğan yeni dünyalar, yeniden yazılan kaderler…

MÜHÜRLER VE ESKİ KORKULAR

Apokalips’in merkezinde, Yuhanna’nın Vahiyleri yer alır. Kehanete göre, İsa’nın temsilcisi olan Kuzu, dünyanın kaderini belirleyen yedi mührü tek tek açar. Her mühürle birlikte, insanlık yeni bir sınavdan geçer.

Dördüncü mühür açıldığında, ölüm sahneye çıkar. Albrecht Dürer’in ünlü gravüründe, Ölüm, derisi kemiğine yapışmış solgun bir atın üzerinde belirir. Bu figür duraksar, adımları tereddütlüdür. Çan sesiyle geleceğini haber veren bu  ölüm,  kaçınılmaz mıdır? İşte soru budur

Zaman boyutunda düşünürsek, bu imgeler yalnızca dinsel kehanetlerin değildir. Savaşların, salgınların ve doğa felaketlerinin de bir yansımasıdır. Her çağ, kendi kıyametini bekler.

TROMPETLER VE KOZMİK ÇAĞRILAR

Yedinci mühür açıldığında, gökyüzünde yedi melek belirir. Trompetler çaldıkça, dünya kaosa sürüklenir: Gökten ateş yağar, denizler kabarır, şehirler yutulur.

İngiliz ressam Henry Howard’ın tablosunda, altıncı melek zincirlenmiş dört meleği serbest bırakmak üzeredir. Ama belki de en ürkütücü olan, onların da ne yapacağını bilmemektir. Sanat, izleyicinin hayal dünyasını da harekete geçirir: Kaçınılmaz olanı görmek mi daha korkutucudur, yoksa bilinmeyene doğru bakmak mı?

Bilim, bugün bu kozmik olayları açıklayabiliyor. Ama yine de,  ardında ateş izleri bırakan bir göktaşı, bir süpernova patlaması, bir kara deliğin yutucu gücü… İnsan aklının derinliklerinde hâlâ o eski korku mevcut. Sanatta ve edebiyatta sıkça karşımıza çıkan bu imge yani  Kıyamet düşüncesi hiç bir zaman  değişmeyecek  bir şekilde insanoğlunun hafızasına kazınmıştır.

KÂSELER VE BABİL’İN ÇÖKÜŞÜ

Vahiy’deki kehanete göre, Tanrı’nın gazabı dünyaya kâseler aracılığıyla dökülür. Toprak titrer, sular zehirlenir, şehirler yok olur.

Babil’in çöküşü, yalnızca bir kentin yıkımı değil, insanlığın kendi kurduğu medeniyetin çöküşü hakkında bir metafordur. İnsanın inşa ettiği her şey, bir gün yine insanın ellerinde yıkılacaktır? Laurent Grasso’nun resimleri, farklı çağlara ait imgeler arasında bu soruya cevap arıyor.

SONRASINDA NE OLACAK?

Her felaketin ardından gelen bir soru vardır: Yeniden başlamak mümkün mü?

Kimi sanatçılar, kıyametin son değil, yeni bir başlangıç olduğunu söyler. Kimi ise, insanlığın kendi kendini yok etmeye mahkûm olduğuna inanır.

Kiki Smith’in eserinde, Apokalips sonrası yeni bir dünya hayal ediliyor: Eski simgeler arasında, yılan ve kadın bu kez barış içinde bir arada görünürler. Zamanın sonsuzluğunda, geçmiş ve gelecek birleşir.

Belki de Apokalips ya da Kıyamet, sonun değil, hakikatin açığa çıkışının bir anlatısıdır. Ve belki de kıyamet, ancak biz ona hangi anlamı yüklersek odur. Zevkle gezilecek insanı gelecekle, zamak kavramı ile ilgili düşüncelere sevk eden bu güzel sergiyi gezmekten dolayı mutluyum.