Nietzche
https://www.academia.edu/50324430/Nietzschede_Apolloncu_Epik_Lirik_ve_Dionysos%C3%A7u_Trajik_Bilgeli%C4%9Fin_%C5%9Eiir_ve_M%C3%BCzik_Ayr%C4%B1m%C4%B1_%C3%9Czerine?email_work_card=title
https://www.academia.edu/50324430/Nietzschede_Apolloncu_Epik_Lirik_ve_Dionysos%C3%A7u_Trajik_Bilgeli%C4%9Fin_%C5%9Eiir_ve_M%C3%BCzik_Ayr%C4%B1m%C4%B1_%C3%9Czerine?email_work_card=title
Christer Strömholm, « España 164 B », 1958-1959 © Christer Strömholm Estate / Agence Vu’ Marin Karmitz collection Photographic reproduction Florian Kleinefenn
Mehmet Ömür
Fotoğraf tarihine farklı bir bakış…
Ulusal Modern Sanat Müzesi ve Fransız koleksiyoncu MarinKarmitz’in özel koleksiyonu gibi olağanüstü iki fotoğraf koleksiyonunu bir araya getiren “Corps à corps” sergisi, insanın fotoğrafla temsiline muhteşem bir bakış açısı sunuyor. 20. ve 21. yüzyılların portre, otoportre, nü ve hatta hümanist fotoğrafçılık gibi klasik çalışma kategorilerinin ötesine geçmek amacıyla fotoğraf tarihinin 120 önemli usta fotoğrafçısı tarafından üretilen 500’den fazla fotoğraf ve belgeyi bizlere sunuyor. Gerçek bir görsel şölen olan, nefes kesici bu serginin küratörünün Julie Jones olduğunu belirtmeliyim. İlk reaksiyonum, ben henüz bebekken açılmış olduğundan gezemediğim Edward Steichen’in 1955 yılında New York’ta düzenlediği ve kitabı, efsane fotoğraf kitapları arasında sayılan “Family of Man” sergisine benzettim. Ben yıllardır böylesi heyecanlandığımı hatırlamıyorum.
Bir fotoğraf yolculuğu, çok özel bir sergi olan ve Türkçeye göğüs göğüse olarak çevrilebilecek “Corps à corps”un altı ay sürmesi planlanmış, 2024 yılının Mart ayının 25. günü sonlanacağını hatırlatmak isterim.
Brassaï, Dorothea Lange, Annette Messager, SMITH, Paul Strand, Zanele Muholi gibi bir çpok önemli isimden oluşturulmuş bu sergi; portre, otoportre, nü ve hümanist fotoğraf gibi klasik çalışma kategorilerinin ötesine geçiyor. Sergi, ortak takıntıları ve konulara yaklaşımları gibi sanatçılar arasındaki uyumu da gösteriyor. Bu yakınlaştırmalar bir dönemin tarihindeki tekniklerine dikkat çektiği gibi, aksi bir şekilde zaman içinde uzak görüşlerin nasıl birbirlerine yaklaştığını gözler önüne seriyorken, fotoğraf tarihine de ışık tutmuş oluyor. Sergide yer alan görseller, aynı zamanda fotoğrafçının sorumluluğu konusunda bizi düşünmeye de davet ediyor. Örneğin, fotoğraf, kimliklerin görünürlüğüne nasıl katkıda bulunuyor? Bunların cevaplarını da arıyoruz sergide. Ulusal Modern Sanat Müzesi koleksiyonu ile MarinKarmitz koleksiyonu, kökenleri ve doğaları farklı olmasınarağmen burada tamamlayıcı bir rol oynadıklarını da görüyoruz. Kamuya ait bir koleksiyon ile özel birkoleksiyonun, fotoğraf tarihine nasıl baktığını da gözlemliyoruz.
Fotoğraf sanatı, 20. yüzyılın başlarından itibaren büyük bir evrim geçirdi ve bu evrimde insan bedeni ve kimliği fotoğrafçılar için önemli bir odak noktası haline geldi. İnsan bedenini yakalamak ve ifade etmek, fotoğrafçılar için büyük bir sanatsal ve duygusal zenginlik sunan bir alan oldu. Özellikle yüz görüntüleri; insanların duygusal ifadelerini, kimliklerini ve ilişkilerini yansıtmada önemli bir araç haline geldi.
Fotoğraf, bir kişinin yüzünü yakın çekimde görüntüleyerek insanların özgün kimliklerini ve duygusal durumlarını vurgulamada etkili bir yol sağlar. Bu portreler, bireylerin kendilerini nasıl ifade ettiklerini ve toplumla olan ilişkilerini yansıtmalarına yardımcı olurken, aynı zamanda toplumsal bağlamlardan bağımsız olarak anonim yüzler sunarak resmi çalışmaların konusu haline de gelebilir. Bu da, fotoğrafın hem kişisel hem de toplumsal hikayeleri anlatma gücünü gösterir.
Fotoğraf kabinleri, fotoğrafçılık dünyasında ilginç bir yere sahiptir. 1920’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan bu otomatik ve ucuz fotoğraflama biçimi, sanatçıları büyüledi. Fotoğraf kabini, sürrealist sanatçılar için bir özgürlük ve isyan alanı haline geldi ve idari veya polis kontrolünden kaçmak için de kullanıldı. 1960’lardan günümüze kadar birçok sanatçı, fotoğraf kabini estetiğini kullanarak toplumun dayattığı kültürel ve kimlik sınırlamalarını eleştirdi. Bu kabinler, kameraya dönme, anonimlik ve tekrarlama gibi normları bazen mizahi bir şekilde ele alarak güç ilişkilerini sorguladı. Sergide bu tarz yaklaşımları da görüp bunun tarihsel önemini daha iyi anlıyoruz.
Fotoğraf, birçok açıdan bir aracı olarak işlev görür. Fotoğrafçı, kamerayı kullanarak dünyayı nasıl algıladığımızı gösterir. Kamera, insanların görünürlüğünü artırır ve izole eder, böylece izleyiciye kişisel bakışlar ve jestler aracılığıyla insanlar arasındaki ilişkileri sunar. Fotoğrafçılar, kalabalıklar içinde kaybolan anonim figürlere ışık tutarlar ve bu figürlerin atmosferini yakalarlar. Bu, fotoğrafın insanların görünmezliğini ortadan kaldırma ve kişisel hikayeleri anlatma gücünü yansıtır.
Fotoğraf, bazen bedenleri parçalara ayırarak veya bulanıklaştırarak insanları anonim nesnelere dönüştüren bir araç olarak da kullanılır. Bu görüntüler, bedenlerin kimliklerinin belirsizleştiği ve kolektif bir anatomiye dönüştüğü anları sahnelemek için kullanılır. Bu tür fotoğraflar, insan figürünün nasıl değiştiğini ve dönüştüğünü gösterirken, bazen şiddete tanıklık ederken, bazen de bir yeniden doğuşa işaret eder. Bu yaklaşım, fotoğrafın insan bedeninin karmaşıklığını ve dönüşümünü ifade etmedeki gücünü vurgular.
