Aşağıda 2000 li yılların başında Tempo dergisi için yazdığım bir yazı… 20 yıl olmuş.. Dünya çok değişmiş. Acaba Gökçeada da değişti mi ? Rüyaların öldüğü ada adlı kitap geçen yıl İletişim yayınlarından çıkmış. Konca Altan, yıllarca dostluk edip ömrünün seyrini dinlediği Madam Maria’nın ağzından, hüzünlü bir tarih ve acı tatlı insan hikayeleri anlatıyor. Okunmalı diye düşündüm..
Neşeli bozdağ artık İstanbul düğünleri yapılıyor, filmler çekiliyor. Cabernet sauvignon şarapları üretiliyor. Sanatçılar yerleşiyor ve karadan yarım saatte ulaştığınız bozcaada neşeli ve ‘in’ oluyor.
Oysa hüzünlü “Gök”te “out”luk devam ediyor. İki saat vapur yolculuğuyla ulaştığınız adaya inerken, bazı yolcuların”Yine şu lanet olası yere geldik” diye yakınmalarına kulak misafiri oluyorsunuz. Hoş bu sözler adada yaşayan genç bir kızın medeniyet dediği Çanakkale veya İstanbul’dan dönüşündeki duygularını yansıtıyor olabilir ama adaya iner inmez de bir ıssızlık ve terk edilmişlik hissi çevremizi sarıyor doğrusu. Bozcaada’nın sevimli pansiyonu Rengigül’de yer bulamazken Gökçeada’nın yeni butik otellerinde sadece bir veya iki oda dolu.
Issız köy
Hüzünlü adanın hüzünlü köyü Bademli yarı yarıya terk edilmiş. Güzel bir sonbahar gününde, öğle saatlerinde 1 saat boyunca köy içinde bir Allahın kuluyla karşılaşmıyorsunuz. Biz Bademli köyünde acıbademi düşünürken terk edilmiş bir evin kapısının önünde çıkmış bir incir ağacı, bu ocağa da incir ağacının dikildiğini simgeliyor. Kapı numarası hala yerinde 99 ve dimdik ayakta duruyor. Yanında hem terk edilmiş hem de yarısı yıkılmış evin kapısı yan yatmış ve kapı nosu 69. Aklımız karışıyor, acaba bu evde neler yaşandı. “Yasak aşklar ve güncel konu aldatmalar bu evde, sadakat karşı komşuda mıydı?” diye aklımızdan geçiriyoruz.
Oradan ayrılıp Kale köy’e inerken yol kenarında kuru otları yakan 80’lik bir ihtiyar ve yemyeşil ceviz ağaçları arasında çakı gibi bir jandarma eri ile karşılaşıyoruz. Ada, çok askeri ve çok hüzünlü. Akşam Yakamoz Restoran’da güneş batışının ardından, tek tük, izinli askerlerin ziyaretlerine gelmiş aileleriyle yemek yiyip rakı içmelerine tanıdık oluyoruz.
Bozcaada Assos ve Ezine tarafına bakarken, Gökçeada Kabatepe ve Saroza bakıyor. Türkiye’nin balık çeşidi açısından en zengin denizinin balıklarını yiyoruz. Dev lüferler, mercan, karagöz ve sardalyeler masaları süslüyor. Adanın evlerde yapılmış şaraplarını içiyoruz. Adanın üzümlerinin kalitesi şira ve sirke yapma seviyesinde, bu nedenle pazarda adanın üzümlerini bulamıyorsunuz. Sebze ve meyvelerini de. Her şey Çanakkale’den geliyor. Çanakkale’ye nereden geliyorsa tabii ki! bir tanesi 750 gramlık domatesin öyküsü ise ayrı. Geçen yıla kadar adaya özgü bu pembe domatesler artık ekilmiyor çünkü geçen yıl bir kişi salçalık biber üretmiş ve çok tutmuş. Bu sene herkes salçalık biberin peşinde. Artık ada domatesi yok salçalık biber var. Önümüzdeki yıl ne moda ise o olur.
Adada Zaman durmuş gibi, hareket yok. Sadece uçan kuşların hareketleri dikkati çekiyor. Karada kara kara kargalar, denizde beyaz martılar. Bozcaada bağları ile bilinir. Gökçeada da bağ var ama sınırlı, buna rağmen Tepe köyün ev şarapları ünlü. Barba Yorgo’nun veya Madam’ın ürettigi ev şaraplarını oracıkta tüketmelisiniz, bu şaraplar eklemeyen üretilip tüketilen “Le beaujolais” tarzı şaraplar.
Bomba atılmış gibi
Adanın başka bir köşesinde hayrat bir evin duvarına yaslanmış eski, paslanmış bir karyolanın artık ölüme yatmış halini görüyoruz. Ayaklı boş uçlarındaki kalp motifleri içimizi burkuyor. Adada her şeyi hüzünlü. Nötron bombası atılmış gibi duran Türkiye’nin en kalabalık köyünde maalesef artık 3000 kişi yaşamıyor. Çay ocağında iki kişi kahve içiyor, 15 yaşlarında bir çocuk da onlara hizmet ediyor
Üç veya dört yıl önce bu köyde tecavüze uğrayıp sonra konusu sumenaltı edilmiş rum kızının hikayesi aklımıza geliyor. Yine hüzünleniyoruz. Hüzünlü adada azda olsa içimizi ısıtan şeyler de oluyor. Köyün kahvesinde “Ben bu işin dersini veririm” diyen 66 denilen kağıt oyunu oynaya yaşlılar ve her el alışta patlatılan kahkahalar!
Adanın elektriğinin 17’ye kadar kesileceğini öğreniyoruz. Trafa çalışması var. Buzdolabındaki etlerin bozulacağınadan yakınıyor Hristo. Türkiye’nin en batısı olarak bilinen bu adanın biz de en batısına gidiyoruz. Uğurlu köyü çok fakir, bizim market ve pansiyondan aldıklarımız 3.250.000 TL ( bugünün parasıyla 2-3 dolar karşılığı) tutuyor. Bunlarla iki kişi karın doyuruyoruz. Başka da çaremiz yok doğrusu, lahmacuncu kapanmış. Ekmek, peynir, domates, biber ve gazozlar bu fiyata dahil. Bu ucuzluğu marketteki bütün malların Türkiye’nin en ucuz ürünlerinden seçilmiş olmasına bağlıyoruz. Hepsi “no name” ürünler ve çeşit çok sınırlı, konserve bile bulamıyoruz. Uğurlu köyü bize uğursuz geliyor. Oradan ayrıldıktan sonra arabanın jantını düşürdüğümüzü fark ediyorz. Adayla ilgili bir broşür, kitapçık veya harita için girdiğimiz en büyük kırtasiyeci de bunların hiçbirinin olmadığını öğreniyoruz! Hüzün-hüzün-hüzün!
Tuz gölü denilen bölgede yani diğer adıyla Kefaloz açıklarında balıkçı tekneleri görüyoruz. Her nedense yakaladıkları acaba kefal balığı mıdır? diye düşünüyoruz. Adanın hüzün veren başka yerleri de var. Örneğin Zeytinli ve Tepeköy köyleri. Nüfus bu köylerde kışın 50-80 arasında değişiyor. Yazın ise beş yüze kadar çıkıyor. Bu köyler oturanlarının tamamının rum kökenli türk vatandaşların olduğu köyler. Türkiye’de bunun başka örneği var mı bilmiyoruz?
Yeni Avrupa Birliği uyum yasası içinde de korunmaya alınmaları gereken bu iki köyün bizce de dil, din ve güzel taş evleri mutlaka korunmalı. Cumhuriyetin ilk yıllarında ki o güzel mozağin tohumları belki yeniden ekilebilir, aynı zenginlikler yeniden kazanılabilir. Tabii devlet isterse! Ama burnun da hüzünlü bir hayal olduğunu biliyoruz.
İnişli çıkışlı
Gökçeada dağlık ve tepelik bir ada, oysa Bozcaada daha düz. Adanın bu inişli çıkışlı yapısı nedeniyle Homeros buraya Pepaloesa demiş. Yani dalgalı ada, biz ise “Hüzünlü ada” adını yakıştırıyoruz. Burada deniz bile durgun ve hüzünlü. Belki de patlamaya hazır!
Köylerde evlerinde dış boyamalarında, tentelerde mavi-beyaz renkler yayılmaya başlamış. Kırmızı-yeşil-sarı renkler Türkiye’nin doğusunda yayılırken mavi beyaz da batısında yayılmaya başlıyor. Bir anlamı olmalı diye düşünüyoruz!
Akdeniz’e1 kısrak başı gibi uzanan bu toprak artık gökkuşağı gibi rengarenk olacak mı?
Adaya gelirken yol kenarında cinslerini bilmediğim beş değişik çeşit kavunu bostanında üretip satan Çamköy’lü Fazıl’ın kilosu 250.000 TL’ye sattığı kavunlarıyla “Allaha şükür” iki çocuğunu okutabildiğini öğrenip seviniyoruz.
Taze Keçi sütü
Adanın yerli halkının Yunanlarla karışması sonucu ortaya çıkan kuşakların en sonuncularından Atanaş kasapla tanışmamız çok hoş bir anı olarak kalıyor akıllarımızda. Eşeğinin üstünde otelimizin önünden geçerken “Neden selam vermiyorsun?” diye takılan otel görevlisine verdiği cevap çok hoşumuza gidiyor. Seksen iki yaşındaki ihtiyar delikanlı “Günde on defa geçiyorum, on defa selam mı verilir?” diyor ve bizi güldürüyor. Diyarbakır’da kırk iki ay askerlik yapmış Zeytinli’nin rum köylüsü Atanaş. “Üç sene önce şeker hastası olduğum ortaya çıktı, doktorun verdiği ilaçları aldım şekerim yükseldi” diye anlatıyor. Geçen yıl Atinadan gelen oğlunun düğününü, köyün şirin butik oteli Zeydali de yapmış. Köyün küçücük meydanında sabahın altısına kadar üç yüz elli kişi oynayıp eğlenmişler. Unutulmaz bir düğün olmuş. Oysa kışın sadece 80 kişi yaşıyor köyde ve bu köy adanın en kalabalık köyü. Bağkur’dan aldığı aylık ve bahçesinde yetiştirdi sebzelerle güç geçindiğini, yine de çok mutlu olduğunu ifade ediyor. Keçilerinden sağladığı sütünden sabah bize ikram etmeyi de unutmuyor bu sevimli insan.
Madam’ın meydandaki kahvesine gidiyoruz ve meşhur kahvesinin tadına bakarak hüzünle ayrılıyoruz hüzünlü adadan!
https://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2020/04/IMG_7014-scaled.jpg12302560Mehmet Ömürhttps://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2015/05/Mehmet_Omur_Logo.pngMehmet Ömür2020-04-09 15:13:512020-04-09 16:05:23Neşeli boz, hüzünlü gök …
“İnsanlar kutup ayılarının ağlamalarına, gergedanların inlemelerine, kırlangıçların hıçkırmalarına, yardım isteyen arılara, kızıl ağaçların gökyüzüne yalvarışlarına duyarsız kalırlarsa, hayvan ve bitkilerin kitlesel yok oluşlarına tanık olmaları kaçınılmaz olacakıtr.
Bernard Pivot- Fransız gazeteci, yazar
La Gacilly fotoğraf festivali halkla ilişkilerini yürüten Diana Jacquet “Fotoğraf Dergisi” için festivalle ilgili tanıtıcı bir yazı yazmamı istediğinde bunu memnuniyetle yapabileceğimi söyledim. Bu festivale yıllardır duyar ve doğayla ilgisini bilirdim. Her yıl gittiğim Arles fotoğraf festivaline bir de alternatif arayışı içinde olduğumdan bu fikir çok hoşuma gitti.
La Gacilly Fotoğraf Festivali, kurulduğu 2004 yılından beri dünyanın çevre sorunları üzerine tematik sergiler yapmaktadır. Her yıl 1 haziran-30 Eylül arasında çevre konulu hepsi doğa içinde 30 kadar açık hava sergisi düzenlemekte ve 4 bin kişilik küçük bir fransız köyüne 300 binden fazla izleyiciyi çekmeyi başarmaktadır. Bu yıl 1000 den fazla dev boyutta fotoğrafları görme fırsatı var. La Gacilly fotoğraf festivali coronavirüsün hayatımızın tam da içine girdiği şu dönemde doğanın dengelerini düşünmek için bize bir fırsat tanıyor. Bu yıl sergilerin hemen hemen yarısı Güney Amerika ile ilgili konulara ve Güney Amerikalı fotoğrafçılara ayrılmış.
