Çocukken, kucağında yattığı annesinin başını okşamasını, yanağından makas almasını, daha sonraları kız arkadaşıyla olur olmaz yerlerde öpüşerek dudağına dokunmasını, ellerine dokunmasını ve teninin her yerine dokunmasını…
Valery’nin dediği gibi, o da derisinin en derin organı olduğuna inanıyordu. Dokunmak ona her zaman anlatılması güç heyecanlar vermiş, hep dokunmayı sevmiş ve dokunulsun istemişti.
Demire, çiçeğe, böceğe, kadifeye, kora, kara, aklınıza ne gelirse, her şeye dokunmak ve bu dokunmanın onda yaratacağı duyguya ve hazza kendini kaptırmıştı. Her zaman, her yerde bir şeylere dokunurdu. Gittiği otellerde çiçeklere, vazolara, masalara, kapıların camlarına, bazen de kendini tutamazsa garson kızın yeleğinin kenarına veya eline dokunurdu.
Ancak dokunmayı her zaman düşlediği en önemli şeye dokunamamıştı hala… Bir gün ona da mutlaka dokunacaktı. Buna kesin kararlıydı. Hep bunun hayaliyle yaşamıştı. Annesi dövdüğünde, babası sövdüğünde, kız arkadaşı terk ettiğinde, azar işitip kötü not aldığında, hava kapalı olduğunda, parası ve ümidi tükendiğinde, ona dokunmanın kendini güçlü kılacağına inanır ve bunu bütün kalbiyle dilerdi. Ama hala dokunamamıştı. O kadar istemesine karşın henüz bu yasak şeye dokunmaya cesaret edememişti.
Hep ona dokunmanın hayaliyle yaşamıştı ve bunun ateşiyle yanmıştı.
Artık dokunmasına 3-4 saniye kalmıştı. Aslında istese tam kaç saniye kaldığını çok hassas bir biçimde bulabilirdi. Yerçekimini öğrenmiş, h=gt2 formülünü bellemişti. Ama şu anda canı bunu çekmiyordu. O, sadece ona dokunmak istiyordu.
Yuvarlak hesap 4 saniye, dedi ve yumuşak olduğunu kesin olarak bildiği o şeye doğru uzandı. Üçüncü saniyede aklına niye kız arkadaşının kendisini o geri zekalıyla aldattığı geldi. Bu konuyu düşünmeye vakit kalmadan, ikinci saniyede annesinin bu dokunuştan çok üzüleceğini hatırladı. Annesi onu çok severdi. Evet annesini babasından daha çok sevdiği kesindi. Babasını da severdi, ama bir başka türlü…
O da annesini çok severdi. Kafasına dokunup saçlarını karıştıran, bazen de saçlarını tarayan annesini hatırladı. Ne kadar kızacaktı annesi öğrendiğinde. “Oğlum, yavrum neden?” diyecekti.
Ama onun canı hep buna dokunmak istemişti. Son saniyeye geldiğinde artık çok büyük bir mutluluk içindeydi. Neden olduğunu bilmediği bir mutluluk kaplamıştı içini. Artık korkmuyordu, ürkmüyordu işte.
Son saliseye geldi ve o yumuşak diye bildiği şeye dokundu.
Ama hayat boyu dokunmaya çalıştığı ve yumuşak olduğuna nedense emin olduğu şey o kadar yüksekten geldiğinizde beton etkisi yapıyordu.
Köprünün kenarından ayrıldıktan 4 saniye sonra hep istediği şeye ‘o’na dokunmuştu işte. En son aklına gelen “affet anneciğim” oldu.
Mehmet Ömür