Kişisel değerlerimiz, bakışımız, fotoğraf etiğimizin sınırlarını belirler. Bakış, gidiş-dönüşlü bir yolculuktur.

Kendi Bakışını Tanımak ve Onu Farklı Biçimlerde Sınıflandırmak

Ergun Çağatay

Ergun Çağatay

Hiç düşündünüz mü; aynı gözlerle yaşadığımız dünyanın içinde bambaşka dünyaları görmenin mümkün olup olmadığını?

Bakış dediğimiz şey, yalnızca bir yönelim değil, iç içe geçmiş karmaşık bir serüvendir.
Gözümüzle yön verdiğimiz her şeyde, hem yaratan hem de izleyen konumundayız. Bu çift yönlü akış, bizi kimi sanatçıları hayranlıkla izlemeye, kimilerini ise sorgulamaya iter. Kendi imgelerimizi eleştirirken, bazen acımasız, bazen de affedici ve toleranslı oluruz oluruz. Aşk da böyle bir şeydir. Bakarız ama sevgilimizin hatalarını görmeyiz. Başkalarının eserlerinde aradığımızı, çoğu zaman farkında olmadan kendimizde de ararız.

Ama burada en önemli hakikat şudur:
Özgür olmalıyız.
Kendi dünyamıza, kendi derinliklerimize dokunan imgeler yaratma hakkımız vardır. Sanatımızın büyümesi, projelerinizin parlaması için buna ihtiyacımız vardır. Fakat bu özgürlüğümüzü, bir başka insanın haklarını engeleldiğii yerde durması gerektiğini unutmamamız gerekir.
Yaratıcılığımızda özgürüz. Ruhumuzu ifade ederken cesur olmalıyız. Ama kendimize şu soruyu  sormayı da  ihmal etmemliyiz: “Yarattığım bu imge, yalnızca bana mı hizmet ediyor, yoksa hepimiz için daha adil, daha anlamlı bir dünya kurmaya mı katkıda bulunuyor?”

Peki, etik bir fotoğrafın temel ölçütleri nelerdir?

Her şeyden önce, yapmak istediğimiz şey her ne ise, onu ahlaki bir bütünlük içinde gerçekleştirmemiz gerekir. Fotoğrafımıza konu olan insanların onurunu gözetmek gerekir. Onların rızasını almadan mahremiyetlerini ihlal etmememiz gerekir. Ve eğer o fotoğraf, ortak bir fayda için çekilmemişse, asla başkalarının hayatlarını gözler önüne sermemek gerekir.
Ayrıca, ne izleyiciyi ne de konuyu aldatmamak gerekir. Çünkü fotoğrafın görünmeyen bir vicdanı vardır; o vicdanı susturduğunuzda, eseriniz ne kadar güzel olursa olsun, içi boş  kalır.

Unutmayalım ki, kişisel değerlerimiz, fotoğraf etiğimizin sınırlarını çizer.
Bakış, yalnızca görmek değil; seçmek, ayıklamak, korumak ya da terk etmektir. Kendi eserlerimiz için de, başkalarının eserleri için de bu böyledir. Böyle olması gerekir.
Hangi fotoğrafı göstereceğimize karar verirken, aslında dünyaya nasıl bir hikâye anlatacağımıza da karar veririz: Nerede durduğumuz, neyi kadraja aldığımız, neyi dışarıda bıraktığımız, hangi renkleri seçtiğimiz, siyah-beyaz mı yoksa renkli mi göstereceğimiz hepsi önemlidir… Bütün bu tercihler, bizin dünyaya nasıl baktığımızı, neyi görmek istediğimizi ve neyi göstermek istediğimizin de ip uçlarını verir.

Bakışıız, sezgilerimizden ya da doğuştan gelen yeteneğimizden beslenebilir.
Ama şunu unutmayalım ki, o bakış aynı zamanda bizin önyargılarımızla, inançlarımızla, aldığımız eğitimle, ait olduğumuz kültürle, yaşadığımız coğrafyayla da şekillenir. İşte bu nedenle, kendimize sık sık şu soruyu sormalıyız:
“Ben neden tam da buraya bakıyorum? Başka nereye bakabilirim? Neden?”

Belki de özgürlük, en çok bu soruda saklıdır.

Belgesel Bakış

Bundan önceki yazımda bakışın ne olduğuna genel bir bakış atmıştım. Şimdi fotoğrafçı olarak ilerlemek fotoğraf üzerinden bakışları dört bçlümde incelemke istiyorum.

Bazı bakışlar vardır ki, dünyaya yalnızca görmek için değil, anlamak ve anlatmak için yönelir. Belgesel fotoğrafçılık, işte tam da böyle bir bakıştır: Görmenin ötesine geçer, insanlığın saklı yaralarını, suskun acılarını, unutulmuş köşelerini göstermeye çalışır. Her kare,  bir tanıklıktır; sözcüklere sığmayan gerçeklerin  çığlığı olarak kabul edilebilir.

Belgesel fotoğraf, yalnızca bir görüntü değil, aynı zamanda bir vicdanın da aynasıdır. İnsanlığın karanlıkta kalan yüzünü, gölgelerin altındaki hayatları ortaya çıkarır. Savaşın tam ortasında, yıkıntıların içinde, gözyaşının ve direnişin anlatmaya çalışır. Orada, fotoğrafçı yalnızca bir izleyici değildir; dünyanın acısını omuzlarında taşıyan, gerçeğin soğuk nefesiyle yüzleşen bir tanıktır. Burada bir kitap okuma önerisi kaçınılmaz olacaktır.

Susan Sontag’ın “Başkalarının Acılarına Bakmak” (İngilizce özgün adıyla Regarding the Pain of Others, 2003) adlı eseri, görsel kültür, etik, savaş, şiddet ve fotoğraf sanatı üzerine  düşünceler içeren, modern düşünce tarihinin önemli kitaplarından biridir. Sontag, bu eserinde savaş fotoğraflarının, acı ve dehşet görüntülerinin bireysel ve toplumsal hafızada nasıl yer edindiğini, nasıl kullanıldığını sorgular.

Ve bazen, kameranın kendisi de bir zırh olur. Hayatın dayanılmaz ağırlığına karşı, fotoğrafçı ile dünya arasına gerilmiş ince bir perde… Gördüğü şeyin yakıcılığına dayanabilmek için fotoğrafçı bu kalkanı kullanır. O yüzden belgesel bakış, hem yaklaşan hem uzak duran, hem sarılan hem de kendini koruyan ikili bir harekettir.

