Thomas Demand; Dokümanter fotoğrafçı mı? Çağdaş sanatçı mı? Heykeltraş mı? Yoksa sihirbaz mı?

Thomas Demand; Dokümanter fotoğrafçı mı? Çağdaş sanatçı mı? Heykeltraş mı? Yoksa sihirbaz mı?

Mehmet Ömür

Türkiye’de de tanınan Thomas Demand ‘Tarihin kekelemesi’ adlı sergisini 14 Şubat’ta Paris’te Jeu de Paume fotoğraf merkezinde açtı. 28 Mayıs’a kadar sürecek sergide ilginç fotoğraflar var. Aslında bunlar sanatçının yaptığı karton maketlerin fotoğraflarının yine kendisi tarafından yeniden boyutlandırılarak izleyenlerde doğal boyutlarda hissettiren fotoğraflar.

Thomas Demand, 1964 yılında Almanya’da doğmuş ve şu anda Berlin’de yaşayan bir fotoğrafçıdır. Sanatçı, fotoğrafçılık kariyerine ilk olarak Münih ve Düsseldorf’ta sanat eğitimi aldığı yıllarda başladı. Eğitimi sırasında, resim, heykel ve fotoğrafçılık gibi farklı sanat disiplinlerine ilgi duydu ve bu disiplinlerin bir araya getirilmesi konusuna kafa yordu.  Bu dönemde, fotoğraf ve resim arasındaki sınırları bulanıklaştıran çalışmalar yaptı. Daha sonra New York ve Tokyo’da yaşadı ve çalıştı.

Demand, kendine özgü bir teknik kullanarak fotoğrafçılık alanında öne çıkmıştır. Sanatçı, bir sahne veya nesne oluşturmak için kağıt, karton ve benzeri malzemelerden maketler yapar. Bu maketler daha sonra kendisi tarafından fotoğraflanır ve  gerçek boyutlarına ölçeklendirilir. Bu teknik sayesinde Demand, gerçek hayatta olmayan nesneleri ve ortamları gerçeğe yakın bir şekilde yansıtabilir. Sonuç olarak, fotoğraflar gerçekmiş gibi görünürken, aslında birer illüzyondan ibarettirler.

Sanatçının en ünlü eserleri arasında, 1993 yılında çektiği “Büro” adlı çalışması yer alır. Bu çalışmada, bir ofisin maketini oluşturan kağıt, karton ve benzeri malzemelerden bir sahne oluşturulmuştur. Daha sonra bu sahne fotoğraflanarak bir resim elde edilmiştir. Bu çalışma, Demand’ın kendine özgü tekniklerini kullandığı ilk eserlerden biridir ve sanatçının kariyerinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilir.

Demand’ın fotoğrafları, zamanla hem sanat hem de moda dünyasında da popülerlik kazandı. Örneğin, moda dergileri Vogue, W Magazine ve Harper’s Bazaar gibi yayınlar, Demand’ın fotoğraflarını sıklıkla kullanırlar. Ayrıca, Demand, müzeler ve özel koleksiyonlar tarafından satın alınan eserleriyle birlikte, birçok ünlü kurum ve koleksiyonerin de dikkatini çekmiştir.

Demand, sanat hayatı boyunca birçok prestijli ödül kazandı ve dünya çapında birçok sergiye katıldı. Bunların arasında, 2004 yılında İstanbul Bienali’nde yer alan “Tünel” adlı eseri ve 2012 yılında Londra’da düzenlenen bir sergide sergilenen “Grotto” adlı çalışması sayılabilir.

Sanatçının eserleri, genellikle tüketim kültürü, propaganda, medya ve hafıza gibi konuları ele alır. Demand, sanatıyla, gerçeklik ve görüntü arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçlar. Sanatçı, fotoğrafın doğasını ve fotoğrafçılığın yaratıcı potansiyelini sorgular.

Bu fotoğrafa farklı bir yaklaşım getiren sergiyi mayıs sonuna kadar Jeu de Paume; 1 place de la Concorde   Jardin des Tuileries, Paris adresinde gezebilirsiniz.

 

Thomas Demand

Sayed Haider Raza; Manzara ile manevi dünya arasında bir ressam..

1964 de yaptığı bu yağlı boya resminin adı ‘Kalp, 10 veya 20 değildir’. Ne kadar güzel, değil mi?

 

 

Sayed Haider Raza, eserleri dünya çapında galeri ve müzelerde sergilenen ünlü bir Hintli ressamdır. 22 Şubat 1922’de Hindistan, Madhya Pradesh, Babaria’da doğan Raza, sanat yolculuğuna erken yaşta başladı.

Raza, Sir J.J. Sanat Okulunda akademik resim eğitimi aldı. 1947’de Bombay’da İlerici Sanatçılar Grubu’nu (PAG) kurdu. Ardından 1950 de École nationale supérieure des Beaux-Arts’ta okumak için Paris’e geldi. Orada içindeki sanat ateşini fark etti ve avangard sanatçıların arasına katıldı.

Raza, kariyeri boyunca resimlerinde çeşitli temalara değindi. En önemli eserlerinde Hindistan manzaralarını betimleyen soyut yaklaşımlar sezilir. Resimlerinde canlı renkler ve geometrik şekiller, köklerine ve işinin manevi doğasına olan derin bağının bir kanıtıdır.

1962 yılında bir süre kalmaya gittiği Amerika da, Raza Amerikan Soyut Dışavurumculuğu ile tanışıp bu akıma ilgi duymuştur. Hans Hofmann, Sam Francis ve Mark Rothko gibi sanatçılarla dostluk kurmuştur.

2016 yılında Paris’teki Pompidou Çağdaş Sanat Merkezinde, “S.H. Raza: Bir Retrospektif” başlıklı bir sergi açtı. Sergide, Raza’nın 1940’lardan 2000’lere kadar 70’ten fazla resim ve heykelini izleyenlere sunuldu. Çalışmalarının çeşitliliği ve nüansları çok sayıda kültürlerarası dinamikle kesişiyor.

2023 deki yine Pompidou çağdaş sanat merkezinde yapılan bu son sergisi, her biri Raza’nın sanat kariyerindeki farklı aşamaları vurgulayan birkaç bölüme ayrıldı. İlk bölümde, Hint mitolojisinden ve kırsal alanda yetiştirilme tarzından büyük ölçüde etkilenen ilk çalışmaları var. İkinci bölümde, Raza’nın 1950’lerde farklı stil ve teknikler denediği çalışmaları var.

Üçüncü bölümde, Raza’nın Hint manzaralarından ve onun manevi yönünden ilham alan imzası niteliğindeki soyut resimleri var. Bu resimler, Hindistan’ın doğal çevresinin güzelliğini ve canlılığını çağrıştıran cesur, geometrik şekillere ve canlı renklere sahip.

Serginin son bölümünde Raza’nın daha minimalist bir yaklaşımla yaptığı son dönem işleri yer alıyor. Bu resimler, anlatıya veya sembolizme daha az vurgu yaparak renk ve biçim kullanımına odaklanan resimler.

Bu sergi Pompidou Merkezi’nin, Raza’nın sanatına yaptığı bir saygı duruşu olarak nitelendirilebilir. Renk ve şekillerdeki ustalığını ve kültürel ve manevi kökleriyle olan derin bağı bu sergide gayet güzel anlaşılıyor.

Raza’nın Ragamal denilen resimlerle ilgili şu sözlerine dikkat etmek gerekir. ‘Ragamalas, müziği şiirle ve şiiri resimle birleştirir. Raga ilkelerine göre melodi, günün bir anının veya bir mevsimin ruh hali bir resimde vücut bulur… Raga zihni belirli bir ruh haliyle renklendirir. Raga coşkudur!’ Duygusal ve duyarlı niteliklerle dolu resim, bir “zihnin manzarası” haline gelir.

2016 yılında kaybettiğimiz Raza’nın çalışmaları dünyanın dört bir yanındaki sanatseverlerin ilgisini ve beğenisini toplamaya devam ediyor.

 

Fukushima’dan Antakya’ya..

