Elsa Schiaparelli’nin çılgın dünyası

 

Elsa Schiaparelli’nin çılgın dünyası

Mehmet Ömür

Not bu yazıyla ilgili videoyu youtube kanalımdan izleyebilirsiniz;

Mehmet Ömür

Paris’te ünlü modacıların sergileri ardı ardına açılıyor. Dior ve Yves Saint Laurent dan sonra şimdilerde Elsa Schiaparelli’nin sergisi Dekoratif Sanatlar Müzesinde görülmeye devam ediliyor.<Shocking, Elsa Schiaparelli< adlı sergi Elsa Schiaparelli’nin çılgın yaşamını, yaratıcı moda sanatını ve başarılı iş hayatını gözler önüne seriyor.

10 Eylül 1890’da Roma’da doğan ve 13 Kasım 1973’te Paris’te ölen Elsa Schiaparelli, İtalyan aristokrasisi içinden gelen bir moda tasarımcısıydı.  Corsini sarayında doğmuştur. Annesi Medicis soyundandır. Babası üniversitede hocadır amcası evrenin haritasını  çizen ilk bilim adamıdır. Felsefe eğitimi alır. Ailesinin hoşuna gitmeyen erotik şiirler yazar. Manastıra kapatılır orada ölüm orucuna başlar.

20 yaşında Londra’ya gider orada kendisini teozof olarak tanıtan bir adamla evlenir. Kocasının peşinden Amerika’ya gider. Poliomiyelite yakalanan bir kızları olur. Ondan da iki torunları olur. Torunlarından bir tanesi Anthony Perkins in eşidir. Diğeri manken ve sinema artisti olur. Kocası İsabelle Duncan’a kaçar. Elsa Paris’e döner ve bit pazarında bulduğu eşyaları antikacılara satmaya başlar. Dikiş dikmeyi bilmemesine rağmen ünlü terzi Paul Poirier ile tanışması kaderini değiştirir. Modaya çok arzulu ve yetenekli olduğu ortaya çıkar.

1927 de kendi evinde dikiş dikmeye başlar. Ermeni kadınlara bildikleri desenleri öldürtür, göz aldatan motifleri kullanmaya başlar. Kazakların üzerine kalpler ve yılanlar çizdirir. Bunlar Vogue dergisi tarafından çok önemsenir.Elsa Schiaparelli’yi esas keşfeden ünlü moda evlerinin bulunduğu  Saint Honore sokağında  moda evi olan Madame Hartley’dir. Onu Lambal moda evinin stilisti yaptı. Bir kaç sene sonra Elsa Paris’in en pahalı meydanı Place Vendome!da 100 odalı 5 katlı binaya taşındı. 500 kişinin çalıştığı 1930’lardan 1950’lere kadar kendi adını verdiği Schiaparelli şirketini yönetti.

Yeniliği sever, şaşırtan, kışkırtıcı ve avangart çalışmalarında her zaman gerçeküstü yaklaşımlar görüldü. Bunu biraz da  Dali gibi sürrealist arkadaşlarına borçlu olduğunu anlıyoruz. Onlarla işbirliği yaptı. Istakozlu elbisesini Wallis Simpson giydi. Arletty, Wallis Simpson, Marlène Dietrich, Greta Garbo, Lauren Bacall et Amelia Earhart gibi ünlüler müşterisi oldu. Shocking Pembe adını verdiği frapan pembesinin yanı sıra alışılmadık renkleriyle de ünlü oldu. Kreasyonları her zaman olağan dışı oldu Koleksiyonlarında insan anatomisi, böcekler, gösteri, trompe-l’œil denilen yanılsamalara yer verdi.1940 da bir turne için gittiği Amerika’da 2.ci Dünya Savaşının ilan edilmesi nedeniyle 4 yıl kaldı.savaş sonrası eski ticari başarısını gösteremeği için şirketini kapattı ama parfümle ilgili şirketinden ölene kadar para kazanmaya devam etti.

Modaya konseptüel bir yaklaşımı vardır. Fonksiyonu ikinci plana atıp görselliği, estetiği ve sıradışı olmayı öne çıkarttı. Ayakkabı şeklinde şapka, hayvan pençesi şeklinde eldivenler yarattı. Fermuarı ilk kez dekor olarak kullandı. 1936 yılında Leonor Fini tasarımı ile bir parfüm çıkardı. Adı Schoking olan bu parfümün şişesi o günlerin ünlü sinema oyuncusu ve seks sembolü Mae West’in vücudunun kalıbı örnek alınarak tasarlanmıştı. Benzer parfüm şişesini günümüzde Jean paul Gautier imzasıyla da görüyoruz.

Bütün defileleri de gerçek bir gösteri niteliğindeydi. Işık müzik ve koreografi muhteşemdi. Bazı filmlere elbiseler dikti. Man Ray portresini çekti  ve Picasso resmini yaptı. Çok yaratıcı ve çılgın bir yaşam sonunda 83 yaşında uykusunda öldü.1954’te Elsa Schiaparelli, hayatının önemli olaylarını birinci tekil şahıs ağzından anlattığı Shocking Life adlı bir otobiyografisi yayınladı.

Moda sevenleri çok hoşuna gideceğini iddia etmek zor olmasa gerek diye düşünüyorum. Paris’e gelirseniz hem Dior’un müzesini hem de Esla Schiaparelli sergisini bir gün içinde gelebilirsiniz. İki mekan birbirine yürüyüş mesafesinde. Ancak ikisine de önceden internet üzerinden yer ayırtıp biletlerinizi alın yoksa  kuyrukta çok beklersiniz. İkisi de çok kalabalık. Şu aralar moda işleri çok moda. Belki de hep öyleydi. Kim bilir…

 

Paris’te ünlü modacıların sergileri ardı ardına açılıyor. Dior ve Yves Saint Laurent dan sonra şimdilerde Elsa Schiaparelli’nin sergisi Dekoratif Sanatlar Müzesinde görülmeye devam ediliyor.<Shocking, Elsa Schiaparelli< adlı sergi Elsa Schiaparelli’nin çılgın yaşamını, yaratıcı moda sanatını ve başarılı iş hayatını gözler önüne seriyor.

10 Eylül 1890’da Roma’da doğan ve 13 Kasım 1973’te Paris’te ölen Elsa Schiaparelli, İtalyan aristokrasisi içinden gelen bir moda tasarımcısıydı.  Corsini sarayında doğmuştur. Annesi Medicis soyundandır. Babası üniversitede hocadır amcası evrenin haritasını  çizen ilk bilim adamıdır. Felsefe eğitimi alır. Ailesinin hoşuna gitmeyen erotik şiirler yazar. Manastıra kapatılır orada ölüm orucuna başlar.

20 yaşında Londra’ya gider orada kendisini teozof olarak tanıtan bir adamla evlenir. Kocasının peşinden Amerika’ya gider. Poliomiyelite yakalanan bir kızları olur. Ondan da iki torunları olur. Torunlarından bir tanesi Anthony Perkins in eşidir. Diğeri manken ve sinema artisti olur. Kocası İsabelle Duncan’a kaçar. Elsa Paris’e döner ve bit pazarında bulduğu eşyaları antikacılara satmaya başlar. Dikiş dikmeyi bilmemesine rağmen ünlü terzi Paul Poirier ile tanışması kaderini değiştirir. Modaya çok arzulu ve yetenekli olduğu ortaya çıkar.

1927 de kendi evinde dikiş dikmeye başlar. Ermeni kadınlara bildikleri desenleri öldürtür, göz aldatan motifleri kullanmaya başlar. Kazakların üzerine kalpler ve yılanlar çizdirir. Bunlar Vogue dergisi tarafından çok önemsenir.Elsa Schiaparelli’yi esas keşfeden ünlü moda evlerinin bulunduğu  Saint Honore sokağında  moda evi olan Madame Hartley’dir. Onu Lambal moda evinin stilisti yaptı. Bir kaç sene sonra Elsa Paris’in en pahalı meydanı Place Vendome!da 100 odalı 5 katlı binaya taşındı. 500 kişinin çalıştığı 1930’lardan 1950’lere kadar kendi adını verdiği Schiaparelli şirketini yönetti.

Yeniliği sever, şaşırtan, kışkırtıcı ve avangart çalışmalarında her zaman gerçeküstü yaklaşımlar görüldü. Bunu biraz da  Dali gibi sürrealist arkadaşlarına borçlu olduğunu anlıyoruz. Onlarla işbirliği yaptı. Istakozlu elbisesini Wallis Simpson giydi. Arletty, Wallis Simpson, Marlène Dietrich, Greta Garbo, Lauren Bacall et Amelia Earhart gibi ünlüler müşterisi oldu. Shocking Pembe adını verdiği frapan pembesinin yanı sıra alışılmadık renkleriyle de ünlü oldu. Kreasyonları her zaman olağan dışı oldu Koleksiyonlarında insan anatomisi, böcekler, gösteri, trompe-l’œil denilen yanılsamalara yer verdi.1940 da bir turne için gittiği Amerika’da 2.ci Dünya Savaşının ilan edilmesi nedeniyle 4 yıl kaldı.savaş sonrası eski ticari başarısını gösteremeği için şirketini kapattı ama parfümle ilgili şirketinden ölene kadar para kazanmaya devam etti.

Modaya konseptüel bir yaklaşımı vardır. Fonksiyonu ikinci plana atıp görselliği, estetiği ve sıradışı olmayı öne çıkarttı. Ayakkabı şeklinde şapka, hayvan pençesi şeklinde eldivenler yarattı. Fermuarı ilk kez dekor olarak kullandı. 1936 yılında Leonor Fini tasarımı ile bir parfüm çıkardı. Adı Schoking olan bu parfümün şişesi o günlerin ünlü sinema oyuncusu ve seks sembolü Mae West’in vücudunun kalıbı örnek alınarak tasarlanmıştı. Benzer parfüm şişesini günümüzde Jean paul Gautier imzasıyla da görüyoruz.

Bütün defileleri de gerçek bir gösteri niteliğindeydi. Işık müzik ve koreografi muhteşemdi. Bazı filmlere elbiseler dikti. Man Ray portresini çekti  ve Picasso resmini yaptı. Çok yaratıcı ve çılgın bir yaşam sonunda 83 yaşında uykusunda öldü.1954’te Elsa Schiaparelli, hayatının önemli olaylarını birinci tekil şahıs ağzından anlattığı Shocking Life adlı bir otobiyografisi yayınladı.

Moda sevenleri çok hoşuna gideceğini iddia etmek zor olmasa gerek diye düşünüyorum. Paris’e gelirseniz hem Dior’un müzesini hem de Esla Schiaparelli sergisini bir gün içinde gelebilirsiniz. İki mekan birbirine yürüyüş mesafesinde. Ancak ikisine de önceden internet üzerinden yer ayırtıp biletlerinizi alın yoksa  kuyrukta çok beklersiniz. İkisi de çok kalabalık. Şu aralar moda işleri çok moda. Belki de hep öyleydi. Kim bilir…

 

 

 

 

Erwin Blumfeld’in Sıkıntıları 

Mehmet Ömür

Paris’teki fotoğraf sergileri ile ilgili yazılarımıza bu kez Erwin Blumenfeld (EB) ile devam ediyoruz. Sergi 5 Mart 2023 e kadar Le Marais bölgesindeki MAHJ müzesi’nde  devam ediyor. Renkli fotoğrafçılığın da öncülerinden olarak kabul edilen EB in yaşamı o dönemin Almanya’da doğmuş yahudileri gibi sıkıntılarla dolu.

EB 1940 lı yıllarda 50 yaşlarında New york’ta en ön plandaki fotoğrafçılar arasında yer alıyor. Fotoğrafları Harper’s Bazaar ve Vogue gibi önemli moda dergilerini kapağını sıkça süslüyor. Bu fotoğraflar döneminde benzer işler için referans olarak kabul ediliyor.

Bu ününü elde etmeden önce EB çok sıkıntılı yıllar geçiriyor. 1897 yılında Berlin de doğan EB Musevi bir burjuva aileye ait. 16 yaşında kaybettiği babasından sonra yüksek eğitim hayalleri suya düşüyor ve ailesine destek olmak için çalışmaya başlıyor. 1916’da Birinci Dünya Savaşı’na katılıyor. İki sene sonra kardeşinin savaşta ölümüyle sarsılıyor. Ardından Amsterdam’da yaşayan nişanlısıyla  Lena Citroen ile evlenerek deri ticaretine başlıyor. İşlerin kötüye gitmesi ile birlikte kendini tamamen fotoğrafa veriyor. 1936 da Paris’e gidiyor ve kendini tamamen moda fotoğrafçılığına atıyor. İkinci dünyasının ortaya çıkmasıyla birlikte iki yıl boyunca çeşitli toplama kamplarında dolaşıp duruyor. Nihayet 1941 yılında Yahudi Göçmenler Derneği yardımıyla Amerika’ya ulaşabiliyor. 1930 ve 40’lı yıllar yeteneğinin ortaya çıktığı ve sanatsal ve özgün deneyimler yaptığı yıllar. Ancak toplumsal sosyal konular dışında kalıp moda ve modern fotoğraf teknikleri ile uğraşıyor. Saatlerce karanlık odada kalarak solarizasyon, çift pozlama, optik efektler, ışık ve gölge oyunları yapıyor. Eserlerinin temelinde kadın güzelliği yatıyor. Amerika’ya gittiğinde renkli fotoğrafçılarında öncülerinden biri olmayı başarıyor. Bu sergide bu verimli döneminin fotoğraflarını görüyoruz. Bu fotoğrafların çoğu başka yerde görülmemiş fotoğraflar. Çingene ailelerinin ve Amerikan yerlilerinin dansları ile ilgili serileri var. Bu sergi diğer avrupalı musevi fotoğrafçılar gibi ikonik bir çizgisi olan fotoğrafçının ayak izlerini takip ediyor.

Avangard Yaklaşımlar

Paris 1936-1938

EB in fotoğraf kariyeri ilk Amsterdam’da  başlıyor. Ticaret yaptığı deri ürünleri mağazasında müşterilerinin portrelerini çekmeye başlıyor. 1932 de dükkanın arka tarafında bulduğu bir körüklü fotoğraf makinesi ve bir karanlık oda sayesine fotoğraflarını banyo edip basıyor. Amsterdam’a gelen ressam Georges Rouault’un  kızı Genevieve çektiği fotoğrafları görüp çok beğeniyor ve  kendisine Paris’teki diş hekimi muayenesinde sergilemesini öneriyor. Böylece EB in şansı tersine dönüyor ve önünde kapılar açılmaya başlıyor. 1936 Ocak ayında Paris’e yerleşiyor ve orada önemli kişilerin portrelerini çekmeye başlıyor. Dar kadraj ve cesur kompozisyonları tercih ediyor. Çift pozlama ve soler,zasyon gibi tekniklerle kendisine farklı bir çizgi sağlıyor.

Çingeneler

Camargues 1928-32

EB profesyonel fotoğrafçı olmadan önce amatör fotoğrafçı olarak on yaşında amcasının Amerikadan getirdiği Box kamera ile fotoğraf çekmeye başlıyor. Bu fotoğraf makinesini başka fotoğraf makineleri de takip ediyor. Ailece yaptıkları Camargue  bölgesi seyahatinde çingenelerin hayatıyla ilgili bir seri hazırlıyor. Çingenelerin yaşamından çeşitli kesitler görüyoruz. Çingene çocuklarının ve kadınlarının fotoğraflarını çekiyor. Nötr, sade ve doğal arka planları  tercih ediyor. Daha sonra bu tür fonları Amsterdam’daki stüdyosunda da devam ettiriyor.