Her fotoğraf, zamana bırakılmış bir sorudur: “Ben bunu gördüm, peki şimdi siz siz ne yapacaksınız?”
Bu yüzden belgesel fotoğraf, yalnızca belge değil; bir çağrıdır. Bir başkaldırıdır, bir yüzleşme davetidir… Bu daveti insan oılarak karşılıksız bırakmamak durumundayız.

Belgesel bakışın en güçlü ifadelerinden biri foto-röportajlardır: Fotoröportajlar ve fotomuhabir farklı bir yerdedir, ünlü fotoğrafçımız Ara Güler kendisine her fotoğraf sanatçısı diye hitab edildiğinde tersler ve ¨ben fotomuhabirim¨ diyerek kendisini farklı bir yerde konumlandırırdı. Fotoröportajlar, bir olayın, bir hayatın, bir felaketin ya da umudun peşinden giden bir görsel anlatıdır. Kimi zaman bir annenin kucağındaki çocuğa, kimi zaman enkazlar arasında yürüyen bir adama odaklanır. Ama ne olursa olsun, insanı merkeze alır; insanın kırılganlığını ve gücünü aynı anda gösterir. Burada da Dororthea Lange’ın 1936 da Nipomo, California’da çektiği Migrant Mother adlı fotoğrafınıa bakmanızı öneririm.”Göçmen Anne”, 20. yüzyılın en ikonik ve en güçlü fotoğraflarından biridir. Büyük Buhran sırasında  çekilmiştir. Bu eser, zorluklar karşısında direnişin, acının ve insan onurunun bir sembolü hâline gelmiştir.

Bugün, Tom Stoddart’ın Saraybosna Kuşatması sırasında çektiği fotoğraflar gibi fotoğraflar da , sadece o dönemin değil, tüm insanlığın belleğine kazınmış görüntülerdir. Onlar bize, unutmamak için bakmamız gereken yerleri gösterir.

KUKES, Arnautluk Nisan 1999:

Mayıs 1999 Makedonya

Mayıs 1999 Makedonya

Belgesel fotoğrafçılık, işte bu yüzden bir hakikat sanatıdır. Dünyanın suskunlaştığı yerde, bakışıları uzaklara değil, tam da  kalbine yönelten fotoğrafçıların ve sinema yönetmenlerinin sanatıdır. Ve her karede, sorulmamış sorular saklıdır:
“Gerçeği gördüğünde, gözlerini kapatacak mısın, yoksa bakmaya devam mı edeceksin?”

Konuyu fazla uzatmadan büyük bir savaş fotoğrafçısı Don MC Cullin ile ilgili yazdığım eski bir yazının linkini de buraya koyayım.

Dünyada kaç insan varsa o kadar da farklı bakış vardır..

Dünyada kaç insan varsa o kadar da farklı bakış vardır, çünkü bakışımız kişisel ve devredilemezdir; tıpkı parmak izimiz ve göz irisi gibi benzersizdir.
Senin bakışın eşsizdir, çünkü dünyada seninle tamamen aynı olan başka biri yoktur.

Bakma ve Yaratma Hakkı

İnsanın dünyaya bakma ve gördüğünden bir anlam çıkarma ve hatta buradan yola çıkarak bir eser yaratma hakkı vardır. Bu hak, insanın varoluş biçimlerinden biridir. Düşünürler, şairler, sanatçılar yüzyıllar boyunca bakışları  ile eserler yaratmışlardır.  İnsanlar da bakışlar arasındaki gizli bağın izini sürmüşlerdir.

Ama nedir o bakış? Onu diğerlerinden ayıran şey nedir?
Bunu anlayabilmek için, görmek, gözlemlemek ve bakmak arasındaki  farkları çözmemiz gerekir.

Görmek, yalnızca gözlerimizin bize sunduğu biyolojik bir eylemdir. Renkler, şekiller, ışıklar ve gölgeler, gözlerimizin merceğinden zihnimize akar. Fakat bu sadece ilk adımdır, yüzeyde kalır.

Gözlemlemek, görmenin ötesine geçer. Gözlem, aklın devreye girdiği alandır. Düşünür, ölçer, tartar, karşılaştırır, sınıflandırırız. Gördüğümüz şeyi anlamaya çalışırız; ama anlama teşebbüsü hala  derinlikten yoksundur, çünkü zihinle sınırlıdır.

Bakmak ise bambaşkadır. Bakmak, bütün bilgi, inanç, erdem ve kusurlarımızı; yaşadıklarımızı, hayallerimizi, korkularımızı, arzularımızı ve hayal kırıklıklarımızı da beraberinde taşır.
Bakmak, hem kültürel hem de psikolojik bir eylemdir. Sadece gözlerle değil, ruhla da bakarız.
Bakış, kim olduğumuzu belirler ve dünyayı nasıl algıladığımızı şekillendirir.

Dünyada kaç insan varsa, o kadar farklı bakış olduğunu da bilmek zorundayız.
Hiç kimsenin bakışı bir diğerine benzemez.
Her insan, kendi hikayesinin, coğrafyasının, acılarının, sevinçlerinin, kararlarının, değerlerinin taşıyıcısıdır.
Bu yüzden, herkesin ilgisini çeken, içini titreten şey de farklıdır.
Kimse sana neye bakman gerektiğini öğretemez. Kimse sana “Şuna dikkat et” diyemez. Bunun okulu da yoktur.
Çünkü bakış, senin en kişisel alanındır.
Ve o bakıştan doğan her eser, her söz, her hareket, senin parmak izindir.

Ama bazen, bu sonsuz farklılıklar içinde kayboluruz. Kendi bakışımızı anlamakta, ona yön vermekte zorlanırız.
Bakışı anlamıza yardımcı olacak dört temel bakış türünü burada blogumda anlatmak istiyorum.
Bunu bir yol haritası olsun diye yapmaya karar verdim  sonunda hangi yola sapacağına, hangi manzaraya bakacağına karar verecek olan kişinin kendisidir.

Bakışımız dünyaya bıraktığımız eşsiz bir izdir.