11 Mart 2023 tarihinde  Paristeki Japon kültür merkezinde Fukushima depremi ve tsunami felaketinin 12.ci yıl dönümü nedeniyle bir anma töreni düzenlendi. Tören başlamadan önce yarası çok taze olan Türkiye ve Suriye’de on binlerce kişinin ölümüne yol açan deprem felaketi için bizi duygulandıran bir taziye mesajı bildirildi. Ardından Fukushimada yaşananların ilk üç gününü gösteren bir dokümanter filmin projeksiyonuna geçildi. Japon NHK Televizyonunu hazırladığı bu ilk filmin hemen ardından aynı bölgedeki bir yıl sonraki yeniden yapılanma ve hayata dönme çalışmalarıyla ilgili ikinci bir dokümanter film daha gösterildi. Bu iki film bize doğal felaketlerin ne denli acımasız ve korkunç olabileceğini gösterdi. Zaman zaman göz yaşlarıyla izlediğimiz filmlerde Japon halkının felakete ne kadar onurlu ve soğuk kanlılıkla yaklaştığını da izlemiş olduk. Japon Kültür Merkezinin Müdürü Hitoshi Suzuki tsunami felaketinden bu yana dünya genelinden aldığı büyük destek için teşekkürlerini ifade ederken Japonya’nın bu bölgede tamamen ayağa kalkma  kararlılığpını da vurguladı.

Depremler gibi doğal afetler, önemli hasarlara ve can kayıplarına neden olabiliyorlar. Çok taze gelişen Türkiyenin güney bölgelerini ve Suriyeyi etkileyen depremle 2011 Japonya Fukushima depremi karşılaştırıldığında arada benzerlikleri ve farklılıkları görmek mümkün.

 Her iki olay da ciddi hasara neden olmasına rağmen, iki felaket arasında bazı temel farklılıklar vardı.

2011 Fukushima depremi, 11 Mart 2011’de meydana geldi 6 dakika sürdü ve 9,0 büyüklüğünde bir depremdi. Bugüne kadar kaydedilmiş en büyük depremlerden biriydi.  Depremi takip eden tsunami, Fukushima Daiichi Nükleer Enerji Santrali’ne önemli zarar verdi. Buna bağlı olarak ortaya büyük bir nükleer felaket çıktı. Depremde çok az sayıda kayıp verilirken sonrasındaki olaylar yüzünden 15.000’den fazla kişi yaşamını kaybetti. Bu olay 200 milyar doların üzerinde ekonomik kayba neden oldu.

Buna karşılık, 2023 Türkiye Kahraman Maraş, Gaziantep, Antakya depremi 6 Şubat 2023’te meydana geldi. Bu depremin merkezi Pazarcık yakınlarında idi ve yerel saatle 04:17’de, 7.8 büyüklüğünde  hissedildi. Bu depremin ardından saat 13:24 de, merkez üssü Elbistan’da 7.5 büyüklüğünde bir ikinci deprem yaşandı. Her iki olay Doğu Anadolu fay sisteminin üzerinde gelişti. Bu depremlker Suriye, Kıbrıs, Yunanistan, Ürdün, Lübnan, Irak, Gürcistan, Ermenistan, Mısır ve İsrail gibi ülkelerde hissedildi.

Geniş bir bölgeyi etkileyen bu ardarda depremler  yıkılan ve ağır hasar gören binaların sayısını 156.000’e çıkardı. Bu yıkılan ve ağır hasar gören binalar içindeki konut birimlerinin sayısı yaklaşık 507.000 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Deprem sırasındaki bölgede etkili olan kış ve fırtınalar ve kar yağışı arama ve kurtarma operasyonlarını zorlaştırdı.

Türkiye ve Suriye’de 850 binden fazla çocuk hala yerlerinden uzakta yaşıyor. Birleşmiş Milletler yetkililerine göre, deprem sonrası bölgedeki 350.000’den fazla hamile kadın sağlık hizmetlerine ve günlük ihtiyaçlara erişim konusunda zorluk çekiyor. Türkiye’de 1,9 milyondan fazla insan çadırlarda ve geçici barınaklara sığınmış durumda, Suriye’de ise 500 bin kişi evsiz kalmıştır. Depremin etkileri oldukça büyük oldu ve yaklaşık 350.000 km2’lik  bir alanda yaygın hasar oluştu. Tahminen 14 milyon kişi etkilendi.

13 Mart 2023 itibarıyla doğrulanan ölü sayısı 56.800’den fazla olup, Türkiye’de 48.400’den fazla ve Suriye’de 7.200’den fazla ölüm meydana geldi. Bu deprem, Türkiye’deki modern tarihinin en ölümcül doğal afeti olarak kaydedildi ve günümüz Türkiye’sindeki en ölümcül deprem olarak da kaydedildi. Aynı zamanda, günümüz Suriye’sinde 1822 Halep depreminden bu yana en ölümcül, dünya çapında ise 2010 Haiti depreminden bu yana en ölümcül beşinci deprem olarak kaydedildi.

Paris’teki Japon Kültür merkezindeki anma töreninden sonra NHK TV ile yaptığımız görüşmede NHK‘nın 15 gün boyunca bölgede çalışmalar yaptığını ve Japon kurtarma ekiplerinin de çalışmalara yoğun bir şekilde katıldığını öğrendik. Japonya’da, Türkiye’de ve dünyanın diğer yerlerinde doğal afetlerden etkilenenlere başsağlığı ve sabır diliyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Paul Strand ve Sosyal Politik fotoğraf

Paul Strand ve Sosyal Politik fotoğraf

Mehmet Ömür

Henri Cartier Bresson (HCB) Vakfı, Amerikalı fotoğrafçı Paul Strand’ın (1890-1976) çalışmalarını farklı bir yaklaşımla sergiliyor. Strand, Stiegliz’den aldığı gelenekle Straight Photography olarak da bilinen doğrudan fotoğrafçılığın öncüsü olarak kabul edilse de, bu sergi aynı zamanda onun yaptıklarının ne derece politik olduğunu da gözler önüne seriyor.

Paul Strand “Zıtlıklar, zıtlıklar tarafından iyileştirilir” diye bir formülden bahsetmiştir. Buna göre genellikle zıt olarak sunulan iki büyük fotoğraf geleneği vardır. Bu eğilimlerden biri fotoğrafın bir sanat olduğunu göstermeye çalışan bir eğilimdir. Diğeri ise, daha çok siyasi bir projenin hizmetinde olan belgesel ve toplumsal bir akımdır. Fotoğraf tarihinde bu iki kutbu bünyesinde barındıran Alfred Stieglitz ve Lewis Hine, Strand’ın fotoğrafa başladığı dönemlerde onun akıl hocalarıydı.

Strand, 1910’ların ortalarında New York sokaklarında insanların yüzlerini fotoğraflamış olsa da, çalışmalarının ilk bölümüne özellikle biçimcilik damgasını vurmuştur. Stieglitz, ünlü dergisi Camera Work’ün 1917’deki son sayısını Paul Strand’a adadığında amacı fotoğrafın kendine özgü bir sanatsal diline sahip olduğunu göstermekti. Strand, Meksika’da kaldığı (1932-1934) dönemden ve  Moskova’ya yaptığı bir geziden (1935) sonra çok daha politize oldu. Amerikan İşçi Partisi’ne üye oldu ve McCarthy’cilik döneminde “Amerikan karşıtı” olarak sınıflandırılarak Amerika Birleşik Devletleri’ni terk etmek zorunda kaldı, Avrupa’ya geçti ve Fransa’ya yerleşti. Strand’ın işlerinin çoğu bu politik bilinç tarafından belirlenmiştir; konuları, fotoğraflarını çektiği yerler, birlikte çalıştığı yazarlar hatta yaptığı kitaplar bunu kanıtlamaktadır.

Son yıllarda ise Strand için açılan birçok sergi, onun biçimci yaklaşımına odaklanmıştır. HCB Vakfındaki bu sergi ise fotoğrafçının bu yönünü hiçbir şekilde küçültmeden, politik yaklaşımını gözler önüne sermeyi amaçlamaktadır. Biçimselcilik ve sosyal yaklaşım arasındaki dengeyi bu sergide yakalamak mümkün. Strand, eğer 20. yüzyılın en büyük fotoğrafçılarından biri olarak sunuluyor ve kabul ediliyorsa, bunun nedeni bu dengeyi bulabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Çalışmaları dünyanın dört bir yanındaki müzelerde ve galerilerde sergileniyor ve etkisi birçok çağdaş fotoğrafçının çalışmalarında da görülüyor.

Sergi; Madrid’deki Fundación MAPFRE koleksiyonlarından, Paul Strand ve Charles Sheeler’in 1921’de yönettiği Manhatta filminden ve Centre Pompidou’dan ödünç alınan bazı baskılarla birlikte yaklaşık 120 baskıdan oluşturulmuştur.