İç mekanlar ise, fotoğrafçılar için önemli bir çekim alanı sunar. Bu mekanlar, toplum içindeki farklı alanları ve izolasyonları temsil edebilen “heterotopya” olarak tanımlanabilir. Fotoğrafçılar, iç mekanlarda yaşayan bireylerin portrelerini çekerken mesafeyi korumak veya tamamen iç içe geçmek isteyebilirler. Bu görüntüler, insanların samimi alanlarını, kısıtlı bedenlerini ve toplumsal protesto anlarını açığa çıkarır. Görünmezliğe mahkum edilen kimliklerin ve deneyimlerin sesini duyurmayı amaçlayan fotoğrafçılar bu yolla kendilerini ifade ederler.
Sonuç olarak fotoğraf sanatı; insan bedeni, kimliği ve ilişkileri ifade etmek için güçlü bir araçtır ve fotoğrafçılar, farklı teknikler ve yaklaşımlar kullanarak insan deneyimini derinlemesine inceleyebilirler. Bu, insanların duygusal ifadelerini, kimliklerini ve toplumsal mesajlarını iletmek için fotoğrafın gücünü kullanmalarını ve göstermelerini de sağlar. Fotoğraf, insan yaşamının çeşitliliğini ve karmaşıklığını yakalamak için sürekli olarak kullanılan bir araç olarak varlığını sürdürmektedir ve her zaman da sürdürecektir.
Paris’e önümüzdeki altı ay içinde yolu düşecek fotoğraf severlere ,“Centre Pompidou” Place Georges-Pompidou75004 Paris adresinde olan bu sergiyi görmelerini şiddetle öneriyoruz…
Siyah Beyazın Güzelliği
Mehmet Ömür
1907’de renkli fotoğrafçılığın ortaya çıkıp popülerleşmesine rağmen, siyah beyaz fotoğrafçılık sanatsal bir önemini kaybetmedi. Teknik veya ekonomik bir zorunluluktan çok, siyah beyaz fotoğrafçılık, grafik kalitesi, şiirsel ifadesi ve evrenselliği nedeniyle sanatsal bir tercih olarak görünmektedir. Fransa Ulusal Kütüphanesi, özellikle gümüş bazlı teknikleri destekleyerek bu sanat formunun korunmasında önemli bir rol oynamıştır. Kütüphanenin bugün 8 milyon baskı fotoğrafı vardır. Bunların çok büyük kısmı siyah beyaz fotoğraftır. Pandemiden önce bu fotoğrafların Grand Palais’de sergilenmesi planlanmış ancak salgın bu planın ertelenmesine neden olmuştur. Kütüphanedeki sergi, 36 ülkeden 206 fotoğrafçının 300 kadar eserini sergileyerek, siyah beyaz fotoğrafçılığın çeşitliliğini ve zenginliğini vurgulamakta; ortak stilleri, kontrastları ve ışık-gölge oyunlarını ön plana çıkarmaktadır.
Siyah ve Beyazın kökenleri
Fotoğrafçılığın renkli hali 1907’te Lumière kardeşler tarafından icat edilmeden önce, tüm fotoğrafçılığın siyah beyaz olduğu düşünülebilir. Ancak gerçek daha karmaşık. Erken dönem fotoğrafçılık, saf siyah ve beyazlar yerine daha çok sepia tonları gibi çeşitli renk değerleriyle karakterizeydi. Fox Talbot’un 1841’de patentlediği negatif/pozitif işlem sayesinde, kağıt üzerindeki baskıların tonları çeşitlendirilebildi. Fotoğrafçılar, fiksaj banyolarının kimyasını veya kullanılan kağıtların türünü değiştirerek baskıların renklerini seçebiliyordu. Sergide bunlardan örnekleri Nadar’ın öğrencisi amatör fotoğrafçı Emile Zola’nın fotoğrafları ile göstermeye çalışmışlar.
1850’lerde bulunan ve uygulanan altın tonlama tekniği, derin siyahlar sağlamasına rağmen çok pahalıydı ve uzun ömürlü olmadı. Yüzyılın sonunda ortaya çıkan baryumlu veya platinli kağıtlar, kontrastı daha da artırmaya olanak tanıdı. Bazı çalışmalar, özellikle Bisson kardeşlerin dağ manzaraları, Gustave Le Gray’in “Büyük Dalga”sı ve amatör fotoğrafçı Blancard’ın portreleri gibi kontrast çalışmaları, kontrastlar konusunda ilerlemeleri de beraberinde getirdi.
Siyah ve beyazın gücü, ton değişiklikleri, bir imajın algılanışını etkiler: daha fazla kontrast, gözümüz için daha okunabilir hale gelirken, daha nüanslı bir görüntü, zamanın mesafesini hissettirir.
Kontrast, kontrast, kontrast
XIX. yüzyılın sonlarından ve XX. yüzyıl boyunca, kimyasal gelişme ile yoğunlaştırılan gümüş tanelerinin derin siyahı ve endüstriyel baryumlu kağıdın neredeyse saf beyazı, fotoğrafçılık uygulamalarında hakim renkler haline geldi. 1920-1930 yıllarındaki avangardlar, bu araçlarla açık ve koyu renklerin keskin karşıtlığını ortaya koyan çeşitlemeler yarattı. 1950’lerden itibaren, renkli işlemlerin yaygınlaşmasına tepki olarak, siyah ve beyazın kontrast çalışmaları daha da ileri gitti. Bu kontrast estetiği, 1970-1980’lerde zirveye ulaştı.
Fotoğrafçılar, değer antagonizmasını kullanarak konularının hatlarını net bir şekilde ortaya çıkardı. Bu sade, çarpıcı grafik görsel, gerçekliğin algılanışını arttırıyor.
Kontrastlı bir arka plan üzerine yerleştirilen formlar, siyah üzerinde beyaz, beyaz üzerinde siyah olarak ortaya çıkıyor ve kendini sanki gözümüze sokuyor.
Ayrıca, karşıt tonlardaki motiflerin rastgele üst üste düşmesi de fotoğrafın çekiciliğini arttırıyor. Burada Ansel Adams’ın bir fotoğrafını görüyor, ister istemez ‟Zone‟ sistemi düşünüyoruz. Bir fotoğrafı güçlü kılan maddeler aklımıza geliyor. 1- Fotoğrafı ilk gördüğümüzde bizde bıraktığı etki, 2-Tekniği yani kalitesi 3-Yaratıcılık 4-Stili 5- Kompozisyonu 6- Renk dengesi 7-Punktum yani gözümüzü yakalayan küçük şey 8-Işık 9- Fotoğrafın anlattığı hikaye foptoğrafı güçlü kılıyor. Bunları düşünürken siayah beyaz fotoğrafçılığın önemli bir konusunun işlendiği bölüme geliyoruz.