All We Imagine As Light Filminde Renklerin Dili ve Anlamları; Yanılsamalara inanmazsan çıldırırsın…

All We Imagine As Light Filminde Renklerin Dili ve Anlamları

2025 yılının 12 Mart Çarşamba akşamı alışılagelmiş BGB film tartışmalarından birinde All We İmagine as Light filmini konuştuk. Konuşulanların ışığında düşündüklerimi aşağıda yazıya döktüm;

Mavi Tonlar – Duygusal İzolasyon ve Kentsel Yalnızlık:
Mumbai’nin muson mevsiminde şehir, sıklıkla koyu mavi ve gri tonlarda, yağmurun ağır gölgesi altında gösterilir. Bu renk paleti, özellikle toplumsal ve kişisel mücadeleler içinde sıkışmış değişik yaşlarda üç kadın karakterin içsel fırtınalarını ve yalnızlıklarını yansıtıyor. Örnek olarak, yağmur altındaki tren yolculukları sahnelerinde mavi tonlar, karakterlerin içine düştüğü yalnızlığı, kaçış arzusunu ve tekrarlayan hayat döngüsünü görünür kılar. Benzer şekilde, hastane sahnelerinde kullanılan soğuk, mavi-yeşil steril ışıklar, karakterlerin duygusal olarak uyuşmuş, kendi arzularından kopmuş hallerini vurgular.

Sıcak Tonlar – Bağ Kurma ve Umut Anları:
Kadınlar arasındaki dayanışmayı gösteren sahnelerde, örneğin kafede geçen anlarda, yumuşak ve sıcak ışıklar, insani temasın kısa ama kıymetli anlarını ifade eder. Karakterlerin duygusal olarak kendilerini açtıkları, geçmişe döndükleri sahnelerde ise, renkler sepya veya sarı tonlara dönüşerek, içsel bir sıcaklığı ve korunma hissini yaratır. Mutfakta birlikte yemek yaparken ve sohbet ederken kullanılan sıcak renkler, karakterlerin birbirine duyduğu güveni ve emniyette olma duygusunu yansıtır. Filmin sonunda sahilde geçen gün batımı sahnesinde ise, turuncu-pembe gün batımı ışığı, belirsiz ama umut vadeden yeni bir başlangıç olasılığın işaret eder.

Renkler Arası Geçişler: Karakterlerin İçsel Yolculuğu:
Kapadia, renkler aracılığıyla karakterlerin ruhsal yolculuğunu ustalıkla işler. Soğuk, mavi yalnızlık anlarından, sarı ve sıcak tonlardaki kısa umut anlarına, oradan tekrar gri belirsizliğe dönen bir yolculuktur bu. Bu renk geçişleri, hayatın sabit ve tekdüze olmadığını, aksine sürekli değişen, akan bir nehir gibi olduğunu gösterir. Renkler, bu akışın duygusal izlerini taşır. zaten Kapadia filmin başında da belgeselle kurmacayı iç içe geçirdiği sahnelerde bize sık sık göstermişti.


Sinemada Açık Uçlu Sonlar: All We Imagine As Light ve Diğer Örneklerle Karşılaştırma

Açık Uçlu Son: Anlatının Güçlü Aracı:
Yönetmenler açık uçlu sonları, hayatın karmaşıklığını ve çözümsüzlüğünü yansıtmak için tercih ederler. Her hikâye tamamlanmak zorunda değildir. İzleyiciyi pasif bir izleyici olmaktan çıkarıp, hikâyeyi kendi içinde duygusal olarak tamamlamaya çağırırlar.

Açık Uçlu Finaliyle Ünlü Filmler:

Film Açık Uçlu Finalin Niteliği İzleyiciye Mesajı
Stromboli (Rossellini) Kadın kaçıyor; son karede yaşayıp yaşamadığı belirsiz. Umut mu, çaresizlik mi? Seyirci karar verir.
Lost in Translation (Coppola) Karakterler arasında fısıldanan sözler asla duyulmaz. İnsan bağlarının gizemi ve kırılganlığı.
Inception (Nolan) Dönen topaç — Rüya mı, gerçek mi? Gerçek ile hayal arasındaki sınır bulanıklığı.
The Graduate (Nichols) Düğünden kaçış, ardından çiftin belirsiz bakışları. Aşk ve gelecek üzerine bilinmezlik.
Call Me By Your Name (Guadagnino) Elio’nun ateş başında gözyaşları; çözülmeyen aşk. Kaybı ve sevgiyi kabullenişin hüznü.

All We Imagine As Light’in Anlayışa Katkısı:
All We Imagine As Light, Stromboli ve The Graduate gibi varoluşsal belirsizlikler taşıyan bir film olarak bu sinema geleneğinin parçası olarak karşımıza çıkıyor . Lost in Translation filmindeki gibi, olayları çözüme ulaştırmak yerine bize duygusal bir son veriyorr. Ancak All We Imagine As Light kendisine, Hint sosyal gerçekçiliğini ve Avrupa sanat sineması estetiğini harmanlayarak bu geleneğe kendine özgü, farklı ve yerel bir yer açmaya çalışıyor.


Payal Kapadia’nın Diğer Eserleri ve Yönetmenlik Tarzına Bakış

Kapadia Kimdir?
Payal Kapadia, Hindistan’ın prestijli Film ve Televizyon Enstitüsü (FTII) mezunu, üst üste Cannes film festivalinde kazandığı büyük ödüller çağdaş Hint sinemasının öne çıkan yönetmenlerinden biri olmaya aday olduğunu gösteriyor. Kurgu, belgesel ve kişisel anlatı sınırlarını ustalıkla bulanıklaştıran Kapadia, modern hibrit sinemanın güçlü temsilcilerinden olmak üzere. Diliyoruz bunun arkasını daha güzel filmlerle getirir.

İlk uzun metrajlı blgeseli: A Night of Knowing Nothing:
A Night of Knowing Nothing, Cannes Film Festivali’nde “Œil d’or” (Altın Göz) ödülünü almış deneysel ve belgesel bir filmdir. Gerçek mektuplara dayanan, kayıp bir sevgiliye yazılmış mektuplar üzerinden Hindistan’daki üniversite gençliğinin protestolarını, aşklarını ve günlük hayatlarını aktarır. Film, mektupların sesli okumalarıyla ilerler, siyah-beyaz grenli görüntüler ve renkli sahneler iç içe geçer. Kadınların ve gençlerin seslerine özel bir önem verir.