Festivali kaygılarımız üzerine oturmuş durumda. Bizi dünya ile ilgili tartışmaya çağırıyor. Bize değişik hisler, sorular, duygular sunmaya çalışıyor. Temel düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmemize yardımcı oluyor.
Bu festival kendi amacını şöyle tanımlıyor; “Amacımız basit, misyonumuz insanları fotoğraf aracılığıyla heyecan verici bir gelecek etrafında birleştirmek.
Tek hücreliler zaman içinde çeşitli yaratıkları ortaya çıkarttılar. Hayat enerjisi ve yaratıcılık aldı başını gitti. diğer taraftan canlıların çöküşü, iklim değişikliği coronavirüs ve toplumsal krizler dünyaya şekil vermeye başladı. Dünya ile aramızdaki ilişkiler yeniden düşünülmeli ve harekete geçirilmelidir. Çünkü buna mecburuz. Bir bütünün parçası olarak buna mecburuz. Dünya çeşitli yaşam biçimlerinin birbirine bağlı ve bağımlı yaşadığı hassas bir konaklama birimi. Festival bu noktaya odaklanmış durumda.
La Gacilly fotoğraf festivali Fransada 17 inci yaşını dolduran ve Arles fotoğraf festivali kadar bilinirliği olan bir festivaldir. Sadece fotoğrafçılarla değil bu sanatın tanıtımı veya gerçekleştirilmesi için çalışan herkesle işbirliği yapar: yazarlar, galeriler ve ajanslar, laboratuvarlar, festivaller ve kurumlar, yayıncılar ve medya, meraklıları ve koleksiyoncular topluluğu ile birlikte çalışmalarını sürdürür.
Fotoğraf günümüzde çeşitli tehlikelere maruz bir durumdadır. Hepimiz bunun bilincinde olarak doğru politikaları seçmek zorundayız. La Gacilly festivali bunun bilincinde olarak çevre ve kültür misyonu ile yoluna devam etmektedir.
Fotoğrafın başka bir yararına daha tanık olmak isteyen fotoğraf severleri Brötanya’nın bu sevimli bölgesine, bu özel festivale davet etmek istiyorum. Açık havadaki 30 kadar serginin girişlerinin tümü ücretsiz. Corona’dan sonra bu festivali gezmek ve doğa üzerine düşünmek çok iyi gelecektir diye düşünüyorum. 1 Haziran- 30 Eylül 2020 La Gacilly Fransa
Sergisi olan fotoğrafçıları şöyle bir tanıyalım isterseniz.
Festival afişini Michel Bouvet yapmış. Fotoğrafçılar;
Carolina Arantes
Cassio Vasconcellos
Sebastio salgado
Thomas Munita
Marcos Lopez
Emmanuel Honorato Vázquez
Luisa Dörr
Pablo Corral Vega
Michel Bouvet
Le pêcheur Raimundo da Silva Gomes, 53 travaille le fil de son filet de pêche devant chez son frère Edson, dans la zone residentielle urbaine RUC Jatoba à Altamira. Les zones residentielles urbaines ont été contruite lors de la constructio de l’usine hydroéléctrique Belo Monte pour heberger les populations qui vivaient aux bords du fleuve Xingu, qu’à été innondé. Les maisons contruites aux RUCS sont prouvés etre de très mauvaise qualité en plus d’etre situé à plusieurs quilometres du bord des l’eau. Vu qu’il est a une distance de 30km de sa maison, pour pratiquer son metier, M Gomes doit prendre rendez vous et faire appel à un chauffeur de la compagnie electrique Norte Energia.
Un enfant indigène Arara observe le troc d’un arbre récément coupé par les deboiseurs illegaux dans leur terre protégée Part de peuple Arara, son père et cacique Matibi a deja denoncé cette invasion plusieurs fois, sans retours pour part des agents policiers locaux.
Le Cacique du village Xikrin, peint en guerrier, se repose sur son arme, en foret.
Aerial view of a tailings dam -enbankment used to store byproducts of mining operations, in this case of the extraction of copper- of the Minera Valle Central mining company, in Rancagua, Chile on May 31, 2019. – The other side of the coin of the mining industry in Chile is the existance of hundreds of tailings dams -enbankments of byproducts of the extraction of copper, the country’s main export product- which mark the territory like silent witnesses of man’s action on nature. (Photo by Martin BERNETTI / AFP)
Monteneuf
Ile de Groix
Marais de Séné
Foto #11a
Indigenous leader Cacique Raoni Metuktire of the Kayapo tribe, gestures during a press conference in Piaracu village, near Sao Jose do Xingu, Mato Grosso state, Brazil, on January 15, 2020. – Brazil’s government will propose legalizing oil and gas exploration as well as hydroelectric dam construction on indigenous land, a report said Saturday, citing a draft of a bill to be sent to Congress. (Photo by CARL DE SOUZA / AFP)
Not a member of a traditional fallera family, Maria Fernandez joined a community to get involved herself and ensure that her children could participate. Since the dresses are expensive, she bought an out-of-style one from a former Fallera Mayor and customized it.
Charles, 51 ans dans une rue de Tangier. Plusieurs fois par mois, la marée haute s’engouffre et recouvre l’île d’un mètre d’eau et laisse présager des conséquence de l’augmentation du niveau de la mer dans quelques années.
Plusieurs habitants de Tangier ont installé des crucifix dans les marécages de l’île avec des messages évocateurs : Christ is Life. La religion est omniprésente à Tangier qui compte deux églises.
The flying Cholitas
Globicéphale noir, Long fin Pilot whale, Globicephala melas, en mer méditerranée.
Sardin run
Antarctique Faune sous-marine
El Rosario, sanctuaire des papillons monarques, chaque année de Janvier à fin Mars des millions de papillons monarques qui après les 4000 kilomètres de migration viennent se reproduisent au Mexique El Rosario héberge la plus grande colonie au monde de papillons monarques.La nuit ils dorment ailes repliées sur les troncs des arbres ou sur les branches des arbres en groupe.Quand le soleil commence à chauffer les papillons se réveillent et vers midi ils envahissent la forêt et ses abords, ils vont boire dans les points d’eau dès 15 heures il retournent dans la forêt et à partir de 17 heures retrouvent les arbres et se mettent en position regroupée pour la nuit
El Rosario, sanctuaire des papillons monarques, chaque année de Janvier à fin Mars des millions de papillons monarques qui après les 4000 kilomètres de migration viennent se reproduisent au Mexique El Rosario héberge la plus grande colonie au monde de papillons monarques.La nuit ils dorment ailes repliées sur les troncs des arbres ou sur les branches des arbres en groupe.Quand le soleil commence à chauffer les papillons se réveillent et vers midi ils envahissent la forêt et ses abords, ils vont boire dans les points d’eau dès 15 heures il retournent dans la forêt et à partir de 17 heures retrouvent les arbres et se mettent en position regroupée pour la nuit
Arrivée dans une des 7 communautés Sarayaku, Kushillu.
Biodiversité sur l’atoll de Huon – Récifs d’Entrecatsteaux
Nouvelle Calédonie – Parc Naturel de la Mer de Corail – Récifs d’Entrecasteaux – Ile de la Surprise
Nouvelle Calédonie – Parc Naturel de la Mer de Corail – Récifs d’Entrecasteaux – Ile de la Surpise – Colonie de “Fou masqué” – Grand oiseau pélagique souvent solitaire, il est assez rare dans cette région.
A group of Central American migrants climb the border fence between Mexico and the United States, near El Chaparral border crossing, in Tijuana, Baja California State, Mexico, on November 25, 2018. – Hundreds of migrants attempted to storm a border fence separating Mexico from the US on Sunday amid mounting fears they will be kept in Mexico while their applications for a asylum are processed. An AFP photographer said the migrants broke away from a peaceful march at a border bridge and tried to climb over a metal border barrier in the attempt to enter the United States. (Photo by Pedro PARDO / AFP)
Sebastian Garcia (left), Jorge Vidal (left center), Dario Muñoz (center right) and Abelino Torres (right) gather after most of their dogs run far away following animals, so they have to go back now and try to meet them below, in Sutherland. The sea belongs to Fiord Ultima Esperanza, and the glacier is Balmaceda, seen from Peninsula Antonio Varas, Chilean Patagonia. January 12, 2014.
GOLD
Tinun, Mexico-November 4th, 2018: A group of beekeepers tending to their hives in the off season while the beas are getting ready to start polinating as flowers are just beginning to bloom. The group is led by Professor Russei Armin Balan (cousin of the recently decesed Anastacio Balan Osalde) who has been certified in a course to apply techniques in producing organic honey. Mayan beekeepers of the Yucatan Peninsula have been grappling with contaminated honey ever since transgenic soy was introduced into the farming of the region. The soy is produced primarily by the continually expanding Mennonite community by a government supported subsidies program. Traces of the soy and glyphaste, the main agrotoxin used to kill off weeds around the resistant soy have been found in the honey which is of organic quality and which the Mayans export to Europe mainly through Germany. The honey which must now be labeled when it contains elements of the soy or toxins is being bought now at a much lower rate. The mennonites are also buying up land from the indigenous communities and cutting down virgin forrest land in order to expand there existing communities and create moer farm land. As a result many bees also disappear, wtih diminishing flowers to polinate. In 2015 the supreme court in Mexico ruled to prohibit the use of transgenic soy in the country, yet soy farmers have continued to plant the modified version and operate with impunity despite the law.
Hopelchen, Mexico-November 7th, 2018: Aereal images of soy harvesting. Mayan beekeepers of the Yucatan Peninsula have been grappling with contaminated honey ever since transgenic soy was introduced into the farming of the region. The soy is produced primarily by the continually expanding Mennonite community by a government supported subsidies program. Traces of the soy and glyphaste, the main agrotoxin used to kill off weeds around the resistant soy have been found in the honey which is of organic quality and which the Mayans export to Europe mainly through Germany. The honey which must now be labeled when it contains elements of the soy or toxins is being bought now at a much lower rate. The mennonites are also buying up land from the indigenous communities and cutting down virgin forrest land in order to expand there existing communities and create moer farm land. As a result many bees also disappear, wtih diminishing flowers to polinate. In 2015 the supreme court in Mexico ruled to prohibit the use of transgenic soy in the country, yet soy farmers have continued to plant the modified version and operate with impunity despite the law.
Nuevo Durango Mennonite Camp, Campeche, Mexico-November 10, 2018: Peter Peter, 10 riding in his father’s soy truck with the seasons soy harvest ready to be weighed and deposited in the silo where his father David Peter works. Mayan beekeepers of the Yucatan Peninsula have been grappling with contaminated honey ever since transgenic soy was introduced into the farming of the region. The soy is produced primarily by the continually expanding Mennonite community by a government supported subsidies program. Traces of the soy and glyphaste, the main agrotoxin used to kill off weeds around the resistant soy have been found in the honey which is of organic quality and which the Mayans export to Europe mainly through Germany. The honey which must now be labeled when it contains elements of the soy or toxins is being bought now at a much lower rate. The mennonites are also buying up land from the indigenous communities and cutting down virgin forrest land in order to expand there existing communities and create moer farm land. As a result many bees also disappear, wtih diminishing flowers to polinate. In 2015 the supreme court in Mexico ruled to prohibit the use of transgenic soy in the country, yet soy farmers have continued to plant the modified version and operate with impunity despite the law.
Cássio Vasconcellos
Cássio Vasconcellos
Cássio Vasconcellos
Cássio Vasconcellos
Sebastião Salgado
Tomás Munita
Tomás Munita
Tomás Munita
Marcos López
Marcos López
Emmanuel Honorato Vázquez
Emmanuel Honorato Vázquez
Emmanuel Honorato Vázquez
Luisa Dörr
Luisa Dörr
Luisa Dörr
Luisa Dörr
Pablo Corral Vega
Pablo Corral Vega
Pablo Corral Vega
Carolina Arantes
Carolina Arantes
Carolina Arantes
Atelier Michel Bouvet
https://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2020/04/Ekran-Resmi-2020-04-03-12.35.10-1.png520944Mehmet Ömürhttps://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2015/05/Mehmet_Omur_Logo.pngMehmet Ömür2020-04-03 12:45:052020-04-03 13:36:37Eski Festivalin Yeni Tanıtımı
Tüm fotoğrafseverlere sesleniyor; Gençliğin Festivali “Circulation(s)”
Mehmet Ömür
Circulations festivali girişi
Koronavirüs günlerinde WhatsApp’tan ve tüm diğer iletişim kanallarından hayatımızda hiç olmadığı kadar çok sayıda bağlantı alıyoruz. Bu bağlantılar bizi sanal ortamda dünyada bedave kitap okumaya, sergi gezmeye ve opera izlemeye davet ediyor.