Denemeler ve Moda Fotoğrafçılığı

Paris 1938-39

Paris’e yerleştiği 1936’ ten itibaren Man Ray başta olmak üzere avant gardist sanatçılardan etkileniyor ve  çeşitli deneysel araştırmalara girişiyor. Kadın vücudu her zaman en önemli konusu. Aksesuarlar kullanıyor. Bunların başında ince tüller, mat camlar ve aynalar var. Kompleks ve gelişmiş ışıklar kullanıyor. Baskı sırasında sıkça makyaj uyguluyor. Çift pozlama, solarizasyon ve retikülasyon gibi tekniker kullanıyor. <Bana göre 20. yüzyılın en sihirli şeyi karanlık odadır< diyor. Çeşitli fotoğraf efektlerini kullanarak modellerini kimliksizleştiriyor ve abstaksiyona benzeyen görseller yaratıyor. Çalışmalarına hayran kalan ünlü İngiliz fotoğrafçı Cecil Beaton 1938’de kendisini Paris Vogue dergisinin baş editörüne tanıştırıyor. Hemen işe alınıyor.

Diktatör

Amsterdam 1903 Paris 1937

1933’te EB bir seri fotomontaj yapıyor Hitler’in yükselişine reaksiyon olarak diktatörün portresini kan gözyaşlarıyla boyadıktan sonra bir kafatası görüntüsünün üzerine çift pozlama ile ekliyor. Bu tarz kompozisyonları Berlinli dadaist John Heartfield’te yaptığından  benzeşiyorlar ama mesajlar farklı. Heartfield Marksist ve Hitleri kapitalizm ve endüstrializasyonun kuklası olarak göstermeye çalışırken ve Nazizmin eleştirisini yaparken  EB onu bir canavara benzetiyor ve Hitler’i ölümün enkarnasyonu olarak gösteriyor. 1937’de minotor ve diktatör adlı yapıtları var. Antik bir heykelin üzerine boğa kafaları yerleştirerek fotoğraflar çekiyor. Böylece mitolojideki boğa kafalı Minotoru göstermeye çalışıyor. Bu şekilde insandaki hayvan ruhunu göstermeye çalışıyor. Bu sembol daha sonra 20. yüzyılda ortaya çıkan bütün diktatörlerin vahşiliğinin sembolü oluyor.

İkinci Dünya Savaşı ve kamptan kampa

Fransa 1939 Fas 1941

1939’da New York‘a yaptığı bir seyahatten döndüğünde savaşın ilan edildiğini duyuyor.  Amerikada Harper’s Bazaar  dergisinde işe başlamıştır ancak  ama savaşın başlaması ile birlikte Fransa’da istemeyen yabancı ilan ediliyor ve çeşitli toplama kamplarında tutuluyor. 1940’ta Almanya doğumluların hepsi gibi Marmagne’a götürülüyor. Ardından Drome bölgesindeki kampa transfer oluyor. Daha sonra  Vernet d’Ariege  ve nihayet Lot bölgesinde Catuz-Cavalier’ye gönderiliyor.  Burada ailesiyle buluşup şehirde yaşamasına izin veriliyor ama evinde göz hapsine alınıyor ve orada 6 ay kalıyor. İyi ilişkileri sayesinde Amerika’ya bir vize temin ediyor ve Marsilya’dan  1941 de Monte-Vizo adlı gemiyle Fas üzerinden birkaç aylık yolculukla New York’a ulaşabiliyor.

Renkleri ve şekillerin özgürlüğün

New York 1941-1950

New York’a gelir gelmez gelmez Harper’s Bazaar takımına katılıyor. Buradaki moda dünyasında inanılmaz bir atak yapıyor ve öne çıkıyor. 1945’te Central Park’ta kendi stüdyosu’nu  kuruyor ve bundan sonraki on yıl boyunca Paris’te çalıştığı teknikleri burada uyguluyor. Çizgileri ve şekilleri basitleştiren özgün bir teknikle kendisine önemli bir yer yapıyor. Renkli fotoğrafın ortaya çıkışı  ile de kendisine yeni ufuklar açıyor. 1944’te EB Harper’s Bazaar’dan ayrılıyor ve  kendisine verilen reklam siparişlerini bağımsız olarak yapmaya başlıyor. Ancak kendine has özgün teknikleri, ticari dünya bunlara pek alışık olmadığından, bazı sanat direktörlerine kabul ettirmekte zorluk çekiyor. Diğer taraftan kişisel deneylere devam ediyor. Kadın vücudu yaptığı işlerde ön planda olmaya devam ediyor. Amerika’da giderek daha özgür çalışıyor  ve özgün işler ortaya koyuyor. Şekil, renk ve hareket arayışlarına bu dönemde de devam ediyor.

Sanatsal yaklaşımları

Paris 1930 New York 1950

Ölmeden önce yazdığı ve öldükten hemen sonra Jadis et Daguerre adlı otobiyografisi yayınlanıyor. Kendine has sözleri yazılı literatürde yerini buluyor. Aynı şekilde fotografik çalışmaları da kitaplaştırılıyor. Bazen ünlü tabloları yeniden yaratıyor. Bunu yaparken modellerinin ünlü tablolardaki görüntülere benzer hareketlerle bu eserlere göz kırptığı fark ediliyor.  Kariyerinin başındaki çektiği ikonlaşmış bazı fotoğrafları heykele olan hayranlığını gösteriyor. Ayrıca büyük ustalara olan hayranlığı nedeniyle ürettiği eserleri ile geleneksel sanatın içinde kalmaya çalışıyor.

San İldefonso

Meksika 1947

Meksika’daki bazı yerli toplulukların törenlerini fotoğraflayarak bugünlere taşıyor. Serginin son kısmında bunları izliyoruz. Bu fotoğraflar sayesinde San İldefonso’da yaşayan yerel topluluğun özel törenlerini de ilk defa görmüş oluyoruz. Bunlar eski ritüelik bayram kutlamaları. Dansçıları çok yakından çektiği için onların izni olduğunu da düşünmek mümkün oluyor. Bu topluluklardan Santa Fe’nin kuzeyindeki altı köyden biri olan  San İldefonso adı köy yaşayanların kendi dillerinde <Suyun geçtiği yer< olarak biliniyor. Bunlar 23 Ocak 1009 47’de çekilmiş fotoğraflar.

Bu önemli fotoğrafçıyı tanımak ve fotoğrafa yaklaşımını değerlendirmek hoş bir deneyim oluyor.

Paris’e yolu düşenler için;

mahJ

Hôtel de Saint-Aignan, 71 Rue du Temple, 75003 Paris

FOTOĞRAFIN ARTE POVERA İLE DANSI; “GÖZLERİNİ DEVİRMEK” SERGİSİ

FOTOĞRAFIN ARTE POVERA İLE DANSI; “GÖZLERİNİ DEVİRMEK” SERGİSİ

 

Mehmet Ömür

https://www.magzter.com/TR/Fotoğraf-Dergisi/Fotoğraf-Dergisi/Photography/?fbclid=IwAR26bhGUfj3-6EAZKsQTM8rD4dYsEKJidstgBvvkX7q8a8zkgZQ6COaXsRM

Paris’in önemli fotoğraf merkezlerinden Jeu de Paume, bir yıl önce kendi bünyesinde sergilediği “Gözlerini Devirmek“ adlı sergiyi önümüzdeki yıl Milano trienalinde de sergileyecek.

“Gözlerini Devirmek“ sergisi, 1960’li yılların İtalyan avangart sanatçılarının fotoğraf, film ve video aracılığı ile Avrupa toplumlarına yönelik kritik, hatta politik tepkilerini ortaya koyuyor. Sergiye fotoğrafın yanı sıra film ve videonun dahil edilmesinin, durağan ve hareketli görüntü arasındaki yakın akrabalık ilişkisinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Bu kritik yaklaşımın “Arte Povera” sanat akımı aracılığı ile yapılmasının da bir  tercih olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor. Arte Povera akımı 1967 yılında sanat tarihçisi ve eleştirmeni olan ve Covid salgının başında 79 yaşında Covid nedeniyle kaybettiğimiz “Germano Celant” tarafından ortaya atılmış bir sanat akımıdır. Celant, Pop Art’a tepki olarak ortaya attığı bu sanat akımını kendi kelimeleriyle şöyle tanımlıyor: “Arte Povera basit bir sanattır, anlık tesadüflere bağlı özgür ifade şeklidir, sanatı ve yaşamı birbirine yaklaştırır” Serginin dört penceresi var. Bunlardan Deneyim, İmge ve Tiyatro bölümleri Jeu de Paume da sergilenirken, Gövde bölümü ise, Paris’in Defense bölgesindeki “Le Bal” adlı sergi alanında sergilenmektedir. Bu bölümlerin her biri belirli bir kavrama gönderme yapıyor: “Deneyim” uzay ve zaman ilişkisine gönderme yaparken, “İmge” gerçekliğin yapı bozumuna, “Tiyatro” ise, ortamların doğasında var olan teatrallik boyutu yani dramatik, yapmacık ve abartılı olana gönderme yapmaktadır. “Gövde” bölümünde, kimlik sorunlarına ve “otör (auteur)” kavramına göndermeler yapılmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu sergi adını son Arte Povera sanatçılarından “Giuseppe Penone” adlı sanatçının “Gözlerini Devirmek” adlı aynı eserinden almaktadır.

Uzay ve zamanı deneyimleyin

1960’ların ortalarında birçok sanatçı; dünya ile daha doğrudan, keşfedici ve deneysel bir bağlantı kurmak için fotoğraf, film ve ardından videoyu kullanmaya başladı. Sanatçının dünyayla olan bu yeni ilişkisi çeşitli adlar aldı: Eylem, Davranış, Tutum, Deneyim ve benzerleri… Amerikalı filozof John Dewey’in “Deneyim Olarak Sanat” adlı eserinin İtalya’da güçlü bir etkisinin olduğunu söylemek gerekir. Sanat çevrelerinde deneyim, sanatçının çevresiyle olan ilişkisinin sonucu eylemi ve bu eylemin sonucu olarak tanımlanır. O dönemin İtalyan avangart sanatçıları için bu deneyim veya deneysellik, geleneksel çalışmaya karşı bir panzehir olarak görüldü. Yaratma sürecinin en az sonuç kadar önemli olduğu kabul edildi. Giovanni Anselmo’dan Giuseppe Penone’ye; Marisa ve Mario Merz’den Laura Grisi’ye fotoğraf ve hareketli görüntü, bu yeni düşüncenin ayrıcalıklı araçları haline geldi. Son derece çeşitli biçimler alan bu deneyler, hem fiziksel hem de metafizik bir boyutta; uzay, zamanın akışı, kameranın fiziksel ve doğal yasalarını da değerlendiren insanın, özellikle de sanatçının dünyayla olan ilişkisini sorgulamaktadır.

Kentsel tasarım

Fotoğrafçı Franco Vaccari, 1972 yılındaki Venedik Bienalinde “Fotoğraf, tefekkür değil, eylemdir” sloganını atmıştır. O yıllarda, yani 1960’larda  fotoğraf, film ve video kullanılarak kentsel kamusal alanlardaki grevler ve öğrenci hareketleri kayıt altına alındı. 1970’lerde sanatçılar şiddet kullanarak şehirleri ele geçirdi ve çeşitli eylemler yapıldı. Örneğin, Torino’nun kemerlerinde büyük bir gazete yumağı Michelangelo Pistoletto tarafından itilerek aşağı doğru yuvarlandı ve bu eylem Ugo Nespolo tarafından filme alındı. Mario Cresci ise, fotoğraf filmlerinin bobinlerini açarak film şeritlerini Roma sokaklarına saçtı. Franco Vaccari, İtalya’nın ortak portresini oluşturmak için fotoğraf kabini Photobooth’u kullandı. Tüm bu eylemler sanat ile toplumu bir araya getirme çabalarıdır. Sanatı ve yaşamı bölümlerine ayırmaya yönelik başka girişimler, tarihi kentlerde çeşitli olaylarla ortaya konulmaya çalışılmıştır.  Jeu de Paume’daki bu sergide, avangart fotoğrafçı Ugo Mulas’ın 1969 da Como’da düzenlediği “Campo Urbano” adlı eseri, serginin en çarpıcı eserlerinden biri olarak karşımıza çıktığını da ayrıca belirtmek gerekir.

Medya

Piero Manzoni, “Kültürümüz tamamen değişti. Sorun sadece farklı görmek değil, tamamen başka şeyler görüyoruz. Bir sanatçı ancak kendi zamanının materyallerini, düşüncelerini ve formlarını kullanabilir” savını ortaya koymuştur.  Piero Manzoni, 1960’lı yıllarına başında fotoğraf ve film kullanarak, reklamcılık ve basın aracılığıyla eylemler yapmış eserler üretmiştir. Bundan sadece birkaç yıl sonra, fotoğraf, film ve video kullanan arte povera sanatçılarına belirsiz bir statü atfedildiğini gözlemliyoruz. Ancak, bu sanatçıların toplumla ilişkileri, teknolojik zenginliklere sahip olmaları ve benzeri nedenler, onlara şüpheli gözle bakılmaya başlanmasına yol açtı. Bununla birlikte varsayılan tarafsızlıkları, gerçeği nesnelleştirme kapasiteleri, gelip geçici olanı yakalama özellikleri, tekrarlanabilirlikleri, kullanım basitlikleri ve görünürdeki bayağılıkları, onları sanatsal açıdan yeterli kılınmasına ve kabul görmesine de yol açtı. Bu nedenle, Michelangelo Pistoletto’dan Alighiero Boetti veya Emilio Prini’ye kadar pek çok sanatçı fotoğrafı ve medyayı sadece araç olarak değil ama farklı düşüncelere öncülük etmek iciçn kullanmaya başlayarak  dünya algımızı kökten dönüştürdü.

Ortamları yeniden gözden geçirmek

Fotoğraf ve hareketli görüntü, resim ve heykel gibi geleneksel sanatlar, analiz etmek, yapısını bozmak, eseri yeniden yapılandırmak ve bazen de genişletmek için kullanılmaktadır. Michelangelo Pistoletto’nun ayna resimleri sadece fotoğraf ve resmi değil, aynı zamanda hareketli görüntüleri de çağrıştırmakta, Resim ve heykellerden medya dünyasına geçişi sağlamaktadır. Aynı yıllarda Giulio Paolini, fotoğraf aracılığıyla sanatı ve resmin bileşenlerini analiz etmeye çalışmış, Carlo Alfano ise kendi resimlerini klasik ikonografiye göndermeler yapmak suretiyle ve fotoğraflar aracılığıyla gerçeklikle beslemeyi başardı. Yer değiştirmeler, ödünç almalar (apropriasyon), melezleştirmeler yoluyla uygulamalar ve ortamlar yeniden tanımlandı.