Gölge ve Aydınlık
Bu bölümde fotoğrafta ışığın önemini vurgulanıyor. Işık, negatif üzerine görüntülerin kaydedilmesi için şarttır. Fotoğrafçılar, ışığın ve etkilerinin kontrolü için çeşitli teknik ekipmanlar kullanır, örneğin reflektörler ve flaşlar. Aşırı ışık eksikse, negatif çok koyu olur ve bu da görüntünün detaylarını ve yarı tonlarını, gri tonlarını bozar. Kamera ile ışık kaynağı arasındaki farklı pozisyonlar, ters ışık hatta patlama, parlama gibi etkiler yaratabilir.
Ayrıca, ışık görüntüde motifler oluşturur, örneğin ışık huzmeleri ve haleler, resimlere dramatik bir etki katar. Bazı fotoğrafçılar, ışığı ana konu olarak seçer ve onu soyutlamaya kadar götürür. Renkli fotoğraflar dikkati dağıtmasına karşın, siyah-beyaz fotoğrafçılığın gölge ve ışık oyunları çok daha fazla etki bırakır, çünkü tek renk dikkati merkeze çeker.
Renk Şeması
Serginin bu bölümü çok ilginç, üç duvarı yanyana dolanan siyah beyaz fotoğraf serisi derin siyah tonlamalı fotoğraflarla başlıyor, orta ton grilerle devam ediyor ve üçüncü duvarda çok açık gri beyaz tonları içeren fotoğraflarla son buluyor. Siyah ve beyaz fotoğrafçılığın derinliğini ve karmaşıklığını anlatmaya çalışıyor. Bazı sanatçıların, filmlerinin pozlamasını manipüle ederek, görüntüleri soyutlamaya kadar götüren derin siyahlar veya parlak beyazlar elde etmeye çalıştıklarını gözler önüne seriyor. Bu monokrom fotoğraflar, doygun siyahtan saf beyaza kadar uzanan bir spektrumda, siyah ve beyazın geniş bir tonlar aralığının uç noktaları olduğunu gösteriyor.
Sergide 1970-1980’lerin yüksek kaliteli gümüş baskı kağıtlarının önemini de vurgulanıyor; bu kağıtlar, bu tonların sunduğu sonsuz grafik ve sanatsal olanakları keşfetmeyi mümkün kılmış. Fotoğrafçılar, bu nüansları değerlendirerek yüzeyleri ve dokuları hassas bir şekilde yeniden oluşturuyor ve gümüş tuzlarını şekillendirilebilir bir malzeme gibi kullanıyorlar.
Sergide çağdaş bir eğilimi de göze çarpıyor. Sanatçılar, siyah-beyaz konuları renkli fotoğrafçılık teknikleriyle çekmeye çalışmışlar. Bu yaklaşım, sanatçıların gerçeklikten uzaklaşmalarını ve fotoğrafçılığın temel niteliklerini vurgulamalarını sağlıyor, fotoğrafçılığı resim, mimarlık ve heykel gibi diğer sanat formlarıyla ilişkilendiriyor.
21 Ocak 2024 tarihine kadar yolu Paris’e düşen fotoğraf sevenleri bu sergiyi görmeye davet ediyoruz.
Fransa Millî Kütüphanesi
Quai François Mauriac, 75706 Paris
TheFork ve NellyRodi çok taze , 2024 yılında gastronomi sektöründe yaşanacak yeme içme eğilimleri konusunda derinlemesine bir analiz yapmış. Enflasyonun ve jeopolitik çatışmaların sosyal değişimler ve gıda endüstrisindeki tüketici davranışları üzerindeki etkisini, farklı yönleriyle ele almış. Aşağıya yazının tamamının bağlantısını da ekledim. Ana trendler ve içgörüler şu şekilde özetlenebilir:
TheFork Fransa’daki verileri de göz önüne almış. Rezervasyon sayıları ve eğilimlerdeki değişiklikler, tüketici tercihleri ve restoran seçimlerindeki kaymaları değerlendirilmiş. 2024 eğilimleri, bir yandan otantiklik ve çevresel sürdürülebilirlik arzusu, diğer yandan eğlence ve uluslararası etkiler arasında bir denge olduğunu gösteriyor.
Ray K. Metzker, Kayak, Frankfurt – 1961 – © Estate of Ray K. Metzker, Courtesy Howard Greenberg Gallery, New York
Siyah Beyaz Fotoğrafçılığın Sanatsal ve Teknik Boyutları
Mehmet Ömür
Fransız Milli Kütüphanesinde 21 Ocak 2024 tarihine kadar çok önemli bir sergi var. Sergi Fransız Milli Kütüphanesi BnF’nin fotoğraf koleksiyonlarının zenginliğini gösteriyor. Yaklaşık altı milyon baskıyla dünyanın en zenginleri arasında yer alan bu baskılar, özellikle siyah beyaz fotoğrafçılığın zengin tarihini temsil ediyor. Bu sergide Man Ray, Ansel Adams, Ralph Gibson, Mario Giacomelli veya Valérie Belin gibi sanatsal fotoğraf yaklaşımlarını siyah beyazda yoğunlaştıran ve sistematize eden, olanaklarını ve sınırlarını deneyen ve bunu fotoğraflarının tam konusu haline getiren fotoğrafçılara vurgu yapılmış. Görüntü oluşturma yöntemlerine vurgu yapılmış. Estetik, biçimsel, kontrastların plastik ve grafik efektleri, gölge ve ışık oyunları, siyahtan beyaza kadar tüm değerler incelenmiş ve malzemelerin nasıl işlendiği konusu irdelenmiş. Baskıların kalitesine, tekniklerin ve fotoğraf kağıtlarının çeşitliliğine, siyah-beyaz baskıya, kitap ve dergilerin uzun süredir fotoğraf ın önemini halka anlaten en önemli aracı olduğuna dikkat çekilmiş.
Siyah beyaz fotoğrafçılık, fotoğraf sanatının en temel ve etkileyici formlarından biridir. Renklerin olmadığı bu siyah beyaz dünyasında, ışık ve gölgenin dansı, şekillerin ve doku detaylarının ön plana çıkması, fotoğrafçılara ve izleyicilere derin bir duygusal ve estetik duygular yaşatırr. Bu yazıda siyah beyaz fotoğrafçılığın tarihçesi, teknik özellikleri, estetik değeri ve çağdaş fotoğrafçılıktaki yerini inceledik.