All We Imagine As Light ile Ortak Temalar:

Tema A Night of Knowing Nothing All We Imagine As Light
Kadınların iç dünyası Kadın anlatıcının mektupları Kadın sağlık çalışanlarının yaşamı
Toplumsal eşitsizlik Öğrenci protestoları, sınıfsal çatışmalar Mumbai’nin yoksul mahalleleri
Kurgu-gerçek belirsizliği Gerçek mektuplar + sanatsal kurgu Belgesel tarzı görseller + kurmaca
Deneysel anlatı Parçalı, şiirsel yapı Açık uçlu, simgesel yapı
Renklerin anlamı S/B ve renk karşıtlığı Mavi ve sıcak tonlarla duygusal derinlik

Kapadia Sinemasının Dili:
Kapadia, belgesel gerçekliği ile şiirsel kurguyu ustalıkla birleştirir. Kadınların, gençlerin ve marjinal toplulukların seslerine duyarlıdır. Görsel kompozisyon, renk kullanımı ve ses tasarımı aracılığıyla derin duygusal atmosferler yaratır. İzleyiciden aktif bir katılım bekler; filmin duygusal anlamını tamamlamak, seyircinin kendi iç yolculuğuna bağlıdır.


Bu Film  Neden Önemli?

All We Imagine As Light, Hint sinemasında yeni ve önemli bir dalganın temsilcisidir. Feminist, şiirsel ve evrensel bir dil kurmuştur, klasik Bollywood anlatılarından çok uzakta durmaya özen gösterdiği bellidir. Kapadia, Godard, Rossellini ve Varda gibi dünya sinemasının önemli yönetmenleriyle estetik ve tematik bir diyalog içindedir, fakat anlatısını Hint kent yaşamının gerçeklerine dayandırır.

Filmde kullanılan renkler ve açık uçlu anlatı, yalnızca estetik bir tercih değil, karakterlerin duygusal ve içsel gerçekliklerinin de filme yansımasıdır. İzleyiciye doğrudan çağırdığ yer: hissetmek, düşünmek ve kendi içsel yorumunu yapmaktır kısaca

.

“İnsan, kökleri kendinde, dalları diğer insanlara ve göğe uzanan bir ağaç gibidir.”

“İnsan, kökleri kendinde, dalları diğer insanlara ve göğe uzanan bir ağaç gibidir.”
Köklerini sağlam tutmak (kendine sorumluluk), dallarını sevgiyle uzatmak (başkalarına sorumluluk), ve göğe, yani insanlık onuruna yükselmek (evrensel sorumluluk), yaşamın bütünlüğünü sağlar.

İnsanın bu hayatta en büyük sorumluluğu, önce kendisine, sonra diğer insanlara karşı olandır. Kendine karşı sorumluluğu, hayatta olmasının anlamını keşfetmekle başlar. Kendini tanımak, ne istediğini, neyi sevdiğini, neyi reddettiğini anlamak… Kendi iç dünyasında bir denge kurmadan, başka birine uzanmak mümkün değildir. İnsan önce kendi ruhunun sesini duymalı, kendi yaralarını görmeli, onları sarmayı bilmelidir. Çünkü başkalarına şefkat gösterebilmek için önce kendi içimizdeki fırtınaları dindirmeliyiz.

Kendine karşı dürüst olmak da büyük bir sorumluluktur. Hayatın içinde sürüklenirken, neyi neden yaptığını, hangi kararın seni gerçekten sen yaptığı sorusunu unutmadan yürümek… Ve elbette kendi bedenine iyi bakmak, ona zarar vermemek, onu korumak da bu sorumluluğun bir parçasıdır. Çünkü bedenimiz, ruhumuzun evi, yürüdüğümüz yolun taşıyıcısıdır. Sağlıklı bir beden ve zihin olmadan, hayata tutunmak güçleşir. Kendine iyi bakmak, aslında hayata ve sana sunulan yaşama şükrandır.

Ve diğer insanlara gelince… Her insan, diğerinin hem aynası hem yol arkadaşıdır. Birlikte yaşıyoruz; birbirimize görünmez iplerle bağlıyız. Kimse kendi başına, kendi içinde tamamlanamaz. Bu yüzden, başkalarına karşı da sorumluluğumuz büyüktür. En basitiyle, saygı göstermek. Bir başkasının varoluşuna, düşüncelerine, duygularına saygı duymak. Onu anlamaya çalışmak. Herkesin bir hikâyesi olduğunu bilmek… Yargılamadan, anlamaya niyet etmek…

İnsan, sadece kendini değil, etrafındaki toplumu da inşa eder. Birbirimize yardım etmek, destek olmak, birlikte güçlenmek… Çünkü toplum dediğimiz şey, bizim aynadaki yansımamızdır. Etrafımızda ne varsa, ona bakarak kendimizi görebiliriz. Ve doğaya, dünyaya karşı da sorumluluğumuz vardır. Bu hayat sadece bize ait değil. Bizden sonra gelenlere, çocuklara, torunlara, hatta göremeyeceğimiz kadar uzaktaki geleceğe karşı da borçluyuz. Doğayı korumak, suya, toprağa, hayvana, ağaca zarar vermemek, onların da hakkı olduğunu unutmamak.

İnsanın kendine ve başkalarına karşı sorumluluğu, aslında yaşamın kendisine duyduğu saygıdır. Hayata, varoluşa, bu muazzam düzene… Çünkü bir yerde eksilen değer, tüm dengeleri sarsar. Bu yüzden insan, hem kendini onarmak, hem dünyayı daha güzel kılmak için var. Kendine sahip çıkarken başkasını da düşünmek, başkasını severken kendini unutmamak… Belki de insan olmanın en derin anlamı burada saklı.

Saint-Tropez, le Vin et l’Art de Vivre

Saint-Tropez, le Vin et l’Art de Vivre : Une Escapade Inoubliable

Chaque voyage à Saint-Tropez est une invitation à la découverte, à la fois d’un patrimoine viticole d’exception et d’un art de vivre ensoleillé. Cette année, c’est avec un objectif bien précis que je me suis rendu dans ce joyau de la Côte d’Azur : explorer la 8ᵉ édition du Salon du Vin, un événement qui a connu un succès retentissant l’an dernier et qui promet une nouvelle édition encore plus prestigieuse. L’idée d’y participer se dessine progressivement, tant la renommée de ce salon reflète l’excellence des vins de la région, AOP Cotes de Provence.