Ben bugün sizi fotoğraf dünyasında kendini ispatlamış “Circulations” yani “Dolaşım adlı festivali gezmeye götüreceğim. Açıldığının ertesi gün sokağa çıkma nedeniyle kapanan bu talihsiz sergiyi zaten başka türlü gezebilmek mümkün değil.
Bu festival Avrupalı gençlerin festivali. Gençlerin ne kadar kararlı olduğunu anlamış bir festival. Gençler kendilerine yapılan eleştirilerin aksine sorumlu ve biz erişkin ve yaşlıların çelişkilerin omuzlarında taşıyorlar.
Festival her zaman görüş farklılıklarını ve çatışmaları bünyesinin merkezinde tutuyor ve seyircilerine Avrupa fotoğrafındaki çağdaş yaklaşımları sunuyor.
Bu yıl festivale 45 yeni sanatçı seçildi. 16 ülkeden gelen bu Fotoğrafçıların 300 fotoğrafı/eseri sergileniyor.
Avrupa’da Brexit ve ulusalcı hareketlerin yükseldiği şu dönemde “Circulations” festivali bu fotoğrafçıların birbirlerine sarılmalarına ve katkıda bulunmalarına yardımcı oluyor. En azından sanat projeleri aracılığı ile Avrupalılıklarını yaşamaya devam ediyorlar.
Bir çok fotoğraf şirketinin sponsor olduğu bu festivalin temellerini bundan on yıl önce bir grup kadının kurduğu “Fetart “adlı dernek attı.
Bu kadınlar amaç olarak Avrupa’da yaşayan genç fotoğrafçıların önünlerini açmayı kendine düstur edinmişlerdi vehalen de aynı yolda ilerliyorlar.
Festival alanı olarak kendilerine “#104” adı verilen binayı buluyorlar. Bu bina 150 yıllık bir bina cenaze işleri merkezi olarak kullanılmış ama son zamanlarda belediye buradan çıkıyor ve kültür sana sanat işlerine devrediyor. Republique meydanı kadar büyük yani neredeyse 2000 metre² alana yayılan bu mekanda bugüne kadar 300.000 ziyaretçinin gezdiği “Circulations” sergileri yapılmış. Festival bu yıl 14 Mart‘ta açılışını yaptı . 15 Mayıs’a kadar devam etmesi planlanmıştı ama 15 Mart‘ta Paris’te sokağa çıkma yasa ilan edildi ve sergi açılışının ertesi gün kapatıldı. Ben bu önemli festivali gezebilen şanlı kişiler arasındaydım. Hala hasta olmadığıma göre o gece festivale Covid-19 muhtemelen uğramamıştı.
5 bölümde en sevdiğim 10-15 kadar eseri, bazı projeleri, fotoğrafları gösterecek ve hikayelerini anlatmaya çalışacağım.
Bu yıl festivali tek bir küratör Audrey Hoareau’ya emanet etmişler. Festivalde 42 proje var. Ayrıca çeşitli workshoplar, konferanslar ve sürprizler var diyemiyorum ancak vardı diyebilirim çünkü maalesef gerçekleşemeyecekler. Sergi beş bölümde demiştik eserlerin tutarlılık içinde olmaları ve birbirleriyle daha iyi etkileşime girmeleri için bu beş grup belirlenmiş ve metinlerle de izleyicinin daha rahat takip edebilme sağlanmış.
Konular daha çok sosyal adaletsizlik, gelecekle ilgili sorun ve kaygılarla ilişki.
Bu kaygılar bugün daha da şiddetlenmiş durumda. Karmaşık kimlik sorunları da festivale dahil. Kullanılan malzemenin yani kısaca fotoğrafın doğasına dair deneysel çalışmalara da burada yer verilmiş. Doğrusu ben bunu takdirle karşıladım. Fotoğrafı bugünkü statik durumdan kurtarabilecek güzel ve önemli bir insiyatif.
Festivale 1955 yılında kurulan Person Projects Galerisi misafir galeri olarak katılıyor.
1995 yılında Helsinki’de kurulan “Person Projects” galerisi (eski adıyla Taik Persons) 2005 yılında Berlin’e taşındı. Galeri, seçilmiş ve gelişmekte olan bir grup sanatçıyı temsil ediyor. Bu galeri fotoğrafın çeşitli uygulamalarına, kavramsal sanata özel ilgi gösteriyor. Helsinki Okulunu oluşturan seçilmiş sanatçıların galerisi olarak kabul ediliyor. Galeri, uluslararası sanat fuarlarına katılıyor ve sanatçılarını dünyanın çeşitli müzelerde sergiyor. Galeri ayrıca çeşitli sanat kitabları yayınlıyor.
Person Projects fotoğraf okulu
Festival her yıl bir misafir fotoğraf okulu ağırlıyor.
Bu yıl Prag’daki FAMU okulu fotoğraf departmanında 2 sanatçı ile geldi. FAMU, 1975 de kurulmuş ve dünyanın en eski beşinci fotoğraf okuludur. Eğitiminin temelinde klasik fotoğraf teknikleri ile dijital ve multimedya teknikleri bir araya getirmesi yatar. Bu okul öğrencilerine sadece fotoğrafçılık teknikleri değil aynı zamanda yeni dünya ile ilgili eleştirel düşünmeyi ve felsefi yaklaşımları da öğretmektedir.
GÖRÜLMEYENLER
Bu bölümde bireysel seferberlikten kollektif aktivizme, vatandaş eyleminden politik konuşmaya kadar birçok proje, çağdaş fotoğrafçılığın değerlerine tanıklık ediyor.
Bazı sanatçılar için bu işlev öncelikli oluyor. Fotoğrafı bir amaç uğruna kullanıyorlar . Bu sayede fotoğraf bilinmeyeni ortaya çıkartan, eşitsizlikleri vurgulayan, ayrımcılıkları vurgulayan için bir ses haline dönüşüyor. Burada fotoğraflar gazetecilik alanına girmeden, gerçeği gösteren ve yorumlayan bir araç haline geliyor.
Sonuçta, tek başına bir görüntü fazla bir şey söylemez ancak hikayesi ve diğer fotoğraflarla bir arada projenin gücünü ve etkisini on kat arttırır. Bu bölümde temel olan, günümüzün bazı sorunlarına girmek ve onları görünür kılmaktır. Buraya iki sanatçı taşıdık. İspanyol Joan Alvado’nun “The last man on earth” adlı projesi ve Fransız Maxime Franch’ın “Les invisibles” adlı serisi ilgimizi çekti. Birincisinde km karede 7 kişi ile Avrupanın en az insanının yaşadığı bölge anlatılıyor. İkincisinde ise Fransadaki 143000 evsizin yok oluş hikayesine ışık tutuluyor.
Juan Alvado Maxime Franch
Juan Alvado Juan Alvado Maxime Franch
YARININ DÜNYASI
Fotoğrafçılık tüm zamanları kaydeder, ancak biz ona daha çok geçmişi ve nostaljiyi uygun görürüz. Oysa bu bölümde proje veren sanatçılar için gelecek şüphesiz daha çok heyecan vericidir. Geleceğe yaptıkları yolculuklarından biraz sağduyulu ama biraz da rahatsız edici fotoğraflarla geri dönüyorlar. Dünyanın durumu ve hepimizin sorumlu olduğu sorunlar göz önüne alındığında, endişelenmemek olası değildir.. Sanat her zaman insanların çılgınlıklarının karşısında en etkili önlemlerden biri olmuştur. Hele Coronavirüsün kol gezdiği şu günlerde bu durum çok daha anlam kazanıyor.
İster durum tesbiti olsun ister kurgu olsun, eğer sanatçılar kendilerini bu konuları aydınlatmaya adıyorlarsa, her şeyden önce bu bizi vicdanlarımızla başbaşa bırakmak ve gelecekte çocuklarımıza ne bırakacağız? sorunu sordurtmak içindir.
Rusyadan Eugene Martikainen’in “Doesn’t Look Like Anything to Me” serisiyle ve Finlandiyadan Maija Tammi White Rabbit Fever” adlı çalışmasıyla dikkatimizi çekti. Birincisi bilim dünyasından gelen görüntülerin dijitalleşmesi ve program distrosiyonlarıyla insan algılamasının dışına çıkmaya başladığını vurguluyor. Diğeri ise başlangıcı olan herşeyin bir sonu da olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Eugene Martikainen
Eugene Martikainen
Maija Tammi
Eugene MartikainenMaija TammiMaija Tammi
AŞIRILIK
Biliyoruz, dünyanın görüntüye doyduğu bir dönemi yaşıyoruz. Yine de, mantıksız bir şekilde, dünyayı gereksiz fotoğraflarla doldurmaya internetin karanlığında kaybolan görseller biriktirmeye devam ediyoruz.
Sistemimizin dönüşüme uğruyor. Bu sistem içinde görüntü konusunu irdelememek mümkün değil. Burada üzerinde durulması gereken 2 nokta internet ve sosyal ağlar. Programlar ve veri tabanlarında boğulan bilgisayarlar artık bizi bizden iyi tanıyor. Arzularımızı, zevklerimizi ve kararlarımızı kontrol etme hakkına elimizden almış durumda.
Yayınlanan tüm görüntüler erişilebilir ve aranabilir durumda ve fotoğrafçılık bundan rahatsız oluyor. Fotoğrafların artık tek sahibi yok ve görüntüler herkesin malı oluyor. Kişisel arşivlerimiz evrensel hale geldi ve umuma açıldı diye kabul ediliyor . Hayatımızın anlık görüntüleri ne kadar da birbirine benzemeye başlıyor. Getty images gibi görsel bankalarda bulamayacağınız görsel malzeme bize sanki yok gibi geliyor . Tarihin en iyi saklanan sırları ve fotoğrafları bile artık yaygın bir şekilde yayınlanıyor. İtalyan Chiara Caterina “The After image” serisiyle 10 yıldır topladığı slideları ve internetten topladığı görüntülerin birbirleriyle olan çapraşık ilişkisini ortaya koymuş. Bu iki görsel kitlesinin diyaloğu insanla makine arasındaki diyalogu çağrıştırıyor. Hollanda’dan Arjan Nooy &Anne Geene ise insanın beynini yitirebileceği güzellikte bir seri ve 400 sayfalık bir kitapla gelmişler. Kitabı hiç tereddüt etmeden alıp fotoğrafa dair düşüncelere daldım. İnsanı fotoğraf felsefesine zorlayan bu çalışmada U adlı fotoğrafçı hiç bir fotoğrafçının beceremediği kadar çok çeşitli konularda fotoğraf çekiyor ve çok değişik tarzlarda fotoğrafları bir araya getiriyor. Bu karakter Flaubert’in Buvard et Pecuchet adlı romanındaki karakterlere benzer. Türkçeye “Bilir bilmez” adıyla çevrilen ve Can yayınlarından çıkmıştır. Romanda yüzeysel bilgilerle kendilerini herşeyi bilen insanlar gibi gösteren, hiçbir şeye derinlemesine ilgi duymadıkları halde daldan dala atlayan ve bu yüzden sık sık rezil olan iki küçük bujuvanın komik hikâyesinin anlatıldığı bir romandır. Sanatçılar sanki bazı insanların da bu tarz fotoğraf çekmeye düşkün olduklarının farkına varmışlar gibi anlaşılıyor.
Chiara Caterina Chiara Caterina
Chiara Caterina
Arjan Nooy &Anne Geene Arjan Nooy &Anne Geene
Arjan Nooy &Anne Geene
KENDİNİ ARAMA
Fotoğrafçı çoğu bize dış dünyayı gösterir ama fotoğraf makinesinin fotoğrafçıya dönüp fotoğrafçının kendisini gösterebilme özelliği de vardır. Fotoğrafçı bugün derinlemesine araştırmalar yaparak, kendi köklerini, geçmişini, kültürünün sorguluyor. Aile içindeki bir gizem, çoğu zaman bu projelerin başlangıç noktasını oluşturur. Çocukluk ve gençlikle bağlantılı bazı hatıralar da buradaki gibi bazı fotoğraf serilerini ortaya çıkartmaktadır. Bu proje ve serileri ben merkezci çalışmalar olarak görmemeliyiz. Bunlar sanatçının hem kendisini hem de çevresini daha iyi anlayabilme yolunda attığı adımlarıdır.