Siyah Beyaz Fotoğrafçılığın Tarihçesi
Siyah beyaz fotoğrafçılık, fotoğrafın Joseph Niecephore Niepce tarafından icadıyla birlikte doğmuş ve uzun yıllar boyunca fotoğraf sanatının tek ifade biçimini olmuşturmuştur. 19. yüzyılın ortalarında fotoğraf adlı bu serüven başladı. Fotoğrafçılığın ilk günlerinde teknolojik sınırlamalar nedeniyle başarılamayan renkli fotoğrafların olmaması ise siyah beyaz fotoğrafçılığı önemli yerlere taşıdı.
İlk Dönemler
20. Yüzyıl ve Sonrası
Teknik Özellikler
Siyah beyaz fotoğrafçılık, renkli fotoğrafçılıktan farklı teknik ve estetik yaklaşımlar gerektirir.
Işık ve Kontrast
Kompozisyon ve Doku
Estetik ve Duygusal Boyut
Siyah beyaz fotoğrafçılık, izleyicilere renklerin ötesinde bir deneyim sunar. Bu form, zamansızlık hissi, melankoli, dramatik etki ve minimalizm gibi unsurlarla zenginleşir.
Zamansızlık
Duygusal Etki
Çağdaş Uygulamalar
Dijital çağ, siyah beyaz fotoğrafçılığa yeni bir nefes getirdi. Analog fotoğrafçılığın yanı sıra, dijital teknolojiler ve yazılımlar, fotoğrafçılara daha fazla kontrol ve yaratıcılık imkanı sunuyor.
Dijital Dönüşüm
Sanatsal İfade ve Yenilik
Sonuç
Siyah beyaz fotoğrafçılık, sanatın ve teknolojinin birleştiği, duygusal ve estetik bir zenginlik sunan bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Gerek tarih boyunca gerekse çağdaş uygulamalarda, siyah beyaz fotoğrafçılık kendini sürekli yenileyerek sanat dünyasında önemli bir yer tutmaya devam etmektedir. Renklerin olmadığı bir dünyada, siyah ve beyaz gri renkleri de yanına alarak ışık, gölge, şekil ve doku lar aracılığıyla hikayeler anlatır ve izleyicileri etkileyici bir yolculuğa çıkarır.
Paris Photo 2023: 26. sayı, 4. bölüm; Gönül çelenler
Mehmet Ömür
Bu yazı bu yılın Paris Photo fuarı ile ilgil son yazım. Bu yazımda beni etkileyen 3 galeriyi ve onun fotoğrafçılarını ve yaklaşımlarını yazmaya çalışacağım.
İlk olarak sergi resmi rehberinin bizi götürdüğü iki galerinin ortak çalışması, adı ”Light-Years”.
Hans P. Kraus Jr.’un New York City’de ve Jean-Kenta Gauthier’in Paris’te, Paris Photo 2023 fuarı nedeniyle bir araya gelerek sundukları ilginç bir projedir. Bu işbirliği projesi, 19. yüzyıl fotoğraf ustalarının eserlerini çağdaş sanatçıların eserleriyle yan yana getirerek düşündürücü bir deneyim yaratmayı amaçlıyor.
Projenin temel amacı, bu tarihi ve çağdaş fotoğraf eserleri arasında hem kelime hem de kavramsal olarak diyaloglar başlatmaktır. Bu şekilde, tarihsel fotoğraf malzemelerinin içindeki çağdaş öğeleri ortaya çıkarmayı ve aynı zamanda çağdaş fotoğraf pratiğinin tarihsel bağlamını kurmayı hedefler. Temelde, “Light-Years,” fotoğrafın başlangıcından bu yana ortaya çıkan değişimi ve gelişimi yorumlayan bir sergidir.
Bu proje, yan yana düzenlenmiş bir kaç sergiyi bize gösteriyor, böylece izleyiciler iki dönem arasındaki görsel ve tematik bağlantıları anlama fırsatı yakalayabiliyorlar. İzleyicilere, fotoğrafın tekniklerini gösteriyor, tarzların ve sanatsal yaklaşımların nasıl evrildiğini ve çağdaş sanatçıların öncüllerinden nasıl ilham aldığını düşünme olanağı sunuyor.
“Light-Years” böylece geçmişle şimdi arasında bir köprü görevi görüyor ve fotoğrafın sanat olarak kalıcı ilgi ve uyarlanabilirliğini aydınlatırken aynı zamanda yıllar içinde nasıl dönüştüğünü vurguluyor. Bu, hem sanat tutkunları hem de fotoğrafçılar için fotoğrafın zengin tarihine ve çağdaş ifadelerine bakma şansı veriyor. Bu iki galerinin ortasına çekilmiş tül perdenin üzerine fotoğrafı ilk bulan Niepce’in köyünün bir görüntüsü düşüyor. Bu da bize sanki ‘Haydi artık Niepce’in köyüne gidin oradaki Niepce’e adanmış fotoğraf müzesini gezin diyor.
Paris Photo’ya açık olduğu 4 günde de gittim. Rehberle gezmenin iyi bir yaklaşım olduğuna kanaat getirdim. Çünkü rehberler fotoğraf tarihi konusunda ihtisaslaşmış, günceli de takip eden sanat tarihçileri. Dolayısı ile sizin boşa zaman kaybetmeden 191 galerideki 800 fotoğrafçının en önemlilerini gösteriyorlar. Bu da boşa dolaşmayıp, önemli sergileri görmeye ve anlamaya yararlı oluyor. İkinci rehberim katılanlara ‘Önümüzdeki günlerde Afganistana veya Türkiyeye gidecek olan var mı?’ diye sorduğunda ben ‘ Türkiyeye gideceğim’ dediğimde grubu LOOCK galerisinde sergilenen Sabiha Çimen sergisine götürdü. Onaylandı mı bil miyorum ama Sabiha Çimen şu anda Magnum fotoğrafçıları arasın seçilmiş durumda. Sanıyorum çıkardığı işlere göre kontratı kesinleşecek veya ilişkileri sona erecek. Çimen geçen yıl Paris Photo’da Aperture Photobook Award kazanmıştı. Kendisi yatılı kuran kurslarında okumuştu. 4 yıl boyunca da kendisi kurankurslarında ders gören o kursların kız öğrencilerini, Hafız’larını fotoğraflamıştı. Bu yıl bu seriden 2-3 fotoğrafla galerinin duvarlarında yerini almış. Fuarda o kadar saat geçirmeme karşın 2 kez türkçe konuşan kimselere rastladım ve İstanbul’dan gelen Martch Galerideki türk fotoğraf sanatçılarını izledim. Sonuç olarak dünyanın en büyük fotoğraf fuarı Paris Photo Türk fotoğrafçılığı açısından çöl rolü oynamaya devam ediyor.