Fotoğrafın Yapıbozumu

1968’den başlayarak,1973 yılındaki ölümüne kadar, önemli bir avangart fotoğrafçılardan biri olan ve Arte Povera’nın birçok sanatçısına yakın olan Ugo Mulas, “Le Verifiche (Doğrulamalar)” adlı serisini üretmişti. Metinlerin eşlik ettiği bir dizi görüntüde Mulas, fotoğraf ortamının özgünlüğünü neyin oluşturduğuna dair bir fikir vermektedir. Karşılaşmalar, eleştirel okumalar ve yazarının pratiği ile beslenen Le Verifiche, fotografik görüntünün boyutu ile; zaman, mekan, dil ve insanla olan özel ilişkisini vurgulamaktadır.  1970’lerin başlarından itibaren sergilenen, çoğaltılan ve hakkında yorum yapılan Le Verifiche, İtalyan fotoğraf sahnesinde önemli bir rol oynamıştır. Napolili fotoğrafçı Mimmo Jodice’e göre, Mulas’in bu serisi görüntünün kurgulanmış ve yapay doğasını hatta maddi gerçekliğini vurgulamaktadır. Luigi Ghirri, 1970’lerdeki çalışmalarının çoğunu, bir görüntünün görüntüsü ve bir çerçeve içindeki çerçeve kavramı etrafında tasarlayarak sürdürmüştür.

Tiyatro

İtalya’da 1960’ların ikinci yarısında, Torino’dan Napoli’ye ve Roma’dan Cenova’ya kadar yeni mekanlar ve yeni sergi türleri ortaya çıkarken,  yaratıcı süreç stüdyolardan galerilere taşındı. Bu mekanlara, sergi süresince halkın katılımını da sağlayan eserler yerleştirildi. Bu yeni sergi alanları, fotoğrafçılara ve kameramanlara, yeni eserler yaratmak için olağanüstü motivasyon sağladı. Claudio Abate’den Ugo Mulas’a ve Paolo Mussat Sartor’a kadar, Arte Povera ile temas halinde olan bir fotoğrafçı kuşağı, belgesel imgeleri terk edip yerine avangart yaklaşımla farklı imgeler oluşturmaya başladılar. Bu nedenle fotoğraf, bazen bir eserin veya bir ikonun, hatta geçmiş bir eylemin tek tanığı olmaya başladı. Bunların yanı sıra sanatçılar; oynar, kullanır, eserini harekete geçirir, dramatize eder ya da tam tersine gizemini ortadan kaldırır şeklindeki yaklaşımlar kabul görmeye başlarken, video ve film ise bu yaratıcı sürece eşlik eder veya tam merkezi haline gelme sonucunu doğurmuştur.

Yaşayan Tablolar

Luigi Ontani, 1970’lerin başında şöyle demiştir: “Ressamlık hayatımı ve resim performansımı unutulmak için değil; sanat tarihini, masalını, mitolojisini, alegorisini, folklorunu, ikonolojisini canlandırmak adına seçtim. Olup bitenlerle hiç ilgilenmedim. Beni ilgilendiren, düşüncenin işgal ettiği alandı.” İşte bu döneme bir nevi terörizm egemen olmuş,  sosyal ve politik söylemlere güven tamamen kaybolmuştur. Arte Povera fotoğrafçıları bu ortamda alegorik ifade biçimleri yarattılar. Tarihsel referanslardan yola çıkarak, alıntılara başvurarak, sanatın gelip geçici bir eylem olduğu düşüncesinden vazgeçen bu kuşak, çok duyarlı bir şekilde fotoğraf olsun resim olsun bir imgeyi yeniden canlandırmayı amaçladı, bir tür teatrallik yaratmaya çalıştılar. Bu bağlamda Michele Zaza, Michelangelo Pistoletto, Vettor Pisani ve Elisabetta Catalano, motifleri ve tarihsel referansları yeniden yorumladılar. Bazen de, Man Ray ve Marcel Duchamp gibi imge ve metni karıştıran daha anlatısal bir yol arayışına girdiler.

Tüm bu eserleri, Jeu de Paume’da 29 Ocak 2023 tarihine kadar izlemek mümkün. Fotoğraf öylesine derin bir konu ki her yazımızda ona başka bir pencereden baktığımızı fark ediyoruz. Gözlerimizi devire devire bu dipsiz kuyuyu inceliyor ve mutlulukla ilerliyoruz. Fotoğrafa hangi boyutta olursa olsun, ister sanatsal, ister belgesel, ister teknolojik ister akademik emeği geçenlere selam olsun!

Auteur teorisi, François Truffaut tarafından 1954 yılında yazılan bir makalede ortaya atılan teoridir. Teoriye göre iyi ve kötü filmlerin olmadığı, iyi ve kötü yönetmenlerin olduğu savunulmaktadır. Bu teori yönetmenleri ressamlara, film ekibini de bir nevi boyaya benzetmektedir. Vikipedi

Ripple Marc; İzlanda’da abstre fotoğraflar

Ripple Marks

2010 yılında ilk İzlanda seyahatimden sonra bir gün batımı sırasında yerden 50 cm yükseklilkten çektiğim fotoğraflar bir abstre fotoğraf albümüne dönüştü.

Yıllar sonra tecrübeli bir fotoğrafçı olarak incelediğimde hiç de küçümsenecek bir fotoğraf kitabı olmadığını düşünüp burada küçük bir tanıtımını yapayım istedim.

Kitaptaki kısa metinleri buraya taşıdım. Tabii ki içindeki abstre fotoğraflardan örnekler de buraya geldi. Umarım hoşunuza gider.

 

Kitap 2010 yılında Blurb tarafından basıldı. Kitabın aşağıdaki linkten ön izlemesini yapabilirsiniz.

https://www.blurb.com/b/1654670-ripple-marks

 

 

 

 

İzlanda’ya yaptığı seyahat sırasında nefes kesici İzlanda manzarası, Mehmet Ömür’ü durgun küçük bir dere yatağında harika sürprizlerle karşıladı. Maelifellssandur (Enlem: 63,5°, Boylam: 19,1°) adlı bölgede Omur, dalgalanmanın büyülü şekillerini yakalayacak kadar şanslıydı. İşaretler doğanın bizler için hazırladığı pek çok sürprizden biriydi ve  o güzel günde günbatımıyla birlikte ortaya çıktı. Kitaptaki bu harikulade şekiller, sanatçının doğadan gelen örnekleridir. Ömür, hayal gücümüzün sınırlarını aşmak için her fırsatı değerlendirmeye hazır, tam donanımlı bir sanatçıdır.

Mehmet Ömür 1951’de İstanbul’da doğdu. Fotoğraf çekmeye 70’lerin başında Kodak instamatic 100 fotoğraf makinesiyle başladı. Ancak bir KBB cerrahı olarak yoğun cerrahi pratiği, fotoğrafçılığa istediği kadar zaman ayırmasına izin vermedi. Dijital çağla birlikte tekrar fotoğrafa  geri döndü. Bugüne kadar  hem İstanbul’da hem de Paris’te birçok kez eserleri sergilendi.

İzlanda Soyut Fotoğraflarında Dalgalanma İzleri (Ripple Marks)

 

GİRİŞ YAZISI

“Doğadaki her şeyde harika bir şeyler vardır”

-ARİSTO

Tarih boyunca insan çabası, akranları arasında ikon haline gelen figürler üretti. Mehmet Ömür, eseriyle bu kitapta dehasının inanılmaz izini bırakıyor.

Doğa özgünlüğü temsil eder. Ancak çoğumuz bilinçsizce etrafımızdaki her şeyin bizim gördüğümüz gibi olduğu yanılsamasını yaşarız. Eğer yapabilirsek

bilinçaltını açığa çıkarıp ve farkındalığa izin verin, o zaman  görebildiğinizi fark edeceksiniz.

Mehmet Ömür’ün yaptığı gibi aldatmaca…

Serhat Totan

 

During his last expedition to Iceland, the breathtaking Icelandic landscape awarded Mehmet Omur with a wonderful surprise in the form of a languid little river. In the region called Maelifellssandur (Latitude: 63.5°, Longitude: 19.1°), Omur was fortunate enough to capture the magical shapes of the ripple marks; one of the many surprises which nature keeps in store for us was unveiled on that beautiful day just by the sunset. These marvelous shapes in this book are exquisite examples of the artist’s spontaneity. Omur is a fully equipped artist who is ready to use any opportunity to go beyond the limits of our imagination.

Mehmet Omur was born in Istanbul in 1951. He began to take photographs in the early 70’s with his Kodak instamatic 100 camera. However, his intense surgical practice as an ENT surgeon did not allow him to commit as much time to photography as he would have liked. He has come back to the scene again with the digital era. His works have been exhibited several times both in Istanbul and Paris in the last ten years.

Ripple Marks in Iceland Abstract Photographs

 

“In all things of nature, there is something of the marvelous”

-ARISTOTLE

Throughout history human endeavor has generated figures that became icons among their peers. Mehmet Omur with his work-of-art, leaves an incredible mark of his genius in this book.

Nature represents authenticity. However, most of us unconsciously choose to

live under the illusion that everything around us is as we see it. If we can

unveil the unconscious and allow ourselves to become aware, then we can see

the deception as Mehmet Omur does….

Serhat Totan

 

 

 

 

 

 

 

Kadın Savaş Fotoğrafçıları

Ukranya-Rusya savaşının yoğun gündemde olduğu şu günlerde Paris’te savaş fotoğraflarıyla ilgili sergiler açılıp duruyor. Bunlardan bana göre en önemlisi “Kadın savaş fotoğrafçıları Sergisi ”. Diğeri  Askeri müzede “Savaş fotoğrafçılığı“ ve nihayet efsane fotoğrafçı Steve McCurry’nin Maillol müzesindeki büyük retrospektifi. McCurry ‘nin fotoğraflarının en az yarısı savaş bölgelerinden oluşuyor. Dolayısı ile onu da Paristeki savaş fotoğrafı sergileri arasında saymayı yeğledim. “Kadın savaş fotoğrafçıları Sergisi ” sergisinde  1930’lar ve 1940’lardan başlayıp bugünlere kadar son 80 yılın savaşlarını ele alan 8 kadın fotoğrafçının 80 fotoğrafını izliyoruz. Hiç görülmemiş, az görülmüş ve ikon fotoğraflardan oluşan bu nefes kesici sergi Paris’te Danfert-Rochereau meydanındaki Liberation müzesinde oldukça uzun bir süre, 31 Aralık 2022 ye kadar görülebilecek. Önce Almanyada sonra İsviçrede sergilenen bu fotoğraflar cinsiyet klişelerinden çok uzak ve insani bakış üzerinden ilerliyor. 

Lee Miller (1907-1977), Gerda Taro (1910-1937), Catherine Leroy (1944-2006), Christine Spengler (1945), Françoise Demulder (1947-2008), Susan Meiselas (1948), Carolyn Cole (1961) ve Anja Niedringhaus (1965-2014) bizi kadınların bakışıyla mı yoksa şiddetin evrenselliği ve savaşın sonuçlarıyla mı karşı karşıya getiriyor? İşte bu soruyu soruyoruz sergiden çıkarken. Oysa sorunun  cevabı çok net! Bu fotoğrafçılar bize savaşın vahşetini zavallı insanların çektikleri çileleri gösterip bizi uyarmak istiyorlar. Doğrudan savaşın vahşeti ile karşı karşıya olduğumuzu fark ediyoruz.

Sergi, bu sekiz kadının fotoğraflarını öne çıkararak ziyaretçiyi savaşın şiddetine dair ortak bir bakış açısıyla karşı karşıya getiriyor.

Savaş muhabirini daha çok  takdir edilen, sağlam, cesur, yalnız bir kişi olarak görmek isteriz. Hatta onu erkek bir fotoğrafçı olarak görme eğilimindeyizdir.

Savaş fotomuhabirliğinde kadınlar nerede durur?

19. yüzyılın ortalarında fotoğrafın doğuşundan bu yana, fotoğraf eğitimi ve akredite edilme konusunda kadınlar geri bırakılmışlardır.

Alman Anja Niedringhaus (1965-2014), Balkan savaşını izlemek için patronuna altı hafta boyunca hergün bir mektup gönderdi. Nihayet izin aldı beş yıl Saraybosna’da kaldı. Ardından Ortadoğu ve Afganistana gitti. Anja 2002 yılıda Associated Press’e için çalışmaya başlamış ve daha sonraları ülkemize de gelmiştir.

Afganistanda 2014 yılında savaş sırasında pisi pisine psikopat bir polis tarafından vurularak öldürülmüştür.

Gerda Taro (1910-1937), İspanya İç Savaşı sırasında cepheye ilk ulaşanlardadır. Kendisi 27 yaşında Paris’te yaşayan Yahudi bir mültecidir. Cumhuriyetçi birliklerin Madrid’den çekilmesini belgelerken bir tankın tarafından ezilerek hayatını kaybetmiştir. Genç yaşında ardında savaşın insani yanını yakalayan fotoğraflar bırakarak yaşamdan ayrılmıştır.

21 yaşında Vietnam Savaşı’nı fotoğraflamaya  cebinde tek yön bilet ve 100 dolarla yola çıkan Fransız Catherine Leroy (1944-2006) ise  mesleğine tutkuyla bağlı bir fotomuhabirdi. Çenesi şarapnel tarafından kırıldı. Değişik cephelerde yakalanıp serbest bırakıldı ama hiçbir şey onu yıldırmadı, her seferinde  cepheye geri dönüdü. Ardında çarpıcı derecede gerçekçi fotoğraflar bıraktı. 

Savaş fotoğrafçılığı sadece bir erkek işi değildir. Dünya Kadın Hakları Günü’nde, kadınların da savaştığını ve cepheye giderek erkekler gibi fotomuhabirlik yaptıklarını hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. da medyada yer almak için cepheye gittiklerini hatırlamakta fayda var. Birçok kadın fotoğrafçı küresel krizleri, çatışmalardan etkilenen insanları göstererek toplumları uyarmaya ve şavaşları engellemeye çalıştılar.

Bu sergi, seçilmiş sekiz fotoğrafçı üzerinden 1936 ve 2011 yılları arasında kadınların çatışmalar sırasında görüntüledikleri anların izini sürüyor: Gerda Taro, Lee Miller, Catherine Leroy, Christine Spengler, Françoise Demulder, Susan Meiselas, Carolyn Cole ve Anja Niedringhaus; Bu kadınların hepsi yaşadıkları dönemlerde bir dönem tanındılar. Gerda Taro İspanya İç Savaşı’nı, Lee Miler İkinci Dünya Savaşı’nı, Catherine Leroy ve Christine Spengler Vietnam, Kamboçya ve İrlanda’daki savaşları, Françoise Demulder Kamboçya, Angola, Lübnan, Irak’taki çatışmaları, Susan Meiselas Nikaragua ve El Salvador’daki savaşları fotoğrafladı. Carolyn Cole ve Anja Niedringhaus, Irak ve Afganistan’da olan bitenleri gösterdi.

“Kadın savaş fotoğrafçılarının erkek meslektaşlarından farklı bir bakış açısı var mı?” sorusu hep gündeme gelir. Bunun cevabı en azından savaş fotoğrafçılığı açısından  “Hayır”dır. Çünkü fotoğrafçılık mesleği  kadın erkek ayırmadan savaş bölgesinde fotoğraf çekmeyi gerektirir. Ancak  kadınların belirli çevrelerle özellikle kadınlarla ve çocuklarla daha kolay iletişim kurdukları düşünülebilir.

Kadın fotoğrafçılar çatışmalarda hem tanık hem de aktördürler, bazen de maalesef kurbandırlar.

Kadın fotoğrafçılar erkeklerin karşılaştığı bazı engelleri kaldırarak, bazen daha samimi fotoğraflar yakaladılar diyebiliriz ama bunun objektif bir kıstası yoktur tabii ki. Ukranya-Rusya savaşının gündemde olduğu şu günlerde savaş fotoğrafçıları göçmenleri, sivil mağdurları, acı çeken askerleri dünyaya göstermektedirler.

