Sinemada yalnızlık…

Sinemada yalnızlık teması çok işlenmiştir. Bunlar bu filmler arasında sevdiğim beğendiğim filmler şunlar.

Her (2013)
Yönetmen: Spike Jonze
Teknolojinin insan ilişkileri üzerindeki etkisini işleyen bu filmde, baş karakter Theodore’un bir yapay zeka ile kurduğu duygusal bağ, yalnızlığın modern yüzünü gözler önüne seriyor.

Taxi Driver (1976)
Yönetmen: Martin Scorsese
Travis Bickle karakteri üzerinden modern şehir hayatında yalnızlık, yabancılaşma ve toplumdan kopma gibi temaları derinlemesine irdeleyen bir yapım.

The Hours (2002)
Yönetmen: Stephen Daldry
Virginia Woolf’un “Mrs. Dalloway” romanından uyarlanan bu film, üç farklı kadının yalnızlık ve varoluşsal sancıları ile yüzleşme süreçlerini konu alır.

Amélie (2001)
Yönetmen: Jean-Pierre Jeunet
Parizyen bir hikaye olan Amélie, yalnız bir genç kadının başkalarının hayatına mutluluk katarken kendi yalnızlığını keşfetmesini konu alır.

In the Mood for Love (2000)
Yönetmen: Wong Kar-Wai
Hong Kong’un arka sokaklarında geçen bu film, ihanetin, aşkın ve yalnızlığın sessiz ama derin etkilerini anlatır.

The Pianist (2002)
Yönetmen: Roman Polanski
Nazi işgali altındaki Varşova’da bir piyanistin hayatta kalma mücadelesi, yalnızlığın en sert ve duygusal yönlerini gösterir.

 

Yalnızlık; iyi bir şey mi?

 

Dün başladığım yalnızlıla ilgili yazılara bir kaç gün daha devam edeceğim, çeşitli çerçevelerden bakmaya çaılşacağım. Bugün sıra Carl Jung’da.

Carl Jung ın bakış açısıyla konuyu deşelim; yalnızlık kavramına psikolojik ve spiritüel bir perspektiften bakarsak  yalnızlık bir ceza değil, insanın kendini keşfetmesi ve birey olarak bütünleşmesi için bir fırsattır. Jung’a göre, kişi yalnız kaldığında bastırdığı ya da göz ardı ettiği yönleriyle, yani “gölgesiyle” yüzleşir. Bu yüzleşme, insanın farklı yanlarını bir araya getirerek daha bütün ve kendine sadık bir kimlik oluşturmasına yardımcı olur.

Yalnızlık, insanın iç dünyasında kendini tanıması ve bastırdığı yönleriyle barışması için büyük bir fırsattır. Kişi, kendisine ait en samimi yönleri bu süreçte keşfeder ve kendi benliğine ulaşır. Rastlantısal gibi görünen olaylar ve yalnızlık ise Jung’un “senkronisite” adını verdiği derin bir anlam taşımaktadır. Bu olaylar aslında rastgele değil; kişinin hayatına yeni bir bakış açısı kazandırması, kendini daha derinlemesine tanıması için bir yoldur.

Yalnızlık aynı zamanda yaratıcı bir alan da sunar. Nietzsche ve Thoreau gibi isimler, yalnızlığı derin düşünce ve fikirler geliştirmek için kullanmışlar. Bu yalnızlık sayesinde insan, dış etkenlerden uzaklaşarak kendi içindeki yaratıcı potansiyeli keşfetmektedir. Bununla birlikte, yalnızlık iki şekilde yaşanabilir: Kişinin kendi isteğiyle seçtiği bir inziva veya zorunlu olarak yaşadığı yalnızlık (örneğin, hastalık veya kayıplar nedeniyle). Her iki durumda da bu süreçleri kabul etmek yalnız kalan kişiye kişisel gelişim ve içsel güç kazanımı açısından çok değerli bir deneyim sunacaktır.

Jung, yoğun yalnızlık ve ruhsal kriz dönemlerini “ruhun karanlık gecesi” olarak adlandırıyor. Bu tür kriz dönemleri kişinin ruhunun arınması ve daha derin bir amaçlara hizmet etmesi için gerekli adımlardır. Jung’a göre zorlu olan bu süreç, kişiyi içsel olarak güçlendirirken kendine daha yakın hale getirir.

Özetle, yalnızlık, kendini tanıma, içsel güç kazanma ve değişim için güçlü bir araç olarak değerlendirilmektedir. Kişinin kendi özüne ve hayat amacına yeniden bağlanabilmesi için eşsiz bir alan sağlıyor.

Yalnızlık ölçülebilir mi?

Yalnızlık ölçülebilir ama bu her zaman sayısal bir sonuçla ifade edilebilecek bir şey değildir. Yalnızlık, tamamen kişinin kendi iç dünyasıyla ilgilidir. Yani, yalnızlık testleri, davranışlar ya da biyolojik belirtiler yalnızca urumun bir kısmını yansıtabilir. İnsan kendini yalnız hissettiğinde, bunun nedenini sadece kendisi bilebilir. Dışarıdan bakan biri bu durumu tam anlamıyla anlayamayabilir. Yalnızlığı ölçmenin en iyi yolu, o kişiyi dinlemek, onun hislerini anlamaya çalışmaktır.

Yalnızlık, herkesin bir şekilde yaşadığı bir durumdur ama bunu nasıl deneyimlediğimiz, bireysel farklarla şekillenir. Kimi insanlar kalabalıklar içinde bile kendisini yalnız hissederken, bazıları tek başına kalmaktan mutlu olurlar ve kendilerini  yalnız hissetmezler. Yalnızlık, insanın içsel dünyasında yaşanan ve dışarıdan göründüğünden çok daha derin bir duygudur. Bu yüzden, yalnızlık hissi ne kadar ölçülse de her zaman doğru sonuç vermez diyebiliriz.

Yalnızlık Testleri ve Ölçekler

Yalnızlığı anlamanın en yaygın yollarından biri, belirli testler ve ölçekler kullanmaktır. Bunlardan biri UCLA Yalnızlık Ölçeği’dir. Bu ölçek, kişilere yalnızlıkla ilgili sorular sorar. Mesela, “Kendini dışlanmış hissediyor musun?” ya da “Etrafında insanlar varken bile yalnız mı hissediyorsun?” gibi sorular sorar. Kişi bu sorulara verdiği cevaplarla, kendi yalnızlık seviyesi ortaya koyabilir, bu konuda bilinçlenebilir. Buna benzer testler, insanın yalnızlık hissini ölçmeye yardımcı olmaktadır. Ancak olay bu kadar basit değildir, yalnızlık sadece birkaç soruyla tamamen anlaşılacak bir duygu değildir

Davranışlarımız da yalnızlık hissimizi ortaya koyar. Bir insan kendisini yalnız hissettiğinde, sosyal etkinliklerden kaçınabilir, arkadaşlarıyla daha az görüşebilir, kendini eve hapseder, tek başına  vakit geçirmeye çalışır. Bazı insanlar ise tam tersine sosyal medyada daha fazla zaman geçirmeye başlarlar. Bu durum  sosyal ilişkilerindeki eksikliği kapatmak için yaptığı bir davranış olabilir. Bir kişi sosyal medyada ne kadar aktif olursa olsun, gerçek dünyadaki ilişkileri eksikse muhtemelen kendini yalnız hissetmeye devam edecektir..