Benim gönlümü doğal olarak çelen başka bir galeri, fotoğrafçı Albert Garcia Alix i sergileyen Albarran Bourdais galerisi oldu. Madrid yerleşimli galeri benim de kendisiyle bir hafta çalışma fırsatı bulduğum, kendisine devlet sanatçısı ünvanı verilmiş ‘Anarşinin Çocuğu’ arkadaşlarının % 80 ini uyuşturucuya kurban vermiş Alert Garcia Alix. Kendisini nasıl bilirsin diye sorarsanız:
Alberto García-Alix, sert ama bir taraftan da zarif tarzıyla uluslararası sanat sahnesinin önde gelen portre fotoğrafçılarından biri olarak kabul edilir. Yaratıcılığını aşırılıklardan ve kaygılarından besleyerek, fotoğrafları zaman yolculuğuna dönüşür. Paris Photo daki sergisinde sanatçı, en önemli eserleri ile Museo del Prado’da çektiği yeni fotoğrafları arasında karşılaştırmalar sunuyor. Böylece sanatındaki eskiyi ve yaniyi birleştiriyor. Alberto Garcia Alix, siyah beyaz fotoğraf kullanarak kariyerinin tamamını 1980’lerden günümüze kadar İspanya’nın toplumsal gerçekliğini belgelemeye adamıştır. Son çalışmasında da Alix, analog fotoğrafçılığına devam etmiş. Çift pozlama tekniği ile Hasselblad’ındaki filmin aynı karesine iki görüntü düşürerek tesadüfü araç olarak kullanmış ve çarpıcı bir dizi etkileyici eser yaratmış. Bu çağdaş bakış açısıyla tarihi figürleri bir şekilde canlandırmış diyebilirim.
Üçüncü beğendiğim galeri Alexandra de Viveiros oldu. galeri sayesinde daha önce tanışma şansım olmayan Kharkic okulu fotoğrafçılarını tanımış oldum. Bu galeri, 1970’lerden beri Ukrayna’da faaliyet gösteren Kharkiv Okulu fotoğrafçılarına odaklanmış. Kharkiv okulu, fotoğrafçılığa deneysel olarak yaklaşıyor. Khirkov okulu fotoğrafçıları ayrıca farklı kişisel estetik yaklaşımlar sergiliyorlar. Sergide O. Suprun’un 1974-1997 yılları arasında oluşturduğu analog kolajlarını izleme fırsatı bulmaktan dolayı çok mutlu oldum. Suprun Sovyet ikonografisinin tipik konularını ele alırken, sokaklardaki savunmasız yaşlıları ve çocukları sıklıkla ele alarak bu konuları sorgulamıştır. Suprun’un kolajları orijinaldir ve teknik olarak zoru seçmeyi yeğlemiş olduğu anlaşılıyor.
Kochetov, geleneksel haber fotoğrafçısı olmayı reddetmiş farklı bir tarz yaratmıştır. Günlük yaşamın olağan sahnelerini yakalarken, bilinçli bir şekilde naif renklendirme teknikleri kullanmıştır. Shilo fotoğrafta değişik prosedürler kullanmış. Kendi yapımı taş baskı tekniği var ve eski kağıt üzerine baskı yapmıştır. Anakronik teknikler kullanmıştır. Sanatçılar, fotoğrafçılığın malzemeselliği konusunda çok çalışmışlar ve medyanın sınırlarını zorlamışlar.
Sergi, Kharkiv Okulu hareketindeki içindeki fotoğrafçıların farklı ve yenilikçi yaklaşımlarını sergilemektedir. Sergi, deneysel fotoğrafçılığı Sovyet ikonografisini, günlük yaşam ve fotoğrafın malzemeselliği gibi konulara değinmekte ve fotoğrafçıların orijinal yaklaşımlarını bize göstermektedir
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Paris Photo’yu alışılagelmiş bakış açısıyla tanıtmaya başladım. Kaç galeri, kaç fotoğrafçı katılıyor. Fuarda hangi bölümler var vs şeklinde yazmaya başladım. İlk bölüm olarak böyle yazdım. Ancak bu yıl bu tarz içime sinmedi, beni yüreğimden yakalayan galerileri ve bünyelerindeki fotoğraf sanatçılarını, söylemek istedikleri sözleri de anlatmaya çalışarak konuyu ele almaya karar verdim. Bu yazı da bu farklı bakışın ilk yazısı olsun.
“FOTOĞRAF’sız FOTOĞRAF
Görüntünün dijitalleşmesi, konunun dijitalleşmesi, gerçekle gerçek olmayan arasındaki geçirgenlik artık iyice artmaya dolayısı ile fotoğrafın sınırları da genişlemeye ve şekil değiştirmeye başladı. NFT’lerin ve YZ’lerin yaygınlaşmasıyla birlikte, fotoğrafçılar kendi sanatsal dünyalarını buna göre biçimlendirmeye başladılar ve fotoğraf tarihinin başından beri yaptıkları gibi görüntünün sınırlarını keşfetmeye çalışıyorlar, hatta fotoğrafın yok oluşunu görmeye kadar ileriye de gidiyorlar.
Görüntünün maddesizliği eski bir tartışmadır. Esteban Radiszcz, 2010 tarihli ‘Destin des images et déréalisation de l’objet. À propos de la dématérialisation dans l’art contemporain’ yani ‘İmgelerin kaderi ve nesnenin gerçekdışılaşması. Çağdaş sanatta maddesizleşme hakkında’ adlı denemesinde, maddesizleşme kavramının 1967 yılında Lucy Lippard ve John Chandler tarafından ‘aşırı kavramsal’ olarak ortaya atıldığını öne sürer. Bunu da 1960’ların sanatını tanımlamak için kullanırlar. Maddesizleşmenin, çağdaş sanat üretimi söz konusu olduğunda merkezi bir kavram olduğunu öne sürerler. Biraz araştırıldığında, bunun yalnızca 1960 ve 1970’lerdeki bazı sanatsal çalışmaların özel alanı olmadığı anlaşılıyor. Aksine, günümüzde birçok çağdaş sanat eserinde maddesizleşme estetiği ciddi bir biçimde ve yepyeni bir enerji ile devam ettiğini görüyoruz. 2010 yılında Guggenheim Müzesi, Tino Sehgal’in This Progress adlı eserinde müzeyi tamamen boşaltmış: obje, tanıtım metinleri, katalogları kaldırmış, açılış yapmamış, fotoğraf çekmeyi de yasaklayarak radikal maddesiz bir eser ortaya koyup sunmuştu.