Bu yaptıkları işin önemi ve etkisi tabii ki zaman içinde çeşitli etkenler nedeniyle değişmekte azalıp çoğalmaktadır. Bazı fotoğrafların toplumları harekete geçirerek savaşların sonlanmasına neden olduğu yakın geçmişten çok iyi hatırlanmaktadır.

Sergi 8 ayrı bölümde geziliyor. her fotoğrafçıya 10 kadar fotoğrafını sergilediği bir bölüm ayrılmış. İç içe geçen bu bölümleri gezerken insan duygulnamaması etkilenmemsi mümkün değil. Savaştan nefret etmenize, tüylerinizin diken diken olmasına neden olan fotoğraflar görüyorsunuz. Bunlardan bazılarını buraya taşıdım. Bunlar arasında en çok beğendiğimi sorarsanız; Carolyn Cole’un yaralı filistinlinin hastaneye götürülürken çektiği ölüm anı fotoğrafıdır. “Bütün hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti,” sözünü aklıma getiren bu fotoğrafın gerçekçiliğinden çok etkilendiğimi söyleyebilirim.

Savaşın vahşetine nasıl tanıklık edilir? Ziyaretçi, sergilenen fotoğraflar arasında, bu soruyu yanıtlamak için bir çok fotoğraf görüyor. Bunlar arasında savaş sırasındaki günlük hayattan insanların samimi bakışları, vahşet görselleri, savaşın saçmalığına ve sonuçlarına yapılan göndermeler de var. Bu fotoğraflar, savaş alanında ve cephe gerisinde gerçekte neler olduğunu herkese açık bir şekilde göstermeye çalışıyor.

İsterseniz biraz da serginin kadın savaş fotoğrafçılarını inceleyelim. 1907 doğumlu Amerikalı Lee Miller, kariyerine model olarak başladı. 1930’ların sonunda Paris’te Man Ray asistanlığını yaptı, ardından New York’ta önce kendi stüdyosunu açtı. Vogue dergisi kendisini işe aldı. 1942’de Amerikan ordusunda akredite savaş muhabiri oldu ve savaşın bitişini herkesten önce yakaladı. Toplama kamplarını ilk haber yapan gazetecilerden oldu.

Gerda Taro 1910 yılında Almanya’da doğmuş, 1933 yılında Paris’e göç etmiş bir fotoğrafçıdır. Robert Çapa ile çalıştı ve fotoğrafçı oldu. Fransız komünist basını için Capa ve Seymour ile 1936’da İspanya İç Savaşı izlemeye gitti. Temmuz 1937’de Brunete’de bir tank tarafından ezildi ve öldü, muhtemelen cephede öldürülen ilk kadın savaş fotoğrafçısıdır.

Paris’te doğan Catherine Leroy, 1966’da basın fotoğrafçısı olarak akredite oldu ve 1969’a kadar Vietnam savaşı’nı izledi; 1968’de Vietkonga tutsak oldu. Ardından Lübnan’daki çatışmayı fotoğrafladı. Catherine Leroy, 1976’da Robert Çapa Altın Madalyasını alan ilk kadın fotoğrafçıdır.

Christine Spengler dil eğitimi aldıktan sonra savaş fotoğrafçısı olarak Çad’a gitti. Kuzey İrlanda, Vietnam’da ve Kamboçya’da, Batı Sahra’da, Orta Doğu’da, Afganistan’da, Irak’ta birçok çatışmayı fotoğrafladı. Corbis Sygma, Gökşin Sipahioğlu’nun Sipa press’inde ve Associated-Press’de çalıştı.

Françoise Demulder, savaşı fotoğraflamak için Vietnam’a gitmeden önce felsefe okudu. Gama ajansı için çalıştı. Daha sonra Kamboçya, Angola, Lübnan ve Irak’a gitti. 1977’de Dünya Basın Ödülü’nü alan ilk kadın fotoğrafçı oldu.

Amerikalı Susan Meiselas, görsel sanatlar bölümünden mezun oldu. Magnum ajansına katılmadan önce Amerika’da kadınlar üzerinde birkaç seri fotoğraf çalışması yaptı. Güney Amerika’da, Nikaragua, El Salvador’daki çatışma bölgelerinde çalıştı ve 1979’da “Robert Capa” Altın Madalyası ile ödüllendirildi.

Carolyn Cole, Amerika Birleşik Devletleri’nde foto muhabirliği okudu. Çeşitli gazetelerde fotoğrafçı olarak çalıştıktan sonra 1994 yılında Los Angeles Times ekibine katıldı. Kosova’da savaş muhabirliği yaptı, ardından Afganistan ve Irak’taki savaşları fotoğrafladı. Liberya’dan yaptığı haber nedeniyle Pulitzer Ödülü’nü aldı.

Alman Anja Niedringhaus ve felsefe ve gazetecilik eğitimi aldı. 1990’da European Pressphoto Agency tarafından işe alınan ilk kadın fotoğrafçı oldu. 2002 yılında Associated-Press için çalıştı. Yugoslavya, Irak, Orta Doğu ve Libya’ya da fotoğraf çekti. 2014 yılında Afganistan’daki çatışmalarda öldürüldü.

“Savaşın Kadın Fotoğrafçıları” sergisi, 31 Aralık’a kadar Paris’teki Musée de la Liberation’da devam edecek.

Serginin posterinin fotoğrafı Christine Spengler’in “Phnom Penh’in Bombalanması” adlı fotoğraftır. Onu da buraya alalım. Christine Spengler haklı olarak, “Kadın bakış açısı diye bir şey yoktur” diyor. Sergi, kadının erkek eğemen bir ortamdaki yerinden çok, bu fotoğrafçıların kendi zamanlarına bakışını göstermeye çalışıyor. Filmden dijitale, Avrupa’dan Afrika’ya, çok değişik fotoğraflarla sanki bizi çok derin bir yerimizden yakalamaya çalışıyor. Başlangıçta sıradan bir sergi ile karşılaşacağımı düşünürken tam tersine son yıllarda en etkilendiğim sergilerden birii ile karşı karşıya olduğumu fark ettim.

Christine Spengler’in en ünlü fotoğrafı Phnom Penh’in Bombalanması, serginin afişi olarak kullanılıyor. Birçok çatışmaya imza atan 77 yaşındaki fotoğrafçı, bu fotoğrafın öyküsünü şöyle anlatıyor.

Bu fotoğraf bence apokaliptik bir fotoğraftır. “Bu fotoğrafı çektiğimde öğlen saatleriydi”. Ama gökyüzü o kadar siyah, atmosfer o kadar ağırdı ki fotoğraf geceden fırlamış gibi görünüyordu. sahne o kadar gerçekti ki ön tarafa yığılmış cesetleri kadraja almamayı tercih ettim.

Christine Spengler, Associated Press için 1975’te Kamboçya’daki Phnom Penh’e gönderilir. Bir pazar günü elinde kamerayla dışarı çıkmak üzereyken tüm fotoğrafçılar ona pazar gününün ordular arasında gizli bir anlaşma günü olduğunu ve dinlendiklerini fısıldarlar. Mesleğe yeni başladığından ve meraktan dışarı çıkar ve şehrin dışı taraflarına gider.

Christine Spengler şöyle devam eder;

“Birdenbire gökyüzü karardı ve yirmi dakika boyunca Phnom Penh’in merkezine 220 mermi düştü. Kızıl Kmerler şehri ilk kez bombaladılar. Ve ben bu bombalamanın öncesinde, sırasında ve sonrasında oradaydım. Bu duman tüten harabelerden sadece iki kare tuttu, işte bunlardan biri serginin posteri olan “Phnom Penh’in Bombalanması” fotoğrafıdır.

Christine Spengler kardeşi ile birlikte Çad’da İsyancılar tarafından yirmi üç gün esir alınır. Kurtuldukları gün, iki askerin el ele cepheye gittiğini görür. Kardeşinin Nikon’unu alır ve anı yakalar. Yeni bir meslek keşfetmiştir.

“Her zaman mazlumların yanında olmayı istiyorum”

“Bir resmin bin kelimeye eşit olduğu doğru değil. »

“Bir resmin bin kelimeye eşdeğer olduğunu söylemek yanlıştır. Bombardıman fotoğrafında  çığlıklar, kokular, yaralıların çığlıkları, dumanlar içinde büyüyen atların kişnemeleri eksiktir. Daha sonra, fotoğraflayamadığım her şeyi yazmaya karar verdim. Bu yüzden Savaşta Bir Kadın adlı otobiyografimi yazdım. Bu kitapla çığlıkları ve kokuları da anlatmak istedim. »

Son olarak “Phnom Penh’in Bombalanması” fotoğrafı Paris’in dört bir yanına serginin afişi olarak asılırken Spengler bir posterin altında “tüm teçhizatıyla sokakta bir kadın” gördü. Kadının fotoğrafını çekti. facebook hesabında yayınladığı bu  fotoğraf  Ukraynalıları da bombalar altında ve evsiz olarak düşünmesine neden oldu. Sergi ziyaretleri serimize önümüzdeki sayılarda da devam edeceğiz.Kadın Sava

Arles; Yine, Yeni, Yeniden

ARLES; YİNE, YENİ, YENİDEN

ARLES BULUŞMALARI MUTLAK VAROLUŞ İHTİYACIMIZI YANSITIYOR

Mehmet Ömür

 

Arles Fotoğraf festivalinde çektiğim bir kaç fotoğraf ile oluşturduğum sunuma şu link üzerinden ulaşabilirsiniz.

https://www.facebook.com/585068569/posts/pfbid04Tpnc3eJDHoikzxVUbvvYZE8ztrPjKHU6NDG7J5M5jEK3KXwc9Y6jBqY2sS7eWnJl/?d=n

 

Arles fotoğraf buluşmaları her fotoğraf severin yaşamında en az bir kez gidip görmesi gereken büyük bir fotoğraf festivali. Ama öyle bir iki günde gidip döneceği tarzda bir festival değil bu. Fotoğrafçının en azından bir hafta kalarak gerçek anlamda fotoğrafı sanatını, Arles ve Provence bölgesini yaşayarak deneyimlenmesi gereken dünyanın en büyük fotoğraf festivali. 24 saat fotoğrafı yaşadığınız bu ortamda yer gök fotoğraf ve fotoğrafa dair aklınıza ne geliyorsa!

Bu benim 5. ci gelişim, daha önceki Arles fotoğraf festivali deneyimlerimi yine bu sayfalarda paylaşmıştım. Bu yıl basın akreditasyonum gelince 2 yıllık pandemi sonrası festivali ne halde bulacağımın merakı ile açılış haftasında yerimi aldım. Ne yazık ki Arles şehri içindeki oteller bir yıl öncesinden dolu olduğundan ancak 10 km ötedeki sevimli bir köyde doğanın içindeki bir otelin son odasını alabildim. Bu da Arles içindeki her akşam gece yarısı hatta sabah saatlerine kadar devam eden fotoğraf etkinliklerine katılmamı zorlaştırdı.

Festival eski zenginliği ve hareketliliği ile aynen devam ediyor. Fotoğrafçı Lucien Clergue tarafından kurulan festivalin bu yıl 53.cüsü yapılıyor. Geçen yıl pandemiye rağmen 110 bin kişinin geldiği normalde 50 bin kişinin yaşadığı Arles’daki bu festivale bu yıl daha çok katılımcı bekleniyor. Etkinlikler yıldan yıla çevredeki köylere de yayılıyor ve Grand Arles Express adını alıyor. Avignon, Aix en Provence ve Marsilya’ya kadar uzandığı oluyor.  Bu Fotoğraf şenliğinde yön veren slogan “Görünen ve görünmeyen”. Festivalin yeni başkanı Christoph Wiesner kadın fotoğrafçıları ve yeni fotoğrafçıları öne çıkarmayı yeğlemiş. Burada sanat ortamlarında son yıllardır hep gündeme gelen “Sanat ortamında kadın sanatçıların ne kadar az temsil edildiği” konusu yönlendirici olmuş. LGBTve Q konusu da oldukça ön planda yer alıyor Arles festivali bünyesinde.

Festivalde şehirdeki onlarca sergi yapan galerinin dışında önemli büyük tarihi binaların içinde 40 dan fazla  resmi sergi alanı var. Günlük veya haftalık “pass” kartlar alarak istediğiniz kadar gezebiliyorsunuz. Festival temmuz, ağustos ve eylül ayları boyunca devam ediyor. Fotoğraf festivali dediğime bakmayın bu üç ay boyunca Arles’da fotoğrafçıların dışında  önemli veya daha az önemli çok sayıda şair, yazar ve görsel sanatçıya rastlayabilirsiniz. Onlarla iletişim kurmakta oldukça kolay. Merhaba demeniz yeterli oluyor. Festivalin asıl adı da Arles karşılaşmaları. Ben de bundan 5 yıl önce küçük bir sokakta Joel Meyerowitz ile karşılaşmış bir süre sohbet etmiştim. Sokakta karşılaşmadıklarınızı da akşam milattan bir yüzyıl önce inşaa edilmiş Arles amfi tiyatrosunda dinleyip eserlerini ekranda izleyebiliyorsunuz. Bugüne kadar kimler konuk olmadı ki Nan Geldin, Sabine Weiss, Willy Ronis, Robert Doisneau, André Kertész, Lee Friedlander, Martin Parr bunlardan bazıları.

Kadın sanatçılar denilince  “Avangard feministler” Makina Atölyesinde sergileniyor. 1970 – 1980 arası kadın sanatçıların kadının sosyal ve özel yaşamdaki yerini irdeleyen 72 kadın sanatçının eserleri var bu sergide. Bu eserler Avusturya şirketi Verbund’un özel koleksiyonundan gelmiş

2 Kadın fotoğrafçı ön plana çıkarılmış. Babette Mangolte ve Manhattan’ın şaman sanatçısı Bettina Grossman. Çok önemli savaş fotoğrafçısını Lee Miller’in manken ve fotoğrafçı yönlerini gösteren kişisel sergisi Van Gogh merkezinde. Arkasında 60 bin negatif bırakan, Paris’e ilk giren savaş fotoğrafçıları arasında yer alan ve Hitlerin banyosundaki kendisini yıkanırken çektiği efsane fotoğrafı ile tanınan Lee Miller fotoğraf dünyasının renkli simalarından. Başka bir önemli kadın savaş fotoğrafçısının da geniş bir kişisel sergisi vardı. Susan Meiselas Arles elleriyle çalışan kadın serilerinin video enstalasyonları ile Arles’a gelmiş. Nikaragua’da 1979 da çektiği el bombası atan Sandinist gerilla fotoğrafı yoktu sergide.

Kadın fotoğrafçılardan Cindy Sherman, Martha Wilson ve Orlan ise kitaplarıyla süslüyorlardı Arles kitapçılarını.