Yalnızlık sadece psikolojik bir durum değildir, bedenimizi de etkiler. Uzun süre yalnız kalan insanlar, fiziksel olarak da çeşitli zorluklar yaşarlar. Stres hormonları yükselir, bağışıklık sistemi zayıflar ve uyku düzenleri bozulur. Yalnızlıkla bağlantılı olarak, vücutta stres hormonu olan kortizol artar. Bu da insanın kendini daha yorgun ve mutsuz hissetmesine neden olur. Yani, yalnızlık sadece zihnimizde değil, bedenimizde de izler bırakır.

Yalnızlık hissetmek, sadece fiziksel olarak yalnız olmakla ilgili değildir. Sosyal çevremizdeki insanlarla olan bağlarımız da bu duyguyu etkiler. Bir insanın çok sayıda arkadaşı olabilir ama eğer bu arkadaşlarla derin, anlamlı bağlar kuramıyorsa kendini yine de yalnız hissedebilir. Sosyal ağ analizi denlen yöntemlerle, bir insanın etrafındaki kişilerle olan bağları incelenebilir. Eğer sosyal çevre zayıfsa, yani kişi yeterince destekleyici ilişkiler kuramıyorsa yalnızlık hissi artmaktadır.

Yalnızlığa başka açıdan bakalım!

Bireysel özgürlük, kendini özgür hisseden insanlar tarafından bazen sınırsız bir hareket alanı olarak algılanır. İnsan davranışının ortak özelliklerinden bireysellik, mülkiyetçilik ve saldırganlık, bireysel özgürlüğün nasıl algılandığını anlamaya yardımcı olur. Başka bir deyişle, modern insanın özgürlüğü (ahlaki ve bireysel), çoğunlukla yalnızlıkla birlikte gelir ve kaçınılmaz olarak varoluşsal bir hayal kırıklığına yaratır.

Hayal kırıklığı, umut kavramının karşıtı olarak, modern insana sunulan özgürlüğün kaçınılmaz sonucudur. Özgürlüğünü belirli bir şekilde yaşayan, hayatın tadını çıkaran ve arzularını koşulsuz olarak tatmin eden insan, ancak bu şekilde özgürlüğünü güvence altına aldığını ve kutsallaştırdığını düşünür. Dolayısıyla, günümüzde özgürlük ve yalnızlık, kendine özgü bir ittifak kurmuş gibi görünmektedir. Bu durum, yalnızlığı modern toplumun en büyük sorunlarından biri haline getirmiştir.

İnsanın ruhunu tatmin edememe hissi olarak deneyimlenen varoluşsal yalnızlık sonuçta insanı köleleştirebilir. Modern yalnızlık ilgisizliktir,  egoisttir, narsisttir ve sevgi yoksunluğu ile  ilişkilendirilebilir. herkes kendisine özel bir dünya yaratmaya çalışıyor.

Milan Kundera’nın ‘Le  lenteur” yani Yavaşlık adlı eserinde yazdığı bir bölüm var: “Dikiz aynasına bakıyorum; sürekli aynı araba beni sollayamıyor çünkü karşıdan gelen trafik var. Şoförün yanında bir kadın oturuyor. Şöför acaba neden ona komik bir hikaye anlatmıyor? Neden elini kadının dizine koymuyor? Tam aksine, önündeki arabanın, yani benim neden yeterince hızlı gitmediğim için sürekli söyleniyor. Kadın da şoföre şefkat göstermek yerine kafasından arabayı sürüyor ve o da  şoföre söylenip duruyor.” Bu sahnedeki herkes kendine ait bir özel alan yaratmış ve birbirine yaklaşmayı reddetmiş olduğu anlaşılıyor. Kundera bu eserinde modern yaşamın hızına ve insanların giderek daha hızlı yaşama eğilimine eleştirel bir bakış sunuyor. Roman, hız ve yavaşlık kavramlarını gündelik durumlarla ele alırken, bu hızın insan ilişkileri üzerindeki yalnızlaştırıcı etkilerini sorgular. Alıntıda da karakterlerin hız saplantısı ve içsel olarak yaşadıkları tatminsizlik, sembolik bir şekilde arabada geçirilen anlarla ifade edilmektedir.

Biz yaşadığımız dünyayı da bu şekilde algılıyoruz ya da daha doğrusu bu şekilde inşa ediyoruz; bencilce. Başkalarını, onları sevdiğimiz için değil, kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak için ararız. Diğerlerine karşı ilgisiziz ve sonunda yalnızlığımız, bencil tavrımızın sonucudur. Şişmiş egolarımız başkalarıyla mutlu bir şekilde bir arada yaşamamızı engellemektedir. Kundera’nın şoför örneğinde olduğu gibi öndeki araba  sadece özgürlüğe bir engeldir ve bu nedenle arabadaki diğer kişi sanki yok sayılır. Böylece yalnızlaşmaya devam edilir.

Yalnızlık kavramı 17. yüzyıldan günümüze kadar   sürekli değiştiğini biliyoruz. Farklı kültürlerde de  farklı şekiller de algılanıyor.

Yalnızlık sanat, edebiyat ve felsefi bakış açılarından da oldukça farklı boyutlarda betimleniyor. Sanat dünyasında yalnızlık, genellikle bireyin iç dünyasını anlamamızı sağlıyor. Ressamlar ve heykeltıraşlar, yalnızlığı bazen melankolik bir şekilde, bazen de huzur dolu bir içsel dinginlik olarak önümüze sunuyor. Örneğin, 19. yüzyılda romantik ressamlar, doğayla baş başa kalan insan figürleriyle yalnızlığı idealize ederken, modern sanatçılar ise şehir hayatının kalabalıkları içindeki yalnızlığı yansıtıyor. Sanat, yalnızlığı bireysel deneyimler ve insanın kendini anlama çabası olarak öne çıkarıyor. Edebiyatta yalnızlık, kahramanların kendilerini bulma süreçlerinde veya içsel çatışmalarında ortaya çıkıyor. Yazarlar, yalnızlık hissini karakterlerin iç monologları, günlükleri ya da diyalogları aracılığıyla derinleştiriyor. Kimi eserlerde yalnızlık, karakterlerin özgürlük arayışının bir parçası, kimi eserlerde ise melankolik bir yük olarak ele alınıyor. Modern edebiyat eserlerinde ise yalnızlık, şehirlerde ve toplumda bireyin sıkışmışlığını ifade eden bir sembol haline geliyor. Özellikle şehir edebiyatında, bireylerin kalabalık içinde kendilerini izole hissetmeleri yalnızlığın farklı bir boyutunu gösteriyor. Felsefi yalnızlık ise varoluşsal bir konu olarak sıkça karşımıza çıkıyor. Varoluşçu felsefede  birey yalnızlık duygusunu, kendini ve hayatın anlamını keşfetme sürecinin kaçınılmaz bir parçası olarak görmektedir. Örneğin, Jean-Paul Sartre gibi filozoflar, yalnızlığın bireyin kendi benliğiyle yüzleşmesi için gerekli olduğunu savunur. Felsefede yalnızlık, özgürlüğe ulaşmanın, bağımsız bir varlık olarak kendini keşfetmenin bir adımı olarak da değerlendirilir. Heidegger, yalnızlığı insanın dünya ile olan ilişkisinde bir ‘özcülük’ olarak tanımlar; yani, yalnızlık, insanın en temel hali ve kimliğiyle yüzleşmesidir.