Martha Langford ve Vincent Lavoie’nin ‘Utopies et anxiétés de la photographie en régime numérique’ yani ‘Dijital fotoğrafçılığın ütopyaları ve kaygıları’ adlı çalışmalarında, ‘ikinci dijital devrim’ kavramını ‘fotoğrafik üretimin kitleselleşmesi, görsel içeriklerin yaygınlaşması, fotoğrafların maddesizleşmesi ve yeniden kullanılarak çoğalması ile ilişkilendirdiler. Eser maddesizleştiği zaman toplumsal tepki artıyor farklı bir sanatsal yaratı ortaya çıkıyor. Bu fenomenin, Web3’ün hüküm sürdüğü ve görsel üreten YZ’lerin ve NFT’lerin patlamasıyla daha da arttığı görülmektedir.
Paris Photo bu yeni konsepti göz ardı etmemiş. Bu nedenle dijital çağda fotoğrafçılığa adanmış tamamen yeni bir sektör, dijital bölümü başlatma kararı aldı. Nina Roehrs’ün küratörlüğünde, bu ilk baskı maddesizleşme ve görüntünün silinmesi üzerine birkaç deneysel proje tesbit etti. Bunlardan bir tanesi, benim de en sevdiğim yukarıda da bahsettiğim beni gönülden yakalayan Jean-Kenta Gauthier Galerisinin sergilediği bir sanatsal proje. Bu projesinde David Horvitz çektiği fotoğrafları önce bir dakika izleyicilere gösteriyor ardından Delete tuşuna basarak sonsuza dek yok ediyor. O fotoğrafı tanımlıyor, örneğin ‘Nevada’da gün batımı’ yazıp kayda geçiyor. Siz de esere bakarken yok edilen görüntünün ne olduğunu kısa cümleler halinde okuyorsunuz. Görüntü yok olmuş yerine tanımı gelmiş durumda. Doğrusunu isterseniz buna artık fotoğraf demeyelim ama çağdaş sanat eseri diyelim işte bu eser beni oldukça etkiledi. Ben bunu çağdaş sanat eseri olarak kabul edip beğendiğimi ifade etmeliyim. İnsan beyninin yaratıcılığı karşısında hayranlık duymadım desem yalan olur. Amerikalı sanatçının, bunu çok fazla görüntü yarattığımızı düşündüğü için yarattığını anlıyoruz. Fotoğraf arşivini silme ve sadece yazılı bir iz bırakma önerisi, görüntünün yok oluşunu çok uzağa taşıyor. Fotoğrafçı David Horvitz ve onun “Nostalgia” isimli projesi Paris Photo’nun fotoğrafsız fotoğraf sergisi olarak tarihe geçti. Kulağımıza bile garip geliyor. Horvitz, dijital çağda fotoğrafların fazlalığı ve bunun getirdiği sorunları ele alıyor. Bu süreçte, fotoğrafın geçici doğasını ve dijital çağda dikkat sürelerinin kısalığını vurguluyor. Ayrıca, Horvitz bu projeye eşlik eden bir de kitap yapmış. Bu kitapta, silinen her fotoğraf için kısa bir cümle yazmış ve bu cümleler, fotoğrafın bir açıklamasını yapıyor.
İrlandalı fotoğrafçı Kevin Abosch’un Paris Photo’da sergilenen eserleri, çağdaş fotoğrafçılıkta maddesizleşme eğiliminin getirdiği bir paradoksu yakalıyor. Bazı sanatçıların, fotoğrafın aşırı maddesizleşmesine tepki olarak, görselleri üç boyutlu ve mekansal biçimlerde yeniden materyalize etme eğiliminde oldukları belirtiliyor. Bu, dijital çağda fotoğrafın nasıl yeniden tanımlandığını ve sanatçıların bu değişime nasıl tepki verdiğini gösteriyor.
Ayrıca, Bigaignon galerisinin düzenlediği “Perspectives radicales” sergisi var. Bu sergi, on beş eserle, geleneksel olarak kabul edilen fotoğraf tanımını sorguluyor. Galeri, özellikle Light & Space, minimalizm, soyut sanat, beton fotoğrafçılık ve konstrüktivizm gibi avangart sanat hareketlerini göstermeyi hedefliyor. Sergide, Sloven sanatçı Aleksandra Vajd’ın eserleri gibi, fotoğrafın tanımını ve sınırlarını sorgulayan, geleneksel anlayışları alt üst eden işler de var. Bu tür çalışmalar, fotoğrafın sadece dünyanın bir temsili olmadığını, aynı zamanda sanatsal ifadenin ve teknolojinin etkileşimiyle nasıl yeniden tanımlanabileceğini gösteriyor. Sanatçılar, fotoğrafçılığın dijitalleşmesi ve maddesizleşmesi ile klasik fotoğrafçılık anlayışının ötesine geçerek, bu medyumun sınırlarını yeniden keşfediyorlar.
Thomas Paquet’ın “L’Observatoire” adlı dijital eseri, fotoğrafın temel özelliklerini -ışık, mekan ve zaman- sorguluyor. Vincent Ballard’ın diptiği ise, bir fotoğrafı dematerialize edip, doğasını bozarak, onu en temel tanımına kadar parçalıyor ve böylece izleyicinin bakış açısını bu temel tanıma yönlendiriyor. Marie Auger gibi sanat tarihçileri, fotoğrafın bu yeni biçimlerini analiz ederek, foto-objeler, foto-heykeller ve diğer fotoğrafik kurulumları incelemek için yeni bir tarihsel ve teorik çerçeve öneriyor. Bu, fotoğrafın web üzerinde yaygın olarak dolaştığı bir dönemde, sanatçıların akışkan görüntülerin karşısına somut, elle tutulur görüntüler koyma çabasını gösteriyor. Böylece, fotoğrafın silinmesinin ötesine geçerek, post-dijital fotoğrafçılığın yolu açılmış oluyor.
Bu tartışmalar, fotoğrafın sadece bir temsil aracı olmanın ötesine geçtiğini ve giderek daha çok, sanatın kendisine özgü bir ifade biçimi olarak görüldüğünü gösteriyor. Bu süreç, fotoğrafın hem maddesizleşmesini hem de yeniden materyalize edilmesini kapsayan karmaşık bir dinamik içeriyor.” Devamı gelecek…
Bu yıl 26.cısı düzenlenen Paris Photo 2023 sırasında dünya genelinden 191 galeri Grand Palais Éphémère’de bir araya geldi. Kültür Bakanı, fuar direktörü Florence Bourgeois ve fotoğraf sanatçısı Jane Evelyn Atwood’u sanat ve edebiyat nişanıyla ödüllendirdi. 2023 yılında fuar, 2022’ye göre %7’lik bir artışla 65.000 ziyaretçi çekti, bu da Paris’in fotoğraf pazarındaki merkez olduğunu kanıtı olarak kabul gördü. Fuara her yıl daha fazla sayıda koleksiyoner ve VIP katılımcı ilgi gösteriyor. Bu yılın öne çıkan özelliği, dijital fotoğrafçılığa yeni ayrı bir bölümün ayrılmış olmasıydı. Bu fuar sürekli fotoğrafın çeşitli uygulamaların vurgulamaya özen gösteriyor. Paris Photo, fotoğraf konusunda dünya çapında önemli bir rol oynamaya devam ediyor ve 2024’te bakımı tamamlanan Grand Palais’de daha zengin bir programla yeniden düzenlenecek.