Sergide Strand’ın Gana, Mısır, İtalya, Rusya, Fransa ve Meksika gibi ülke gezileri sırasında çektiği portre ve sokak fotoğrafları dışında çeşitli kesimlerden çok sayıda portre çalışmaları var. Amerika’da çektiği sosyal ve politik içerikli fotoğraflar dışında ünlü BLİND adlı fotoğrafını görmek de mümkün. Ayrıca Manhatta adlı 11 dakikalık sessiz belgeselini de izlemek mümkün.

Paul Strand’ın yaşam öyküsü

1890 yılında New York’ta doğan Paul Strand, 1907 yılında New York Ethical Culture School’da (ECS) eğitim aldı. Ardından, kendisini Alfred Stieglitz’in 291 Fifth Avenue’de kurduğu Photo Secession galerisiyle tanıştıran Lewis Hine’dan ilk fotoğraf eğitimini aldı. Bu iki büyük fotoğrafçı Paul Strand’ın çalışmalarını çok etkiledi. Çalışmaları ilk kez 1916’da Stieglitz’in Camera Work dergisinde yayınlandı. Hemen ardından 291’deki Secession galerisinde ‘New York ve Diğer Yerlerden Fotoğraflar’ sergisini açtı. Savaş sırasında ise hastanelerin radyoloji bölümlerinde çalıştı. 1919 yılında ise, ilk manzara fotoğrafçılığı için Kanada’ya, Nova Scotia’ya gitti.

Paul Strand, 1921’de Manhatta filmini fotoğrafçı ve ressam Charles Sheeler ile birlikte yönetti,  1925-1932 yılları arasında ise, New York galerilerinde çeşitli sergileri açtı. 1932 ve 1934 yıllarında Meksika’ya gitti ve Mexico City’deki Sala de Arte’de kişisel bir sergisi açıldı. Meksika’da da Redes filmini yönetti.

Paul Strand, 1935’te SSCB’ye gitti ve orada Sergei Eisenstein ile tanıştı. Daha sonra Léo Hurwitz, Ralph Steiner ve Lionel Berman’ın etrafındaki Nykino grubuna katıldı. Bundan iki yıl sonra da, Nykino’nun eski üyeleriyle birlikte kar amacı gütmeyen eğitsel bir film yapım şirketi olan Frontier Film’in başkanı oldu.

Paul Strand, 1943 yılından itibaren on yıldan fazla bir süre çalıştığı sinema sektöründen ayrılarak  fotoğrafçılığa geri döndü. 1945’te New York MoMA’da kişisel bir sergisi açıldı. 1949 yılından  1957 yılına kadar Avrupa’ya birkaç gezi yaptı ve her gezi bir kitapla noktalandı. McCarthy döneminde Amerika Birleşik Devletleri dışına sürüldü.

Strand, Fransa’ya yerleştikten sonra özel hayatında kargaşalar yaşadı, karısı Rebecca Salsbury ile çalkantılı bir ilişkisi vardı ve boşandılar. Ortağı ve ilham kaynağı olan ressam Virginia Stevens ile uzun süreli beraberliği oldu.

35 mm, orta format ve geniş format kameralar dahil olmak üzere çeşitli formatlarda çalıştı,  değişik ton aralıklarına sahip görüntüler oluşturmak için çeşitli baskı teknikleri denedi, çarpıcı görüntüler elde etmek için soyut formlar ve ışık ve gölge kullanımı ile deneyler yaptı. Pablo Picasso ve Georges Braque gibi sanatçıların çalışmalarından etkilendiği bilinmektedir.

Yaşamının son kısmını Fransa’daki Orgeval’de sürdürdü ve 1976 yılında Fransa öldü.

14 Şubatta başlayan ‘Güçlerin dengesi’ adlı sergi 23 Nisana kadar 79, Rue des Archives, 75003 Paris adresinde  gezilebilir.

 


Sahte fotoğraflar, gerçek bir sorun mu?

 

 

Mehmet Ömür

Yapay zeka tarafından oluşturulan bazı haber görüntülerinin gerçek fotoğraflardan ayırt edilmesi giderek zorlaşıyor.

6 Şubat depreminden sonra medyaya düşen Yunanlı bir kurtarıcının, enkazdan çıkardığı Türk çocuğunu kucağında taşıma sahnesinin görseli kafalarımız iyice karıştırdı.

Bu fotoğrafı ve yapay zekayla  oluşturulmuş başka bir fotoğrafı da inceleyelim isterseniz.

İlk fotoğrafta bir göstericiyi kucaklayan polisi görüyoruz.

 

 

İkincisinde ise geçtiğimiz ay ülkemizde da yaşanan korkunç deprem felaketinde kucağında depremzede bir çocuğu tutan Yunanlı bir  kurtarma ekibi görevlisi ile ona sarılmış ve kurtarıcısının ceketini tutmuş bir Türk çocuğunu görüyoruz.

 

Bu iki görüntüye yakından baktığımızda bazı ayrıntılar bize bu fotoğrafların yapay ve sahte fotoğraflar olduğunu düşündürüyor. Çünkü polisin ve itfaiyeci kıyafetli kurtarıcının elinde altı parmak olduğunu ve başparmakların da normalden daha uzun olduğunu görüyoruz.  Polisin başındaki miğferin siperliği de oldukça garip duruyor. Bu iki fotoğraftan ilki Fransa’daki emeklilik reformuna karşı yapılan gösterilerde, ikincisi de  6 Şubat’ta Türkiye ve Suriye’yi yerle bir eden depremden sonra çekilmedi. Bu görüntüler, yapay zeka (AI) tarafından yaratıldılar.

Peki, bu haber görsellerinin gerçek olup olmadığını ayrıt edilmesi bugün nispeten kolay gibi olmasına karşın, bu teknolojinin hızla gelişiyor olmasıyla, bugün kolayca görülebilen kusurlar ileride olmayacak olması oldukça düşündürücü değil midir? 

Nelere dikkat etmeliyiz? 

Eller ve gözler bu fotoğrafları ele veriyor. Gözler genellikle aynı ama  ellerde bir tuhaflık, parmak sayılarında ise bir anormallik var veya parmakların şekli biraz garip. 

 

 

Bu görüntüleri ele veren diğer bir hata bunların doğal bir fotoğraftan daha net olmalarıdır. Bunun nedeni, yapay zekan bu görüntüleri  oluştururken internet üzerinden mükemmel fotoğraflar bulup toplaması ve onların üzerinden çalışıyor olmasıdır. Görüntüde ön plan aşırı net, arka plan flu, ışık ölçümleri ise mükemmel, yani tam istendiği gibi. Oysa gösteri gibi kaotik ortamlarda böylesi başarılı fotoğraflar elde etmek o kadar da kolay olmasa gerek.

Görüntüleri yapay zeka ve Photoshop gibi programların desteği ile  oluşturanlar bu eksikliklerin farkındalar ve muhtemelen bunları gidermeye de çalışmaktadırlar. Depremzedeyi kurtaran itfaiyecinin kaskındaki metin mükemmel ve belli ki Photoshop’ta eklenmiş. Aynı şekilde çocuğun omuzundaki Türk bayrağı da çok güzel. Kuşkusuz istenirse yapay zeka ile görüntünün bir bölümünü yeniden oluşturabilir ve böylece hataları gidermeye çalışabilirsiniz. Eller iyi olana kadar birkaç kez deneyebilirsiniz. Aslında hataları bulmak giderek kolaylaşacağı gibi düzeltmek de gittikçe kolaylaşacak yani  tavşan kaçacak tazı kovalayacak. Bakalım sonuç nereye varacak?

Bazen tersi de söz konusu olabileceğini atlamamak gerekir, yani normal bir fotoğrafı sahteymiş gibi algılama hatasına da düşebiliriz.

Aslında etik olarak, kullanılan görselin yapay zeka tarafından oluşturulduğun belirtmek gerekir, bunun bir iyi niyet gösterilmesi olarak değil, gereklilik olması daha doğru olacaktır.

Plastik sanatçılar da giderek daha çok yapay zekaya dayanmayı tercih ediyorlar. Nereye gittiğimiz konusunda bir tartışmaya gerek olduğunu düşünmüyorum çünkü başından beri hem fotoğraf hem de diğer sanat disiplinleri teknolojiden yararlanmadı mı? 

Bundan sonra, yani teknoloji geliştikçe gördüğümüz her şeyden şüphe etmeye mahkum mu olacağız? Günümüz teknolojisi doğal olarak fotoğrafın sınırlarını olabildiğince genişletiyor, bakalım bu gözler daha neler görecek.