Fotoğraf Kitap Fuarı;

Arles fotoğraf kitapları fuarı ise ayrı bir alemdi. Arles’daki kitapçıların hepsi ağırlıklı olarak fotoğraf kitapları satıyorlar ama kitap fuarı ayrı bir konsept dünyanın her noktasından gelen yayınevleri binlerce fotoğraf kitabının Festivalin kendilerine gösterdiği 4 önemli alanda sergiliyorlardı. Bu konuyu biraz daha açmak istiyorum. France PhotoBook adlı kuruluş organizasyonu üstlenmiş. başlıca noktaları Capitol ve Saint-Charles koleji. Maalesef tüm festival boyunca durmayacak sadece açılış haftasında açık. Fransa’dan 26 yayınevi, dünyadan da onlarca yayın evinin katıldığı bir etkinlik bu fuar. Fuarın başkanı 10-15 sene öncesine göre kitap satın alan meraklıların sayısının artmadığını ama üretimin arttığını söylüyor. Litvanya fotoğraf derneğinin de çok sayıda kitapla temsil edildiği bu fuarda ülkemizde üretilmiş kitap, yayınevi ve dernek görememek beni üzmedi desem yalan olur. Ancak fotoğrafçılık ve fotoğraf baskısı konusunda iyi bir yerde olduğunu düşündüğüm ülkemizin Arles da sergi, etkinlik vs konularında da temsil edilememesini daha çok ekonomik ve benzeri konulara bağlamak geliyor içimden. Festival sırasında Aslı Türker’in Arles’ın  Sainte Marie de la Mer adlı sahil kasabasında Çingeneler üzerine yaptığı çalışma sonunda çıkardığı kitap ve Taylan Aygun adlı sanatçının ipek üzerine baskılarını görmek hoş oldu. Dilerim yolları açık olsun.

Fotoğraf kitapları konusunda bir kaç ödül dağıtılıyor festivalde. Festival 3 tane 6 bin euroluk ödül, LUMA Vakfı bir tane 25 bin euroluk ödül dağıtıyor. Bu ödülleri kazananların birkaç yıl sonra Arles’da sergi açtıklarına da şahit oluyoruz ki bu da bana doğal geliyor.

Ödüller, sponsorlar;

Bu kadar önemli bir festivaliniz varsa partner bulmakta kolaylaşıyor anlaşılan. Fransa ve dünyanın en paralı şirketlerini yanınıza alabiliyorsunuz. BMW, Louis Roederer şampanyaları, Pernod Ricard, Le Figaro gazetesi bunların başında geliyor. Pernod Ricard yıllardır fotoğraf sanatına destek veren bir kurum. Paris’te yeni açtığı devasa sanat merkezi ile bu amacını daha da ileriye taşıyacağını göstermiş oluyor. Pernod Ricard Art Mentorship adlı insiyatifin başındaki Antonia Scintilla şöyle  diyor; “Uluslararası ölçekte sanatsal işbirliğini teşvik etmek amacıyla oluşturulan Sanat Mentorluğu programı, seçilen sanatçılara kültürlerin, disiplinlerin ve farklı nesillerin sanatçıları arasında işbirliği yapmak ve yaratıcı bir diyalog kurmak için hazırlanmıştır.” Bu tarz yarışmaların genç fotoğrafçılarımız hatta sanatçılarımız için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Madame Figaro dergisi de bu sene kadın fotoğrafçılara verdiği ödülleri 5 ten 8 e çıkartmış ve festivalde sergilerini açmış.

Paralel sergiler, yan ürünler; Luma, Arles Off, Collectif du Hérisson;

LUMA vakfı kendi başına bir yazıyı hak eden önemli bir kuruluş. Arles’ın bağrına damgasını basmış. Frank Gehry’ye inşaa ettirdiği bina ve  Arles’ın eski tren atölyelerini sergi alanına çevirmesiyle Maja Hoffmann bölgeye çok önemli bir sanat merkezi kazandırmış. İsviçreli bir sanayicinin kızı olan Maja hayatı boyunca dijital eser ve enstalasyon  koleksiyonu yapmış.

LUMA Vakfı Arles bünyesinde bir kaç sergi ve Dummy kitap fuarı gibi etkinlikler yapıyor. Bu yıl James Barnor, Etel Adnan ve Julien Creuzet gibi önemli sanatçılara ev sahipliği yapıyor. Tamamen karanlığa gömülmüş bir atmosferde Arthur Jafa’nın “Live Evil” adlı sergisi etkileyici. Miles Devis’in  dev boyuttaki görüntüleri bu karalık ortamda müzik ve görüntü dünyası arasında bizi farklı duygulara götürüyor. 

Eğitim;

Festivalin eğitim boyutu bu konuya ayrılmış özel bir bina ile kendisini gösteriyor. Arenanın yanındaki eğitim merkezinde 3 ay boyunca her hafta 4-5 değişik önemli fotoğrafçı eğitim veriyor. Önceden kayıt yaptırıp bu fotoğrafçının yaklaşımını öğreniyor, dersini alıyorsunuz. İlk hafta portfolio okumaları var. Arles’da ayrıca Fransa’nın en önemli fotoğraf okullarından birisi var. Ulusal Fotoğraf Okulu (ENSP), 1982’de devlet tarafından kurulmuş ve Fransa’da sadece fotoğrafçılık eğitim veren tek sanat okuludur.

Arles Off daha çok genç yeni çıkış yapan yaratıcı fotoğrafçıları sergileyen paralel bir etkinlik. Collectif du Hérisson ise 60 fotoğrafçının bir araya gelerek oluşturdukları bir oluşum. Ortak olarak 4 önemli galeri ile anlaşmış ve her noktada 5-6 fotoğrafçıya sergi açmışlar. Kooperatif usulü diyebiliriz.

Öne çıkan sergiler;

Bu yıl ülke olarak Hindistan misafir ediliyor. 1978-1989 fotoğrafları adlı sergisi ile Mitch Epstein sergisi Hindistan fotoğraflarından oluşuyor. Fransız küratör Morad Montazani’nin denetiminde İranlı Arash Hanaei’nin sergisi. Serginin adı “Banliyö Hantolojisi”. Hantoloji; Filozof Derrida’nın yaklaşımı olan ve geçmiş bir dönemin öğelerini şimdiki zamana yedirmek için kullanılan bir kavram. 1960-70 li yılların mimarisini dijital teknolojileri kullanarak sabit görüntüler, hareketli görüntülerle bize görsel deneyimler sunuyor.

Frida Orupabo, “Ne kadar hızlı şarkı söyleriz” adlı sergisiyle zenci kadınları değişik konumlarda bize sunuyor. Pierfrancesco Celada “ Hüzünlü olduğumda Mutluluk vadisi trenine binerim” adlı sergisinde beton yığınları ile ormanların sınırlarında dolaşıyor. Sathish Kumar “Köyün çocuğu” sergisinde köyüne ve gençliğine gidiyor. Fotoğraf içinde fotoğraflarıyla Noemie Goudal Phoenix sergisi insanla insan olmayan arasındaki ilişkiye dokunuyor. Felsefi bir yaklaşımla çevreyle olan ilişkilerimizi sorguluyor. Özel hayat ve kimlikle ilgili konuları sorgulayan fotoğraflarıyla Mika Sperling Louis Roederer ödülünü kazanmış. Fotoğrafın ötesine geçmiş, kolaj ve dekupajlarla dedesinin evine gidiyor fotoğraflardan kesip attığı kişinin ensest ilişkilerini sorguluyor. Arles’ın Monoprix adlı büyük alışveriş merkezinin üst katı çok büyük bir sergi alanına dönüşmüş biri kollektif diğeri kişisel önemli iki sergiyi misafir ediyor. Birincisi Lukas Hoffmann’ın büyük format kamerasını elinde dolaştırarak  üç ayak üzerine koymadan elinde çektiği sokak fotoğraflarından oluşuyor. Kendisini bir yuvarlak masa toplantısında dinledim, bu işin sanıldığı kazadan zor olmadığını savunuyor. Çektiğiniz insanlara durumu izah etmeniz yetiyormuş. Diğer sergi bize bulutları görüntülemiş çeşitli fotoğrafçıların farklı yaklaşımlarını sunuyor. “Dress code” veya “ikinci deri” adlı sergi Ortiz vakfının dört katlı binasında yine kimlik sorunları ile ilgili onlarca fotoğrafçının işini sergiliyor. Bu binada ayrıca Belçika Fotoğraf Kitapları sergisi de var. Jacqueline Salmon’un sergisi ilginç. Reattu Müzesinde Picasso’lar da dahil birçok önemli sanat eserinin arasına yerleşmiş fotoğraflarından oluşuyor Serginin adı “Ölü Nokta; Perizonium. Perizonium İsa’nın cinsel organlarını örten bez parçasına verilen ad. Salmon bu konuya bir akademisyen tavrı ile gerçek bir araştırma gibi yaklaşmış. Görülesi bir sergi.

Özetle Arles fotoğraf Festivalinde fotoğrafın her alanı temsil ediliyor. Her yıl bazı konular ve fotoğrafçılar öne çıkarılıyor. Ama dokümanter fotoğrafçılık, çevre ile ilgili konular, insani konular, işçi sorunları, eski fotoğraf teknikleri ve deneysel fotoğraf teknikleri her sene yerini alıyor bu festivalde.

İstanbulda yapılan fotoğraf festivali bir kaç teşebbüsten sonra artık yapılmıyor. Oysa güzel bir girişimdi. Bu yıl Arles’a gidemezseniz önümüzdeki yıla programınıza koymaya çalışın derim.

Hepinize fotoğraf dolu bir yaz diliyorum.

iPhone Kamera kullanma kılavuzu

iPhone kullanma Kılavuzu

Mehmet Ömür

 

Konu ile ilgili fotoğrafları şu linkteki iPhone kullanma kılavuzunu indirerek görebilirsiniz.

https://drive.google.com/file/d/1dhzOxWYVeXyMU16vi2DJme_94SpQmHva/view?usp=sharing

 

Telefonun kamerasını açma;

iPhone’unuzun kamerasını birkaç şekilde açabilirsiniz. Bunu başlatmanın en kolay yolu, genellikle ana ekranda bulunan  uygulama ikonuna  dokunmaktır. Ayrıca parmağınızı kamera simgesine basılı tutarak selfie çekme, video kaydetme veya portre çekme gibi çeşitli kısayollardan birinden yararlanabilirsiniz. Ayrıca ekranın üzerinde parmağınızı soldan sağa kaydırarak kameraya kilitli ekrandan da ulaşabilirsiniz. Ayrıca kilitli ekrandan, sağ alt köşedeki kamera simgesine basarsanız kameranın hızlı bir şekilde açılmasını sağlarsınız. Son olarak da, kameraya Kontrol Merkezi’nden de doğrudan geçebilirsiniz. Kamerayı temsil eden simge, Kontrol Merkezi’nin sağ alt kısmında bulunur.

 

 

 

    

Fotoğraf çekmek;

iPhone ile fotoğraf çekmenin üç yolu vardır. Birincisi, tek bir görüntü yakalamak için ekranın altında bulunan yuvarlak deklanşör düğmesine basmaktır. Fotoğraf çekmek için ikinci yol iki volüm düğmesinden birine  basmaktır. Bu teknik, manzara fotoğrafı çekeceğiniz zaman  iPhone’unuzu iki elinizle tuttuğunuzda  işe yarar. Ayrıca üst tuşa parmağınızı basılı tutarak seri çekim  yapabilirsiniz. iPhone’unuzla video çekim yaparken fotoğraf çekmek de mümkün. Ancak bu yöntemle yani video çekerken fotoğraf da çekerseniz, bu fotoğrafın kalitesi düşük olacaktır. Son çektiğiniz fotoğraf veya video ekranın sol alt kısmında görülüyor olacaktır, unutmayın. O fotoğrafın üzerine dokunmak sizi doğrudan fotoğraf klasörüne götürür.

 

Format seçimi;

iPhone kamerası çeşitli çekim alternatifleri sunar. Varsayılan olarak, fotoğraflar 4:3’te çekilir. Ancak formatı değiştirebilirsiniz.  16:9 formatını veya kareyi seçebilirsiniz. Adından da anlaşılacağı gibi kare format, kare fotoğraflar çekmenizi sağlar.  İnstagram ile beraber moda haline gelen bir formattır. Üçüncü biçim olan 16:9, uzun görüntüler verir. İstediğiniz formatı seçmek için ekranın üst kısmındaki küçük oka dokunun. Örneğin 4:3 formatında çekmek için 4:3 düğmesine basmak yeterlidir. 

Ayar yapmak;

Tüm  uygulamalar gibi, kameranın da iPhone ayarları altında kendi ayarlar menüsü vardır. Örneğin ızgarayı görüntüleyip görüntülememeyi seçebilirsiniz. Videolar ve ağır çekim için istediğiniz çözünürlüğü tanımlamanıza olanak tanır. Ayrıca lens düzeltme, akıllı HDR modu, sahne algılama ve format türü için birçok ayar vardır. Videoların formatını da bu ayarlar menüsünden ayarlayabilirsiniz. Ancak bu ayarlara bağlı olarak, aynı video iPhone’un hafızasında üç kat daha fazla yer kaplayabilir. Bunu da unutmamakta yarar vardır.

Live Fotoğraf veya Canlı fotoğraf; Hareketli fotoğraflarınız

Uzun zaman önce iPhone 6s ve 6s Plus’tan itibaren kullanıma sunulan ve en yeni iPhone modellerinde hala mevcut olan Canlı Fotoğraflar işlevi, yeni bir çekim şeklidir. Fotoğraftan önce ve sonra 1,5 saniyelik video ve ses yakalayarak mini filmler oluşturur. Onları canlandırmak için parmağınızı ekranda basılı tutun ve görüntünüzü canlandırın. Bu görüntüler ayrıca ekran koruyucularla da çalışır. Bu işlevin varsayılan olarak etkinleştirildiğini unutmayın, istediğiniz zaman ekranın sağ üst köşesindeki özel düğmeye (iç içe geçmiş halkalardan oluşur) basarak devre dışı bırakabilirsiniz. Düğme sarı renkte ise aktif demektir. Ayrıca, “Canlı Fotoğraflar/Live” standart görüntülerden daha yüksek dosya ağrılığına sahiptir ve iPhone’un belleğinde daha fazla yer kaplar.

 

Akıllı HDR modunu etkinleştirin;

Uzun yıllardır iPhone kamerası HDR’de fotoğraf çekmektedir. Bu özellik, daha fotoğraflarınızı çekerken devreye girmektedir. Aslında, bu fonksiyon üç tane değişik ışık ayarında fotoğraf çekerek bunları birleştirir. Bunlar orijinal, aşırı pozlanmış bir fotoğraf ve az pozlanmış birer fotoğraftan oluşmaktadır. Sonuç, ayrıntıların daha iyi göründüğü ve orijinalinden biraz farklı bir renk tonuna sahip daha iyi bir görüntüdür. En yeni iPhone’larda Apple, Smart HDR’yi piyasaya sürdü. Bunun HDR fonksiyonunda bir evrim olduğu kabul edilmektedir. Akıllı HDR, gölgelerde ve fotoğrafların çok parlak alanlarında daha fazla ayrıntı sunmak için ayarlarda daha da ileri gitmektedir. Bu modu etkinleştirmek için Ayarlar > Kamera > Akıllı HDR’ye gidin ve bu özelliği devreye sokun.

Flaş ayarları;

Flash’ı istediğinizde etkinleştirebilirsiniz. Ekranın sol üst kısmına yerleştirilmiştir ve bir şimşek işareti ile sembolize edilir. Ayarı değiştirmek için küçük şimşek işaretine dokunmanız yeterlidir. Bu işarette dokunduğunuzda üç öğeyi görüntüleyen bir menü açılacaktır: Otomatik flaş, Açık ve Kapalı. Size uygun olanı seçiniz. Varsayılan olarak, Otomatik’i tutmak daha iyi olduğu görüşü yaygındır ama ben kapalı tutuyorum. Böylece farkında olmadan flaş çaktırarak çevreyi rahatsız etmekten kurtulmuş oluyorum. Otomatik flaşı açık tutarsanız iPhone, flaşı kullanıp kullanmamaya karar verir. Ancak, hiçbir şeyin doğal ışığın yerini tutamayacağını unutmayın. Buna benzer şekilde, son iPhone’larda (iPhone 11’den itibaren), bir de gece modu da ortaya çıktı ve flaş sevmeyenler için flaştan gelen yapaylığı ortadan kaldırdı. 