Yalnızlık, melankoli ve nostalji, birbirine yakın gibi görünen ama farklı şekillerde deneyimlenen duygulardır. Yalnızlık, bireyin kendini tek başına hissetmesi veya çevresiyle duygusal bağ kuramaması durumudur. Fiziksel olarak yalnız olmadan da yalnızlık hissedilebilir.  Kalabalık içinde, hatta arkadaşlar arasında bile insan kendisini yalnız hissedebilir. Yalnızlık, bireyin kendini keşfetmesine neden olabilirken, kalıcı hale geldiğinde sıkıntılı ve yıpratıcı bir deneyime dönüşür. Yalnızlığın  bir de √ boyutu vardır. Bu nedenle kişi çoğu zaman çevresindekilerle bağlantı kurma ihtiyacı hisseder. Yalnızlık, şimdiki zamandaki yalıtılmışlık duygusudur ve bireyin çevresiyle olan ilişkileriyle ilgilidir. Melankoli, daha kalıcı bir hüzün ve içsel bir boşluk halidir; geçmişteki kayıplar veya acılarla bağlantılıdır. Nostalji ise genelde mutlulukla hatırlanan geçmişe bir özlem içerir ve kişi için bir kaçış sağlar.

 

Yalnızlığı daha iyi anlamak isteyen herkes için önemli bir eser adı vereyim; “Yalnızlığın Routledge Tarihi”, Katie Barclay, Elaine Chalus ve Deborah Simonton tarafından yayımlanan 492 sayfalık bir kitap olup, modern bir duygu olarak yalnızlığın kapsamlı ve çok disiplinli bir incelemesini sunmaktadır. Şubat 2023’te Routledge tarafından yayınlanan kitap, tarih, antropoloji, felsefe, edebiyat ve sanat tarihi gibi çeşitli alanlardan 30 akademisyenin çalışmalarını bir araya getiriyor.

 

 

 

Berrak Rüya görür müsünüz?

 

 

Berrak rüya veya Lucid  rüya kişinin rüya gördüğü sırada, rüya gördüğünün farkında olması hâline verilen addır.Terim, ilk kez Oxford Psikofizik Enstitüsü’nden parapsikolog Celia Green tarafından kullanılmıştır.

Özetle Lucid rüya görmek, rüyadayken rüya gördüğünüzün farkında olmaktır. Sadece hayal dünyanızda gezinmek değil; bilinçli bir şekilde hayallerinizi kontrol etmenin keyfini çıkararak yepyeni bir deneyim yaşadığınızı düşünün. Kulağa heyecan verici gelmiyor mu? Lucid berak veya uyanık anlamına geliyor. Bu farkındalık sayesinde rüyanızda gerçekleşen olayları bir film gibi izlemek yerine, olaylara siz yön verebiliyorsunuz. Antik Çağ’dan beri bilinen bir şey, ancak bilimsel olarak kabul edilmesi yakın zamanda oldu. Bugün lucid rüya araştırmaları hız kazanmış durumda. Rüyadayken bunu fark edip, olayları istediğiniz gibi yönlendirebiliyorsunuz. Freud ile sohbet ediyor, Micheal Jordan’a fake atıyorsunuz hatta  kendi potanızın dibinden attığınız topu karşı potaya sokuyorsunuz.

Bunlar “lucid rüya” denilen bir teknikle mümkün. Lucid rüya, uyurken farkında olmamızı sağlayan özel bir bilinç hali. Bilim insanları bu konuyu incelemeye başladıkça, lucid rüyaların bilinçaltımızı nasıl etkilediğini daha iyi anlamaya başladılar.

Bunun için bir teknik geliştirdiler. Buna MILD deniyor. MILD Mnomenic Induction of Lucid Dreaming kelimelerinin baş harflerinden oluşuyor. Dr Stephen LaBerge ilk kez 1990 dan önce tanımlamış.  İlgili makale şurada; https://www.thelucidguide.com/techniques/mnemonic-induction-of-lucid-dreaming-(mild) . Hatta rüyalarınızı yönetmek için LaBerge’in önerdiği MILD tekniğinin video tutorial’ini şuradan izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=YHk33m2xyKw . Uyuduktan yaklaşık beş saat sonra kalkmak üzere alarm kurun. Uyanınca, az önce gördüğünüz rüyayı hatırlamaya çalışın ve kendinize “Bu bir rüya!” deyin. Tekrar uykuya dalarken de, “Bir dahaki rüyamda rüya gördüğümü hatırlamak istiyorum” diye kendinizde telkinde bulunun. Bu tekniğin her zaman işe yaramadığı biliniyor.

Almanya’da yaklaşık 800 sporcu üzerinde yapılan bir çalışmada, katılımcıların %5’inden fazlası, bilinçli bir rüya sırasında antrenman yaptıklarını belirtti. Rüyada olduklarının farkına vararak, sanal olarak  favori aktivitelerini yapıyorlardı. Futbol, basketbol, atletizm, artistik patinaj… Bu yastık sporcularının büyük çoğunluğu,  rüya antrenmanlarının ardından kendilerinde gelişmeler  hissediyordu. Çok da şaşırmamak lazım  çünkü birçok çalışma, zihinsel tekrarın iş yaradığını kanıtlamış durumda.

Gün içinde şöyle bir gerçeklik testi yapabilirsiniz; uyanıkken birkaç kez etrafa bakarak “Şu an rüyada mıyım?” diye düşünün. Bu lucid rüya görme ihtimalinizi artırır. Mesela elinizi diğer elinizin içinden geçirmeye çalışın; bu hareket ancak rüyada mümkün olur,  gerçek hayatta olmaz. Bu testi alışkanlık haline getirirseniz, rüya sırasında  kendinize “Bu bir rüya mı?” diye sormanız daha kolay olur. Avustralyalı araştırmacıların yaptığı bir çalışmaya göre, bu yöntemi uygulayan kişilerin %53’ü lucid rüya görebiliyor.

Lucid rüyalar sırasında beynimizin “kendini fark etme” ve “kontrol etme” ile ilgili bölgeleri harekete geçiyor. Bu da rüya görürken kendimizi kontrol edebilmemizi sağlıyor. Hatta bazı kişilerin lucid rüya sırasında  bir spor yaparlarsa bu sporda daha başarılı oldukları anlaşılıyor.