Erkekler dünyayı fethetmeli, kadınlar erkekleri fethetmeli.

Erkekler dünyayı fethetmeli, kadınlar erkekleri fethetmeli.

 

Mehmet Ömür

Tabii ki bu görüş bir asır geride kaldı. 20. yüzyılda kadınların hikayesi, onların özgürleşme hikayesidir. Bu yüz yıl kadınlar için özgürlüklerinin tamamen ele geçirilmesini simgeler.

Paris te Rue de Seine sokağında 6 numartalı binada bulunan Roger-Viollet Galerisi ’20 yüzyılda kadınlar fotoğraf sergisini’ Ocak sonunda açtı. Adını sergi ile aynı adı taşıyan Agnès Grossmann’ın yazdığı kitaptan  alan sergi halen devam ediyor ve 30 tane sınırlı sayıda satışa sunulan baskılar da izleyenlerin ilgisini çekiyor.

On yıllar boyunca nasıl yaşadılar? Kaderleri nasıl şekillendi ve bu kadınlar kimdi? Hangi ünlü kadınlar zamanına damgasını vurdu? Bizden önce yaşayan, seven, doğuran, savaşan bu kadınların sergisidir bu sergi. Onlar Fransızların anneleri, anneanneleri, büyük anneanneleridir. Bu sergi neredeyse bir aile albümü olarak düşünülebilir..

20. yüzyılın başlarında, Fransa’daki kadınlar, rolleri ve fırsatları açısından hâlâ birçok kısıtlama ve sınırlamayla karşı karşıyaydı. İlk başta kadınların eğitimi ve yasal hakları konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmiş olsa da, Fransız toplumunda tün 20 yüzyıl boyunca birçok alanda cinsiyet eşitsizliği devam etti.

Başlıca ayrımcılık alanlarından biri, kadınların genellikle aynı işi yaptıkları halde erkeklerden daha az ücret almalarıydı.  Birçok meslekten dışlanmaları da ayrı bir konuydu. Kadınlardan ayrıca çalışmalarının yanında eş ve anne olarak geleneksel cinsiyet rollerini yerine getirmeleri bekleniyordu. Bu nedenle  kadınların kariyer yapmalarını ve sosyalleşmeleri zorlaştırıyordu.

Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok Fransız kadın, fabrikalarda çalışmak veya orduda hizmet etmek gibi erkeklere ayrılmış roller üstlendi. Bunun sonucunda kadınlar, toplumsal cinsiyet normlarına meydan okumaya başladılar.  Ardından toplumda  cinsiyet eşitliğinin yolunu açıldı.

1920’lerde ve 1930’larda, Fransa’da büyüyen bir feminist hareket, kadın haklarını savunmaya ve geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine meydan okumaya başladı. Kadınlar 1944’te oy kullanma hakkını elde etti ve sonraki yıllarda, cinsiyet ayrımcılığına karşı yasal korumaları kademeli olarak elde ettiler.

Bununla birlikte, Fransa’daki kadınların pratikte daha fazla eşitlik elde etmeye başlamalarını sağlamak için 20. yüzyılın sonlarına kadar beklemek gerekti. Bugün kadınlar, Fransız toplumunda siyaset, iş ve sanat dahil olmak üzere birçok yüksek profilli pozisyonlarına sahipler, ancak cinsiyet eşitliğini tam olarak sağlamak için daha hala yapılması gereken işler var.

Ancak hemen ekleyelim Fransa’da kadınlar 100 yıllık bir uzun bir yol kat ettiler halen de yola devam ediyorlar.

1900 yılı başlarında kadın reşit sayılmaz, babasının veya kocasının vesayeti altındaydı.

Güç ve kamusal alan o yıllarda erkeklere aitti. Erkekler güçlü cins ve kadınlar daha zayıf cins olarak kabul edilirdi. Dönemin sosyal düzeni bu cinsiyet eşitsizliği üzerine kuruluydu. 20. yüzyılın başında kızlar, erkeklerinkine benzer bir okul eğitimi almaya başladılar. Eş ve anneden başka bir şey olacakları bir gelecek söz konusu olmaya başladı.

İki dünya savaşı arasında kadınlar, eşit becerilere sahip erkeklerin yerini alabileceklerini gösterdiler. Görev sadık kadınlar olduklarını gösterdiler ve daha fazla haklar elde etmeye başladılar.

Yüzyıl boyunca, ekonomik, teknik, bilimsel ve tıbbi ilerleme, yaşam tarzlarını ve adetleri değiştirerek kadınların özgürleşmesine katkı sağladı. Ayrıca tüm sosyal mücadelelerin bir parçası oldular

Ancak bedenlerini elden çıkarma temel hakkını elde etmeleri ve hayat verip vermeme seçeneğine sahip olmaları neredeyse seksen yıllarını alacaktır.

Bu, esas olarak kadınların önderlik ettiği uzun bir mücadelenin sonucudur: süfrajetler, siyasi aktivistler, filozoflar, avukatlar, sanatçılar, bilim adamları. Bu “deniz feneri kadınları”, diğerlerini nasıl arkalarına çekeceklerini biliyorlardı. Ayrıca onsuz hiçbir şeyin mümkün olmayacağı birkaç kişinin de desteğiyle.

20. yüzyılın sonunda kadınlar bağımsızlıklarını kazandılar. Erkeğin eşit olarak tüm hakları elde etmiştir. Kuşkusuz zihniyetler hala bazen yasaların gerisinde kalıyor. Ama 2000 yılının kadını bu seçimlerden arınmış bir kadın.

Bu özgürlük 1900 ile 2000 yılları arasında kazanıldı.

Roger-Violet koleksiyonlarında görülen 20. yüzyılda kadınların tarihi, onların özgürleşme tarihidir.

Roger-Viollet Galerisi, 28 Ocak – 25 Mart 2023 tarihleri ​​arasında, 60 adet fotoğraf sergileniyor, 30 nüsha sınırlı sayıda sunulan çağdaş baskılardan bir seçki de ziyaretçilerin satın almalarına olanak sağlıyor.

Bu fotoğraflar Editions Gründ tarafından yayınlanan A Photographic History of Women in the Twentieth Century kitabından alınmıştır.

Roger-Violet Galerisi, 6 rue de Seine 75006 Paris.

Salı-Cumartesi, 11:00 – 19:00, resmi tatil günleri hariç.

www.galerie-roger-viollet.fr

Monet mi? Michell mi? yoksa Küratör mü?

Monet mi? Michell mi? yoksa Küratör mü?

 

Mehmet Ömür

 

Louis Vuitton (LV) Vakfı müzesi zaman zaman ilginç ve güzel çalışmalar ile bizleri şaşırtmaya devam ediyor.

Üç yıl önce, 27 yaşında yaşama veda eden Doors grubunun efsanevi solisti Jim Morrison’da olduğu gibi, yine 27 yaşlarında ölen iki önemli ressamı; Jean Michel Basquiat ve Egon Schiele’nin eserlerini birlikte sanatseverlerle buluşturmuş ve karşılaştırma fırsatını yaratmıştı. 

Bu kez LV Vakfının Küratörü Suzanne Sagé, Claude Monet ile Joan Michell’i karşı karşıya getiriyor ve bizi düşünmeye davet ediyor. Acaba Amerikalı ressam Monet’den etkilenmiş miydi? İşte soru bu! 

Sanat tarihini incelediğimizde, hangi dönemde olursa olsun sanatçıların kendilerini belli saplantıların içinde bulduklarını görüyoruz. Monet ve Mitchell onlarca yıl ara ile yaşadıkları Vexin’in küçük bir köyü olan Vétheuil’de, rengarenk tablolar yapmışlardır. Bu eserlerde, iki olağanüstü ressamın duyarlılığını, doğaya karşı hislerinin ifadelerinde, ne kadar çok ortak noktasının olduğunu Louis Vuitton Vakfı’nın bu sergisiyle görme şansını buluyoruz.