Filtre Kullanımı;

iPhone kamerası, fotoğraf çekerken ekranda canlı olarak görülebilen ve uygulanabilen dokuz filtre sunar. Bu filtreler, ekranın üst kısmındaki küçük beyaz işarete dokunarak etkinleştirilir. Zamanlayıcının hemen  sağında yer alan filtre  düğmesine basarak bu fonksiyonu devreye sokabilirsiniz. Üst üste bindirilmiş küçük yuvarlaklardan oluşan bir logo ile sembolize edilir. Bir filtre seçildiğinde, bu işaret gri ve beyazdan kırmızı, yeşil ve maviye dönerek aktif olur. Çeşitli filtreler arasında üç tane de siyah beyaz filtre vardır. Bunlara Mono, Gümüşi ve Kara filtreler denir. Renk filtreleri Canlı, Canlı-sıcak, Canlı-soğuk, Dramatik, Dramatik-sıcak, Dramatik-soğuk olarak adlandırılır. Panoramik fotoğraf çekerken veya video çekerken devre dışı kalırlar. Bu moddan çıkmak için “Orijinal”e ve ardından da küçük üç daire şeklindeki düğmeye basın.

   

Ön kamera;

Ön kamera sadece FaceTime da görüntülü görüşme yapmak için değil, aynı zamanda selfie çekmek için de kullanılır. Etkinleştirmek için, ekranın sağ alt köşesinde bulunan ve iki ok ile bir daire oluşturan düğmeye dokunmanız yeterlidir. Bu kamera etkinleştirildiğinde, ürettiği görüntülerin ters çevrildiğini unutmayın. Ayrıca, bu görüntüüyü tersine çevirme efektini iptal etmek için bir ayar vardır. Genel ayarların altında kameraya gidip “ön kamerayı yansıt” modunu aktive ederseniz kameranız çektiğiniz selfileri ters çevirmeyi bırakır. Ayrıca ses yükseltme düğmesine de basarak da ön kamerayı çalıştırabilirsiniz. Işık yetersiz olduğunda Retina flaş işlevi çok kullanışlıdır. Fotoğrafı çekmeden hemen önce, iPhone ekranı yüzü aydınlatmak için beyaza dönüyor, bir tür dolgu flaşı gibi çalışıyor.

 

Odak ayarı;

iPhone’unuz siz  bir noktaya odaklama yapmadan da otomatik olarak odaklama yapar.  Ancak Ekranın hangi kısmına dokunarak odak yapacağınız alanı siz de seçebilirsiniz. Kamera sizin seçtiğiniz alanda ekranda sarı bir çerçeve görüntüleyerek bunu yaptığını size bildirecektir. Buna odak noktası diyoruz. iPhone’unuz ayrıca yüzleri tanır ve gerekirse çektiğiniz konulara odaklanabilir. Gerçekten de iki kişinin fotoğrafını çekebilir ve yüzlerinin etrafında aygıtın onları tanıdığını gösteren iki küçük sarı çerçeve  görebilirsiniz. Ancak bu, grup fotoğrafları için çalışmayacaktır

 

Metin bulmak;

iPhone  kamerası güçlendikçe, Live Text adlı bir özellik sayesinde metinleri de tanımaya başladı. Böylece, iPhone kamerası metni tanıyor, seçiyor, kopyalıyor ve ardından herhangi bir uygulamaya yapıştırabiliyor. Bu özellik kitaptan, tahtadan, televizyondan veya ekran görüntüsünden anında alınan metinlerle hatta el yazısıyla da çalışan bir özellik. Canlı Metni kullanmak için önce bir metne odaklanmanız gerekir. iPhone metni algıladığında ekranda sarı bir artı işareti belirecektir. İkinci olarak, ekranın sağ alt kısmında bulunan metin bloğu şeklindeki düğmeye basın. iPhone, söz konusu metni ekranın ortasında görüntüler. Daha sonra kopyalamak için metnin bir kısmını veya tamamını seçmekte özgürsünüz. Son olarak, metni istediğiniz yerden başka bir uygulamaya kolayca yapıştırabilirsiniz. Canlı Metin modu, doğrudan kameradan değil, aynı zamanda önceden çekilmiş fotoğraflarınızda da çalışır. Bu işlevi kullanmak için bir iPhone X’e veya daha yeni sürümlerden birine ihtiyacınız olduğunu lütfen unutmayın. 

Seri fotoğraf çekimi;

Tüm iPhone’larda saniyede on kare çekebilen bir seri çekim modu vardır. Bu işlevi etkinleştirmek için deklanşör veya ses + düğmesini basılı tutmanız yeterlidir. En iyi görüntüyü seçmek için (mevcut belleğe bağlı olarak) onlarca fotoğraf çekme seçeneğiniz vardır. Seri çekim modu,  çocuk fotoğrafları , spor fotoğrafları veya grup fotoğrafları çekmek için çok pratiktir. Ardından, uygun fotoğrafı seçmek için fotoğraf kitaplığına gidin ve söz konusu fotoğraftan “Seç” düğmesini tıklayın. iPhone, çekilen tüm fotoğrafları görüntüler. Geriye en başarılı görüntüyü seçmek kalıyor. Seçim yapıldıktan sonra tüm fotoğrafları veya sadece seçmiş olduğunuz fotoğrafı saklayabilirsiniz. Karar veremiyorsanız,  görüntünün kalitesi hatta renkleri gibi  önceden belirlenmiş çeşitli kriterler göre iPhone size bazı öneriler sunacaktır. 

AE/AF (Otomatik Işık ve Otomatik Netlik ayarı) Kilidini Kullanma;

AE/AF Kısaltması fotoğraf meraklılarının görmeye çok alışık oldukları bir kısaltmadır. Autoexposure ve Autofocus kelimelerinin kısaltılmış halidir.  Arka arkaya aynı ayarla bir çok fotoğraf çekmeye niyetlendiğinizde tüm fotoğraflarda  aynı parlaklığı korumak için etkinleştirdiğimiz pozlama kilididir. Etkinleştirmek için tek yapmanız gereken parmağınızı görüntünün netleme yapmak istediğiniz yerinde bir süre tutmak yeterli olacaktır. Odak ve pozlama ona göre ayarlanacaktır. Kamera bu işlemi yaptığında, ekranın üst kısmında sarı renkte “AE/AF kilidi” işareti belirecektir. Bu moddan çıkmak için, ekrana dokunmanız yeterlidir 

Optik yaklaştırma, Zoom yapma;

İki veya üç lensli iPhone’lar, kamerada daha fazla olanak sunuyor. Apple tarafından telefoto olarak adlandırılan ikinci lens, fotoğraf ve videolarda 2x optik yakınlaştırma elde etmenizi sağlıyor. Dijital yakınlaştırmanın (10x’e kadar) aksine, optik yakınlaştırma ile görüntüde kalite kaybı olmaz, çekimler “gürültülü yani noisy veya grain’li” değildir. Bu işlevin kullanımı oldukça basittir. 2x yakınlaştırmaya geçmek için deklanşör düğmesinin hemen üzerindeki 1x düğmesine  dokunmalısınız. Telefoto lensi devreye sokarsınız. Ayrıca, parmağınızı ekranda yana kaydırarak fotoğraflar için yakınlaştırmayı 10 kata (video için 6 kat) kadar artırabilirsiniz 

Geciktiriciyi/Timer’ı kullanma;

iPhone’un kamerasının birçok özelliği var. Kamera tüm fotoğraf makinelerinde olduğu gibi  otomatik bir zamanlayıcı da sunuyor. Zamanlayıcı saat şeklinde bir simge ile sembolize edilir ve ekranın üst kısmındaki küçük beyaz V şeklindeki işarete  basılarak erişilebilir. Etkinleştirildiğinde, otomatik zamanlayıcı modu menüsünde iki ayar görünür: 3 saniye ve 10 saniye. İstediğinizi birini seçin ve geri sayımı başlatmak için çekim düğmesine basın. Geri sayım sırasında düğmeye tekrar basarsanız işlemi durdurursunuz. Zamanlayıcıyı kullandığınızda, iPhone’un otomatik olarak bir dizi fotoğraf çeker ve size on görüntü sunar. Sonra siz bunların arasından en iyi fotoğrafı seçebilirsiniz. Grup fotoğrafları için bu yöntem ideal bir yöntemdir.

 

Işık ayarını yapmak; 

Ekrana dokunarak  odaklama yaparken , odağın görüntüde nerede olduğunu belirtmek için sarı bir kare ortaya çıkar. Bu karenin yanında fotoğrafın pozlama ayarını gösteren yani ışık ayrını gösteren  küçük bir güneş simgesi görülür. Işık ayarını  değiştirmek  için, parmağınızı ekranda aşağıdan yukarıya veya yukarıdan aşağıya kaydırmanız yeterlidir; bu şekilde görüntüyü aydınlatabilir veya koyulaştırabilirsiniz. Fotoğrafı çekildikten sonra da bu işlemi, Fotoğraflar uygulamasında yapabilir fotoğrafın ışık, renk ve diğer ayarlarını düzenleyebilir,  değiştirebilirsiniz. Buradaki amaç, daha fazla ayrıntı için bir ayar simgesi sağlamaktır. Pozlamayı 0,3’lük artışlarla -2’den +2’ye değiştirmek bu ayar düzeneği ile mümkündür. 

Zoom veya yakınlaştırmayı kullanmak;

Fotoğrafınızı çekmeden önce parmaklarınızı ekranda açarak yakınlaştırma sağlayabilirsiniz. Yakınlaştırmayı aşırı kullanmamaya dikkat edin. Gerçekten de yakınlaştırma ne kadar fazla olursa, fotoğrafların kalitesi de o kadar düşer. Aynı şekilde video çekerken de  yakınlaştırma yapmak mümkündür. Ekranın alt kısmındaki küçük rakam üzerine basabilir ve parmağınızı yana kaydırırsanız ekranda dereceli bir ayarlama düzeneğinin belirdiğini  göreceksiniz. Bu kaydırıcı  yakınlaştırmanın gücünü ayarlamanıza ve fotoğrafın hangi lensle çekileceğini görmenize olanak tanır.

Panaroma;

Panaroma modu güzel manzaraları ölümsüzleştirmek için hoş bir seçenektir. Kamerada panaroma seçeneğine gidin. Görüntüyü kaydetmeye başlamak için deklanşöre basmanız ve sarı çizgiyi takip ederken iPhone’u yavaşça hareket ettirmeniz gerekir. Panorama çekiminiz tamamlandıktan sonra tek yapmanız gereken deklanşöre tekrar basmak. Ayrıca, beyaz oka dokunarak panoramanın yönünü tersine çevirmek mümkündür. Panorama sadece iPhone’unuzu portre  formatında yani dikey tutarak çekilebilmektedir. iPhone’u yatay yani manzara formatı tutuşu ile tutarak panaroma çekmek mümkün değildir.

 

 

Geniş açı kullanımı;

Üç mercekle (lens) donatılmış iPhone’larda  lenslerden biri, ultra geniş açıdan yararlanma imkanı sunuyor. Bu lensin kendina ait bir sensörü vardır. Adından da anlaşılacağı gibi, geniş açının keyfini çıkarmanızı sağlar. Aslında fotoğraf çekmek için yeterli mesafeniz olmadığında da geriye gitmeye çalışmaya da gerek yok. Ultra geniş açı modunu kullanmak için, ekranın alt kısmında deklanşör düğmesinin hemen üstünde bulunan 0,5x düğmesine basmanız yeterlidir. 0,5x düğmesinde soldan sağa yanal bir hareketle görüş açısına ince ayar yapabilirsiniz. 0,9x’in ötesine geçtiğinizde diğer ana sensör devreye girer.

 

Gece çekim modu;

Yeni iPhone’larda (iPhone 11’den itibaren) doğal ışık olmadığında daha iyi fotoğraflar çekmek için bir mod var. Bu işlev, ışık yetersiz olduğunda otomatik olarak devreye girer ve  paraziti/noise/grenleri azaltarak fotoğrafı büyük ölçüde iyileştirmeyi amaçlar. iPhone bir tripod üzerine kurulduğunda, gerekirse, mümkün olan en iyi görüntüyü almak için 30 saniyeye kadar uzun pozlama yapabilir.  iPhone’u elinizde tutarsanız, bulanık bir görüntü olmaması için fotoğrafı birkaç saniye içinde çeker. Yarım ay simgesine basarak aktivasyonunu zorlama seçeneğine sahipsiniz.

 

Uzun pozlama;

iPhone uzun pozlamalı fotoğraflar çekmenize izin veriyor. Bu teknik sensörü birkaç saniyeden birkaç dakikaya kadar uzunca bir süre boyunca açık bırakarak fotoğraf çekmeyi amaçlayan bir tekniktir. Bu şekilde, çekiminizi daha dinamik hale getirebilirsiniz yani hareketli öğeleri bulanıklaştırarak farklı bir duygu yaratabilirsiniz. Bu özellik ayrıca düşük ışıkta kaliteli fotoğraflar çekmenize olanak tanır. Elbette görüntünüzün bulanık olmaması için çekim sırasında iPhone’un hareket etmemesi gerekiyor. Bu nedenle bir akıllı telefon için küçük ve ucuz bir tripoda yatırım yapmanız gerekecek. İyi sonuç elde etmek için, bu tür çekimler için yapılmış bir uygulamayı indirmek en akıllıcasıdır. Slow Shutter Cam adlı aplikasyon çok iyi sonuç vermektedir. Bir süre uzun pozlama çekerek tecrübe kazanmanızda yarar olabilir. Uygun bir yer bulun, iPhone’u üç ayak üzerine koyun, uygulamayı açın ve pozlama süresini seçin. Pratik yapmak için örneğin ışık izlerinin, su hareketlerinin ve hatta bulutların fotoğraflarını çekebilirsiniz. Son olarak, pozlama süresi ne kadar uzun olursa, lensin o kadar fazla ışık yakalayacağını ve aydınlık çıkacağını unutmayın. iPhone’un gece modu ile 30 saniyeye varan pozlama sürelerinden yararlanmak mümkün. Bu teknik, gece fotoğrafçılığı gibi bazı fotoğraf türleri için gerekli ve yeterli  olabilir.

Portre modu;

Arka tarafında en az iki sensör bulunan iPhone’larda bulunan portre modu, güzel fotoğraflar çekmenizi sağlar. Bu iki lens de kişiyi keskin ve arka planı bulanık hale getirmek için ön planı ve arka planı üç boyutlu analiz eder. Bokeh efekti olarak da adlandırılan bu fotoğraf tekniği, kişiyi vurgulayıp alan derinliğinden yararlanarak mükemmel portreler çekmeyi amaçlar. iPhone’da her şey otomatik olduğundan, kullanımı çok kolaydır. Konunuzdan uzaktaysanız, kamera sizden daha yakına gitmenizi ister.  iPhone portre modu size altı efekt sunar: doğal aydınlatma, stüdyo aydınlatması, kontur aydınlatması, sahne aydınlatması, mono sahne aydınlatması ve mono high key aydınlatması. Mod seçildikten sonra tek yapmanız gereken deklanşöre basmaktır. Çektiğiniz portrede  daha sonra da efekti değiştirebilirsiniz.