Impossible de parler de Saint-Tropez sans évoquer le vin rosé, véritable signature de l’AOP Côtes de Provence, une appellation reconnue à travers le monde. Dans cette ville mythique, où le luxe et l’authenticité se côtoient avec élégance, j’ai pris le temps d’apprécier chaque instant.

Un Déjeuner Face à la Mer, Entre Voiles et Soleil

Ma journée a débuté par une promenade à travers les ruelles pittoresques du centre-ville, avant de m’installer sur la terrasse du  restaurant Pearl Beach

offrant une vue imprenable sur le golfe de Saint Tropez. Tandis que je savourais un plat méditerranéen aux saveurs ensoleillées, une régate de voiliers se déroulait sous mes yeux, sous un ciel azur et un soleil éclatant. Ce décor idyllique illustre parfaitement l’esprit tropézien : une alliance subtile entre le raffinement et la liberté.

À la Découverte du Domaine Bertaud Belieu, Trésor Viticole Depuis 1340

L’après-midi, je me suis aventuré dans l’un des domaines viticoles les plus emblématiques de la région : le Domaine Bertaud Belieu, dont les origines remontent à 1340. Niché au cœur d’un vignoble de 65 hectares, ce domaine historique est un témoin privilégié du savoir-faire viticole provençal. Son bâtiment, alliant charme et élégance, s’impose dans le paysage comme une véritable œuvre d’art en pleine nature.

La dégustation fut un moment d’exception. Le domaine produit des vins d’une grande finesse, répartis en différentes gammes : Initiale, Prestige et 1340, cette dernière rendant hommage aux origines séculaires du vignoble. Parmi les neuf cuvées emblématiques dégustées, les rosés se démarquent par leur élégance, leurs notes florales délicates et une acidité parfaitement maîtrisée qui reflète toute la richesse du terroir tropézien.

Cette immersion dans l’univers du vin tropézien m’a laissé une impression inoubliable, et je repars avec une seule certitude : je reviendrai avant l’été pour prolonger cette expérience sensorielle et, peut-être, officialiser ma participation au prochain Salon du Vin de Saint-Tropez.

Saint-Tropez ne se visite pas, il se vit. Entre traditions viticoles et éclats méditerranéens, cette ville légendaire continue d’écrire son histoire, un verre de rosé à la main et le regard tourné vers l’horizon azuréen.

İnsanı Anlamak

İnsanı Anlamak: Direniş, Ahlak ve İçsel Özgürlük Üzerine Dört Kitaplık Bir Çalışma

Bugün sizlere, insanlık düşüncesini farklı cephelerden ele alan dört önemli eserden yola çıkarak “insan olmanın anlamı” üzerine kapsamlı bir düşünce yürütmek istiyorum. Söz konusu eserler:

  1. Immanuel KantPragmatik Açıdan Antropoloji 
  2. Immanuel KantSalt Aklın Sınırları İçinde Din
  3. Louis LavelleFelsefe ve İçsel Yaşam
  4. Andrea MarcolongoAeneis: Direnme Sanatı

Bu dört eser, farklı dönemlere ve düşünce sistemlerine ait olsalar da, insanlık hakkında bize ortak ve evrensel bir hakikati söylerler:

“İnsan olmak, sürekli bir mücadeledir; insan, kendi doğasıyla, tutkularıyla, kaderle ve kötülükle yüzleşerek insan olur.”

Şimdi, bu ortak hakikati adım adım, her bir kitabın penceresinden anlamaya çalışalım.

I. İnsan, Kendiyle Mücadele Eden Bir Varlıktır

Andrea Marcolongo’nun Aeneis: Direnme Sanatı eseri, Roma’nın kurucusu Aeneas’ın hikayesinden yola çıkarak insanın hayattaki direnişini anlatır. Marcolongo’ya göre, Aeneas sadece bir kahraman değil, her insanın kaderinde saklı olan mücadele figürüdür.

  • Aeneas, Troya’nın yıkılışından sonra yurdundan olur, sevdiğini kaybeder, halkıyla beraber sürgüne çıkar.
  • Fakat tüm bu yıkımlara rağmen ayakta kalır, çünkü insan olmanın özü, yıkıntılar arasından geleceğe yürüyebilmek demektir.

Burada Marcolongo, insanı, düşse de yeniden ayağa kalkabilen, acı çekse de yolundan dönmeyen bir varlık olarak tanımlar. Ve bu “direnme sanatı”, yalnızca bir kahramanlık öyküsü değil, her birimizin günlük hayatında yaşadığı görünmez savaşların adıdır.

Louis Lavelle ise Felsefe ve İçsel Yaşam adlı eserinde, benzer bir kavramı içsel alanımıza taşır:

  • Ona göre insan, yalnızca dış dünyaya karşı değil, kendi iç dünyasına karşı da mücadele verir.
  • İçsel özgürlük, insanın en değerli ve en zor ulaşılan yanıdır.
  • Lavelle, insanın her an kendi varlığını kurmak zorunda olduğunu, yani insanın bir “olma çabası” olduğunu söyler.

Dolayısıyla Lavelle, Aeneas’ın dış dünyadaki direnişini, insanın iç dünyasında, kendi benliğini kurma savaşı olarak yorumlar.

II. İnsan, Ahlaki Bir Varlıktır: Tutkular ve Aklın Mücadelesi

Kant’ın Antropoloji Pragmatik Açıdan eseri, insanı hem doğa yasalarına bağlı bir varlık, hem de akıl ve ahlak sahibi bir özne olarak ele alır.

  • Kant’a göre insan, tutkulara, arzulara ve eğilimlere sahiptir. Bizi harekete geçiren güçlü içgüdülerimiz vardır.
  • Ancak insan, yalnızca bu doğa güçlerinin yönlendirdiği bir varlık değildir. Aklı sayesinde, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilebilir.

Burada Kant, insanı çift kutuplu bir varlık olarak gösterir:

  1. Hayvani yönüyle doğaya bağlı
  2. Aklı ve ahlakı sayesinde doğanın ötesine geçebilen

Kant’ın derin sezgilerinden biri şudur:

“İnsan, kendi içinde bir savaş alanıdır. Tutkularıyla aklı, doğasıyla ahlakı arasında sürekli bir çatışma yaşar.”