Joan Mitchell, 1925 yılında Chicago’da, burjuva bir ailede doğmuş ve empresyonist ustalarını yaşadığı kentin müzesi olan Chicago Sanat Enstitüsü’nü çok erken yaşlarda görebilme şansına erişmiştir. New York’ta, de Kooning ve Kline gibi Amerikan resminin önemli isimlerinin yardımıyla kısa sürede başarıya ulaşmış ve New York’ta soyut dışavurumcu hareketin ikinci nesil temsilcisi olmuştur. Ama kendisine göre Brancusi’nin ve Rodin’in stüdyosunda geçirdiği zamanlar ona çok daha önemli beceriler kazandırmış. “Ulu meşelerin gölgesinde hiçbir şey yetişmez. Kendimi arkadaşlarımdan ve Amerikan devlerinden kurtarmam gerekmişti¨ sözleri konuya açıklık getirir. Monet’yi kopya ettiği iddia edildiğinde ise, şöyle konuşur: ¨Sabahları, özellikle çok erken saatlerde her taraf mor ve Monet bunu zaten göstermişti. Ben de sabah dışarı çıktığımda her yer mor oluyor ve ben de gördüğümü yansıtıyorum, Monet’yi taklit etmiyorum¨  Mitchell’in jestleri karakteristiktir, tuvali örtmez ama büyük ve ölçülü hareketlerle çok renkli tonlamalarda eserler üretir. Resminin abstre resim olduğunu ama aynı zamanda manzara olduğunu savunur ve illüstrasyon diyenlere katılmaz.

50 yıl boyunca Monet’nin yaşadığı bölgede, aynı manzaraya aynı nehre bakarak yaşayan bu Amerikalı ressam özetle, Monet’den etkilenmediğini sadece aynı manzarayı gördüğünü ve bunu tuvaline yansıttığını ifade eder. İşte burada Mitchell’i çok yakından tanıyan Suzanna Sagé,  ressamın söylediklerinin ne kadar doğru olup olmadığını düşünmemize neden oluyor. Küratörün bir görevi de bu değil midir zaten? İki sanatçı arasında bir iki kuşak fark var ve karşılaştırmalı bu serginin adı ¨Monet Mitchell Diyalogu¨. İki ressamın manzara ve doğa karşısında hissettiklerini ve resimlerine yansımalarını izliyoruz.

Claude Monet’nin “Nilüferler” eseri 1950 yıllarda Amerika’da abstre ekspresyonist ressamlar tarafından çok önemsendi. Bir çok eleştirmen Monet’nin moderniteyi savunduğunu ve ilkesinin sanatın özü olan soyutlama olduğunu vurguluyorlar. Mitchell’e gelince ise, 1957-58 yıllarında arkadaşı Elaine de Kooning’in yardımıyla soyut izlenimcilik sergilerine katıldığını biliyoruz. Mitchell, 1968 de Monet’nin yaşadığı bölgeye, Vétheuil’e yerleşti ve Mitchell’in yeteneği adeta çiçek açtı. Küratör Suzanne Sagé, sanatçı ile Normandiya’nın bu köşesi arasında bir tür aşk hikayesi olduğunu belirtiyor. Mitchell’de, Monet’nin algıladığı ışık ve renk duyarlılığını tuvallerinde göstermeye çalıştığını görüyoruz. Monet, sanatında zaman içinde şekilleri terk edip renk ve ışığa yoğunlaşmıştı. Bitki, su ve çevrelerindeki manzaraları resmiyle  ifade yolunu seçmiştir.  Sergide bu iki sanatçının 60’a yakın eseri bulunuyor ve sergilenen tablolar bizim büyülü bir zaman geçirmemizi sağlıyor. İşte bu nedenle zaman zaman sergiyi yeniden gezmekten kendimi alamıyorum!

“Monet, Michell Diyalog” sergisi’nin alt katında ressam Mitchell’i daha iyi tanıyabilmek adına bir Joan Michell retrospektif sergisini de gezmek mümkün. Mitchell in sanatına bakıp resimlerini dikkatlice deşifre ettiğimizde, ona ilham verenin doğa olduğunu anlıyoruz.  Dikey, incelen fırça darbeleri çimenleri veya söğüt yapraklarını çağrıştırıyor, parlak sarılar ayçiçeklerini andırıyor. Empresyonizmin babası olan Monet’nin ise, sığınağı olan “Giverny’nin Çiçek Bahçeleri” eserini sanki içimizde hissediyoruz. İki sanatçının resimlerinde renklerin ve hareketlerin dansı ile  gözlerimiz zevkten dört köşe oluyor.

Özetlersek iki ressamın  birinci ortak noktaları doğa ise, ikinci ortak noktaları renktir. Tuvalden tuvale, iki sanatçı arasındaki renk ilişkisi apaçık ortaya çıkıyor. Mitchell, özellikle Monet’nin Nilüfer resimlerinde çokça bulunan leylak rengi ve yeşilin ahenkli bir tonlamasını kullanıyor. Aynı şekilde Monet’nin paletinde ve Giverny’deki yemek odasının duvarlarında yer alan sevdiği parlak sarıyı da Mitchell severek kullanmıştır. Sergide buna iyiden iyiye şahit oluyoruz. Hayatının sonunda Monet, onu neredeyse kör eden ve renk algısını bozan ciddi görme sorunları yaşadı. Bir süre mavi rengi gördü ve kırmızı ile sarıyı algılayamadı. Bu nedenler renklerinde koyulaşma başladı. Joan Mitchell’in “Tilleul” (1978) adlı eserinde bunun yankısını bulduğunu fark ediyoruz. Üçüncü ortak nokta ise bu sergi ile gün ışığına çıkan büyük formatlar. Sergide Claude Monet’nin muhteşem 2×4 metre boyutlarındaki “L’Agapanthe” (1915–1926) üçlüsünün çevresinde Mitchell’in, çok sayıda dev diptik ve poliptik eserleri asılmış. Bu da bize formatlar arasındaki benzerliği göstermeye yetiyor. 

Monet’in ¨İzlenimlerimi doğrudan doğanın önünde, gelip geçen etkileri yaşayarak resim yapmış olma erdemine sahibim¨ gibi bir sözü var. Doğa karşısında hissettiklerini ve iç sesini tuvale aktarmıştır. Dışavurumcu olan Mitchell ise daha çok iç dünyasından gelenleri tuvaline yansıtmıştır. Burada melankoli, üzüntü, öfke gibi duygular muhteşem bir manzara şeklinde gözlerimizin önüne seriliyor.

Küratör Suzanne Sagé, sergide iki ressamın doğal el hareketlerini de göstermeyi ihmal etmemiş. Gizemli duygu ve hislerini ifade etmek için her ikisi de doğal el hareketlerini tercih ediyor. Monet hızlı ve canlı fırça darbeleri vururken, Mitchell bol bol ve  sanki köpük köpük darbeler bırakıyor. İşte bu yüzden bu sergi acaba Monet’in mi, Mitchell’in mi yoksa küratörün sergisi mi? diye düşünmeden edemiyorum. Monet’nin kataraktı şiddetlendikçe, (Buna Charles de Gaulle “yaşlılık bir gemi kazasıdır” der) cesur fırça darbeleri daha da özgürleşir ve vahşileşir. Öyle ki, Monet’nin son resimleri ile Amerikalı ressamın resimleri birbirlerine rahatsız edici derecede benziyor, türler ve dönemler arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor. “Duygularımı göstermek için birçok kusurun ortaya çıkmasına izin veriyorum” demiştir Monet. Kusurların sanattaki özel yerinin de farkındayız tabii ki…

Yapıtlarının aynı yerde karşı karşıya getirilmesi, onları neyin bir araya getirdiğini veya neyin farklılaştırdığını kuşkusuz daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bu nedenle bu muhteşem sanatsal etkinlik için LV Vakfı müzesine, küratörü Suzanne Sagé’ye ve katkıda bulunan diğer kurumlara teşekkür ediyoruz. Bu büyük etkinliğin, bilimsel kısmını Louis Vuitton Vakfı hazırladı. Joan Mitchell Vakfı ile Musée Marmottan Monet, sergilenen resimleri sağladı. Organizasyon konusunda San Francisco Modern Sanat Müzesi ve Baltimore Sanat Müzesinden destek alındığını ayrıca belirtmek isterim.

Hepinize sanat dolu günler dileğiyle…

Moda Tasarımı Sanat mıdır? Christian Dior Müzesi

Moda Tasarımı Sanat mıdır? Christian Dior Müzesi

Mehmet Ömür

Bu konu nereden bakıldığın bağlı olarak bizi farklı noktalara taşıyabilecek bir konudur. Aslında soruyu şöyle de sorabilirdik; Sanat nedir? Oxford sözlük tanımına göre; ‘Sanat, insanın yaratıcı becerisinin ve hayal gücünün ifadesi veya uygulamasıdır. Başka bir kaynağa göre Sanat, iki kişi arasındaki diyalogdur, iletişimdir, aktarımdır. İzleyicinin dahil olması gerekir. Sanat yorumlanabilir; yani farklı insanlar için farklı şeyler ifade edebilir oysa sanatçı için bambaşka bir anlam ifade ediyor olabilir. Sanatı kaç kişiye sorarsak o kadar değişik cevap alma olasılığımız vardır.