Gerçek bir tutkuyla, sanatçı kişisel tarihinin bir bölümünü fotoğraflarla ortaya çıkartıyor. Duyarlı ve deneyimli sanatçı, fotoğrafçılığı içgörüleri için kullanıyor ve bunları bize sunuyor. Fransa’dan Nathalie Déposé “La Frontière” adı serisiyle bize İspanyadan göçen dedesinin Fransa’da bulduğu anneannesiyle olan hayat hikayesini anlatıyor. Aile fertlerinin fotoğraflarını toplayan sanatçı bulduğu fotoğraflardan herkesin farklı hikayeler çıkardığını vurgulayan başka bir öykü anlatmış. Tayland kökenli İtalyan fotoğrafçı Alba Zari ise hiç tanımadığı babasını kendi fotoğrafları üzerinden bulmanın yollarını aramış. The “Y” adlı çalışma insanı gerçekten duygulandırıyor. Hiç tanımadığı babasının izini sürerken onun esas babası olmadığını esas babasının Los Angeles’te evsiz barksız bir kişi olduğunu tesbit ediyor. Bunun üzerine kendi fizyonomisi üzerinden babasının üç boyutlu avatarını oluşturuyor. İlginç hem de çok ilginç.
Nathalie Déposé Nathalie Déposé
Nathalie Déposé
Alba Zari
Alba Zari
FOTOĞRAF ARAŞTIRMALARI
Artık fotoğraflar eskisi kadar duvara asılmıyor. Bu nedenle bazı fotoğrafçılar gözlerimizi karşıya sabitlemek yerine hareket ettirmeye çalışıyor.
Bu bölümde, fotoğrafçılığın ötesine geçmek isteyen fotoğrafçılara yer verdik. Bu sanatçılar geleneksel biçimde çalışmak istemiyorlar. Çalışmalarını başka boyuta taşımak, hiyerarşilerden, perspektif ve uzay kaygısından uzaklaştırmak isteyen fotoğrafçıların işleri bu bölümde görülebiliyor.
Yaratıcı sanatçılar, artık çalışmalarının formatını kendileri belirliyorlar ve bunu bize sunuyorlar. Biz kabul edelim veya etmeyelim bu işler sergide gözümüzün önündeler. Perspektif ve sergileme kaygılarının ön planda olduğu anlaşılıyor. Neredeyse mimari bir yaklaşım, objelerin birlikteliği, üstüste bindirme ve dekupaj teknikleri uygulanmış. Sanki burada çok daha fazla sanatsal kaygılarla yoğrulmuş ve neredeyse bir enstalasyona yakın işler ortaya çıkartılmış.
Bu deneysel çalışmaların her biri, sanki fotoğrafın duyusal karakterini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Burada fotoğrafın sanatsal yönü genişletiliyor ama sanatın fotoğrafik eserin yani fotoğrafın önüne çıkmasına izin verilmiyor.
Belçikalı Jeroen de Wandel “Amygdala” adlı çalışmasında (Amygdala tıp dilinde ve latince bademcik anlamına gelir) duygusal ve travmatik hatıraların beyindeki tam yerini göstermeye çalışmaktadır. Bazı anılar hafızamıza kazınırken bazıları yavaş yavaş yok olur giderler. Çifte pozlamalarla hafızamızın katmanlarına gönderme yapmış.
Finlandiyalı Niina Vatanen “Time Atlas” projesinde çeşitli kaynaklardan elde ettiği görsellerle ve sezgisel mantığını kullanarak çok ilginç ilişkileri yakalamış. Zaman algısı sorgulayan bir seri ortaya çıkartmış.
Jeroan de WandelJeroan de Wandel
Jeroan de Wandel
Niina VatanenNiina Vatanen
Niina Vatanen
Ne yazık ki Corona virüsün aldığı binlerce canla birlikte bu festivalde hiç bir ziyaretçinin karşısına çıkamadan fotoğraf tarihine gömülüp gidecek. Karantinada kaldığımız bu günler bize evde macro fotoğraf veya obje fotoğrafçılığı ile ilgilenme, fotoğraf tarihini veya kütüphanemiz koyup yıllardır bakamadığımız fotoğraf kitaplarımızı inceleme fırsatı veriyor. Ama sonsuza kadar da sürmesini arzu etmeyiz. Biraz da dışarı çıkıp sokak fotoğrafçılığı veya manzara fotoğrafları çekmek ruhumuza iyi gelecektir. Umarım yaz mevsimine bu dileklerimi gerçekleştirebiliriz.
Giacometti; Kaybolan eserlerin peşinde… Mehmet Ömür Fotoğraflar; Bülent Özgören ve Giacometti arşivi Bu iki Henri Cartier Bresson fotoğrafını HCB severler iyi tanırlar. Giacomettinin fotoğraflarıdır. Ünlü heykeltraş ve sanatçı Giacometti geçtiğimiz asrın en önemli sanatçıları arasında sayılır. Geçtiğimiz hafta Giacometti Vakfı-Enstitü adlı müzeye/atölyeye davet edildim. Bu çok da iyi oldu çünkü yıllardır Paris’e gidip gelmeme ve Giacometti ve sanatına çok hayranlık duymama rağmen burasının hiç bilmediğim bir yer olduğunu fark ettim. 5, Rue Victor Schoelcher, 75014 Paris adresindeki bu mekana müze demek doğru değil (zaten vakıf da muhtemelen bu yüzden enstitü demiş) çünkü çok küçük ve yaşamı boyu içinde çalıştığı atölyesi dışında 4 büyükçe odadan oluşuyor. Giacometti’nin kendi atölye binası yıkıldığından atölye olduğu gibi bu binaya taşınmış. Aslında burası daha önce Paul Follot adlı bir dekorasyon sanatçısı tarafından atölye olarak kullanılmış. Vakıf tüm binayı alıyor ve burada dönem dönem Giacometti’nin eserleri sergileniyor. Alberto Giacometti ve ” Küçük Adam” 1926-1927 Anonim fotoğraf Alberto Giacometti, 1901’de İsviçre’de Stampa şehrinin Borgonova adlı köyünde doğmuştur. Babası Giovanni Giacometti Alberto’nun kendisi gibi bir ressam olmasını istediği için onu sanatla ilgilenmeye teşvik ediyor. Sanatçı önceleri ailenin ve arkadaşlarının portrelerini çiziyor. 1922 de Paris’e gelmeden önce Cenevre’deki Güzel sanatlar akademisine gidiyor . Paris’te kübizm, afrika sanatı ve yunan heykellerini keşfediyor ve “La Grande Chaumière Akademisi”nde çalışmaya başlıyor. Heykellerini başlangıçta alçıdan yapıyor ve daha sonra bronza döküyor. Académie de la Grande Chaumière, Paris’te özel bir sanat okuludur. Giacomettinin Paris’te yaşadığı dönemde Parisin sanat merkezi Montparnasse’dır. Akademiyi Giacometti gibi bir İsviçreli olan Martha Stettler kurulmuştur. 1926’da Giacometti Montparnasse bölgesinde 46 rue Hyppolite-Maindron’da 23m2 lik küçük bir atölyeye taşınıyor. Ve ölene kadar bu atölyede çalıyor. Başarılı kariyeri ve eşi Annette Arm onu bu küçük ve konforsuz atölyesinden kopartamıyor. Kendisinden 13 ay küçük kardeşi Diego’yla arası çok iyi olan Alberto, kardeşini 1927’de yanına alıyor ve onu atölyesinin karşısındaki bir binaya yerleştiriyor. Diego’da sanatçı ve Giacomettinin bir çok işinde yardım ediyor. Dieogo aynı zamanda abisine modellik de yapıyor. 1929 da Kadın, ve Erkek ve Kadın adlı heykellerini yaptıktan sonra Giacometti, Joan Miró ve Jean Arp aracılığıyla gerçeküstü akımı ile tanışıyor. 1929’da Tristan Tzara, René Crevel, Louis Aragon, André Breton, Salvador Dalí, André Masson ile tanışıyor. 1931’de resmen Paris sürrealist grubuna katılıyor. René Crevel, Tristan Tzara ve André Breton’un kitapları için gravürler ve çizimler yapıyor. Grubun dergilerinde yazılar da yazıyor. 1930 da La Boule adlı heykeliyle Giacometti ilk “sembolik nesnesini” yaratıyor. Aynı yıllarda Giacometti: “Yıllardır sadece aklıma düşen heykeller yaptım; Hiçbir şeyi değiştirmeden, ne anlama geldiklerini merak etmeden kendimi onları uzayda çoğaltmakla sınırladım. Hiçbir şey bana bir tablo şeklinde görünmedi” diyor ve sanat anlayışını belirliyor. 1934 de “Görünmez Nesne” yi yapıyor ve ardından André Breton’u büyüleyen bir dizi sürrealist heykel yapıyor. Sürrealist eserlerinin çoğu, sanatçının yaşamının son on yılında yaptığı bronz eserlerdir. Endişe, hayal gücü, belirsizlik, şiddet bu heykellerin en önemli özelliklerindendir. Giacometti sürekli heykellerini üretir ve yok eder. Bazen konularını tekrarlar, gerçekliği “görme” denemeleri yapar. Baş, büst, ayakta, hareketsiz veya hareketli figürler onun takıntılı konularındandır. Bıkıp yorulmadan, tüm yaşamı boyunca sürekli üretir. Hayatının sonuna kadar heykel ve resim çalışmalarına devam eder. Ünlü sürrealist yazar André Breton Giacometti’nin ve eserlerini çok beğenir ve bunlar hakkında sürekli güzel yorumlar yapar. Ancak Giacometti, Breton’un 1947’de Maeght galerisinde yaptığı Sürrealizm sergisine katılma önerisini kabul etmez. 1946/1947 yıllarında, Giacometti yeni stilini, uzun boylu ipliksi figürleriyle ortaya koyar. “İşaret Eden Adam” bu dönem bronz işlerinden bir tanesidir. Alberto Giacometti, 1949’da Annette Arm ile evlenir. 1950’deki Pierre Matisse galerisindeki sergisi için Giacometti, en ünlü bronz heykellerini üretir: Kaide üzerinde dört kadın. Jean Paul Sartre, 1948 de Giacometti’nin New York’taki sergi açılış yazısını yazar. 1954 yılında Sartre sanatçıya başka bir referans metni daha yazar. Aynı yıl Giacometti, portresini çizdiği ünlü Jean Genet ile tanışır. Genet de “Alberto’nu atölyesi” adlı eserini yazar. Alberto Giacometti 1966’da İsviçre’nin Choire şehrindeki kanton hastanesinde ölür. Cesedi Borgonovo’ya nakledilir ve anne-babası ile aynı mezara gömülür. Eşi Anette 1993 te ölene kadar Giacomettinin eserlerini koruma altına almaya çalıştı ve sonunda 2003 yılında kamu yararına Giacometti Vakfı Paris’te kuruldu. Montparnasse’taki Giacometti Enstitüsü, küçük ve çok sevimli bir Art Deco konağında bulunuyor. Bu binadaki temel unsur heykeltraşın yaşam boyu çalıştığı atölyesi. Burada yaklaşık elli eser, heykel, resim veya sıklıkla yayınlanmamış çizimler keşfediyoruz. Bu eserlerin arasında şimdiye kadar hiç görülmemiş eserler var. Örneğin “Kafes”. Jean Paul Sartre’la arkadaşlığı onun heykelini yapmaya kadar gitmiştir. Jean Genet ile arkadaşlığı ise yazarın Balkon adlı eseri üzerine yaptığı çalışmalarla sonuçlanmıştır.. Atölyesi İsviçre çakısına benzetilir. Küçük, kompakt ama maksimum kullanışlıdır. Sanatçı öldüğünde eşi geride kalan her şeyi büyük bir titizlikle korumaya almıştır. Sigara tablasındaki izmaritleri bile halen durmakta ve izlenebilmektedir. Bu atölye çok önemli sanatçı ve düşünürleri misafir etmiştir. Fırçalar, terebentin şişeleri daha neler neler, her şey yerli yerindedir. Atölyeden sonra üst kattaki bölümleri gezdiğimizde sanatçının gölgede kalmış çizim defterlerini ve yok ettiği bazı eserlerinin fotoğraflardan yola çıkılarak yeniden yaratılan 3 boyutlu örneklerini görüyoruz. Çok fazla eser yok ama olanlar en önemli eserlerinde. Örneğin;1926 da yaptığı alçıdan Kompozisyon adlı eseri ve “Küçük adam” adlı eseri. Tabii insanın aklına bu eserlerin yeniden yaratılıp sirkülasyona sokulması bunun etik olup olmadığı sorunu getiriyor. Burada bir kaç çizim defterinin de sergilenmiş olduğunu görüyoruz. Tahta, bakır ve metalden “Sürrealiste Obje” si. Yeniden yaratılan “Oiseau Silence” yani “Kuş Sessizlik” adlı eseri. Brassai’nin fotoğrafladığı “Tahta Kafes”, alçıdan “Yürüyen Kadın” ve “Manken” adlı eserleri. Stanley Tucci’nin “Son Portre” adlı filmi, ressam ve heykeltıraş Alberto Giacometti’nin yaşamının son yıllarına adanmış bir film. Sanatçıyı sevenler, tanımak isteyenler önce bu filmi izlemelerini öneriyoruz. Daha sonra da Giacometti vakfının o nostaljik atmosferindeki muhteşem heykeller karşısında gözlerine bayram ettirsinler. Alberto Giacometti, Sürrealist obje, 1932 Fondation Giacometti, Paris Sergi ve Giacometti Vakfı enstitüsünden çeşitli görüntüler
Geçtiğimiz hafta Jeu de Paume fotoğraf müzesinde Peter Szendy’nin küratörlüğünüde “Görüntülerin Süpermarketi” adlı bir sergi açıldı. Sergi artık hesaplanamayacak miktarlarda üretilen fotoğraflar konusunda bazı sorulara cevap arıyor.