İşte bu savaş, insanın asıl mücadelesidir.

III. İnsan, Kötülüğe Eğilimli Ama İyiliği Seçebilen Bir Varlıktır

Kant’ın Salt Aklın Sınırları İçinde Din adlı eseri, insan doğasındaki kötülük sorununu ele alır. Kant’a göre insan:

  • Doğası gereği, kötülüğe eğilimlidir.
  • Bencil çıkarlar, kibir, hırs gibi eğilimler, insanın içinde her zaman mevcuttur.
  • Ancak insanın büyüklüğü, bu kötülüğe rağmen iyiliği seçebilmesidir.

Kant, bu mücadeleyi ahlaki bir savaş olarak tanımlar:

“İnsanın içinde hem şeytani eğilimler hem de ahlaki yasa vardır. Gerçek insanlık, ahlaki yasayı seçebilme cesaretinde ortaya çıkar.”

Burada Kant, insanı basit bir “iyi” ya da “kötü” varlık olarak değil, seçimleriyle insanlaşan bir varlık olarak görür.

IV. Dört Kitabın Ortak Mesajı: İnsan Olmak Bir Mücadeledir

Bütün bu eserleri birleştirdiğimizde ortaya çıkan büyük resim şudur:

  1. Marcolongo ve Lavelle, insanın direniş ve içsel özgürlük yoluyla kendi kaderini inşa edebileceğini gösterir.
  2. Kant, insanın akıl ve ahlak yoluyla tutkularını dizginleyebileceğini ve kötülüğe rağmen iyiliği seçebileceğinianlatır.

Hepsi şunu söyler:

“İnsan, yalnızca doğuştan gelen özellikleriyle değil, mücadele ederek, direnerek, ahlakı ve içsel özgürlüğü seçerek insan olur.”

İnsanın gerçek anlamda insan olabilmesi için, kendini sorgulaması, karanlık yönleriyle yüzleşmesi, doğruyu ve iyiyi seçmek için çaba göstermesi gerekir.

V. Bugün İçin Anlamı: Neden Hâlâ Önemli?

Bu dört kitabın mesajı, bugün bizler için de son derece günceldir.

  • Modern dünyada, savaşlar, krizler, teknolojinin insanı yalnızlaştırması, insan doğasının sınandığı yeni meydan okumalar var.
  • İnsan, tüketim ve haz kültürünün esiri olmaya itiliyor.
  • Bencil çıkarlar, kısa vadeli kazançlar, doğa ve insanın yok sayılması, her gün ahlakın sınandığı sahnelerdir.

Ama tüm bunlara rağmen, insan olmanın özünü, bu dört eser şöyle hatırlatıyor:

“İnsan olmak, kötülüğe ve yıkıma rağmen direnmek, içsel özgürlüğünü korumak, ahlaki olarak doğru olanı seçmektir.”

VI. Sonuç: İnsan, Her Gün Yeniden İnşa Edilmesi Gereken Bir Varlıktır

Sonuç olarak, insan, her sabah yeniden kendini kurması gereken, ahlaki ve içsel bir mücadele içinde var olan bir varlıktır.

“Her insan, kendi içinde Aeneas’tır: yıkıntılar arasından yürüyen, geçmişin yükünü omuzlayan, geleceği inşa etmeye çalışan kişidir.”

Ve Lavelle’in dediği gibi, insan içine dönerse, o derin sessizlikte özgürlüğünü ve hakikatini bulabilir.

“İnsanlık, içsel direnişle başlar.”

Le Grand Héritage; Domaine Bertaud-Belieu, AOP Cote de Provence

Accompagnez-nous dans ce voyage. Un Grand Héritage du Domaine de Bertaud-Belieu

Cette aventure du Domaine de Bertaud-Belieu a commencé il y a 584 ans, en 1340, et se renouvelle chaque année.
Nous sommes les dépositaires d’un immense héritage, que nous protégeons avec le plus grand soin.

Au fil des ans, notre quête de découverte nous mène vers de nouveaux horizons : à la recherche de ce qui nous rend uniques, de ce qui forge notre identité.
Ce qui nous inspire, c’est le respect profond pour notre terroir local, qui nous offre des raisins 100 % frais et authentiques.

Chaque jour, nous vivons une nouvelle exploration : notre terre est un cadeau unique, façonné sans cesse par le rythme des saisons et la main de la nature.

Grâce à la transmission du savoir-faire et des techniques de vinification de génération en génération, nous cherchons sans relâche à créer des vins toujours meilleurs.
Et les médailles d’or que nous recevons témoignent de cette quête d’excellence.

Lorsque nous capturons ce goût unique dans nos raisins, nous le partageons avec nos consommateurs et le célébrons ensemble avec fierté.

Cette recherche est un voyage vers les profondeurs de nos racines, une aventure où chaque instant est précieux, et qui nous rappelle qui nous sommes et pourquoi nous devons toujours être fiers de notre origine.

Car, plus nos raisins sont cultivés avec soin, respect et proximité, plus votre verre sera empli de saveurs exquises.

Ce qui en résulte, c’est un monde de saveurs douces, élégantes et équilibrées, qui offrent à chaque gorgée un plaisir apaisant, rendant la vie plus douce et plus belle.

Chaque jour, nous continuons à explorer notre terroir, pour vous apporter ses merveilles, afin que vous puissiez tisser des liens joyeux et authentiques avec la vie.

C’est notre hommage à la terre.
C’est notre engagement envers les femmes et les hommes.
C’est un voyage enraciné dans notre histoire, un voyage auquel nous vous invitons.

Pour que vous puissiez savourer la douceur de raisins cultivés avec soin et passion depuis tres longtemps.

Yazdan yaza mı? Bütün sene mi?  Pembe şarapta dünya nereye gidiyor..

Küresel Pembe Şarap Pazarı: Yükselen Bir Trendin Anatomisi

Pembe şarap, bir zamanlar sadece yaz aylarına özgü hafif ve ferahlatıcı bir içki olarak görülürken, günümüzde yıl boyunca tüketilen, dünya genelinde giderek daha fazla talep gören bir şarap haline dönüşmüş durumda. Eskiden yaz akşamları güneş batarken aperitif olarak içilen bu pembe renkli şarap artık yemeklere eşlik ediyor ve tüm yıl boyunca sofraları süslüyor.