Bilinmeyen rüyalar aleminin bilinmeyeni o kadar çok ki, böylesi ufak kapıların açılması belki yavaş yavaş parçalarının yerine oturup tamamen anlamamıza yardımcı olma olasılığı artar. Kim bilir

Arkadaşıma şarap mektupları; Alkolsüz Şarap hakkında.. Yani No_Low..

 

Sevgili Arkadaşım,

Bugün sana oldukça ilginç bir konudan bahsetmek istiyorum. Şarap sever biri olarak belki bu yeni trendi duymuşsundur, ama duymadıysan da şaşırmayacağına eminim. Son zamanlarda, alkolsüz şarap gençler arasında çok revaçta, üreticileri de buna bağlı olarak meşruiyet arayışında! Evet, yanlış duymadın. Bu bildiğimiz şarap, ama onun alkolsüz versiyonu. şarap alkolsüz olur mu? dediğini duyar gibiyim. Devekuşu gibi deve mi? kuş mu? şarap mı? Meyve suyu mu? u konu,  son Uluslararası Şarap Örgütü’nün (OIV) kongresinde hararetli bir şekilde tartışıldı.

İşte dediğim gibi işin en ilginç yanı, bu alkolsüz şarapların tam olarak “şarap” olup olmadığı meselesi. Çünkü şarabın tanımında alkollü içecek ibaresi yer alır. Alkolsüz olunca nasıl olacak? Kaliforniya’daki bir şirket, aslında iklim değişikliğiyle birlikte artan alkol oranlarını dengelemek amacıyla ortaya çıkmış, ama şimdi tamamen alkolsüz şaraplar üretiyor. Hem de oldukça talep görüyor! Özellikle gençler, sağlıklı yaşam, dini sebepler ya da sosyal etkinliklerde alkolsüz içecekler arıyorlar. İngiltere’de ise düşük alkollü içeceklere 2023’ten beri daha düşük vergiler uygulanıyor. Yani  iş giderek büyüyor.

Bir de bu işin pazarlama tarafı var: Tüketiciler ve yabancı dillerde sommelier denilen somöliyeler, bu alkolsüz şarapları alıştıkları Chablis ya da Sancerre gibi şaraplarla karşılaştırıyorlar ve alkol oranını düşürüyorlar  ama sonuçta ortaya farklı bir ürün çıkıyor. Çünkü şarap alkolsüzleştirildikten sonra tat, aroma ve ağız hissiyatını dengelemek için bazı eklemeler yapılması gerekiyor. Örneğin, dünyaca ünlü Anne-Sophie Pic’in restoranlarında görevli sommelier Paz Levinson’ın   bu şarapları servis ettiğini biliyoruz.

OIV’nin tahminlerine göre, dünya şarap üretiminin şu an %0,5’ini oluşturan bu “No-Low” şaraplar gelecekte %4-5 seviyelerine kadar çıkabilir. Büyük şirketler de bu sektöre yatırım yapmaya başlamışlar, mesela LVMH bile bu kervana katılmış! Yani gelecekte bu şarapları her yerde görebiliriz.

Kim bilir, belki bir gün birlikte bu alkolsüz şaraplardan deneriz! Hem ne de olsa sağlıklı bir alternatif, değil mi?

Sevgilerle,

I wıll Be There

 

I will be there

Esra, sonbahar yağmurunun pencereye vurduğu bir İstanbul akşamında, Kadıköy’deki denize bakan dairesinde yalnız başına oturuyordu. Yağmur, aralıksız yağıyordu. Bu yağmurun onun içindeki fırtınayı anlattığını düşünüyordu. Kalbi sızlıyordu, derin bir yalnızlık duygusu ve son zamanlarda yaşadığı hayal kırıklıkları onu büyük bir çaresizliğe sürüklemişti. Birkaç gün önce işini kaybetmişti, uzun süredir devam eden son ilişkisi ise kötü bir şekilde sona ermiş, onu acılara boğmuştu. Her zaman huzur bulduğu bu ev, ona fazla büyük, fazla sessiz geliyor, dayanılmaz boşluk hissi yaratıyordu. Severek yaşadığı Kadıköy’ün canlı, hareketli sokakları bile biliyordu ki sokağa çıktığında kötü hissettirecek ve  kalabalıkların içinde kendisini daha da yalnız hissetmesine neden olacaktı. Akşamını daha da bunalımlı hale getireceği çok önceden belliydi. O nedenle çıkmaktan vazgeçti.  Her yer, her şey ona soğuk ve karanlık geliyordu.

Yağmurun cama vuruşu, Esra’nın düşüncelerini birden eski dostu Lütfi’ye götürdü. Çocukluktan beri onun en yakın arkadaşı olan Lütfi. Yıllardır konuşmamışlardı. Lütfi Kayseri’de üroloji uzmanı olarak çalışıyordu. İkisi de kendi hayatlarına, işlerine ve ilişkilerine dalmışlardı. Aslında uzun zaman önce, Lütfi, Esra’nın yanında bu gibi zor ve  karanlık anlarda onu teselli etmiş , gerçek dostu olmuştu. Lütfi’nin duyguların gerçek dostluk mu aşk mı olduğunu hiç bir zaman ayırt edememişti. O zamanlar bu özel duygular çok rahat konuşulmaz, bir parça saklanırdı. Birlikte büyümüşlerdi, hayalleri ve korkuları paylaşmışlardı. Aynı okula aynı yollardan yürüyerek gitmişler ama hiç el ele tutuşmamışlardı. Birbirlerinin sırlarını, zayıflıklarını, güçlerini çok  iyi öğrenmişlerdi. Ama hiç ele ele olmamıştı. Ardından yaşam onları farklı yollara sürüklemişti. Esra hayallerini gerçekleştirmek için Lütfi’den önce İstanbul’un göbeğine taşınmışken, Lütfi onların büyüdüğü Ankara’daki mahallede kalmış, yüksek öğrenimine de aynı şehirde devam etmişti.  Lütfi’nin ailesinin mahallede küçük bir kitapçı dükkanları vardı. Oradan kendisine hediye kitaplar getirirdi zaman zaman. Bir kez de Carole King’in yeni çıkan ‘Tapestry’ adlı uzun çalarını getirmişti. Çok iyi hatırlıyordu yıl 1972 idi mevsimlerden ilk bahardı.  Mahir Çayan ve arkadaşları öldürülmüşler, ardından bir ay kadar sonra da Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’da daha bir kaç gün önce idam edilmişlerdi. Onlar bu hüzünlü ortamda Carole King’inYou’ve Got a Friend adlı şarkısını dinleyip müziğe eşlik etmeye çalışıyorlardı. Yaşam her şeye rağmen devam ediyordu. Şarkıcı sık sık ‘You just call out my name’ ve ‘And I’ll be there’ ve ‘You’ve got a friend’ sözlerini tekrarlıyordu. Bir an gözleri daldı ve o günlere gitti.