Walter Benjamin’den önce yaşayan Alman sanat tarihçisi ve kültür teorisyeni Aby Moritz Warburg(1886-1929) Benjamin’den önce bu konuya girmiş ve görsellerin izlediği yollardan bahsetmişti. Warburg bu harekete “Görüntü göçü demiş, göç yollarından bahsetmiş hatta bunların araçlarından, otomobillerinden ve toplu ulaşım vasıtalarından söz etmiştir.
Peter Szendy ise bu düşüncelerden yola çıkarak iconomi kelimesini türetmiştir. İconomi, görüntünün ekonomisi ve dolaşım hatta değiş tokuş yollarına gönderme yapıyor.
Bu gün artık görüntüler doğrusal artış değil üstsel artış gösteriyor. Bu ne demek oluyor?
Doğrusal artışı sezgisel olarak kavrayabiliyoruz. Ancak üstel artış söz konusu olduğunda birçoğumuz doğru çıkarımlarda bulunamıyoruz.
Günümüz dünyasının fotoğrafa doymuş durumda olduğu anlaşılıyor.
Bu kadar çok fotoğraf üretildiğine göre birçok sorun da ortaya çıkıyor.
Bu kadar çok fotoğraf nerede saklanılacak, nasıl yönetilecek, nasıl aktarılacak?
Bu fotoğraflar hangi yolları izleyecekler, ağırlıkları ne olacak, akım hızları nasıl ayarlanacak, bu fotoğrafların değerleri nedir ve ekonomiye katkıları nasıl anlaşılacak.
Sayıları, hareketleri ve akışları ölçülmeyecek derecede görselle karşı karşıyayız. Her allahın gün inanılmaz sayıda fotoğraf ve video üretiliyor ve devreye giriyor. Bu devasa fotoğraf yükününün tek bir fotoğrafı nasıl çekilebilir? Bu mümkün müdür. Sergi bir anlamda bu soruya kafa yormamızı istiyor. 2000 yılında Kodak firması o fotoğrafın icad edilmesinden o güne kadar çekilen fotoğrafların 80 milyar olduğunu duyurdu. 15 yıl sonra 2015 yılında bir araştırma şirketi 80 milyarın 15 katının yani 1 trilyondan fazla fotoğrafın çekildiğin saptadı. Her gün sadece sosyal medyada 3 milyar fotoğraf paylaşılıyor. Belki bunun on misli ise paylaşılmıyor ve hard disklerde kalıyor. Siz çektiğiniz fotoğrafların kaç tanesini paylaşıyorsunuz? bilmiyorum Ama ben sadece 100 de birinden azını paylaşıyorum. Bu şekilde bir hesap yaparsak 2000 yılına kadar çekilen sayıda fotoğrafı artık bir günde çekiyoruz.
Peter Szendy’nin bu konuyla ilgili kitabından yola çıkılarak dünyanın dört bir köşesinden gelen 40 kadar sanatçının 60’tan fazla eseri ile hazırlanan beş bölümdeki bu sergi bizi günümüz fotoğraf üretimi ile ilgili düşünmeye yöneltiyor. Aşıtı fotoğraf üretimi genel ekonomiyi nasıl etkiler? Fotoğraf stoklarının artışı ölçülebilir mi? İşçiliğin azalması sorun yaratır mı? Kripto para neye çözümdür? Bu sorulara kim cevap verecek?Fotoğrafçı mı iktisatçı mı? Her şey inanılmaz bir süratle gelişiyor ve değişiyor. Ekonominin görüntüsü sanki görüntünün ekonomisinden bahis ediyor. Önlü arkalı bir kağıdın iki yüzü gibiler.
Sergide beş bölüm var; Stoklar, Hammaddeler, Çalışma, Değerler, Change yani değiş dokuş.
Stoklar bölümünde Andrea Gursky’nin devasa eseri ile karşılaşıyoruz. Gursky bu eserinde “Amazon” adlı 2016 yapımı bu fotoğrafta Amazonun dev depolarını ele alıyor.
Müzenin tüm duvarları Even Roth adlı fotoğrafçının fotoğraflarıyla tüm döşenmiş.
Ana Vitoria Mussi “Por um fio” adlı eseri ile 22.000 negatif filmi dökülen bir şelale şeklinde enstelasyon olarak sergilemiş.
Geraldine Juarez ise bir ayna üzerine “Getty images” logosunu basarak bütün görsellerin bir data bankasına gideceğini vurgulamak istemiş.
Bu bölümdeki son eser Zoe Leonard’ın 2018 yılı işi; “Nasıl güzel görüntü elde edersiniz” ile değişik dönemlerin fotoğraf depolama uygulamalarına gönderme yapıyor. Diğer taraftan yıllar öncesinden ünlü rus sanatçı Kazimir Malevitch’in sanat tarihi içinde görsellerin nasıl hareket ettiklerini gözler önüne seren eserlerini de görme fırsatı da buluyoruz.
İkinci Bölüm hammadde bölümü olarak adlandırılmış.
Bu bölümde Minerva Cuevas’ın Ufuk II adlı 2016 işini görüyoruz. Burada vurgulanan petrolün dünyamızı ve görüntüyü nasıl kirlettiği üzerine bir çalışma.
Jeff Guess 2011’de ürettiği “Addressability” adlı çalışmasında günümüz görüntülerindeki piksellerin yerine gönderme yapıyor. Değişik rezolüsyonlarla görüntülerin nasıl yığılıp dağıldığını gösteriyor.
Thomas Ruff internette bulduğu renkli manga görüntülerini dağıtarak 2002 yılında yaptığı “Substrat 8 II” adlı işini bu sergiye koymuş
Üçüncü bölüm İş ve Çalışma bölümü. Bu bölümde Martin Le Chevallier 2017’de yaptığı “Clickworkers” adlı eseri ile dijital alanda çalışan işçilerin nasıl bir zincir kurduğunu ve # larla “Like” larla görüntünün uzaktan nasıl işlendiğini gösteriyor. Bu konuya daha 1923 yılında Laszlo Moholy-Nagy “Telefon görüntüleri” adlı eseri ile ilk girişi zaten yapmıştı.
Yine bu bölümde Aram Bartholl 2017 işi “İnsan mısınız?” adlı eseriyle devasa bir CAPTCHA Görüntüsü koymuş
Dördüncü bölüm; Değerler bölümü
Hans Richter’in 1928’de enflasyona ayırdığı para konulu kısa filmden sonra 2010 da Máximo González’in tedavülden kalkan paralarla oluşturduğu devasa duvar enstelasyonları kadar tekrar eden bir görsel motifi bu bölümde izliyoruz.
Para günlük hareketleri kontrol eder konusuna yaklaşıma gönderme yapan eserler bu bölümde bulunuyor. Robert Bresson, paraları kavrayan ellerin koreografisini yapar (Para, 1983). Ünlü fransız fotoğrafçı Sophie Calle, ATM lerdeki güvenlik kamerasından aldığı görüntülerden insanların paraya bakış anlarını yakaladığı ilginç video ile karşımıza geliyor.
Kripto para finans için olduğu kadar sanat için de çok önemli bir durum yaratıyor. Yves Klein, altın ile çek haline getirilmiş “görsel hassasiyet zonlarının” değiş tokuşa soktuğu eserini sergiliyor.
Wilfredo Prieto iki ayna arasına yerleştirdiği 1 doların aynadaki görüntüsünü çoğalttığı eseri ile ilgimizi çekiyor (One Million Dollar, 2002).
Beşinci bölüm; Değiş-tokuş.
Bu bölümde William Kentridge’in hazırladığı yavaş sayfa çevirme hareketini görüyoruz (İkinci El Okuma, 2013). Richard Serra’nın çalışması ise (El Yakalama Lideri, 1968) düşen paraları tutma videosu olarak kar
şımıza geliyor. Aslında hareket eden her şey görünür hale geçer de diyebiliyoruz.. Trevor Paglen okyanus dibindeki görüntüleri yüksek hızla taşıyan kabloları fotoğraflamış. Martha Rosler’in “Cargo Cult” adlı eserinde bizi görüntürlerden oluşan malların taşınmasıyla karşı karşıya bırakıyor.
Sonuçta sergide ziyaretçiyi iki soru bekliyor: Martin Le Chevallier’in önerdiği görüntü aslında planlı yavaş yavaş bir eskime mi değil mi sorusu bir tarafta duruyor(Obsolete Heroes, 2019).
Diğer soruyu ise Hiroshi Sugimoto’nun (ABD Play House, 1978) adlı eseri soruyor. Bu eser her yıl Paris-Photo fuarı sırasında sergileniyor. İkon bir fotoğraf. Bu fotoğrafın öyküsü şöyle; Hiroshi Sugimoto bir akşam New York’ta Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nde fotoğraf çekerken, kendisini halüsinasyona görüyor sanır. Aklına düşen soru şudur; ”Farz edelim ki bütün bir sinema filmindeki görüntüleri tek bir karede çekiyor musunuz? Aslında bu sorunun cevabı basittir “Parlayan bir ekran elde edersiniz.” Bu kareyi elde etmek için sinemalar gidiyor ve çekimler yapıyor. Kendisi bu fotoğrafı oluştururken yaşadıklarını şöyle anlatıyor; “Bir öğleden sonra East Village’da geniş formatlı bir kamerayla ucuz bir sinemaya girdim. Film başlar başlamaz, B ayarında deklanşöre bastım. F değerini yüksek tuttum. İki saat sonra film bitince, deklanşöre tekrar bastım”. O akşam filmi banyo ettiğimde gördüğüm şey hayalimin gerçekleştiğini bana gösteriyordu. Karşımda bembeyaz bir ekran ve simsiyah bir sinema salonu vardı! Fotoğrafın gösterdiği acaba sonsuz süratin bir sonucumu? Sonuç olarak sergi ve bu sorular bizde oldukça karmaşık duygular uyandırıyor.
Jeu de Paume fotoğraf müzesindeki “Görüntülerin süpermarketi” adlı serginin bizi görüntüler üzerine felsefi düşünmeye sevk eden tematik bir sergi olduğunu düşünüyorum. Fotoğrafla düşünsel boyutta ilgilenen, neden fotoğraf çektiğini sorgulayanların mutlaka görmesi gereken bir sergi olduğuna inanıyorum.
Artık görüntülerin bir çoğu bir makine tarafından üretilip bir başka makineye gönderiliyor. Örneğin parka giren araçların plaka numaraları, veya alış veriş merkezlerinde müşterilerin ürün satın alırken veya incelerken yüz ifadelerini kaydeden kameralar. Bu görüntülere “Aşeropoyet” yani insan eli değmemiş görüntüler de deniliyor.
Sonuçta “Görünmez görsel kültür” ortaya çıkıyor yani bilgimiz olmadan görünürlük giderek üretiliyor, yönetiliyor ve sömürülüyor. Bu görünmeyen görsellerin de bir yaşamı hatta bir ekonomisi olduğunu da vurguluyor Peter Szendy.