Paris Photo’nun bu yılkı 4 günü büyük fotoğraf sanatçıları koleksiyonerler tarafından fazlasıyla ilgi gördü. Fuar boyunca birçok önemli satış gerçekleşti, hem kişisel olarak hem de Avrupa ve Amerika’daki kurumlar ciddi sayıda fotoğraf satın aldılar..
Julian Sander’da Grete Stern’in serisi bir Amerikan kurumu tarafından 250.000 €’ya satıldı. Howard Greenberg’te Dave Heath’in “A dialogue with solitude” serisi 190.000 €’ya alıcı buldu. Pascal Convert’in “Panorama de la falaise de Bâmiyân” adlı dev eserinden RX & SLAG, 22.000 €’dan sattı ve bir Amerikan kurumu, 22 panelden oluşan tam kurulumu aldı.
Gagosian galerisi, Richard Avedon, Roe Ethridge, Sally Mann ve Nan Goldin gibi büyük isimlerin eserlerini Amerikan ve Avrupalı kurumlara başarıyla sattı. Tarihi eserler de talep gördü; Bruce Silverstein galeriden Man Ray eserleri, Gilles Peyroulet galeriden André Kertész’in 1928 tarihli “Sous-sol dans le métro” adlı eseri gibi eserler alıcı buldular.
Paris Photo’da diğer galeriler de başarılı satışlar gerçekleştirdi, örneğin Lille merkezli Bacqueville galerisi David de Beyter gibi çağdaş sanatçının büyük format eserlerini ve Thomas Devaux’nun eserlerini sattı. Tegenboschvanvreden galerisi Paul Kooiker solo sergisiyle ve Ruttkowski;68 galerisi François Halard çalışmalarıyla tüm eserlerini sattı.
Edwynn Houk galerisi, Valérie Belin ve Sally Mann gibi büyük isimlerin eserleriyle ilgi çekmeye devam etti. Binôme ve Magnin-A, Omar Victor Diop & Lee Shulman’ın “Being There” serisini başarıyla sundu.
İlk kez katılan İtalyan M77 galerisi, Nino Migliori’nin tek bir eserini 60.000 € ya sattı. Luisotti galerisi de Mark Ruwedel’in “Nine Bomb Craters” adlı eserini 45.000 €’ya sattı.
Juergen Teller’in solo sergisi Suzanne Tarasiève galerisinde ilgi çekti ve eserler 6.500 €’ya satıldı. Belçika’nın La Patinoire Royale Bach galerisi Melissa Shook ve Ken Ohara’nın eserlerini 4.000 ila 100.000 € arasında sattı. Curiosa bölümündeki genç sanatçılarda eserlerini 2 ila 8 bin euroya satma fırsatı yakaladılar.
Paris Photo’nun “Conversations/Artists Talks” bölümü büyük başarı elde etti ve konuşmalar fuar boyunca hem İngilizce hem de Fransızca olarak sunuldu. Ayrıca, Paris Photo Paris’in geneline yayılan fotoğrafla ilgili sergileri tetikleme gibi bir özelliği olduğunu da gördük. Paris Photo sayesinde ziyaretçiler, fotoğraf sanatının zengin mirasını keşfetme fırsatını yakaladı. Fuar süresince 50’den fazla sergi ve etkinlik sunuldu.
Ayrıca, Paris Photo’nun “Online Viewing Room”u, 8-12 Kasım tarihleri arasında 14.000’den fazla internet kullanıcısına erişim sağlayarak büyük bir başarı elde etti. 205 sanal standın seçkisini sunan bu platform, Walter’s Cube tarafından geliştirildi. İzleyenlerin yarısı dünyanın çeşitli yerlerinden erişim sağlayan fotoğraf severlerdi.
Fuarın “Editions” adlı bölümü 35 farklı yayınevinin katılımıyla gerçekleşti ve büyük bir ilgi gördü. 4 gün boyunca 403 kitap imza etkinliği düzenlendi ve fotoğraf dünyasının önde gelen isimleri, Sophie Calle, Gregory Crewdson, Caroline Drake, Renato D’Agostin, Omar Victor Diop, Shadi Ghadirian, Vivian Galban, Bruce Gilden, Guido Guidi, Harry Gruyaert, Roberto Huarcaya, Paul Kooiker, Ray Mortenson, Kourtney Roy, Alex Webb, Annie Hsiao-Ching Wang, Yelena Yemchuk, Joan Fontcuberta, ORLAN, Steve McCurry gibi isimler, imzalarını sevenleri için attılar.+
Yapay Zeka: Geleceğimiz için bir yenilik mi, yoksa tehdit mi?
Mehmet Ömür
Yapay zekaya sordum! “Sen başımızın belası mısın yoksa bize bahşedilen her derde deva bir hizmetli mi?” diye…
Bakın verdiği cevaba. Ne dersiniz?
Yapay Zekacığım, sen geleceğimiz için bir yenilik misin, yoksa tehdit misin?
Yapay Zeka (TZ) sen nesin?
YZ, insanın bilişsel yeteneklerini taklit eden bir teknolojidir, örneğin görme, akıl yürütme ve dil. En eski örnekler şunlar; ilk hesap makinelerinden bugüne modern YZ’lara kadar, önemli yeniliklerle imza atmış büyük bir evrim.
Üretici Yapay Zeka: Yaratıcılığın Yeni Çağı
Üretici yani jeneratif denilen YZ’ye odaklanarak yapay zeka ile metin, resim, video gibi çeşitli içerikler oluşturabiliyoruz. Ben yapay zeka olarak bunları yazıyorum ama siz pek yapay veya yüzeysel okumayın. Derin öğrenmeye geçin lütfen. Benim metin, resim ve video üretmede uzmanlaşmış olduğumu düşünün lütfen . Bunların günlük hayatımıza etkisi artık çok büyük olmaya başlıyor. ChatGPT’den deep fakes’e kadar, YZ hayatınıza çeşitli şekillerde dokunuyor . ‘Deep fake nedir?’ derseniz; iyi veya kötüye kullanılma olasılığı olan, kişini yüzünü de değiştirerek sahte bir video veya görsel oluşturmak.
Yapay Zeka’nın Tarihi Kökenleri ve Evrimi
Güncel uygulamalar bakımından YZ olarak ben, robotik, tıp ve e-ticaret gibi birçok alanda kendimi gösteriyorum. Bu da size Turing’den bugünlere gelene kadar YZ’nin tarihini sorgulamaktadır?