   

Video çekimi;

iPhone ile video çekmek, fotoğraf çekmek kadar kolaydır. Video moduna girdikten sonra kayda başlamak için kırmızı düğmeye basmanız yeterlidir. Videonun süresi ekranın üst kısmında görüntülenir, istediğiniz zaman kırmızı düğmeye ikinci kez dokunarak kaydı durdurabilirsiniz. Video sırasında yakınlaştırma seçeneğiniz vardır. iPhone 6S’ten sonraki tüm yeni iPhone’larda bugün mevcut olan en yüksek çözünürlük olan 4K kalitesinde çekim yapabilirsiniz. Ekranın sağ üst köşesinde kaliteyi ve saniyedeki kare sayısını değiştirme seçeneğine de sahip olduğunuzu unutmayın. 

 

Hızlandırılmış çekim;

Ekranın alt tarafında ve en solunda “Hızlandırılmış” yani hızlı çekim işlevini bulacaksınız. Bu modda iPhone, bir sahnenin hızlandırılmış fotoğraflarını çeker ve çekimlerinizi hızlı bir videoya dönüştürür. Buna zaman atlamalı veya time lapse denir. Bu işlev, örneğin  gün batımını çekerken çok faydalıdır. iPhone’un sabit kalması için bir tripoda koymanız önerilir.  Hareket halindeyken de Hızlı Çekim modunda “video çekebilirsiniz”, ama çok ani bir hareket yapmamaya dikkat edin.  Tüm hızlandırılmış çekimler daha sonra fotoğraflar uygulamasında özel bir albümde gruplandırılmaktadır.  

Video çekerken aynı zamanda fotoğraf çekmek;

Video çekerken ekranın sağ alt köşesinde küçük yuvarlak bir düğme görürsünüz. Bu düğmeye dokunarak, video çekimini hiç durdurmadan bir görüntü yakalayabilirsiniz. Bu görüntü, fotoğraf albümünde saklanır. Bu fotoğrafın kalitesi normal bir çekim sırasındaki kadar iyi olmayacaktır. Bu işlev bir anıyı “o anda durdurmaya” yarar. Ayrıca ana kameranın yanı sıra ön kamera ile birlikte de kullanılabilir. Ağır çekim modunu kullanırken  fotoğraf çekmek de mümkündür. Ancak, hızlandırılmış video çekerken bu işlev çalışmaz.

 

Yavaşlatılmış veya ağır çekim  video çekmek;

Başlamadan önce  “Ağır çekim” işlevini seçin. Bunun için parmağınızı ekranda soldan sağa kaydırarak erişilebilir, değişik çekim modları arasında dolaşabilirsiniz. Ağır çekim, video ve hızlandırılmış modlar arasında bulunur. Kırmızı düğmeye basarak kaydı başlatabilirsiniz. Videoyu bitirmek için tekrar kırmızı kayıt düğmesine dokunun. Ağır çekim modu, normalde saniyede 30 kareye karşı 120 veya 240 kare/saniyede 1080p’ye kadar filme izin verir. Kayıt bittiğinde, ne zaman yavaşlayacağınızı seçme seçeneğiniz vardır. Bunu yapmak için fotoğraf albümüne gitmeniz ve ardından videonun altında bulunan iki beyaz çubukla oynamanız gerekiyor. Ayarınızı yaptıktan sonra onaylamayı unutmayın. 

Fotoğraf okumaları

Fotoğrafları okuma konusunda incelediğim bir kaç makaleden yararlanarak başka  bir yaklaşım daha önermek istiyorum.

Aşağıdaki şu maddeleri göz önünde bulundurup farklı bir yaklaşımla fotoğrafı okumaya çalışabiliriz. Fotoğrafçılar ve izleyiciler arasında belirli bir fark vardır: Biz fotoğrafçılar, fotoğrafta gözle görülenden daha fazla birşeyler olduğunu biliyoruz.

Fotoğrafçılar fotoğrafları eleştirmeyi sever – kasıtlı olarak fotoğrafın şu ya da bu şekilde nasıl geliştirilebileceğine dikkati çekmeye çalışırlar. Peki biz izleyiciler bir fotoğrafa yüzde kaç bakıyor ve fotoğrafın içinde kaybolmamıza izin veriyoruz? İçerik oluşturucunun iletişim kurmak istediklerini gerçekten değerlendirmek için ne kadar zaman ayırıyoruz?

Şahsen, fotoğraf okumaya daha fazla zaman ayırmaya gerek olmalı diye düşünüyorum.

1. İlk İzlenimler: Ne fark ediyorsunuz?

Bir resim bin kelimeye bedel olabilir, ancak bu resim size ne diyor? Tüm öğeleri toplu olarak bir inceleyin ve bu gözlemlerinizi bir anlığına unutun. Daha spesifik ayrıntılara bakmaya başlayın, ardından düşündüğünüzde ilk izlenimlerinizin her zaman doğru olmadığını anlayıp şaşırabilirsiniz.

2. İçeriği değerlendirin

Bu fotoğraf ne zaman çekilmiş? Sadece günün hangi anında çekildiğini değil, olayı da belirleyin. Farklı kültürler söz konusuysa, anlatılan hikaye de etkilenecektir.

3. İlişkiler: Konunun kendisi veya konunun izleyicile ilişkisi

Resimdeki insanlar hakkında neler söyleyebilirsiniz? Birbirlerine ne kadar yakınlar? Birbirleri hakkında ne hissediyorlar? Ayrıca izleyici olarak konu ile aranızda bir şey olup olmadığını da düşünün. İçinden almanız gereken duygular var mı? Ne hissediyorsunuz? Konuya ne kadar hassassınız?

4. Kavramlar: Eylemler ve bağlantılar

Bazen bir fotoğraftaki ince ayrıntılar mesaj üzerinde dinamik bir etki yaratabilir. El hareketleri, bakışların yönü, vb. Tüm bu detaylar görüntünün mesajı hakkında ne anlatıyor?

5. Görünüm: Sizi katılımcı olmanızı sağlıyor mu?

Güçlü fotoğraflar genellikle bizi basit izleyenden çok daha fazla içine çeker ve katılımcı yapar. Bu fotoğrafla ilgili izleniminizi ve hissinizi nasıl etkiler?

6. Fotoğrafın Yönü Sizi nereye götürüyor ?

Bu soru göz akışı ile ilgili. Tüm incelikleri ve ayrıntıları değerlendirdikten sonra, görüntünün genel mesajını veya fikrini desteklemek için öğeler nasıl bir araya geliyor bunu da düşünün. Ne görüyorsunuz? Hangi sonuçlara varıyorsunuz?

Genellikle fotoğrafta ilk bakışta görülmeyen ve  gizlenen sırları ortaya çıkarmak biraz egzersiz gerektirir, aslında sanatı heyecanlı yapan  şey de budur? Sanat üzerinde düşünmek ve ilgilenmek hoşa gider.

Fotoğrafçı olarak fotoğraflarımız her zaman yaşam deneyimlerimizden doğar ve sadece fiziksel olarak değil, estetik, politik, politik veya ideolojik olarak da beğenelim beğenmelim bakış açımızı yansıtır.

Fotoğrafın fotoğrafçıların kararlarını belirgin hale getirme derecesi ve bunun genel anlam üzerindeki etkisi değişebilir. Sonuç olarak, bir fotoğrafı okuma şeklimiz yalnızca fotoğraftaki nesneleri ve bağlamını anlamamıza değil, aynı zamanda yazar hakkındaki anlayışımıza da bağlıdır.

Her fotoğrafçı yarattığı fotoğrafın yazarıdır.

Dolayısıyla , fotoğrafçının çalışmaları bir yazarın veya müzisyenin çalışmaları kadar bir stilin, bazı etkilerin ve fotoğrafik söylemin toplamı olabilir.

Fotoğraf kitapları, galeriler veya dergiler aracılığıyla tükettiğimiz fotoğrafçılık kendi tarzımızı ve sanatsal gelişimimizi büyük ölçüde değiştirebilir.

 Fotoğrafçı olarak “fark ve benzerlikler” ile yeni bir fotoğraf dili veya söylemi yaratabiliriz.

Yüz ifadeleri gibi  küçük farklılıklar bile belirli bir  kadraj sayesinde daha büyük etkiye sahip olabilir.

Fotoğrafçılığın tüm konuları ile olan ilgimiz bizi fotoğrafçı gözümüzü ve görsel dilimizi şekillendirir. Bu anlayışımız ve bakış açımız görüntünün kendisi ile görüntüdeki anlamı nasıl okuduğumuz arasındaki farkı belirginleştirir.

1955 yılında Alfred Stieglitz’in New York’ta organize ettiği “İnsan Ailesi Sergisi” sergisinde 503 fotoğrafı ‘yaratma, aşk, doğum, iş, ölüm,  barış, demokrasi, adalet’ olarak sınıflandırdı. O gün için temaya göre bu gruplama doğaldı. Oysa bugün fotoğrafçılar genellikle çalışmalarını “belgesel fotoğraf” veya “sanat fotoğrafı” olarak belirliyorlar ve bir fotoğrafı kendi referans koşulları, kendi türü ve kendi normları çerçevesinde okumaya çalışıyorlar.

Bazı fotoğrafçılar ise  bir fotoğrafı dünyanın soyut bir görüntüsü olarak değerlendirmeyi yeğliyorlar. Bazı fotoğrafçılar ise  bilinçli olarak, fotoğrafın doğrudan anlaşılmasını zorlaştırarak fotoğraf okumasını kafa karıştırıcı hale getirmeyi tercih ediyorlar.

En nihayetinde bir fotoğraf, belirli bir durumda fotoğrafçının seçiminin göstergesidir. 

Fotoğrafa baktığımızda “Denotation” yani görünen  ve “Connotation” yani çağrışımsal yönler olduğunu anlarız.

Studium ve punctum da sanatta yeri olan kavramlarıdr. Studium ilk bakışta gördüğümüze gönderme yaparken punctum ayrıntıdadır, gözümüze takılan küçük bir şeydir.

Tüm bu yöntemlerin ve fotoğrafı yazanın veya yapanın rolü hakkında düşünmek, bu anlamları bizim için daha görünür hale getirir ve sorular sormamıza yardımcı olabilir.

Bununla birlikte, fotoğraf okumaları bizi fotoğrafçılığa eleştirel bakmaya, fotoğrafçının kendi deneyimlerini görüntüye nasıl aktardığını aramaya da zorlamalıdır.

Fotoğrafçının kendi bakış açısı, yaşam deneyimleri ve önyargıları çalışmalarını nasıl etkiler? Bunu anlamaya çalışmalıyız.

Fotoğrafı okuyan kişi, fotoğrafçısı kadar içeriğine de anlam katabilir. 

İzleyicinin kültürü ve yaşam deneyimleri fotoğrafçıların düşüncelerini yansıtıyor mu yoksa çatışıyor mu?

İzleyicinin bakış açısı farklı bir görüşe ve mesajın farklı anlaşılmasına neden olur mu? İşte bu belirsizlikler fotoğrafı tartışmaya açar ve yine bu nedenden dolayı fotoğraf heyecan verir.

Simon Hantai; bir abstre resim dehası

Bugün Louis Vuitton vakfında Simon Hantai sergisini gezdik. 18 Mayıs‘tan 29 Ağustos 2020’ye kadar açık kalacak olan bu sergi çok heyecan vericiydi. Sanatçının doğumunun 100. yılında bugüne kadar yapılmış en büyük retrospektif sergisiydi. 1957-2000 yılları arasında yapılmış130 dev tablosu sergilenmekteydi.

1922’de Macaristan’da doğan ve 12 Eylül 2008’de Paris’te 85 yaşında ölen bu Macar asıllı Fransız ressam abstre resim sanatının önemli isimlerinden birisidir. Eserlerinden birine sahip olabilmek için yüzbinlerce dolar ödemek gerekiyor. Kendisi değişik sanat alanlarına girmiş ve çok değişik teknikler deneyerek bugünkü çizgisine ulaşmıştır. Sürrealizm, yazı sanatı, katlama teknikleri gibi çeşitli teknikleri denemiştir.
1982 yılında sanat hayatından 15 yıl uzaklaşıp tekrar geri dönmüştür.

Hantai’nin yaşam hayatına bakarsak Katolik inanca sahip alman dilinde konuşan bir ailenin üç çocuğundan ikincisi olduğunu görürüz. Macaristanda yaşamasına rağmen macarcayı ancak okulda öğrenmiştir. Zaten babası da alman politikalarına tepki olarak ismini Hantai olarak değiştirmiştir. Budapeşte Güzel Sanatlar Akademisine kaydolmuş ve İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı pozisyon almıştır. Tutuklanmış ama kaçmayı başarmıştır. Macaristan’da sanata ilk başladığında resimleri daha çok figüratif özelliklerdedir. Matisse’ten ve Nabis ressamlarından etkilenmiştir. Başından itibaren büyük formatta yüzeyler kullanmıştır.
Bu dönemde Güzel Sanatlar‘da tanıştığı nişanlısı ile birlikte Macaristan’ın vermeyi taahhüt ettiği bir bursla Paris’e gelme şansları doğuyor. Ancak Fransa’nın vize vermesi gecikince İtalya üzerinden Fransaya gitmeye karar veriyorlar. Ancak Fransa’ya geldiklerinde Macaristan’ın bursu vermekten vazgeçtiğini öğreniyorlar. Onlarda Macaristan’a dönmekten vazgeçiyorlar ve Fransa’da kalmaya karar veriyorlar. Ile Saint Louis’de bir otelde kalıp ardından Cite des Fleurs’e yerleşiyorlar. Hantai Paris’te önce sürekli müzeleri ve galerileri dolaşıyor. Matisse’e hayranlığını saklamıyor. Jean Dubuffet, Picasso, André Masson ve Max Ernest’den feyz alıyor. Değişik yüzeylere değişik deneysel uygulamalar yapıyor. Kolajlar, sürtmeler, jiletle kazımalar ve damlatma işleri yapıyor en son katlamalara başlıyor. Bu arada Amerikalı ressamlarla Paris’teki bir galeriye sergi yapmaya davet ediliyor.
30 yaşına girdiği gün André Breton’un kapısının önüne bir resim bırakıyor. Bu resimi alan Breton bir sergide bu resimi sergiliyor. O da gidip kendisini Breton’a takdim ediyor. Breton kendisi için kişisel bir sergi düzenliyor ve kataloğunun önsözünü yazıyor.

Yazdığı bir makale ile sürrealist grubun içinde bir kriz yaratmayı amaçlıyor. Marcel Duchamp’ın bir eserine takılıyor. Bu eser “Büyük Cam” olarak da bilinen “Bekarları Tarafından Çırılçıplak Soyulan Gelin” adlı eser. Yeterli tepki alamadığı ve derin anlaşmazlıklar nedeniyle Hantai sürrealist gruptan uzaklaşıyor.

André Breton’u sürrealist grubu dağıtmaya ikna etmek istiyor. Sürrealist son bir sergi yapıyor ve 1955’te gruptan ayrılıyor. Çünkü Breton Jackson Pollock’un “action painting”’inin adını bile duymak istemiyor. Gruptan ayrıldıktan sonra çok büyük bir stüdyoya taşınıyor. Ve yeni bir boyama teknikeri üzerine çalışmalara başlıyor. Önce tüm yüzeyi parlak renklerle boyuyor ardından kahverengiden siyaha kadar değişen koyu yağlı bir katmanla kaplıyor. Ardından tabakayı sıyırıyor ve çeşitli mutfak eşyaları ile renkli katmanı tekrar tekrar kazıyor bir çeşit süpürme hareketi geliştiriyor. Sonuç hem Pollock tarzında negatif bir resim hem de güçlü bir “gesture” tekniği resmi olarak ortaya çıkıyor. 1955 ve 57 yılları arasındaki bu periyodu gesture veya Pollock’un Over-all tarzı bir dönemidir. Abstrakt ekspresyonizm’e yakın duruyor. Pollock’un ve George Mathieu’nün etkisinde kalıyor.