Telefon masanın üzerinde sessizce duruyordu. Esra, bir an Lütfi’yi aramayı düşündü. Hayır, hayır aramamalıydı. Onca yıldan sonra nasıl arayabilirdi ki? Lütfi onun aramasından  rahatsız olmaz mıydı? Sonuçta, uzaklaşan kişi Esra’ydı. Yeni hayatı, İstanbul’un büyüsüne kapıldığı kariyer yolculuğu sırasında Lütfi ile olan bağını ufak ufak kaybetmişti. Ama içinde bir yerlerde Lütfi’nin hala ona yardım edebileceğini, en azından ona yeniden huzur verebileceğini hissediyordu. Esra onun sesini duymak, eski o bağlantıyı yeniden hissetmek ve o güven dolu dostluğu tekrar hatırlamak istiyordu.

Nostaljiye direnmek zor oldu. Esra gözlerini kapatıp Lütfi’yi düşündü. Lütfi’nin sesini neredeyse duyabiliyordu, o tanıdık, sıcak sesiyle her zaman söylediği o sözleri fısıldıyordu: “Eğer bana ihtiyacın olursa, sadece ara. Hemen gelirim.”

Bu basit cümle, dostluklarının temeliydi. Ne olursa olsun, ne kadar uzağa giderlerse gitsinler, birbirlerine her zaman ulaşacakları konusunda sessiz bir anlaşma yapmış gibiydiler. Ancak şimdi, aralarındaki mesafe ve geçen zaman göz önünde bulundurulduğunda, bu söz  acaba hala geçerli miydi?

Esra derin bir nefes aldı ve telefonunu eline aldı. Sonra telefonu tekrar bıraktı. Rehberinde Lütfi’nin adını buldu. Parmağı arama tuşunun üzerinde durdu; içinde hem korku hem de tereddüt vardı. Yine de derin bir nefes alıp tuşa bastı. Telefon iki kez çaldıktan sonra o tanıdık ses kulağında yankılandı.

“Esra?” Lütfi’nin sesi şaşkın ama aynı zamanda sıcak ve samimiydi, tıpkı eskiden olduğu gibi.

“Merhaba, Lütfi. Evet ya!  ben., Esra.. Acaba açar mı diye tereddüt içindeydim.”

“Tabii ki açarım,” dedi yumuşak bir sesle. “Sana söylemiştim, tek yapman gereken beni aramak.”

Esra’nın gözlerinden yaşlar süzüldü. Uzunca bir süredir kendisini yalnız ve kaybolmuş hissediyordu, dostluğun bu kadar güçlü olabileceğini pek düşünemiyordu. “Seni aramadığım için üzgünüm. Hayatımda her şey o kadar zorlaştı o kadar tatsızlaştı  ki bilemezsin,…”

“Neler oldu anlat lütfen,” dedi Lütfi, sesi her zamanki gibi sakin ve güven verici bir tondaydı.

Esra haftalardır ilk kez içini döktü. İşini kaybettiğini, ilişkisinin bittiğini ve hayatının tamamen darma dağınıklık olduğunu anlattı. Konuştukça, göğsündeki ağırlık yavaş yavaş hafiflemeye başlamıştı. Lütfi, tıpkı eskiden olduğu gibi, onu hiç bölmeden dikkatle dinliyordu.

“Esra,” dedi uzun bir sessizlikten sonra, “Endişelenme, düşündüğünden daha güçlüsün. Hep öyleydin. Ama bunu tek başına atlatmak zorunda değilsin. Ben buradayım. Hep de buradaydım zaten. Bunu sadece sen bilmiyordun.”

Esra, gözyaşları yüzünden akarken gülümsedi. Lütfi’nin sözleri onu sakinleştirmiş, içinde yeniden büyük bir huzur bulmasına yardımcı olmuştu. “Seni özledim, Lütfi. Çocukken, gençken her şey ne kadar basitti, hatırlıyor musun? Saatlerce konuşurduk ve dünya bize çok anlamlı gelirdi. Ne hayaller kurardık”

“Yanına gelmemi ister misin?” diye sordu Lütfi. Teklifi netti, tereddüt yoktu, basit ve samimi bir öneriydi.

“Her şeyi bırakıp gelir misin?” diye şaşkınlıkla sordu Esra.

“Yaz, kış, ilkbahar ya da sonbahar, değil miydi?” dedi Lütfi, birlikte mırıldandıkları o eski şarkıyı anımsatarak. “Tek yapman gereken beni aramak.”

Esra mutlulukla güldü. “Evet birlikte söylerdik. Ama gerçekten geleceğini, gelebileceğini hiç düşünmemiştim.”

“Esracım, burada senin gerçek bir dostun var. Ne olmuş olursa olsun ya da ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, bu değişmedi. Ve asla da değişmeyecek.”

Esra gözyaşlarını sildi. İçi pır pır ediyordu. Bunu nasıl unutmuştu? En karanlık anlarında bile aslında yalnız olmadığını nasıl gözden kaçırmıştı?

“Gel,” diye fısıldadı. “Sana ihtiyacım var.”

“Sabaha orada olurum,” dedi Lütfi, ve Esra onun sesindeki heyecanı hissetti.

Ertesi sabah, güneş bulutların ardından doğarken, Esra kapının çalmasını  heyecanla bekliyordu. Daireyi temizlemiş, kahveyi hazırlamış ve pencereden dışarıya  göz atıyordu. Bu, rüyalarında defalarca gördüğü bir sahneydi, ama gerçekleşeceğine bir türlü inanmamıştı.

Nihayet onu gördü, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Lütfi kaldırımda durmuş, yukarıya, pencereye bakıyordu, yüzünde bildik bir gülümseme vardı. O an, zaman hiç geçmemiş gibi hissetti; sanki hâlâ o iki çocuktular.

Esra kapıyı hızla açtı ve hiç düşünmeden Lütfi’nin kollarına doğru koştu. Kucaklaştılar. O anda tüm endişeleri, üzüntüsü ve yalnızlığı sona erdi. Lütfi onu sımsıkı tuttu. Sanki zaman hiç geçmemişti. Birbirlerine  çok güvendikleri o kadar belli oluyordu ki.

“Sana söylemiştim,” diye fısıldadı Lütfi Esra’nın kulağına. “Tek yapman gereken beni aramaktı,  hemen gelirdim ve geldim işte.”

Esra gözyaşlarına boğuldu ama bir taraftan da gülüyordu. “İyi ki geldin.” dedi

Birlikte oturdular, konuştular, gülüştüler ve birbirlerine neler yaşadıklarını anlattılar. Tıpkı eski günlerdeki gibi. Gece çökerken ve İstanbul’un ışıkları dışarıda yanıp sönmeye başlarken, Esra artık gelecekle  ilgili hiçbir endişe duymuyordu. Gerçek dostluğun ne kadar güçlü olduğuna olan inancı güçlenmişti. Belki kendisi kaybolmuştu, ama Lütfi onu bulmuştu. Bu da çok iyi bir şey olmuştu.

Kahve içerlerken, Esra önemli bir şey fark etti: Aşk, her zaman romantik olmak zorunda değildi. Bazen, her şeyi bırakıp koşarak yanına gelen,  zamanı ve mesafeyi önemsemeyen bir dost her şeyden önemli olabilirdi.