Tüm bunlar görüntüler arasında bir taraftan bir tarafa zıplayan, dolaşan, sallanan göz hareketlerimizi geliştirmektedir. Peki bunun sonunda göz neyi görür neyi göremez. Gölgede kalan görüntüler hangileridir. Gizli ikon ekonomisi nasıl işler. Sorulması gereken daha onlarca soru var.
Sergiden çıkarken kafamızdaki fotoğrafa dair soruların da miktarı artmış olduğunu hissediyor ve bu duygularla müzeden uzaklaşıyoruz.
Aklımıza yine o soru takılıyor; Walter Benjamin yıllar önce “Geleceğin cahilleri, alfabeyi sökemeyenler değil fotoğraf çekemeyenler olacak” ama kendi fotoğraflarını okuyamayan fotoğrafçıyı da cahil saymak gerekmez mi?” demişti. Dünya sanki yazan ama yazdığını okuyamayan insanlarla doluyor.
Paparazzilik 1950 li yıllarda İtalya’da ortaya çıkmış, gazetecilik ve fotoğrafçılık arasında bir meslektir. Bu konuda çok şey yazılıp çizilmiştir. Ben bu sayıda dünyanın en önemli 2 paparazzisinin sergisi nedeniyle bu konuda bir kaç satırı sizlerle paylaşmak istedim.
Sergi YellowKorner’ın Fransadaki 30 satış noktasından en önemlisinde, yangın sonrası geçen yıl renove edilen La Hune’de açıldı. YellowKorner dünyada 100 satış noktası ile fotoğraf satışlarına yeni bir soluk getiren zincir.
Şubat ayında yeni açılan sergileri nedeniyle kendileri ile tanışıp sergilerine, fotoğrafçılık mesleğine doğal olarak paparazziliğe dair konularda konuştuk.
Bruno Mouron ve Pascal Rostain ise dünyanın en önemli paparazzilerinden. Çok önemli ünlülerin peşinden koşup çok önemli kareler yakalamışlar. Ancak Paparazzi mesleğinin ölümünden sonra değişim geçirerek doğaya duyarlı fotoğraf sanatçısı olmuşlar. Kendileriyle sergileri ve paparazzilik konularında konuştuk.
1988 yılında bir sosyoloji profesörünün öğrencilerine verdiği bir yıllık çevrelerinde oluşan çöplerin fotoğraflarını çekmeleri ödevinden ilham alarak fotoğraflarını çektikleri ünlülerin çöplerini karıştırmışlar. Bunları büyük formatlarda kadrajlayarak bizlere sunuyorlar. 2 yıl önce de bu konuyla ilgili “Autopsie” adlı altında bir de kitap çıkartmışlar.
Bruno Mouron artık paparazzi mesleğinden bahsedilemeyeceğini söylüyor. Akıllı telefonlarla herkesin paparazzi olduğunu, ünlülerin kendi kendilerini sosyal ağlarda gösterdiklerini ve yazılı basının sürekli kan kaybettiğini belirtiyor.
Paparazzi sözcüğü 1950 li yıllarda İtalya’da ortaya çıkıyor. Pappataci küçük yapışkan sineklere verilen ad, ragazzi de italyanca küçük çocuk anlamına giliyor. İki kelimenin birleşmesinden paparazzi ortaya çıkmış. Frederico Fellinin “La Dolce Vita” filminde paparaziler neredeyse başrolü oynamışlar. Bu fikri Felliniye kendisi de ilk paparazzilerden olan Tazio Secchiaroli vermiş. Secchiaroli daha sonra paparazziliği bıramış ve sinema fotoğrafçısı olarak yoluna devam etmiş. La Dolce Vita filmini izlemediyseniz mutlaka izlemenizi öneririm. Kült bir filmdir. (Devamı fotoğrafların altında)
My beautiful picture
1950 li yıllarda italyada çok sayıda dergi vardır. L’espresso, Il tempo, Le Ore, L’europeo, Settimo, Giorno, Lo Specchio bunlardan en önemlileridir. Bu dergilerin hepsi her konuda haber yapan dergilerdir. Ama ne zaman ünlülerin özel yaşamlarından haber yaptılar ve fotoğraflarını bastılar dergi satışlarının arttığı anlaşıldı. Diğer taraftan taşrada iş bulamayan gençlerden bazıları da Roma’ya gelip fotoğraf peşinde koşmaya başladı.
Fotoğrafçı önemli bir ünlünün güzel haberini yakalarsa voleyi vuruyor doğal olarak. Settimio Garritano bu italyan paparazzilerden biridir ve Jacky Kennedy’nin çıplak fotoğraflarını çeken kişi olarak tarihe geçmiş durumdadır.
Bu arada fotoğrafçı basın ile ünlü arasında kimlik bozulması yaşamaya başlamaktadır. Bazı ünlüler göz önünde kalmaya devam etmeye çalışırlarken, bazıları ise göz önündekileri düşürüp göze girmeye çalışmaktadırlar. Basın ise bu durumda kendini kullandırttıyor diyebiliriz. Böylece ünlüler, fotoğrafçılar, basın ve okuyuculardan oluşan bir şeytansı dörtgen ortaya çıkmış olmaktadır.
Paparazzi mesleği basın organı, okuyucu, ünlü ve fotoğrafçı arasında sıkışmış bir meslek dalıdır. Savaş fotoğrafçıları kahraman ilan edilirken paparazziler, anti-kahraman, röntgenci, para için ünülerin özel yaşamına tecavüz eden fareler olarak görülmektedirler. Oysa çektikleri fotoğrafların kendilerine has bir tarzı ve kendilerine has bir estetiği vardır. Daha çok 35 mm yakın plan flaşlı vur-kaç tarzında veya 300 den başlayan teleobjektiflerle uzantan avlarına yaklaşan başlıca 2 tarzları vardır. Zaman zaman parmaklar, eller kollar kadrajın içine girmektedir.
Bruno Mouron ve Pascal Rostain uzun yıllar ünlülerin peşlerinden gidip çok önemli fotoğraflara imza attıktan sonta Le Monde gazetesinde gördükleri bir haberden yola çıkarak ünlülerin çop lerini dikkatlerini çevirmişlerdir.
Rostain ve Bruno 10-12 kadar ülkeden 40 kadar ünlünün çöplerini toplayıp güzel kompozisyonlarla fotoğraflarını çekmişler. Etik kurallara dikkat edmişler. Çöpten çıkan cinsellik içeren objeleri, tıbbı maddeleri fotoğraflarında kullanmamışler. Bu objelerin hepsini büyük kutularda saklamışlar. Madonna, Elton John, Reagan, Arnold Shwartzeneger, John Travolta ve Brigitte Bardot gibi ünlülerin çöpleri duvarları süslüyor. Bruno bir noktaya dikkatimizi çekiyor. Yılda 500 $ ortalama geliri olan bir ülkedeki ünlünün çöpünden de Coca Cola şişesi çıkıyor, 100 bin dolar olan ülkedeki ünlünün çöpünden de aynı şişe çıkıyor. Coca Cola dünyanın her yerine çöp bırakıyor.
Bruno ve Pascal artık paparazzilik yapmıyorlar, çöpler aracılığıyla doğaya, doğanın korunmasına dikkat çekmeye çalışıyorlar. İçlerindeki paparazzilik ölmüş. Ancak ne olursa olsun belli ki hem paparazzi hem de doğaya saygılı sanat fotoğrafçısı olacaklarmış.
Gelelim dünyanın diğer önemli paparazzilerine, Amerika Birlerşik devletlerinde çok az paparazzi var. Polis vakalarını ve kadavraları polis telsizinden takip eden, arabasında yatıp kalkan Weegee’yi paparazzi saymalı mı bilemiyorum ama Jacky Kannedy’inin peşinden düşmeyen başı sürekli belalara giren Ron Galella önemli bir paparazzi. Andy Warhol’ün “Benim en beğendiğim fotoğrafçıdır” dediği Galella Times, Harper’s Bazaar ve Vanity Fair’e sürekli fotoğraf vermiş. Marlon Brando’nun yumrukları ile 5 dişi kırılan Galella daha sonra sürekli dul Jacky Onassis’i ve çocuklarını takip ettiği için mahkeme tarafından önce Jacky’ye 8 metreden daha fazla yaklaşmaması için uyarılmış, bu uyarıyı 4 kez ihlal eden Ron Gallelo 120.000 $ ve 7 sene hapise mahkum olmuş ama iş 10.000 $ ve hayat boyu Jacky’nin fotoğraflarını çekmeme yasağı ile tatlıya bağlanmış. Ama uslanmayan Ron Richard Burton ve Elizabeth Taylor’u, Brigitte Bardot, Elvis Presley ve Sean Penn’i takip etmeye devam etmiş. Taylor anılarında Burton’un sık sık “ Ron’u öldüreceğim” dediğini söylemiştir.
The New York Times ve Newsweek çok öenmli bir diğer paparazzi Marcello Gepetti’yi Henri Cartier Bresson ve Weegee ile kıyaslamıştır. 1960-70 li yıllarda Sophia Loren, Anita ekberg, Alain Delon-Romy Schneider çifti ve John Lennon fotoğraflarıyla ünlüdür. 1998 de öldüğünde ardında henüz tam incelenememiş olan 1 milyon negatif bırakmıştır. Burton ve Taylor çiftini çektiği “Öpücük” adlı fotoğrafı en önemli fotoğrafları arasındadır.
Tazio Secchiaroli İtalyanların en önemli paparazzisidir. Fellini La Dolce Filmi için kendisinden ilham almıştır. Hakkına yazılmış “Tazio Secchiaroli: First of the Paparazzi” adlı kitap dışında internet üzerinde çok güzel derlemeler de vardır. The Guardian da “Flashgun warrior” başlıklı yazı Tazio’yu ve paparazziliğin çıkışını anlatmaktadır.
İtalyada Marcello Geppetti ve Tazio Secchiaroli Amerikada Ron Geppetto neyse Fransada da Bruno Mouron ve Pascal Rostain odur diyebiliriz.
Bruno ve Pascal’den bazı sorulara karşılık bulduğumuz cevaplar da şöyle oldu.
Nasıl Paparazzi oldunuz?
BM-Christian Brincourt ve Michel Blanc’ın 1970 yılında yazdığı “Fotoröportajcılar” kitabını okuduktan sonra önce foto-jurnalist olmaya karar verdim. Sonra da ünlülerin fotoğraflarını çekmeye başladım.
PR-Tesadüfen Orson Welles’i çekerek başladı.
En kötü anınız
BM-İyi bir fotoğrafı kaçırmak
Bir paparazzinin en sıkıldığı şey nedir?
PR-Size verilen bilgi yanlışsa canınız çok sıkılır.
BM-Olayı kaçırmak sıkar yoksa herşeye alışırsınız. Sabah kalkar yeni bir işe gidersiniz.
Bir paparazzinin yaşamında en keyifli anlar nelerdir?
BM-En hoşu tabii ki çektiğiniz fotoğrafın yayınlanacağını bilmenizdir. Bir de Scoop lar var. Önemli habercilik olayı diyebiliriz.
Fotoğrafını çekmekten an çok hoşlandığınız ünlü
PR- Mitterand, Monaco ailesi..
BM- Biz gazeteciyiz birisini fanı olmak için paparazzi olunmaz.
Flaş mı Teleobjektif mi?
Başlangıçta saklanılmazdı geniş açı kullanırdık sonra teknoloji ve gelişmeler teleobjektif kullanımını gerektirdi. Ben ikisini de kullanırım.
BM-35 mm kameralar kullandığımız da herşey daha keyifliydi.
Kendinizi Ünlü koleksiyoneri gibi hissediyor musunuz?
PR- Kattiyen. Ünlü biriktirmem, fotoğraf biriktirmem sadece anı biriktiririm.
BM-Kattiyen. Ünlülerin hayranı değilim.Benim sevdiğim şey mesleğim.
Paparazzilikte etik diye birşey var mı?
PR- Etik basından veya fotoğrafçıdan çok fotoğrafı çekilen ünlüde olmalı. Size en mahremini açmak isteyen ünlüye ne demeli?
Paparazzileri kim yaratıyor? Basın mı okuyucu mu?