1958 ve1959 da “Pembe Yazım” dediği dönem başlıyor. 1958’de resimde anlaşılmaz kelimelerden oluşan yazılar yazıyor. “Pembe Yazım” diye adlandırıyor ama içinde pembe renk yok. Hrıstiyan dini takvimini kullanarak çeşitli filozofik ve mistik yazıları kırmızı yeşil mor ve siyah çini mürekkebi ile dini takvimin değişik dönemlerinde anlaşılmaz bir şekilde yazıyor.
Daha sonra katlama teknikleri dönemi geliyor.
Önceleri beyaz rengi hiç takdir etmezken ve beyazın hiç bir şeye karşılık gelmediğini düşünürken daha sonraları renkleri ortaya çıkarmak için beyazın mutlaka gerekli olduğuna inanmaya başlıyor.
1967’de Saint-Paul-de-Vence’deki Maeght Vakfının “On yıllık sanat” sergisine katılıyor.
1960-67 yılları arasında “Katlanır Tablo”ları ile bir retrospektif yapıyor ve bu yöntemini kuramsallaştırıyor. Ardından, aynı zamanda annesinin önlüğünü çağrıştıran “masa” veya “tahta” anlamına gelen Latince kelime “Tabula”dan yola çıkarak Tabulalarını (1972–76) yaratıyor.
1976’da, Paris’te, Ulusal Modern Sanat Müzesi’nde o zamana kadarki en önemli retrospektifi ile “Hantaï” bir şekilde yüceltiliyor.
Mayıs 1976’dan itibaren Hantaï, 3 buçuk yıl boyunca resim yapmayı bırakıyor. Ünlü ressam bu dönemde psikolojik bir kriz yaşıyor ve sanatın toplumdaki yerini ve sanat piyasasının zafer çığlıkları karşısında kendi rolünü sorguluyor.
“Kültürel hayattaki her şey bana çok cesaret kırıcı, hatta utanç verici görünüyor nefes alacak bir yer bulamıyorum” diye haykırıyor. Bu dönemde sanat dünyasındaki fikir yokluğu onu çok sarsıyor.
1982’de Hantaï’nin eserleri Osaka ve New York’ta sergileniyor.
Yine aynı yıl Venedik Bienali’nde Fransa’yı 18 büyük Tabula’sı ile temsil ediyor. Hantaï bunu kendisi için çok büyük bir başarısızlık olarak değerlendiriyor. Ardından, kazandığı büyük şöhretin zirvesindeyken, Hantaï tüm kamu faaliyetlerinden vazgeçtiğini ve her şeyden geri çekildiğini duyuruyor.
15 yıl sergileri geri çeviriyor ve hiç bir röportaj vermiyor. Sadece filozof arkadaşlarıyla görüşmeye devam ediyor. Deleuze, Jacques Derrida, Georges Didi-Huberman bunların başını çekiyor. Bazı kitaplara yazı yazıyor. Bazı tablolarını bahçesine gömüyor. Bazılarını tahrip ediyor. Keserek yok ediyor. Eserlerinin ticari meta haline gelmesini protesto ediyor. 1997 de Paris belediyesine 16 tane eserini bağışlıyor. 1998 de Georges Didi-Huberman’ın etkisi ile tekrardan sergi yapmayı kabul ediyor. 1999 yaşadığı dönemin en büyük sergisini gerçekleştiriyor.
Bu sergiyi Münster’deki Westphalian State Museum of Art & Cultural History’de yapıyor. Bu sergide ilk kez “Altın Monokromunu” sergiliyor. Aynı yıl Pompidou çağdaş sanat merkezinde de bir sergisini yapıyor.
2003 Hantaï yine önemli bir bağışta bulunuyor. Pompidou sanat Merkezine bolca eser bağışlıyor.
Simon Hantaï 2008 de 85 yaşında Paris’te öldü. Montparnasse mezarlığın gömüldü. Simon ve Zsuzsa Hantaï birlikte 5 çocuk sahibi olmuşlardır

 

.

Steve McCurry Sergisi; Maillol Müzesi Paris

Paris şu sıralar Steve McCurry Sergisi afişleri ile donanmış durumda. Dünyanın en çok görülmüş portrelerinden biri olan Afganlı kız Sharbat Gula portresi sergi posterlerini süslüyor. Steve McCurry  bir süre önce Roma’da da aynı sergi yaptı.  İnsanın aklına “acaba Steve McCurry bu portreden maksimum yararlanmak mı istiyor?” düşüncesi geliyor. Steve McCurry bu fotoğrafı 1984’te bir ilkokulda çekmişti. Sharbat Gula o zaman 13 yaşındaydı aradan yıllar geçtikten sonra onu bulup tekrar fotoğrafladı. Taliban’ın gelmesi ile birlikte Sharbat Gula Roma’ya sığındı. Bu sergi fotoğrafçıya adanmış en kapsamlı sergi. Sud-Est 57 Ajansı’nın kurucusu Steve McCurry‘nin menajeri Biba Giacchetti serginin küratörlüğünü yapıyor. Maillol Müzesi’nde iki katta serpiştirilmiş 150 fotoğraf herhangi bir tema üzerinden ilerlemiyor. Savaş fotoğrafları, portreler, seyahat fotoğrafları içiçe bulunuyor. 

Müzenin iki katı sadece fotoğraflara ışık düşecek şekilde karartılmış. Bu görsel bir farkındalık yaratıyor. Fotoğraflar bakışlarımızı yakalamayı başarıyor onlarla derin bir empatiye giriyoruz. Steve McCurry’nin insana gösterdiği ilgi çok yoğun hissediliyor. Porterelerdeki karakterlerin gözleri bize çeşitli hikayeler anlatıyor. Mekanlar arasında bir köprü oluşturuyor. Steve McCurry’nin kamerası yardımıyla dünyaya portreler aracılığıyla giriyoruz. O zaman McCurry’nin, güçlü ve tutarlı bir an yakalama yeteneği olduğunun farkına varıyoruz. Roland Barthes dediği an yakalama meselesi burada devreye giriyor. Fotoğraftaki insan yüzü, izleyiciyi fotoğrafın arkasındaki hikayeyi anlamaya çağırıyor. Steve McCurry renk tonu kullanımındaki büyük ustalığı ile görüntülerde zafer ve umut duygularını ortaya çıkarıyor. Her yerde ışık ve renk var.  Görüntülerde çoğu zaman trajik durumlar var. Örneğin Afganistan Herat’daki harabelerin tam ortasında bir grup insanın ısınmak için etrafında toplandığı parlak sarı ateş, duvarlarla muhteşem bir kontrast oluşturuyor. Fotoğrafların üçte biri ile ilgili yorumları girişte ücretsiz dağıtılan kulaklıktan dinleyebiliyoruz. Kulaklıktan Steve McCurry kendi sesinden fotoğrafların hikayelerini anlatıyor. Onu dinleyerek fotoğrafların çekildiği bağlamı daha iyi anlıyoruz.

Steve McCurry parlak renkleri ile ünlüdür. 

İlk başlarda siyah beyaz film kullanmasının nedeni bu filmlerin ucuz olmasıydı. Sergi her ne kadar 1979’da Afganistan’da Sovyet ordusuna karşı Savaşan mücahitleri gösteren siyah beyaz bir fotoğrafla başlasa da çok süratli bir şekilde renk patlamasına doğru evriliyor.

Steve McCurry gençliğinde savaş bölgelerine gönderilen bir foto muhabiriydi. Aynı zamanda Magnum üyeliği de var. Ancak sergi biyografisinde bu özellikleri görünmüyor. Bunun nedeni belki fotoğrafçı geçmişinden sıyrılıp sanatçı kimliğini öne çıkarmak istemesi olabilir. 

Kariyerini dünyayı dolaşarak yapan Steve McCurry Time ve Life gibi dergilere siyah beyaz fotoğraf çekerek fotoğrafçılığa başladı. Steve McCurry’nin 40 yıllık bir kariyerini bu sergide izleme fırsatını yakalıyoruz. Magnum Ajansı’nın önemli bir foto muhabiri olan Steve McCurry gerçekten referans bir fotoğrafçıdır. 

29 yaşında Amerikalılar tarafından finanse edilen Afgan-Sovyet savaşına gitti.  Bir grup islamcı mücahitin arasında onlarla aynı giysiler içinde cephede dolaştı. Fotoğraf bobinlerini elbiselerinin içine dikti, fotoğraf makinesinin yanında yakalatmak üzere başka bobinler bırakarak sınırları geçti.  Rusya’nın Afganistan’ı işgalini ilk fotoğraflayan kişi oldu.

Steve McCurry Hindistan‘a 80 kez seyahat etti. 1983’te fırtına içinde beş ay boyunca Hindistan‘ı bir uçtan bir uca dolaştı. Bu gezisinde çok renkli fotoğraflar çekti. Bu fotoğraflardan bazıları hala onun en ünlü fotoğrafları arasında sayılabilir. Steve McCurry savaştan çok savaşın masumlar üzerindeki toplumsal sonuçlarıyla ilgilendi. Bu durumu  “Hiçbir şey istemeyen ancak her şeyini kaybeden mültecilerin içinde bulunduğu kötü durumlarla ilgileniyorum” diye ifade etmiştir..

Afganistan’ın işgalinden sonra Pakistan’daki bir mülteci kampında fotoğraflardan peçesi yırtılmış genç kız bakana çok şey söylüyor. Yeşil gözlü Afgan kız başındaki kırmızı yırtık örtüsüyle bugünün dünyasının Mona Lizası olarak kabul edilebilir. Sharbat Gula afgan savaş mültecilerinin gerçek bir simgesi haline gelmiş oldu. Afganlı kız olağanüstü yeşil gözleri ile çektiği acıları yoğun bir bakışla ifade ediyor. Bu kız Pakistanı yıllarca terk etmedi ve bu fotoğrafının getirdiği şöhretinden yararlanmaya da çalışmadı. Sonra ülkesine döndü ve son taliban dalgası ile Roma’ya göçtü.

1991’de Amerikan ordusuyla Kuveyt’e çıkan Steve McCurry sanki cehenneme benzeyen manzaraları yakalar. Yanmakta olan petrol kuyularıyla alevler içinde kalmış yağmalanmış bir bölge görüntüsü dikkatimizi çekiyor. 

McCurry 1992’de Kabil’de burka giymiş afgan kızlarının spor ayakkabılarla ortaya çıkardıkları çelişkiyi  gözler önüne seriyor. İslamcılıkla özgürlükçü gelenekler arasında insanların sıkışıp kaldığını bize gösteriyor.

Steve McCurry’nın Küba ve Papua Yeni Gine’den egzotik fotoğrafları var. Kendine has renkleriyle dikkati çeken fotoğrafları bu sergide izleme fırsatı buluyoruz. Madagaskarın ünlü uzun Grandidier Baobab ağaçlarının altında oynayan çocuklar önemli fotoğraflardan bir tanesi. McCurry bize bu fotoğrafta pastoral duygular vermiş.

Steve McCurry 1950’de Philadelphia’da doğdu. Çocuk denecek yaşta eline kamera aldığında insanları fotoğrafın merkezine koymaktan bugüne kadar vazgeçmedi. Sergide kronolojik ve tematik bir yoldan çok Steve McCurry’nin insanlık hallerini gösterdiği bir konu yelpazesi izliyoruz. Amerika’dan Hindistan‘a Küba’dan Afganistan‘a Madagaskar’dan Kuveyt’e çeşitli ülkeleri dolaşma fırsatı buluyoruz.

Sergideki fotoğraflardan Steve McCurry’nin güçlü bir gözlem yeteneğine sahip olduğunu anlıyoruz. Steve McCurry şöyle diyor geriye dönüp baktığımda ışıkla görmeyi ve yazmayı bu renkli titreşimler sayesinde öğrendim. Fark ettim ki kamera sanki bir fırça oluyor. Bazı yerlerin sefaletini iyimser bir görüntü olarak sunmak için farklı renkler üzerinden ilerliyor fotoğrafçı.

Steve McCurry kendisinin usta bir görsel bir hikaye anlatıcı olduğunu kanıtlıyor. Bunu hikayeleri olan fotoğraflar çekerek yapıyor.

Fotoğraflarda kullandığı renklerin şiirsi yapısı arka planda ortaya çıkan siyasi ve tarihsel durumla sıklıkla çelişiyor. 1991 yılında mezar-ı şerif camisinin önünde fotoğraflanan güvercinlerin uçuşu Afganistan’ın talihsiz istikrarsızlığını bize gösteriyor.

Afganistan’daki savaştan dünya ticaret merkezinin çöküşü ve körfez Savaşı’na kadar Steve McCurry dünyada meydana gelen büyük ayaklanmalar hakkında sürekli fotoğraflar göndermiş.

Steve McCurry dramatik olayların yarattığı insanlık durumunun çelişkileri üzerinde oynuyor.

Sergi gerçekten bizi bir dünya turuna çıkarıyor. Beyrut‘ta mayınlarla dolu bir arazide masum dört çocuğun terk edilmiş bir makina tüfekle eğlendiği bir fotoğraf var. Karanlığın ve ışığın kesiştiği ancak insan ırkı için temel olan saflık ve umudun her zaman üstün geldiği bir dünyayı göstermeye çalışıyor Steve McCurry.

Steve McCurry’nin dünyası adlı sergide fotoğraflar tarihi veya bölgeye göre sınıflandırılmamış bunun nedenini her birimizin farklı bir tepkisi olmasına bağlıyorlar. Bu nedenle sergi için seçtiği fotoğrafları herkesin kişisel yorumunu açık bırakmayı tercih etmiş anı kaçırmamanın önemini vurgulamak istemiş.

Steve McCurry’nin hayatta en çok uğraştığı şey seyahat etmek ve deneyimlerini çoğaltmaktır.

Sergi 29 Mayıs 2022’ye kadar Paris’te Maillol müzesinde devam edecek. Fotoğrafçı sergi öncesi yaptığı açıklamada hayatını fotoğraf sanatına adamanın ne anlama geldiğini anlattı. McCurry kendisinin Afganistan tarihine çok bağlı olduğun bunun bir şekilde  içine işlediğini söylüyor. İlk gezisinde fotoğrafladığı ailelere zaman zaman ziyaretler yaptığını söylüyor.

McCurry, savaş ve şiddetle boğuşan bu dünyada tek bir gerçek olduğunu da ekliyor. “Bu dünyada geçirdiğimiz zamanın kısadır”. Fotoğrafçının iyimser kalmasının her zaman kolay olmadığını da sözlerine ekliyor.

Fotoğrafçının çağdaş dünyada rolü sorulduğunda “hala yapılacak çok iş var” diyor.

Steve McCurry’nın konuşmasının sonunda “isteksizliği ve korkuyu aşın risk alın meraklı olun” diyerek bitiriyor.

Bu sergi Paris’e yolu düşen fotoğraf severlerin mutlaka görmesi gereken bir sergi.

Hepinize güzel ışıklı fotoğraflar diliyorum.