Lütfi sadece dost değildi; onun hayatındaki mihengi noktasıydı, sürekli değişen dünyadaki tek değişmeyen şeydi. Hayat onları nereye götürürse götürsün, ona her zaman güvenebileceğini artık anlamıştı. O ‘Sadece ara yeter’di. O ‘Orada olurum’du.  O ‘You’ve got a friend’di.

Çünkü hangi mevsim olursa olsun, hangi fırtına çıkarsa çıksın, O Esra’nın yanında olmaya söz vermiş gerçek dosttu. Belki de Forever aşığıydı. Kim bilir?

Esra bunun belki de yaşamındaki en büyük bir aşk hikayesi olduğunu düşündü. Düşündü…..

Hypnagogia’ya bakalım…

Sevgili Dostum,

Umarım iyisindir.

Bu aralar nedendir bilemiyorum sana sıkça yazmak geliyor içimden. Sıkmayacağımdan eminim çünkü konuların değişik ve güzel olduğunu düşünüyorum. Bugün Hypnagogia denilen uykuya dalmadan önceki uyku ile uyanıklık arasındaki muğlak durumu anlatmaya çalışacağım. Sanatçılar için önemli olduğunu, yaratıcılığı tetiklediğini de düşünmüyor değilim.

Son zamanlarda okuduğum bu konu üzerine düşündüm ve seninle paylaşayım dedim. İnsan bilincindeki rahatsızlıkları anlamaya yönelik  farklı yaklaşımların tarihsel gelişiminden bahsedelim önce.

İlk yaklaşım, Müdahale Paradigması olarak biliniyor. Eski zamanlarda insanlar, bilinç bozukluklarını dış güçlere, mesela şeytanlar ya da kötü ruhlara bağlıyorlarmış. Bu rahatsızlıkların tedavisi için de şeytan çıkarma gibi ritüeller yapılırmış. Ne yazık ki bu yöntem, özellikle Orta Çağ’da Engizisyon gibi korkunç olaylara yol açmış.

Sonrasında bilim dünyası daha farklı bir bakış açısına geçmiş. Organik Paradigma dediğimiz bu yeni yaklaşımda, zihinsel rahatsızlıkların fiziksel nedenlere dayandığı kabul edilmeye başlanmış. Örneğin, 16. yüzyılda Levinus Lemnius ve Johann Weyer gibi bilim insanları, bu bozuklukların beyin ya da bedendeki sorunlardan kaynaklanabileceğini söylemişler. Böylece manevi açıklamalardan tıbbi açıklamalara geçiş olmuş.

Üçüncü ve en ilginç yaklaşım ise Alternatif-Bilinç Paradigması. Bu yaklaşım, Mesmer’in hayvan manyetizması üzerine yaptığı çalışmalarla başlamış ve öğrencisi Marquis de Puységur’un katkılarıyla daha da derinleşmiş. Puységur, insanların içinde “ikinci bir bilinç” ya da alternatif bir benlik olabileceğini fark etmiş. Yani bir kişinin bilinci ikiye ayrılabiliyor ve bu bilinçlerden biri diğerinden bağımsız hareket edebiliyormuş. Bu, günümüzde bildiğimiz dissosiyatif kimlik bozukluğu (eski adıyla çoklu kişilik bozukluğu) kavramının temelini oluşturmuş.

Esas ilginç nokta  şu: Crabtree adında bir araştırmacı, 1791’de belgelenen ilk çoklu kişilik bozukluğu vakasını bu alternatif-bilinç paradigmasıyla ilişkilendirmiş. Zihinsel rahatsızlıkları anlamak için dışsal güçler yerine içsel bölünmelere odaklanmanın, zihinsel bozukluklara daha mantıklı açıklamalar getirmemize olanak sağladığını söylemiş. Bu da bize, rüya görme ve uykuda yürüme gibi bilinçdışı deneyimlerin zamanla halkın zihninde nasıl yer bulduğunu gösteriyor.

Daha bitmedi. bu Crabtree bu konuya kafayı takmış ve üç bölümlü bir kitap yazmış, şöyle açayım;

Adam Crabtree adlı araştırmacı yazar “The Land of Hypnagogia”  adlı bahsettiğim bu kitabta,  kişisel hipnagogya (uyanıklık ve uyku arasındaki geçiş hali) deneyimlerinden ve bu durumun insan derinliği ve varoluşsal korkusuyla olan bağlantısından bahsediyor. Kitap üç bölümden oluşuyor:

Birinci Bölüm: Hipnagogya; hipnagogya kavramını zengin ve genellikle göz ardı edilen bir deneyim alanı olarak tanıtıyor. Crabtree, kendi hipnagogik deneyimlerini detaylandırarak bu deneyimlerin çeşitliliğini ve insan varoluşu hakkında derin gerçekleri ortaya çıkarma potansiyelini vurguluyor. Psikolojik ve antropolojik yaklaşımların hipnagogya anlayışındaki sınırlamalarını eleştirerek, daha doğal ve deneyime dayalı bir yaklaşım gerektiğini savunuyor. Crabtree, “Ayna Dünyası” adlı bir çizgi romanda tasvir edilen ve çocukluk döneminde yaşadığı önemli bir deneyimi anlatarak, bilinmeyen gerçekliğin derinliklerine karşı yaşam boyu süren bir merak ve korku geliştirdiğini ifade ediyor.

İkinci Bölüm: Kitap Güvesi Konferansları sürreal ve derin bir anlatı sunuyor. Crabtree’nin reddedilen “Derinlik ve Korku” adlı elyazmasında bir koza içinde gelişen bir kitap güvesi, yazarla bir dizi konferans düzenliyor. Yüzyıllardır kitapları sindirerek topladığı bilgelik ile güve, Crabtree’nin entelektüel ve ruhsal gelişimini eleştiriyor, özellikle dini dogma ve bilimcilik etkilerine katkısını vurguluyor. Konferanslar, Crabtree’yi kendi ikiyüzlülükleriyle yüzleşmeye ve ölüm, ahlak, iletişim ve topluluk konularındaki anlayışını derinleştirmeye zorlayan bir meydan okuma niteliği taşıyor.

Üçüncü Bölüm: Kuyudaki Nietzsche Stonewell Retreat’te yaşanan iki hipnagogik deneyimi anlatıyor. İlkinde, Crabtree, Friedrich Nietzsche’nin ruhuyla karşılaşarak, ahlak ve geleneksel düşünce sistemlerinin sınırlamaları üzerine ortak bir felsefi diyalog yürütüyor. İkinci deneyim, tehlikelerle dolu bir yolculuğun ardından, sıradan deneyimlerin ötesinde bir aidiyet ve bağlantı yeri olan “Eve” dair bir vizyona ulaşarak bir uçuruma inişi kapsıyor.

Kitap, “Sonsöz” ve “Ek” bölümleriyle sonlanarak Crabtree’nin insan varoluşunu anlama yolunda daha cesur ve derinlik odaklı bir yaklaşım gerekliliğini vurguluyor. Crabtree, okuyuculara hipnagogya keşfine yönelmelerini ve korku ile otoritenin kısıtlayıcı etkilerini reddetmelerini tavsiye ediyor. Genel mesaj, bireysel deneyimin önemini, dilin sınırlamalarını ve bilinmeyenin kucaklanması yoluyla derin bir dönüşüm potansiyelini vurguluyor.