Kreasyon da dediğimiz moda dünyasında yaratılan giysiler bazen birer sanat eseri gibi karşımıza çıkıyor. Artık dizaynırlar sanatçı olarak kabul görüyor, o zaman moda tasarımcılarının da öyle görülmeleri gerekmektedir diye düşünüyorum. 

Karl Lagerfeld “Sanat sanattır. Moda modadır” demişti.   Andy Warhol, sanat ve modanın birlikte var olabileceklerini kanıtlamıştır.

Peki, sanat sadece müzede ya da tuval üzerinde olmak zorunda mıdır? Değildir diye düşünüyorum.  Sanat aslında her yerdedir, her yerde olmalı dünyamızı güzelleştirmelidir. Dinlediğimiz müzikte, yazdığımız ve okuduğumuz kelimelerde hatta yaptığımız kıyafetlerde sanat olmalıdır. Bu yazımızın konusu geçtiğimiz yıl Paris’te açılan Christian Dior müzesidir. Üç kat üzerinde gezilen müzenin en üst katı Dior’un yaşamına ayrılmıştır. Diğer katlarda yaşamı boyunca ürettikleri vardır. Hayattan 52 yaşında ayrılan Dior bu kısa ömründe arkasında çok sayıda moda tasarımcısı halef bırakmıştır.

Christan Dior ölmeden önce; “Terziler, harika bir hayal dünyasının son sığınaklarından birini temsil ediyorlar. Onlar bir bakıma rüya görme ve gösterme ustalarıdır” demiştir.

 

Christian Dior’un ilk atölyesi, Avenue Montaigne  30 numaralı binanın çatı katında yer almaktaydı.  Üç atölye, küçük bir stüdyo, bir show room, bir kabin, bir yönetim ofisi ve altı küçük soyunma odası ile başladı. Yetmiş yıllık bir efsane sonrası bugün Dior yine aynı cadde üzerinde bir çok binada müşterilerini ağırlamaktadır. İlk binanın arka köşesine yeni açılmış olan müze ise her gün yüzlerce sanatseveri kucaklamakta, bilet kuyruğu ana caddeye kadar uzamaktadır. Yakın bir gelecekte Türkiye ve dünyanın gelecek gelecek turistlerin olmazsa olmaz bir adresi olacak ve burayı görmeden dönmeyeceklerdir. Galerie Dior, modeller, orijinal eskizler ve arşiv belgelerini bu tarihi adresin anısını sürdürmek üzere Paris’te  Haute Couture ruhunu sembolize etmeyi amaçlamıştır. Bu binada binden fazla kreasyonla Dior stilinin özü sunulmaktadır.

 

 

Dior tabii ki sadece moda dünyasına getirdiği şaşırtıcı efsane çizgilerle değil ayrıca modaya devrimci yaklaşımıyla da moda tasarımına damgasını vurmuştur.

 

Dior’u ilk fark eden ünlü Amerikan dergisi Harper’s Bazaar’ın genel yayın yönetmeni Carmel Snow olmuştur. New Look (Yeni Görünüm) terimi de Carmel Snow tarafından uydurulmuştur. Bu dergi aracılığı ile dünya, rüyalara adanmış bu krallığı keşfetmeye başlamış oldu. Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan kadınlığın baştan çıkarma gücünün farkına varan Dior kadın tavrını yeniden inşa ederek somutlaştırmıştır.

 

Biraz da Christian Dior’un yaşamına bakalım isterseniz.

Dior 1905 de Normandiya’da doğmuş ve 1957 de İtalyada ölmüştür..

Ailesi gübre üretimi yapan sanayici, oldukça varlıklı bir aileydi Christian  mimar olmayı hayal ediyordu. Ancak abisinin iyi olması mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmasının ardından annesinin kederden ölmesi ve ardından da babasının iflas etmesi tüm hesapları alt üst etti. Babasının verdiği sermaye ile açtığı Paristeki sanat galerisini kapatmak zorunda kaldı. Oysa bu sanat galerisinde , Picasso, Braque, Matisse,  Max Jacob, Jean Cocteau ve Salvador Dali’nin eserlerini sergilemişti.

 

İlk başta Le Figaro dergisine  şapka modelleri çizmeye başladı. Ardından  Paris’in moda evlerine eskizler çizerek geçimini sağladı. II.ci dünya savaşına katıldı. Fransa’nın Güneyinde meyve yetiştirdi. Savaş bitmeden Paris’e geri döndü. Lucien Lelong ve Pierre Balmain ile çalıştı. Savaş sırasında Nazi subaylarının ve Fransız işbirlikçilerinin hanımlarını giydirdi. Savaş bitince Fransa’nın en önemli tüccar ve sanayicilerinden biri olan tekstilci Marcel Boussac’ın  60 milyon frank yatırım desteğiyle kendi moda evini kurdu.

 

Biraz da Dior sanatından bahsetmeye çalışayım. İlk koleksiyonunu 1947’de sunan Dior bu kreasyonlarına Korolla yani taç yaprakları adını vermiştir. Dior’un tasarımları II. Dünya Savaşı modası olan kapalı ve erkeksi tasarımların aksine çok daha cinsel istek uyandırıcı dizaynlardı. Şekiller ve siluetler tasarımında ustalaştı.  “Ben çiçek kadını tasarladım.”  demiştir. Kreasyonları daha çok sıkı dokunmuş pamuklu bezlerden yapılan sert, büstiyer şeklindeki korseler; kalça vatkaları, ince belli korseler ve jüponlardan oluşmaktaydı. Bu giysiler, belden aşağı genişleyerek inen modelleri sayesinde giyen kişinin çok daha kıvrımlı hatlara sahip gözükmesini sağlıyordu. Etek ucu boyu baldırlara ve bileklere kadar inerek hoşa giden bir görünüm veriyordu. Birden vücuda oturan siluet, yüksek göğüs, dar omuzlar ve uzatılmış etekler sokaklarda görülmeye başlandı.

.  Ayrıca bir dizi parfüm piyasaya sürdü: İlk parfümünü, kardeşi Catherine Dior’a saygı olarak  Miss Dior olarak adlandırıldı.

 

 

Kariyerinin başlarında, Christian Dior tasarımları bacaklarını örttüğü için kadınlardan tepki aldı. Çünkü o dönemde bu boy ve ölçüler, kumaş yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkmış ve alışılmış değerlere uyuşmuyordu. Paris’teki bir moda defilesi sırasında Dior‘un tasarladığı bu kıyafetler, aşırı kumaş sarf edildiği gerekçesi ile tepkiyle karşılandı. “Yeni Görünüm” kadın modasında devrim niteliğinde bir çığır açtı ve  II. Dünya Savaşı sonrasında Paris’i yeniden modanın merkezi yaptı.

İtalya’da geçirdiği bir tatil sırasında kalp krizi nedeniyle ölmüştür. Ölümüyle ilgili çeşitli rivayetler gerçek hikayeden yola çıkılarak başlığıyla bir filme senaryo olabilir. , hayatının son yıllarını Cezayirli şarkıcı Jacques Benita ile paylaştı.

Bu yazımızda Dior’un yeni açılan Müzesinden, yaşamından sanatından ve sanat ve Moda tasarımı ilişkisinden bahsetmeye çalıştık.

Sonuç olarak insanların fiziksel ve psikolojik ihtiyaçları ile belirlenen giyinme, modacı ve sanatçıların işbirliği ile oluşturulan giysilerin örtünme ve korunma ihtiyacının dışına çıkmasıyla sanat niteliği kazandığını söyleyebiliriz.

80 li yıllar Fransa’da Moda, Tasarım ve Grafik dünyası …

80 li yıllar Fransa’da Moda, Tasarımve Grafik dünyası …

 

Mehmet Ömür

Yazıyla ilgili görselleri youtube kanalımdan alttaki bağlantıya tıklayarak izleyebilirsiniz..

           https://youtu.be/YNcepIjU22Y         

Dekoratif Sanatlar Müzesi, 1980’leri avluda sunulan büyük bir sergiyle 13 Ekim ile 16 Nisan 2023 tarihleri arasında Fransa’da 80 li yılların  Moda, Tasarım ve Grafik dünyasını anıyor. Serginin küratörlüğünü genç sanatçı Adrien Rovero tarafından yapılmıştır.