BM-Bu sonu olmayan bir hikaye. Okuyucu yoksa dergi yok, dergi yoksa okuyucu yok…
PR-Ne basın ne okuyucu. Fotoğraf vermek istemeyen ünlüler buna neden oluyorlar. Ünlülerin kendilerini satmaları gerekiyor, promosyona ihtiyaç var. Basına, medyaya ihtiyaç var ancak günün birinde kapılarını herkes kapattıkları zaman halk daha çok şey bilmek istiyor.
Neden kadın paparazzi yok?
BM- Evet, ilginç oysa kadınlar erkeklerden daha sabırlı..
Size özel hayat tecavüzcüleri deniyor!
BM- Onlara cevap vermiyorum. Bunu söyleyenler o işin benden daha çok içindeler..
PR-Bize hırsız, tecavüzcü diyorlar, oysa biz kimsenin ruhunu çalmıyoruz. Ruhları var mı? O da sorgulanabilir tabii. Biz gerçekleri gösteriyoruz. Bunlar çalınmış fotoğraflar değil bunlar gerçekler.
Okuyucular sizi hem avının peşindeki kurtlar gibi görüyorlar, hem de fotoğraflarınıza bayıla bayıla bakıyorlar.
PR_ İkonları yıkmayı seviyorlar, hem haberleri tüketiyorlar hem “Ay ne fenaymış” diyorlar
BM-İnsanların gerçekleri bilmeye ihtiyaçları var. Bunu biraz tarihe yaydığınız zaman bir çok fotoğraf bazı galeri ve müzelerin duvarlarını süslemeye başlıyor.
Fotoğraflarınızı müzelerde görmek nasıl bir duygu?
PR-Müzede fotoğraflarımızı görmek hoş.Tek tek bakıldıklarında anlam taşımayan bu fotoğraflar bir araya geldiklerinde hem fotoğrafçı mesleğine hem gazeteciğe hem de fotoğraf tarihine birşeyler bırakıyorlar.
BM-Sanat tarihi henüz bu konuya ilgi göstermiyor. Ancak bazı fotoğraflar şarap gibi yaşlandıkça güzelleşiyorlar.
Yazımızı bitirmeden önce Paparazzilerden ilham alan Cindy Sherman’ın bir iki işine de göz atalım derim.
Ünlülerin atıklarından oluşmuş “Paparazzi” adlı fotoğraf sergisi 13 Şubattan 15 Nisana kadar devam edecek. “Bana çöpünü göster sana kim olduğunu söyleyim!” sloganı ile yola çıkan serginin yeri, güncel konusu ve fotoğrafçıları nedeniyle oldukça fazla izleyici toplayacağını söyleyebilirim.
Yazımızın sonunda da bir kaç paparazzi fotoğrafı ve ilgilenenler için bir kaç kitap önerisi bulacaksınız.
https://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2020/02/tazio-secchiaroli.jpg420420Mehmet Ömürhttps://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2015/05/Mehmet_Omur_Logo.pngMehmet Ömür2020-02-06 10:57:182020-02-07 08:33:14PAPARAZİ’NİN ÖLÜMÜ; Bruno Mouron, Pascal Rostain
Bourdelle Muzesi Paris’deki en önemli heykel müzelerinden bir tanesidir. Diğerleri tahmin edeceğiniz gibi Rodin’in müzesi, Orsay ve Maillol müzesidir. Sonuncusu adı daha az bilinen Saint Germain’de küçük ama çok sevimli bir müzedir. Adını da Aristide Maillol adlı heykeltraşdan alır. Maillol’ün eserlerinin yanında zaman zaman Giacometti, Douanier veya Fujita gibi önemli sanatçıların sergilerini de görebilirsiniz. Ama benim bu yazıda sizler anlatacağım danimarkalı önemli bir heykeltraş Niels Hansen Jacobsen. Bu santçının yeni açılacan sergisi Bourdelle müzesinde. Yazımızda tabii ayrıca Danimarkalı heykeltraş Niels Hansen Jacobsen’in kuzey mitlerinin etkisiyle yaptığı masalsı heykellerinden de bahsedeceğiz.
Montparnasse’taki Bourdelle müzesi, XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında Bourdelle adlı heykeltraşın yaşadığı, çalıştığı ve heykel dersleri verdiği geniş bir mekan. Théâtre des Champs-Elysées’deki heykelleri yapan heykeltıraş Bourdelle, 1885’ten 1929’da ölümüne kadar burada yaşadı, yarattı ve öğretti. Antoine Bourdelle’in çalışmaları, eskizleri, modeller, çalışmanın gelişimine katkıda bulunan her şeyi burada görebilirsiniz. Heykel seven birisi Paris’e gelip sadece Rodin’in müzesini görüp dönmemeli diye düşünüyorum. 1961 yılında inşa edilen Büyük Salon ve bahçelde devasa heykelleri sergilerken, Christian de Portzamparc tarafından 1992’de inşa edilen uzantı geçici sergilere ev sahipliği yapıyor. Atölyelerde Bourdelle’in işlerini görüyoruz. Çeşitli heykeller, çizim, fotoğraflardan oluşan bir arşiv burada sizi bekliyor. Müze size başka bir sürpriz daha hazırlamış. Bourdelle’nin bitişiğindeki ressam Eugène Carrière’in atölyesi var. Onun eserlerini de görebiliyorsunuz.
Gelelim geçici Jacobsen sergisine. Fransa’daki Niels Hansen Jacobsen’e (1861-1941) adanmış bu ilk sergi. Bu sergi sizi Antoine Bourdelle’in (1861-1929) çağdaşı olan Danimarkalı heykeltıraş ve seramikçinin rüyaya benzeyen dünyasına girmeye davet ediyor. Sergi bizi Jacobsen’in Paris’te yaşadığı yıllara ,1892 den 1902 ye kadar olan dönemine götürüyor. Jacobsen Paris’te bir kaç sanatçı arkadaşıyla birlikte Viyana Secession döneminden çok daha önce sembolist bir akıma katkıda bulunuyor. Avrupa’nın dört bir yanından yazarlar, müzisyenler ve sanatçılar Hansen Jacobsen’in, Arago Bulvarı 65 numaradaki stüdyosunu akımın merkezi ilan ediyorlar. Bu sanat mabedinde Hansen Jacobsen’in dışında seramikçi Paul Jeanneney, heykeltıraş ve seramikçi Jean Carriès, illüstratör ve afiş sanatçısı Eugène Grasset’e var.
Hansen Jacobsen’in çalışmalarını, Sigmund Freud’un dediği gibi garip, belirsiz, hatta “rahatsız edici tuhaflık” olarak adlandırmak olası. Heykellerde, kuzey ülkeleri folklorunun özgün mitlerini ve Andersen’ın fantastik hikayelerini buluyoruz. Akademik katılıklardan uzak bu eserler, o zamanının en cesur plastik araştırmalarından örnekler olarak algılanabilir. 1900 Evrensel Sergisine de katılan Hansen Jacobsen, Art Nouveau’nun ortaya çıkmasını ve sembolizmin yayılmasına katkıda bulunan sanatçılardan biri olarak kabul ediliyor. Hansen Jacobsen ve Bourdelle , Gustave Moreau ve Paul Gauguin’den sonra sembolizme katkıda bulunmakta. Ayrıca Art Nouveau’nun süslemelerinin de bir parçası olarak görülebilir.
Sergide bronz ve seramik işleriyle Jean Carriès dışında Paul Gauguin, Jeanneney, Eugène Grasset, Carlos Schwabe, Odilon Redon, Frantisek Kupka, Georges de Feure, Jens Lund, Gustave Moreau’nun tabloları, Boleslas Biegas’ın heykelleri, çizimler, heykeller ve fotoğrafları ile Bourdelle’in işlerini de görmek de bize çok hoş geldi. Paris’e gelen bir heykel severin yolunu mutlaka , Montparnasse’a düşürmesinde yarar var. Böylece sanat sever hem Bourdelle müzesini hem de Jacobsen’in masalımsı heykellerini tanımış olacaktır. Sergi 29 Ocaktan 31 Mayıs’a kadar devam ediyor.
Patrick Suskind’in yazdığı, orijinal adı “Das Parfum” olan kitabın filmi sinemalarda gösterime gireli çok oldu. Filmin adı Türkçeye “Koku” olarak çevrilmişti. Koku kelimesinin anlamı parfüm kelimesinin anlamını tam olarak karşılamıyor. Parfüm güzel koku, esans ve güzel kokuların karıştırıldığı bir ürün olarak Türkçeye tercüme edilebilir. Koku yabancı dillerde smell, odor, odeur, geruch veya duft gibi kelimelerle ifade edilir. Ama ben filmin adını yanlış tercüme yerine tamamen değiştirip “Burun” demeyi yeğlerdim. Çünkü filme burnu olağanüstü çalışan ama kendi bedeni kokmayan bir insanın koku tutkusu anlatılıyor. İyi bir burun, kokuyla ilgili bir işi olan özellikle de şarap seven, yemek seven herkese gereklidir. Ancak, maalesef demek gerekir sanırım, herkesin koku alma yeteneği aynı değildir. İnsanların % 50’si orta derecede koku alırken, % 25’i çok az, % 25’i ise mükemmel koku alırlar. Siz bu üç gruptan hangisine girersiniz bilmiyorum ama ”Koku” filmindeki Jean Baptiste Grenouille’un hepimizi kıskandıracak derecede koku alma özelliklerine sahip bir burnu vardı. Böyle bir burunu olsun diye insan neler vermez ki? Her ne kadar bilim yapay burun yapmaya çalışıyorsa da insanın koku alma duyusuyla rekabet edecek herhangi bir kimyasal analiz cihazı henüz yoktur ve olma olasılığı da inanın çok düşüktür.
Koku alma duyumuzun olanaklarını keşfetmek için şarap tadımından daha iyi bir fırsat olabilir mi? Biz de bir şarapa açarak öyle yaptık. Türk Şarapçılık dünyasına iddialı giren bir şarabı tattık. Reklam olmaması açısından adını veremiyoruz. Cabarnet Sauvignon, Şiraz ve Merlot üzümlerinden yapılmış olan bu bordo renkli bir şarap. Bu kupajın ilk burunda yoğun, kalıcı ve karmaşık aromaları ön plana çıkıyor. Biraz bekledikten sonra arkadan topraktan gelen kokular ve sonra mineral, deri, kırmızı dağ meyveleri, baharatlar, yeşil biber ve biraz da pişmiş meyve kokuları sayılabiliyor. Asit alkol tanen üçgeni dengeli olan şarabın bize göre özellikleri etiketinin ünlü bir ressam tarafından hazırlanmış. Fiyat çok ucuz değil ancak kalite bir şarap için insan bazen paraya kıymalı.
Gördüğünüz gibi tattığımız şarapları değerlendirirken önce rengini değerlendirdik, sonra ilk ve ikinci burunlarından bahsettik sonra genel görüşümüzü verdik. Bu şaraplar için Buke’den bahsetmek doğru olmaz. Bir şarapta buket yıllanmayla ortaya çıkan aromalar olduğundan genç bir şarap için bundan bahsetmek doğru olmaz. İlk aromalar toprak, iklim ve üzümle ilgili kokulardır. Ardından ortaya çıkanlar ise insanın şarabı oluşturması sırasında gelişen kokulardır. Şarabın oluşturulması işlemine vinifikasyon da derler. Fark ettiğiniz gibi bu şaraptaki metiltiopropanol’den veya asetatlardan bahsetmedik. Çünkü bunlardan bahsetmek keyif almak için şarap içen bir kişiyi şaraptan uzaklaştırmaya yeter de artar bile. O nedenle şarap tadımlarında kokular gruplar içinde değerlendirilir.
Kokuları 6 ila 14 gruba ayıranlar vardır. Biz 12 gruba ayırmayı tercih ediyoruz. Bunları özetlersek;
Uçucular: Aseton, sabun, mum, süt ürünleri, laktik bakteriler, mayalanma değişiklikleri ve fermantasyondan gelen kokular.
İşte bu kokular içtiğimiz şarabın içerdiği yüzlerce kokudan bazıları, benzerleri. Tadımlar yaparak koku dağarcığımızı geliştirebiliriz.
Kokular nerede mi saklanır? Kokular şarapta saklanır. Şarap açılıp kokular kaçmaya başlayınca sakın endişelenmeyin saklayacağımız başka yerler de var. Sakın Koku filminin kahramanı Jean Baptiste’in yaptığını yapmayın. Güzel genç kızların kokularını küçük bir parfüm şişelerinde saklamayın. Kokuları beyninizdeki koku kütüphanesinde saklayınız. En güvenilir yer orasıdır. Tadımını yaptığınız şaraplardaki kokuları burnunuzla beyninize taşıyın ve kütüphanenizde güzel bir köşeye yerleştiriniz. Göreceksiniz şarap içmekten giderek çok daha fazla keyif alacaksınız. İngiltere İrlanda Kralı VII Edward şarap sadece içilmez; koklanır, bakılır, yudumlanır, hakkında konuşulur demiş. Biz de ekleyelim bir de en kutsal yerimiz olan beynimizde saklanır.