İlginç değil mi? Bu adam acaba delirmek üzere mi diye sorduğunu hissediyorum. Belki de haklısın dostum!

Umarım  ilgini çekmiştir. Düşüncelerini merak ediyorum!

Sevgiler,

Kısaca Şarapta Aroma…

Sevgili Dostum,

Geçen gün yine aklıma geldin. Bilirsin, şarap üzerine ne zaman bir şeyler okusam, hemen seninle paylaşmak isterim. Bu sefer şarapta aromaların nasıl oluştuğuyla ilgili bazı şeyler okudum ve sana yazmadan duramadım. Biliyorsun, şarap deyince insanın aklına hemen üzüm gelir ama işin aslı, aromalar sadece üzümden gelmiyor, çok daha karmaşık bir süreç var.

Mesela, bir kadeh şarabı burnuna yaklaştırdığında hissettiğin o çiçek, meyve, baharat kokuları var ya, aslında hepsi üzümün toprağa nasıl tutunduğuyla, bağın hangi iklimde yetiştiğiyle ve hatta insanın nasıl bir özen gösterdiğiyle ilgili! Meğer toprağın altındaki minicik mantarlar bile şarabın tadında rol oynuyor. Şaşırdın mı?

Bir örnek vereyim: Loire bölgesinin Pouilly-fumé diye bir şarabı var, Sancerre bölgesinin komuşusu ve o kendine has çakmaktaşı kokusuyla ünlü. Ben de sanıyordum ki, bu koku toprağın içindeki taşlarla ilgili. Oysa olay çok farklı! Toprak, bağa öyle şeyler öğretiyor ki  bitki, o taşlı topraktan bir çok molekül alıp o molekülleri yeni koku moleküllerine dönüştürüyor . Yani, şarap sadece meyve değil; toprak, iklim, bağcı ve biraz da sihir var işin içinde.

Bir de şarabın üç farklı aroma ailesi var. Üzümün kendisinden gelen aromalar var mesela, sauvignon blanc’tan gelen o greyfurt  veya yeşil elma kokusu gibi. Sonra fermantasyon sırasında ortaya çıkanlar var: Beaujolais nouveau içtiğinde hissettiğin  muz kokusunu hatırlarsın belki. Ve bir de şarap yıllandıkça gelen aromalar var; hani o eski, yıllanmış şaraplarda hissettiğimiz deri, toprak veya bazen trüf mantarı gibi kokular…

En çok ilgimi çeken şeylerden biri, insanların şarabın renginden etkilenmesi olur genelde. Mesela bir araştırmaya göre, beyaz şaraba kırmızı boya katıp insanlara sunduklarında çoğunluğun “Bu şarapta kesin kırmızı meyveler var” demişler. Meğer gözlerimiz de burnumuz kadar baskınmış! Şarap içmeden önce gözlerimiz beynimize sinyali veriyor ve aromaları bile ona göre algılıyoruz. İnsan aklı ne ilginç, değil mi?

Kısacası, bir şarap tadımı aslında duyuların hatta bize beynimizin  bir oyunu. Tadarken sadece burnumuz değil, dilimizde hissettiğimiz sıcaklık, asitlik ve hatta o şarabın ağzımızda bıraktığı doku hissi  bile bu deneyimin parçası.

Ne dersin? Bir gün beraber bir şarap tadımı yapalım mı? Hem bu bilgileri test ederiz hem de güzel vakit geçiririz. Biraz sohbet eder, biraz şarap içeriz. Hem sana anlatacak daha çok şeyim var.

En kısa zamanda görüşmek dileğiyle,

Sevgiler,

Şarap belgeleri…

 

Selam dostum,

Şarapların üzerindeki  etiketler, belgeler ve ödül damgaları o kadar çoğaldı ki, insan hangisinin ne olduğunu anlamakta zorlanıyor. Üreticilerin de  bile kafası karışmış durumda! “Bu kadar bilgi ve belge ne diye var, ne işe yarıyor, hangi şartlara bağlı?” diye düşünmeden edemiyor insan. Şarap belgeleri şarabın niteliğini ve kalitesini gösteren belgeler.

Geçenlerde bir şarap üreticisi dostum şöyle demişti: “Eğer şarap etiketlerinin üzerinde yeni bilgiler ve belgeler eklemeyi durdurabilirsek, süper olur! Tüketici bir şey anlamıyor, biz de anlamıyoruz.” Düşünsene, o bile şaşırmış durumda! Ama tüketici bilgi seviyor, bu net. Yani, kimse bilgilerden, belgelerden kaçamıyor. Bir de  artık insanlar aldıkları ürünlerin güvenilir olduğuna dair bir belge görmek istiyorlar. Mesela, Sowine/Dynata’nın 2023 araştırmasına göre, şarap alan insanların %55’i çevresel bir sertifika olup olmadığını kontrol ediyormuş. İnternetten alışveriş yapanlar için bu oran %94’e çıkıyormuş! Hatta, şarap uzmanları bile belgelere değer veriyor,  %77’si bu belgelerin yine de  önemli olduğuna inanıyor.

Şarap alırken bu belgeler neden önemli, diye sorarsan, cevap gayet basit. yapılan araştırmalara göre insanlar bu belgelerin şarabın kalitesini garanti ettiğini düşünüyor. Mesela, %48’i “Bu şarap kalitelidir” diyor, %44’ü çevreye saygılı olduğunu düşünüyor, %37’si ise şarabın kökenini ve nasıl üretildiğini öğreniyor. Bir de işin sağlık boyutu var; %29’u bu belgeler sayesinde daha sağlıklı bir seçim yaptığını hissediyor, %24’ü de üreticilerin sağlığına dikkat ettiğini düşünüyor.

Gelelim en çok bilinen belgeye: AB Organik Sertifikası! Fransa’da en yaygın kullanılan belge bu. Tüketiciler bu belgeyi hemen fark ediyor. AB Organik Sertifikası olan bir şarap gördüğünde, emin olabilirsin ki bu şarap kimyasal gübre ve pestisitlerden uzak bir şekilde üretilmiştir. Ama tabi herkesin gönlü bu kadar geniş değil. Mesela HVE (Yüksek Çevresel Değer) belgesi biraz tartışmalı. Çevreciler bu belgeyi eleştiriyor, çünkü yeterince sıkı kurallar içermiyor. Hatta 2023’te yedi tane sivil toplum kuruluşu bu belgenin kaldırılmasını istemiş.

Biyodinamik şarapları mutlaka duymuşsundur. Biyodinamik şarap üretenler için Demeter ve Biodyvin gibi belgeler var. Biyodinamik demek, doğanın döngüsüne saygı gösteren, kimyasal maddelerden uzak duran bir üretim demek. Mesela Demeter belgesine sahip olmak için gerçekten doğaya uygun çalışman gerekiyor.