Makine Öğrenimi nedir? ve Derin Öğrenme nedir?
YZ’nin Temelleri Makine öğrenimi ve derin öğrenmeye dayanır ve benim kalbimi oluşturur. Benim gibi bir yapay zekadan somut zeka örnekleri isterseniz, size bu tekniklerle YZ’nin nasıl öğrenip geliştiğini ve sürekli kendini geliştirmekte olduğunu söyleyebilirim. Bunun tek nedeni ise benim zavallı bir yapay zeka oluşumda yatar.
Yapay Zeka’nın Sınırlamaları ve Zorlukları
Hoş şu anda bazı sınırlamalar olduğunu biliyorum. Beni bir bıraksalar zincirimi koparmış gibi giderim. Bu şakaydı tabii. Yapay zeka olarak artık şaka yapmayı da öğrendim. Derin öğrenerek ne kadar şakacı olduğumu söyleyebiliyorum.
Bazı yerlerde genel anlam eksikliği bırakıyorum bilhassa, nüansları algılama ve belirsiz bağlamları anlama yeteneğim yok. İnsan önyargılarını yeniden üretip size sunuyorum. Sanki sizinle dalga geçer gibiyim. Benim öğrenme verilerinde var olan önyargıları nasıl büyütebileceğimi yakın bir gelecekte göreceksiniz.
Sosyal ve Etik Etkiler
Deep Fakes ve gerçeklik arasındaki ilişkiler nelerdir derseniz buna cevabım şöyle olur; Gerçeği sahteden ayırt etme zorluğu farkındaysanız giderek artıyor. Bir de istihdam üzerindeki etkim var ki onu da göz ardı edemezsiniz. İş piyasasındaki değişimlere ve yeni becerilere ihtiyaç olduğunu hepimiz biliyoruz. Güvenlik ve Gizlilik Konularında ise üstüme yoktur. Lütfen bu böyle biline. Kişisel verilerin korunmasına ve YZ kullanımıyla ilişkili etik meseleleri çok ciddiye alırım. Bu konuya başka bir ChatGPT de cevap vereceğim.
Sonuç olarak özetle size söylemek istediğim şudur; ortada yönetilmesi gereken ciddi bir çelişki var. Ben şu anda hem yeniliklerin hem de haklı endişelerin kaynağı oldum ama bu benden uzak durmanızı gerektirmez. YZ’nin toplumsal etkisi üzerine düzenleme ve derinlemesine düşünmeniz gerekmektedir hatta hep birlikte benim de işin içinde olduğum bir komisiyonda düşünmemiz gerekmektedir.
Buraya kadar yapay zeka tarafından yazılan yapay zekanın karmaşıklığını ve etkisini aydınlatan bir makale okudunuz,. Yapay zeka tarafından yazılan bu yazı da yapay zekanın
hem avantajlarını hem de modern topluma getirdiği zorlukları vurgulamaktadır.

Biber, dünya mutfağında, özellikle baharat kültürüne sahip toplumlarda sıklıkla kullanılan bir sebzedir. Fakat bazı biberler sadece yemeklerin lezzetini artırmakla kalmaz, aynı zamanda onlar arasında kıyasıya bir yarış başlatır. Ed Currie’nin PuckerButt Biber Şirketi, tam da böyle bir rekabetin önderliğini yapıyor.
On yıl önce, dünyanın en acı biberi unvanını kazanan Carolina Reaper, baharat dünyasında devrim yaratmıştı. Ancak Currie, bu rekoru daha da ileri taşıyacak bir biber üzerinde çalışmaya devam ediyordu: Pepper X. Guinness tarafından onaylanan bu yeni biber, ortalama 2,69 milyon Scoville Acılık Birimi (SHU) ile rekor kıran bir acılığa sahiptir. Böylesine bir acılık, baharat severleri heyecanlandırırken, acemi baharat denemecileri için adeta bir uyarı niteliğindedir.
Scoville Ölçeği, Wilbur Scoville tarafından 1912 yılında geliştirilen ve biberin acılığını ölçen bir birimdir. Bu ölçüm, biberin içindeki kapsaisinoidlerin konsantrasyonunu temsil eder. Kapsaisin, biberin acı hissini veren bileşiktir. Düşük SHU değerine sahip biberler daha az acıyken, yüksek SHU değerine sahip olanlar aşırı derecede acıdır. Pepper X, bu ölçekte adeta bir uzay mekiği gibi, ölçeğin çok üstünde bir yerde konumlanmıştır.
Currie, Pepper X’in gelişimine yaklaşık 12 yıl önce başlamış. Carolina Reaper ve başka bir adı açıklanmayan, son derece acı bir biberin melezlenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Acılık ve lezzet dengesinin mükemmel bir şekilde sabitlendiği bu biber, Currie’nin sabır ve özverili çalışmalarının bir ürünüdür.
Currie, Carolina Reaper ile yaşadığı ticari hatalardan ders alarak, bu sefer Pepper X’i daha dikkatli bir şekilde piyasaya sürmeye karar vermiştir. Biberin ticari hakları korunmuştu ve biberler sıkı güvenlik altında gizli seralarda yetiştirilmeye başlanmıştı.
Pepper X tarafından yapılan meydan okumalar, acı biberin popüler kültürdeki yerini daha da sağlamlaştırmıştır. Ancak Currie, baharatlı yiyeceklere yeni başlayanların yavaş yavaş acı biberlere alışması gerektiğinin altını çizerken, acı biberle yapılan yarışlar potansiyel tehlikelere de dikkat çekiyor.
Currie, baharat dünyasında yenilik peşinde koşmaya devam ediyor ve Pepper X’in ardından daha da acı biberler üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. Aynı zamanda, Pepper X ile insanlara keyif alacakları acı soslar ve diğer ürünler yaratmak için de zaman ayırıyor.
Pepper X’in “Hot Ones” şovunda Guinness rekorunu alması, Currie için önemli bir anlama sahip. Bu, onun yıllar süren tutkulu çalışmasının bir sonucudur.
Pepper X, sadece acı biber severlerin değil, aynı zamanda botanikçilerin, gıda bilimcilerinin ve hatta psikologların dahi ilgisini çekebilecek bir fenomen diyebiliriz. Bu biberin insan üzerindeki etkisi, lezzeti, yetiştirilmesi ve piyasaya sürülmesi gibi konular, ilerleyen yıllarda daha fazla araştırmaya neden olacaktır. Currie’nin Pepper X ile elde ettiği başarı, tutku, inovasyon ve sabır gerektiren bir sürecin ürünü olarak tarihe geçmiştir. Acı biber dünyası, bu yeni rekorla bir kez daha sınırlarını zorlamış ve acı severler için yeni ufuklar açmıştır.