Bu değişim, tüketici alışkanlıklarındaki dönüşüm, üretim tekniklerindeki yenilikler ve pazarlama stratejilerinin gelişmesiyle yakından bağlantılı.

Son yıllarda pembe şarap pazarı önemli bir büyüme kaydetti. 2022 yılında 3,21 milyar ABD doları değerinde olan bu pazarın, 2030 yılına kadar 5,20 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Bu, yıllık ortalama %5,5’lik bir büyümeye işaret ediyor. Geleneksel olarak Batı Avrupa ve ABD’de yoğun olarak tüketilen pembe şarap, artık Orta ve Doğu Avrupa, Okyanusya ve Brezilya gibi yeni pazarlarda da kendine yer buluyor. Küresel ölçekte, pembe şarap tüketimi 2022 yılı itibarıyla 19,6 milyon hektolitreye ulaştı ve bu, dünya genelindeki sabit şarap tüketiminin yaklaşık %10’una denk geliyor.

Üretim açısından bakıldığında, Fransa küresel pembe şarap pazarında lider konumda. Onu İspanya, İtalya ve ABD takip ediyor. Bu dört ülke, dünya genelindeki pembe şarap üretiminin %71’ini gerçekleştiriyor. Bu da demek oluyor ki, pembe şarabın küresel ölçekte yükselişi büyük ölçüde Avrupa ve Amerika’daki üreticilerin yönlendirdiği bir süreç. 2014 yılında küresel pembe şarap üretimi 24,3 milyon hektolitre olarak hesaplandı ve bu rakamın yıllar içinde artarak devam ettiği görülüyor.

Pembe şarabın tüketici nezdinde giderek daha fazla kabul görmesi, onun esnek ve uyumlu yapısıyla da doğrudan ilişkili. Hafif yapısı ve farklı yemeklerle kolay eşleşebilmesi, pembe şarabı geniş bir kitle için cazip hale getiriyor. Son yıllarda sosyal medya platformlarında “rosé all day” gibi akımların yayılması, bu şarap türünü hem günlük tüketim hem de özel etkinliklerde popüler bir tercih haline getirdi. Bunun yanında, premium segmentteki pembe şarapların yükselişi de dikkat çekiyor. Şarap severler artık daha sofistike ve özgün tatlar arıyor, bu da üreticileri daha özel bağcılık yöntemleri ve nadir üzüm çeşitleri kullanmaya yönlendiriyor.

Ambalaj konusundaki yenilikler de pembe şarabın popülaritesini artıran faktörler arasında. Kutu içinde sunulan pembe şaraplar, genç tüketicilere hitap eden pratik bir seçenek olarak giderek daha fazla tercih ediliyor. Aynı zamanda, sürdürülebilir üretim anlayışının yaygınlaşmasıyla birlikte, çevre dostu ambalajlama çözümleri de pazarda önemli bir yer edinmeye başladı. Bunun yanında, e-ticaretin yaygınlaşması pembe şarabın tüketicilere ulaşmasını kolaylaştırıyor ve şarap severlerin farklı bölgelerden pembe şarapları keşfetmesine olanak tanıyor.

Pembe şarabın geleneksel olarak yaz aylarına özgü bir içki olarak algılanması, son yıllarda kırılmaya başlayan bir kalıp. Fransa gibi ülkelerde pembe şarap tüketimi yılın her dönemine yayılmış durumda. Bu da pembe şarabın sadece sıcak yaz günlerinde değil, yılın her mevsiminde tüketilebilecek bir şarap türü olarak konumlandığını gösteriyor. Özellikle yemek eşleşmeleri konusunda artan farkındalık, pembe şarabın yalnızca hafif yemeklerle değil, daha geniş bir mutfak yelpazesiyle de uyumlu olduğunu ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, pembe şarap pazarı bazı zorluklarla da karşı karşıya. Özellikle geleneksel pazarlarda doygunluğa ulaşılması, üreticileri rekabet avantajı sağlamak için yenilik yapmaya zorluyor. Ayrıca, kırmızı ve beyaz şarap gibi diğer kategorilerle rekabet içinde olması, pembe şarabın kendine özgü bir kimlik yaratmasını gerektiriyor. Üreticiler bu durumu aşmak için yeni üzüm çeşitleri deniyor, üretim süreçlerini geliştiriyor ve organik sertifikalara yönelerek çevre dostu yaklaşımlar benimsiyor.

Sonuç olarak, pembe şarabın küresel pazarda yükselişi devam ediyor ve bu eğilim önümüzdeki yıllarda da sürecek gibi görünüyor. Artık sadece yaz aylarına özgü bir içki olmaktan çıkan pembe şarap, yıl boyunca tüketilen ve şarap kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelen bir içki konumuna ulaştı. Yeni nesil tüketicilerin ilgisi, üreticilerin inovatif yaklaşımları ve dijital satış kanallarının genişlemesiyle birlikte, pembe şarabın önümüzdeki yıllarda da küresel pazardaki etkisini artırması bekleniyor.Yazdan yaza mı? Bütün sene mi?

İçimizdeki ışık , dışımızdaki ışık; Ölçülebilir mi?

İçimizdeki ışık gerçekten ölçülebilir mi? Bu, insanın varoluşunu anlamaya dair en eski sorulardan biridir. Eğer bu ışık, bilincimizin parlaklığı, ruhsal derinliğimiz ya da yaşam enerjimiz ise, onu bir cetvelle, bir terazide ya da bir voltmetreyle ölçmek mümkün değildir. Ancak dolaylı yollardan varlığını hissedebilir, hatta bazı bilimsel yöntemlerle izlerini sürebiliriz.

İnsan beyni, düşüncelerini ve duygularını elektriksel sinyaller aracılığıyla işler. EEG cihazlarıyla bu sinyallerin frekanslarını ölçmek mümkündür. Yüksek zihinsel faaliyet, yoğun bir düşünce akışı, belki de bir tür iç ışık olarak yorumlanabilir. Peki ya hücrelerimizin yaydığı ışık? Bilim insanları, insan bedeninin biyofoton adı verilen çok düşük seviyede ışık yaydığını keşfettiler. Gözle görülmez ama hassas ölçüm cihazlarıyla tespit edilebilir. Bu ışık, hücrelerimizin enerji üretim sürecinden kaynaklanır ve metabolik sağlığımızın bir göstergesi olabilir.