Bir de doğal şarap sevenler için Vin Méthode Nature diye bir belge var. Bu belgenin gereklilikleri daha da sıkı. Mesela, şarap üretirken hiçbir kimyasal katkı maddesi kullanamıyorsun ve sülfür miktarı çok sınırlı.

Eğer “sıfır pestisit” kafasındaysan, Zéro Résidu de Pesticides belgesine sahip şaraplara bakmalısın. Bu şaraplarda neredeyse hiç pestisit kalıntısı yok. Ama tabii bu belgenin de tartışmaları var; bazıları yeterince hassas olmadığını düşünüyor.

Vegan şaraplar da var tabii! Eve Vegan belgesine sahip şaraplar, üretim sürecinde hayvansal hiçbir ürün kullanmıyor. Mesela yumurta beyazı ya da balık jelatiniyle şarabı berraklaştırmak gibi teknikler burada tamamen yasak.

Sonuçta, bu belgeler işini kolaylaştırabilir ama bazen insan hangisinin doğru olduğunu anlamakta zorlanıyor. O yüzden, en iyisi şarap üreticisiyle konuşmak, şarabın arkasındaki hikayeyi dinlemek ve tadına bakmak! Çünkü bazen en iyi belge, bizzat şarabı tatmak ve tanımaktır.

Bodeaux mektupları

Bordeaux da neler oluyor?

Selam,

Sana Bordeaux’daki son gelişmeleri anlatmak istiyorum, çünkü son dönemde burada ilginç şeyler oluyor! Hani uzun süredir Bordeaux şaraplarıyla ilgili hep olumsuz konuşuluyordu ya, sanki o dönem yavaş yavaş geride kalıyor. Ünlü şatolar ve daha az bilinen bağlar adeta yeniden doğuyor ama bu değişim şimdilik pek de önemli değil gibi. Yani, devrim var ama sessizce, temkinli adımlarla ilerliyor.

Geçen kış Bordeaux’nun yeniden canlandığını söylemiştik ya, orası doğru ama henüz tam anlamıyla patlama yapmadı diyebilirim. Pauillac’tan Saint-Emilion’a kadar birkaç şatoya gittik, gördüğüm kadarıyla birçok üretici hâlâ kendi bildiği geleneksel yolda ilerliyor. Ancak, bazı küçük üreticiler yıllardır kimyasallardan uzak bir üretim yapıyorlar ve bence asıl devrim oralarda yaşanıyor.

Bu arada Bordeaux’daki bağ alanlarının %75’i çevre sertifikasına sahip olmuş ! Ama tam anlamıyla organik olabilen sadece %25. Geri kalanının çoğu, HVE adı verilen, çevreye daha az yük getiren bir sertifika kullanıyor. Hani, “organik olsun olmasın, asıl mesele şarabın kalitesi” diyorlar ya, işte şatolar da bu yüzden organik sertifikayı almak yerine, daha doğal yöntemler denemeyi tercih ediyor. Bazıları kuş yuvaları yapıyor, bazıları da arı kovanları yerleştiriyor. Anla artık.

Üzüm çeşitliliğine de biraz el atmışlar. İsimlerini belki hiç duymadğın veya belki de çok az  duyduğun yeni üzümler var: Arinarnoa, Marselan, Touriga Nacional… Ama Bordeaux’da herkesin ağzında şu sıralar bir başka üzüm var: Cabernet Franc! Merlot ve Cabernet Sauvignon’a canlılık kattığını zaten biliriz. Şu an çok trend, her yerde dikiliyor ama üzüm harmanlamalarında çok küçük oranlarda katılıyor.

Bunun yanında, şatolardaki değişim sadece üzüm çeşitleriyle sınırlı değil. Mesela, artık şarabın içindeki özü “ekstrakte etmek” yerine, aromaları “yavaşça infüze etmeye” çalışıyorlar. Yani, daha nazik bir üretim tarzına geçiş var. Meşe fıçılardan da yavaş yavaş uzaklaşıyorlar ama büyük şatolar hâlâ %50-100 arası yeni meşe kullanmayı seviyor. Değişim daha çok ikinci şaraplarda göze çarpıyor: Daha hafif, daha az odunsu ve içmesi daha keyifli hale geliyorlar.

İşin iletişim kısmında da şatolar kendini epey geliştirmiş! Mesela Château Palmer diye bir şato var; sitelerine gir, bir tane bile şaraptan bahsetmiyorlar ama tüm Palmer dünyasını harika fotoğraflarla anlatıyorlar. İşte sana linki; https://www.chateau-palmer.com/en/range . Sosyal medyada da kendilerini daha gençlere hitap edecek şekilde konumlandırıyorlar. Bir diğer örnek Château Tronquoy, Saint-Estèphe 2019 için öyle bir mavi etiket yapmışlar ki, göz alıcı! Genç neslin doğal şarap şişelerindeki gibi orijinal tasarımları sevdiğini fark etmişler.

 

Artık şarap şişelerinde sadece “Bordeaux’nun Büyük Şarabı” yazmak da yetmiyor. Tüketiciler, şarabı üreten kişinin adını, hikayesini görmek istiyor. İnsanlar şato markasından çok, şarabın arkasındaki kişiye bağlanıyorlar. Şatolar da bunu çözmüş, yavaş yavaş etiketlere üreticilerin isimlerini eklemeye başlıyorlar. Ancak Bordeaux’nun dağıtım yapısı hâlâ klasik yöntemlere bağlı. Negociant diye bilinen aracıların olduğu ticaret sistemi, bu şarapların %60’ını ve ihracatın %80’ini yönetiyor. Ama bazı şatolar artık doğrudan tüketiciye ulaşmak istiyorlar.

Bu arada, Bordeaux’daki o büyük, kapalı kaleler de kapılarını açmaya başladı. Artık şatoları ziyaret etmek, şarap tadımları yapmak, hatta bazılarının içindeki restoranda yemek yemek mümkün. Mesela Smith Haut Lafitte ve Château Franc Mayne gibi şatolar şarap turizmi rotaları oluşturmuş, Troplong Mondot ve Pavie ise arazide restoran açmışlar. Bazı şatolar daha da ileri gidip şarap mağazaları veya farklı deneyimler sunuyor. Yani, “gel, bizi daha yakından tanı” diyorlar resmen!

Bu yeniliklerle birlikte, şatolar sommelier’lerle, yani restoranların şarap uzmanlarıyla yeniden bağ kurmaya çalışıyorlar. Nîmes’deki iki yıldızlı Duende restoranın baş sommelier’si Logan Thouillez, Bordeaux şaraplarını yeniden tanıtmanın en iyi yollarından birinin, küçük şatolar aracılığıyla olduğunu söylüyor. Bu tarz “butik” şarapları menülerinde sunarak Bordeaux’yu yeniden canlandırmaya çalışıyorlar.

Özetle, Bordeaux değişiyor ama daha gidecek çok yolu var. Şatoların bu yavaş devrimini hızlandırmak için destek ihtiyaçları var. Yine de, Bordeaux’nun bu yeni yüzü gelecekte çok daha parlak olabilir. Fırtınalara rağmen Bordeaux hâlâ Fransa’nın sembolü!