Louvre müzesinin bünyesindeki Dekoratif Sanatlar Müzesi (MAD) her yıl  düzenli olarak birbirinden güzel sergiler açmaktadır. Genellikle bu sergiler moda, grafik, reklam ve dizayn konularında olmaktadır. Bu yıl Elsa Schaparelli yanında seksenli  yıllara damgasını vuran moda, tasarım ve grafik olayları ile ilgili bir sergi ile açtı. Bu dönemin tam olarak Mitterand’ın seçilip başkan olduğu 1981 ile Berlin Duvarının çöktüğü 1989 arasına yerleştirilebilir.

Seksenli yıllar yeni kuşak dizaynerlerin ortaya çıktığı yıllar. Bunları başta Philippe Starck olmak üzere Olivier Gagnère, Elizabeth Garouste et Mattia Bonetti, ve Martin Szekely olarak sayabiliriz.

Aynı dönemde modada ana çizgiler de tamamen değişmiştir. Bir dönem değişim rüzgarının altında Mitterand ve Kültür Bakan Jack Lang’ın estirdikleri ifade özgürlüğü olmuştur. Tüm sanatçılar çeşitli yollardan desteklenmişleridir. Jean Paul Gaultier ou Thierry Mugler moda dünyasında çizgileriyle süperstar olmuşlardır. Reklam, grafik ve tasarım odyovizüel imkanları da kullanarak alabildiğine  yükselmiştir. Bu alanlara Jean-Paul Goude, Jean-Baptiste Mondino et Étienne Robial damgasını vurmuştur. Dingin bir güç ortaya çıkmıştır.

Bu dönemin tanıtımını Mitterand’ın görevlendirdiği ünlü reklamcı Jacques Seguela yapmıştır. Halkla ilişkilerde yeni bir açılım sağlanmıştır. Buna bağlı olarak seçim pazarlaması da gündeme gelmiştir. “Büyük mimari eserlere” görsel kimlikler eşlik etmiştir: Villette ve Louvre için Grapus’tan ve Musée d’Orsay için Jean Widmer’den yardım alınmıştır. Güncel yaratıcılığı desteklemek amacıyla Mitterand sürekli kararlar almıştır. Elize sayının özel bölünümün yenilenmesi için beş tane yaratıcı sanatçıya sipariş vermiştir. Bunlar Marc Held, Ronald Cecil Sportes, Philippe Starck, Annie Tribel et Jean- Michel Wilmotte’tur.

Aynı dönemde Jacques Lang bir taraftan tüm kültürel gelişmeleri takip ederken 21 Haziran 1982’de müzik bayramını gerçekleştirmiştir. Kültür bakanı başka bir taraftan da Louvre avlularını moda defilelerine ve moda ödüllerine açmıştır. Odiovizüel sektör ve medya olağanüstü o güne kadar görülmemiş bir gelişmeye şahit olmuştur.

Étienne Robial, ardı ardına Canal +, M6 ve 7.ci TV kanallarının imajını değiştirerek grafik dünyasına imzasını atmıştır. TV kanallarını artışı reklamcılık sektörünü de beraberinde uçuşa geçirmiştir. Étienne Chatiliez, Jean-Paul Goude veya Jean-Baptiste Mondino gibi birbirinden önemli reklamcılar ortaya çıkmış, unutulmaz reklam filmleri TV kanallarını istila etmiştir. Yazılı basın da değişmiştir. Dergilerin kapak anlayışı başka boyuta taşınmıştır.

Müzenin orta avlusu serginin tasarım bölümüne ayrılmış. Bu coşkulu dönemde, 80’lerin yaratıcı beyinleri, tıpkı moda dünyası gibi designda da birkaç estetiği birleştirilmiştir. Yüksek teknoloji vurgularına sahip modern bir tasarım, bilgi birikimini yücelten neo-barok evren ile kol kola girmiştir. Endüstri Bakanı genç yaratıcı dekoratörlere açık çek verip bunların inovasyonda değerlendirilmesini sağlamıştır. İlk show-roomlar gün yüzü görmüştür.

Perkal, Néotù, Yves Gastou adlı galeriler tamamen güncel sanat sergilemeye başlamışlardır.   Bu dönemde yeni avangart güncel eserler de ortaya çıkmıştır. Bu eserlerin yaratıcılarının başında François Bauchet, Martine Bedin, Sylvain Dubuisson, Olivier Gagnère, Andrée Putman, hatta Philippe Starck ve Martin Szekely’yi saymak mümkündür.

1980 lerde büyük bir bayram ve özgürlük rüzgâr esmiştir. Moda defileleri büyük görsel şovlara dönüşmüştür. Le Palace ve  les Bains Douches adlı mitik yerlerde çılgınca geceler yaşanmıştır. Bu kulüplerde görünüyor olmak çok önemli olmuştur. İnsanlar sıra dışı olmaya özen göstermişlerdir.  Tüm Paris new wave, hip-hop ve rock müziği ile dans etmeye başlamıştır. Bütün bunların hepsi birlikte Fransanın 80 li yıllarının kültürel dünyasına damgalarını vurmuşlardır. Kişisel ifade özgürlüğ modayı yeniden şekillendirmiştir.

Antik Çağdan 1930’lara olan moda dönemi yeniden değerlendirilip canlandırılmaya çalışılmıştır. Thierry Mugler ou Claude Montana adlı modacılar moda tarihinden iham alırken Jean Paul Gaultier, Vivienne Westwood ve Chantal Thomass o dönem modalarını taklit etmişlerdir. Tersine, Comme des Garçons için Martin Margiela veya Rei Kawakubo, giyim kavramını yapıbozuma uğratmaya çalışmıştır. Issey Miyake veya Anne-Marie Beretta mankenlerin atletik vücutlarına geniş şekilli giysiler giydirirken, Azzedine Alaïa ou de Marc Audibert gibi modacılar giysileri mankenlerin vücutlarını bir çorap veya eldiven gibi sarmışlardır.

Erkek modasını ise Jean Paul Gautier’nin tarzı etkilemiştir. Diğer taraftan geniş kesime hitap eden daha ucuz kreasyonlarda Naf Naf, Kookaï veya Benetton öne çıkmıştır. Sergi 1989’daki Fransız ihtilalinin 200. yılı defilesinin Jean Paul Good tarafından verilen defilesi ve Berlin’in düşmesi ile ilgili görsellerle kapanmaktadır.

Unutulmuş ressamdan baş döndüren resimler. Andre Devambez

Unutulmuş ressamdan baş döndüren resimler. Andre Devambez

Mehmet ömür

Ressam, desinatör, illustrator, gravür sanatçısı, teknik ressam Andre Devambez’in şu günlerde Le Petit Palais’de retrospektif bir sergisi var.. Bu kadar yetenekli olup da bu kadar uzun süre unutulup gözlerden ırak kalması şaşılası bir durum.

Andre Devambez 1867 yılında doğmuş 1944 yılında ölmüş. Gerçek bir Paris’li. Paris’te doğup Paris’te ölmüş. André Devambez, Paris’teki Maison Devambez’in kurucusu olan gravür sanatçısı, matbaacı ve yayıncı Édouard Devambez’in oğludur. Doğduğunda babası yirmi üç, annesi yirmi iki yaşındaydı.

André sanatsal bir ortamda büyüdü ve çok genç yaşta sanatçı olmaya karar verdi. André Devambez, küçük yaşlardan itibaren babasıyla da çalıştı. Maison Devambez’in bulunduğu Passage des Panoramas atölyesinde kırtasiye malzemeleri, menüler, sanatsal baskılar ve çeşitli reklamlar tasarlıyorlardı. Paris’teki Ecole des Beaux-Arts’ta ressam Benjamin Constant’ın stüdyosunda eğitim gördü ve ayrıca Julian Academie’de Gabriel Guay ve Jules Lefebvre’den de eğitim aldı. Genç yaşlarında hep hayalinde tarihi konulu resimler üzerinde uzmanlaşmak vardı.

1889’da Fransız Sanatçılar Salonu’nda sergiler açtı.

1890’da resim dalında Roma Büyük Ödülünü kazandı ve Villa Médicis’te kaldığı 4 yıl süre boyunca portresini yaptığı ressam Adolphe Déchenaud ile arkadaş oldu.