Duygularımız da kimyasal izler bırakır. Mutluluk anlarında salgılanan serotonin, huzur veren oksitosin ya da stres anlarında yükselen kortizol seviyeleri, içimizdeki ışığın ne kadar parlak olduğunu bize dolaylı yoldan anlatabilir. Ancak bunlar sadece biyolojik verilerden ibarettir. Gerçek ışık, belki de bir insanın gözlerindeki parıltıda, sözlerinin yankısında, yaratıcı eserlerinde ya da başka birine dokunduğu anda hissedilen sıcaklıktadır.

Belki de bazı şeyleri ölçmeye çalışmak, onların özünü kaçırmamıza neden olur. Işığımızı metrelerle, grafiklerle ya da formüllerle anlamaya çalışırken, onun en saf halini gözden kaçırıyor olabiliriz. Bazen bir insanın gülümsemesi, ölçülemez ama hissedilir bir ışık yayar. İşte içimizdeki ışık da böyle bir şeydir; bilim onu kısmen tanımlayabilir ama asıl anlamı, onu nasıl yaşadığımız ve paylaştığımızda gizlidir.

Pekiyi Fotoğrafçılıkta Işık Ölçümü nasıl yapılır?
Doğru Pozlamanın Temel Taşı nedir?

Film fotoğrafçılığına yeni başlayanlar için ışık ölçümü, en büyük hayal kırıklıklarından biri olabilir. Ancak aynı zamanda ustalaşılması gereken en önemli becerilerden biridir. Yanlış yapılan ışık ölçümü, boşa harcanan çekimlere ve kaybedilen karelere neden olabilir. Film, dijital fotoğrafçılığa kıyasla çok daha maliyetli olduğundan, hatalar ciddi bütçe kayıplarına yol açabilir. Bu yüzden, doğru ışık ölçümü yapmayı öğrenmek, filmle çekim yaparken en önemli adımlardan biridir.

Işık Ölçer Kullanımı ve Ölçüm Yöntemleri

Işık ölçer, ışığın yoğunluğunu ölçerek doğru pozlama değerlerini belirlemeye yardımcı olan bir cihazdır. Fotoğrafçılıktan sinematografiye, sahne aydınlatmasından bilimsel çalışmalara kadar birçok alanda kullanılır. Temelde iki farklı ölçüm prensibine dayanır: yansıyan ışık ölçümü ve düşen ışık ölçümü.

• Yansıyan ışık ölçümü, ışık ölçerin sahnedeki nesnelerden yansıyan ışığı algılamasına dayanır. Kamera içi pozometreler genellikle bu yöntemi kullanır. Ancak yüzeylerin yansıtıcılığına bağlı olarak hatalı sonuçlar verebilir. Örneğin, parlak yüzeyler pozometreyi yanıltarak gereğinden düşük pozlama değerleri göstermesine neden olabilir.

• Düşen ışık ölçümü ise ışığın doğrudan kaynağından ölçülmesini sağlar ve sahnedeki renk veya yüzey yansımalarından bağımsız olduğu için daha doğru sonuçlar verir. Harici el tipi ışık ölçerler genellikle bu yöntemi kullanır ve daha güvenilir sonuçlar sunar.

Dahili ışık ölçerler bazı durumlarda yeterli olabilir, ancak genellikle harici bir ışık ölçer kullanmak daha hassas sonuçlar almanızı sağlar. Başlangıç seviyesindekiler için Sekonic L-358, hassas ölçümler yapmak isteyenler için ise Sekonic L-508 gibi noktasal ölçüm (spot metering) yapabilen bir model iyi bir seçim olabilir.

Film Fotoğrafçılığında Pozlama Teknikleri

Pozlama ölçüm yöntemi kişisel bir tercih meselesi olsa da bazı temel kurallar vardır. Özellikle siyah-beyaz film çekerken, ışık ölçümünün tam değerinde yapılması büyük önem taşır. Bunun için gri kart kullanımı önerilir. Fotoğrafçılık derslerinde sıkça bahsedilen gri kartlar oldukça ucuzdur ve çantanızda birkaç tane bulundurmak faydalı olabilir.

Renkli filmde ise durum biraz farklıdır. Renkli filmler genellikle aşırı pozlamayı daha iyi tolere eder ve hatta fazla pozlandığında daha iyi sonuçlar verebilir. Örneğin, Fuji 400H gibi bir film kullanıyorsanız, ışık ölçerin ISO değerini 200 olarak ayarlayıp ölçerin verdiği enstantane değerini kullanabilirsiniz. Alternatif olarak, ışık ölçeri filmin kutu hızında (Fuji 400H için 400) bırakıp, ölçümü kubbe içeri çekili ve 45 derece aşağı eğimli yaparak aşırı pozlama elde edebilirsiniz. Farklı kombinasyonlar deneyerek size en uygun tekniği bulabilirsiniz.

Işık Ölçerin Fotoğrafçılıktaki Rolü

Bir sahnenin doğru pozlanması, ışığın doğru ölçülmesine bağlıdır. Fotoğrafçılar ve sinematograflar, ışık ölçerleri kullanarak gölgeleri ve vurguları dengeleyebilir, istenilen atmosferi oluşturabilirler. Günümüzde birçok kamera gelişmiş dahili pozometre sistemlerine sahip olsa da, profesyonel çalışmalar için harici bir ışık ölçer kullanmak hâlâ büyük bir avantaj sağlar.

Işık ölçer, sadece doğru pozlamayı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda ışığın sahne üzerindeki etkisini anlamaya da yardımcı olur. Fotoğrafçının veya yönetmenin yaratıcı kararlarını destekleyen bu cihaz, ışığın görsel anlatım üzerindeki etkisini daha bilinçli bir şekilde kontrol etmeyi mümkün kılar. Film fotoğrafçılığında ışık ölçümünü ustalıkla kullanmak, karelerinizin kalitesini doğrudan etkileyen en önemli unsurlardan biridir. Kaliteli bir ışık ölçer edinerek, farklı pozlama tekniklerini deneyerek ve kişisel stilinize en uygun yöntemi geliştirerek, film fotoğrafçılığının tüm inceliklerini keşfedebilirsiniz.