1911’de Legion of Honor Şövalyesi ilan edildi ve 7 Aralık 1929’da Henri Gervex’in yerine Güzel Sanatlar Akademisi’ne seçildi.

1929’dan 1937’ye kadar Ulusal Güzel Sanatlar Okulunda resim atölyesi başkanı olarak görev yaptı.

18 Mart 1944’te Paris’in 14. bölgesindeki 19 avenue d’Orléans adresindeki evinde öldü ve Père-Lachaise mezarlığına  gömüldü.

Ressam Andre Devambez

Devambez, genelde modern yaşamdan sahnelerini resmetmiştir. Paris’teki Musée d’Orsay, en tanınmış tablosu La Charge da dahil olmak üzere dokuz eserine sahiptir. 1902’de resmedilen La Charge dramatik bir sokak sahnesidir, Montmartre Bulvarı’nda yüksek bir pencereden görülen, polis ve protestocular arasındaki şiddetli çatışmayı gösterir. Bu yukarıdan perspektif, Devambez’in çalışmalarında sıkça karşımıza çıkar.

Küçük formatta bir tahta üzerine boyanmış “yürümeye başlayan çocukları” da çok özgün bir eseridir.

1910’da, Viyana’daki Fransız Büyükelçiliğine dekoratif panolar tasarlamak üzere davet edildi. Metroyu, uçakları resmederek zamanının icatlarını tema olarak seçti.

Desinatör ve  ve Gravür oymacı Andre Devambez

André Devambez, 1915’te on iki gravür üretti. Bu albümdeki on iki gravürün adları şöyle; Soğuk, Kabuk, Delikler, Kalkan, Ateş, Şarapnel, Yağmur, Casus, Rehineler, İstasyon, Yedekler, Kömür, Aptal. Bu gravürler Birinci Dünya Savaşı’ndan çeşitli sahneleri temsil ediyor.

İllustrator Andre Devambez

Devambez ayrıca 1913 de <Auguste Kötü Karaktere Sahiptir>adlı bir çocuk kitabı yazdı ve resimledi. Orijinal çizimler ertesi yıl Palais de Glace’de bir sergide sunuldu. Bu kitap Küçük Tata ve Büyük Patapouf’un Tarihi, Büyük Patapouf’un Maceraları ve Kaptan Mille-Sabords’un Maceraları adlı çok sayıda çocuk kitabının ilkidir. Bu hikayelerin André Devambez’in iki çocuğu Pierre ve Valentine’e anlattıklarından kaynaklandığı düşünülmektedir.

André Devambez ayrıca Émile Zola’nin La Fête à Coqueville adlı eserlerini de resimlemiştir.

Devambez, Le Figaro illustré, Le Rire ve L’Illustration adlı dergilerine illüstrasyonlar çizmiştir.

André Devambez uzunca süre unutulmuş, 1988’de Beauvais müzesindeki bir sergiyle tekrardan hatırlanmıştır. Paris’teki Petit Palais tarafından düzenlenen halen gezilebilen bu sergiyle yeniden gündeme geldi.

André Devambez ileri yaşına rağmen savaştan kaçmayıp savaşa gitmiş, orada ağır yaralanmış yıllarca bunun sıkıntısını çekmiş ama savaş alanlarında elinden fırçayı bırakmamıştır.

Yüzyılın başlarında Devambez’in bir sergisini gezen  sanatseveri bir kadının <Ben bu resimlere bakamıyorum çünkü bende baş dönmesi yapıyor> dediğine dair bir anekdot vardır.

<Bulutların üzerinde uçabilen tek kuş> olarak adlandırdığı bir resmi vardır ki yeni teknolojilere ne kadar meraklı olduğunu gösterir.  Paris’e de çok meraklıdır. Resimde akademik yanını hiçbir zaman bırakmamış avangardist akımlara kapılmamıştır. Bununla beraber zamanın diğer ressamları gibi tüm sanat alanlarında gezinmiş ve seramik dışında illüstrasyon, desen ve gravür yapmıştır.

Avangart sanatçıları pek tutmamış ve onların izinden gitmemiştir. Buna karşılık çok büyük bir hayal gücü vardır.  Petit Palais’deki sergisinde tüm bu yaratıcılıklarına tanık oluyoruz ve şaşkınlıkla bu büyük sanatçının bugüne kadar nasıl gözden kaçtığını anlayamıyoruz.

Devambez’in kendine has bakış açıları var. Daha çok yukardan aşağı bakış açısıyla resimlerini çiziyor. Klasik kompozisyonları var. Işık kullanımı da çok etkileyici. Sahne ışığı kullanır gibi ana konuyu aydınlatıyor. Diğer taraftan kendine özgün komik, dokunaklı hatta şaşırtıcı vw baş döndürücü resimlerini izliyoruz. Bu yukarıdan bakış açısına sahip olabilmek için sık sık Eyfel kulesine çıktığı biliniyor. Hem büyük boyda tuvaller boyamış hem de <küçüklerim> dediği küçük formatta resimleri var. Bu küçük resimleri sergilerde satış kaygısı ile yaptığını anlıyoruz.

Paris’i altını üstüne getiriyor. Paris’te yaşanan  çılgınlıkları, Paris’in enerjisini, eğlencesini, kafelerini ve sık gittiği tiyatro ve sinemaların tıklım tıklım salonlarını resmediyor. Doyumsuz bir flanör ve iyi bir gözlemci. Bu yetenekleri ile Paris’in Bel Epok denilen 1900 den birinci dünya savaşına kadar olan dönemini gözler önüne seriyor. Paris’teki bu gezintileri  sırasında yanında fotoğraf makinesini de ayırmıyor. Devambez’in hem mizah dolu hem de hümanist  çok farklı bir vizyonu var ve  değişik konuları seçmeyi iyi beceriyor. Honore Daumier’den esinlendiği görüşü de yaygın bir görüş.

Savaşta yakınlarını, oğlunu, babasını, eşini kaybetmiş kadınların hüznünü mükemmel bir hümanizma ile tuvale aktarabiliyor.

47 yaşındayken askerlikten muaf olup savaşa gitmemek varken savaşa gidiyor yukarıdaki uçaklar görmesin diye birliğin tüm silahlarını kamuflaj amacıyla boyuyor. Bunun dışında ünlü illüstrasyon dergisine savaşla ilgili çizimler gönderiyor. Savaşta ölümden dönüyor savaştan 1917’de döndüğünde önce devlet tarafından cephedeki yaşamı belgeleme görevi veriliyor ama savaşı ve kahramanları yeterince yüceltmediğinden bu görevinden alınıyor. Dergilere illüstrasyonlar yapıyor. Yaptığı  gravürler savaştaki korkuları ve savaşın acılarını gösteriyor.

Mütarekeden sonra resim fuarlarına katılıyor. 1924’teki salonda sergilenen La pensee adlı dev triptiği savaşın vahşetini gösteriyor. Sol panelde  Goya karanlığında bir ışık gölge kompozisyonu var.  Uyuyan askerler arasında elinde mektubuyla bir asker öne çıkıyor.  Merkezde ise yakınlarını yitirmiş üç yaşlı kadın var.

İki tane çocuğu oluyor ve bu çocuklar doğdukları andan itibaren ilk modelleri oluyorlar. Onları çizimlerinde kullanıyor. Fotoğraflarını çekiyor. Fotoğrafa büyük bir hayranlığı var ve fotoğrafın kendisini büyülediğini söylüyor. Fotoğraf makinesini önemli bir araç olarak kullanıyor.

Bazı resimler avangartistlerin resimlerinin aksine çok uğraşılmış zahmetli ve uzun süre almış eserler. Bunları yaparken bir taraftan da illustrator yönüyle mizah sergilemeye devam ediyor. Bir kalem darbesi ile politikacıları, eğlenen toplumu ve modern yaşamı karikatürize ediyor. Swift’in yazdığı Güliverin Yolculukları’na ve Emil Zola’nın romanlarına resimler çiziyor. Fritz’in <Metropolis> adlı filminden yedi yıl önce işçilerin makinelerle değiştirilmesini konu alan bir resim çiziyor. Kızı devrimci oluyor. Paris’in binaların yutan makrop adını verdiği fil hortumlu yaratıklarla ilgili tuhaf desenleri çizgi film niteliğinde ve çok ilginç.

Bu unutulmuş ve baş döndüren ressamın eserlerini görmek için Le Petit Palais müzesine gidebilirsiniz.

Le Petit Palais

Av. Winston Churchill, 75008 Paris