Montluçon Fransanın ortasında mütevazi bir kent. ‘ yıldır Dijital sanat festvali yapılıyor. Bu yıl konu Mobil sanat. Digital sanat , akıllı telefonlar veya tabletler aracılığıyla yapılan çağdaş yaratım alanıyla ilgileniyor ve bu yıl Montluçon Art Mobile adını alıyor. 12 Nisan – 2 Haziran tarihleri arasında Modern ve Çağdaş Sanat Merkazinde bir sergi düzenlendi ve sanatçılar ile buluşma, lise öğrencilerinin ve Montluçonluların katılımı, ayrıca konferanslar ve okul çocukları için atölye çalışmaları ile tamamlandı. Fransa, Danimarka, Hollanda, İsviçre, Kanada ve ABD’de ve Türkiye’den yirmiden fazla görsel sanatçı yer aldı. Marie-Laure Desjardins etkinliğin küratörü ve ArtsHebdoMédias internet dergisi ana sponsor oldu.
Bendeniz Mehmet Ömür ise “Small Forms” adlı video-GIF instalasyonlarımla sergide yer aldım. Sergi yi sanal olarak gezmek mümkün. Bunun için önce aşağıdaki linke tıklamanız ardından görselin üzerindeki oynatma ikonuna tıklamanız yeterlidir. Daha sonra oklarla serginin istediğiniz bölgesini gezer sanat eserleri ile ilgili bilgiler alabilirsiniz.
https://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2019/12/2.jpg158319Mehmet Ömürhttps://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2015/05/Mehmet_Omur_Logo.pngMehmet Ömür2019-12-06 08:32:472019-12-06 09:11:20Montluçon’da Mobil Sanat sergisi
PARİS PHOTO, FOTOFEVER ve Salon de la Photo ; Paris’te hafta sonu Fotoğraf şöleni..
veya Fotoğraf sever Paris’e kasımda gelir…
Mehmet Ömür
Paris her yıl olduğu gibi bu yıl da kasım ayının ikinci hafta sonu yani 7-10 Kasım arasında fotoğrafa doyuyor. Her yıl kasımın ikinci hafta sonu aynı anda 6 çok önemli fotoğraf etkinliği var. O nedenle bu tarihleri fotoğraf sevenlerin akıllarına veya ajandlarına yazmalarında yarar var.
Paris Photo, bu yıl bir kez daha 200 den fazla uluslararası galerinin projeleriyle tarihi fotoğraflar dışında modern ve güncel fotoğraflarla dünya fotoğrafındaki yeni trendlerin yönünü tayin ediyor. Dünyanın en büyük fotoğraf etkinliği olarak kabul gören Paris Photo fuarı bu yıl 23 yılını kutlarken bünyesinde 33 fotoğraf yayınevini barındırıyor. Bu 33 yayınevinden kitapları çıkmış fotoğrafçılardan 200 den fazlası 4 günlük fuar süresinde kitaplarını imzalayacaklar. Fuarda galeriler ve kitapçılar dışında başka bir çok etkinlik var. Louis Vuitton, Ruinard şarampanyası, BMW ve Huawei’yi ana sponsorlar arasında görüyoruz. Her nedense Apple gene sahadan kaybolmuş. Muhtemelen yeni çıkan kameralar karşısında epey geri kaldığının farkında. Huawei P30 Pro, Samsung Galaxy 10 ve hatta yeni çıkan Xiaomi nin Mİ 10 modeli telefon kameralarına karşı epey pazar kaybettiği konuşuluyor.
Fuara bu yıl 2 Türk galerinin katıldığını fark ediyoruz. Galerist ve Dirimart. 2001 yılında Murat Plevneli tarafından kurulan Galerist çok önemli bir Türk fotoğraf sanatçısını, rahmetli Şahin Kaygun’un eserlerini fuara taşımış. Galeriyi kutlamak gerek. Fuarda yer almanın maddi ve manevi zorlukları göz önüne alınırsa burada olmanın önemli anlaşılabilir. Diğer türk galerisi Dirimart Nuri Bilge Ceylan dışında Isaac Julien, Julien Rosefeldt ve Shirin Neshat’ın eserlerini sergiliyor.
Fuarda Nuri Bilge Ceylan, Merih Akoğul, Çoşkun Aral, Fethi İzan, Bülent Özgören ve Magnum fotoğrafçılarından Bruno Barbey’le karşılaşıp sohbet etme imkanı bulduk.
En sevdiğimiz fotoğraf sanatçılarını saymadan önce fuardaki bazı etkinliklere değinelim.
PRİSMES adlı etkinlik bir çeşit onur salonu. Sıradışı dev eserler sergiliyor. CURİOSA geçen yıl ilk defa ortaya çıkan bir etkinlik. Seçilmiş bir küratöre bırakılan tematik bir etkinlik bu. Bu görev, bu yıl Tate Moderne atanan Osei Bonsu’ya verilmiş. O da yeni yükselen yıldız fotoğrafçılara yer açmış, fotoğraf koleksiyonerlerini kışkırtmayı amaçlamış. Adını “KAÇIŞ NOKTASI” olarak koyduğu etkinlikte Bonsu 14 sanatçısıyla görüneni, hafızayı ve kayboluşu sorguluyor.
Son yıllarda hareketli görüntüler de fuarda yer buluyor. Pathe Gaumont ve UCG gibi önde gelen film şirketlerinden mk2 şirketinin sponsorluğunda bu yıl dokümanter ve kurgu filmlerdeki görsel manipülasyon teknikleri konu ediliyor. İlginç bir yaklaşım.
FRAGMENT bölümü Bruksel yerleşimli “A Stiching Vakfına” ayrılmış bir etkinlik. Bu vakıf fotoğraf üretimine, fotoğraf eğitimine ve fotoğrtafın saklanmasına adanmış bir vakıf. Vakfın elinde hayatını fotoğrafa adamış ve daha iyi tanınmayı hakeden fotoğrafçıların eserlerinden güzel bir kolleksiyon var ve bunları fuarda sergiliyor. Sergilediği sanatçılar arasında Robert Adams başı çekiyor.
ÖĞRENCİ-CARTE BLANCHE etkinliği. Carte blanche terimi “tam yetkilere sahip olmak” anlamına gelir. Bu etkinliği Parisin en iyi baskı firmalarından Picto, Fransız Tren yolları ve Paris Photo ortaklaşa düzenliyor. Türkiye’de içinde mi bilemiyorum Avrupadaki fotoğraf okulları öğrencilerine açık bir platform. 100 okuldan 4 fotoğraf öğrencisinin eserleri seçilip burada sergileniyor. Bu yıl İngiltere ve Portekizden 4 öğrenci Paris Photo’da sergileme hakkı kazanmışlar. Ne mutlu onlara. Ülkemizde de pek çok fotoğraf eğitimi veren fakülte mevcut. Bu fakültelerin öğrencileri de konuyu inceleyebilirler.
COLECTIVE IDENTITY; J.P.Morgan özel bir banka ve 60 yıllık bir sanat eserleri kolleksiyonuna sahip. Bu kolleksiyondaki önemli fotoğraflarını Paris Photo da 9 yıldır sergiliyor. Bu yıl ikon portrelerini bir araya getirmiş. Fuar’da en beğendikleri eserleri işaretleme fırsatı da kendilerine tanınmış. Geçen yılın seçici kişisi ünlü modacı Karl Lagerfeld’di.
NEXT IMAGE ÖDÜLÜ; bu ödül Huawei tarafından 3 yıldır veriliyor. Huawei telefon kameralarıyla çekilmiş fotoğraflar katılıyor. Bu yıl 150 ülkeden 520 bin den fazla fotoğraf gelmiş. İtalyadan Freederici Stefano “Come to Me” adlı fotoğrafı ile birinciliği kazanmış. 520 bin kişi kişi içinden birinci olmak nasıl bir duygudur kimbilir?
SERIOUSLY CONVIVIAL; bu etkinlik dünyanın en büyük alkol şirketlerinden Pernod Ricard şirketi tarafından organize edilmiş. Ödül Stephane Lavoué’nin muhteşem portrelerine gitmiş. RUINART ÖDÜLÜ; bu yıl ödülü 1988 Fransa doğumlu Rio de Janeiro da yaşayan Elsa Leydier’e verilmiş. Elsa Ruinard bağlarındaki hasat sırasında çektiği fotoğraflarla doğa ve bağ çalışanları arasındaki ilişkiyi vurgulayan fotoğraflarıyla ödüle layık görülmüş. CARBON CASUALTIES The New York Times’ın sponsorluğundaki bu etkinlikte Pulitzer ödüllü Josh Haner’in 4 yıl boyunca dünyayı dolaşarak çektiği, süratli ilkim değişikliklerini belgeleyen fotoğraflar sergileniyor. SOHBET PLATFORMU; Les platforme-Conversation olarak da bilinen bu ortamda fotoğrafa dair sohbetler yapılıyor. Bu sohbetler değişik sektörlerden fotoğrafala ilgili sanatçı, düşünür, kreatör, avangard eğilimli kişiler arasında geçiyor. 4 gün boyunca devam eden bu konuşmaların çok ilginç noktalara geldiği kesin.
PARIS PHOTO APERTURE VAKFI KİTAP ÖDÜLÜ fuar sırasında ön seçimi kazanmış 35 kitap sergilenecek ve birinci olan kitaba 10.000 $ ödül verilecek.
Araya Paris Photo’da öne çıkan bir motto ile girelim. Diane Arbus şöyle demiş; Bir fotoğraf bir sırrın sırrıdır. Size ne kadar çok şey söylüyorsa onun hakkında o kadar az şey biliyorsunuz demektir. Ne kadar güzel söylemiş değil mi?
Böylesine görkemli fuarları bir rehberle gezmek oldukça yararlı oluyor. İki yıl önce de yaptığım gibi internetten ücretsiz kayıt olduğum rehberli ziyaretin ilkini Paula Petit adlı fotoğraf sanatçısıyla yaptım. Bir saat boyunca bizi kendi beğendiği ve bize katkısı olacağına inandığı fotoğrafların önüne götürdü. Önce tarihi fotoğrafları göz attık sonra çağdaş olanlara. Fotoğraf tarihinin ilk eserlerinin daha çok amerikan galerinin elinde olduğu anlaşılıyor. Fiyatları da oldukça dolgun. Notre Dame katedralinin yangını hala gündemde olması nedeniyle önce bu konuya bir köşe ayırmış New York dan Hans Kraus galerisini gezdik. Charles Negre’in 1853 yılında çektiği bir çok fotoğrafı görme şansımız oldu. Bu galeride yine tarihi fotoğrafları olan Julia Margaret Cameron, Gustave Le Gray, Henri le Secq, Fox Talbot’nun eserleriniizledik. Ayrıca atların koşarken dört ayağının birden aynı anda yerden ayrıldığını kanıtlayan Eadweard Muybridge’in sinema fikrinin önünü açan araştırmalarını inceledik.
Rehberimiz bizi daha sonra yıldızları yeni parlayan fotoğrafçıların bulunduğu galerilere götürdü.
Yusuf Sevinçli’nin de bağlı olduğu galeride (Les filles du Calvaire) Noemie Goudal’in “Sökülmeler” adlı serisini gördük.
Seyahatlerinden ilham alan, fotoğrafçı ve enstalasyon sanatçısı Noemie Goudal, gerçeküstü fantaziyle modern yaşam arasında boşluk bırakan görüntüler yaratıyor. Terkedilmiş yapılarda, ve harap olmuş ahırlar gibi büyük boyutlu tesisler yaratıyor ve daha sonra bunları gerçek boyutlu baskılara büyütmeden önce fotoğraflıyor. Geleneksel kromojenik Lambda baskıyı kullanarak, bir zamanlar sade, kompozisyonlara nostaljik bir element ekliyor.
Galerinin diğer bir sanatçısı ise Todd Hido. Ortaya çıktığından bu yana fotoğrafçılık, sözde nesnellik ve öznel yanlılık arasındaki bir ikilem ile boğuşuyor. Todd Hido’nun çalışmaları, bir belgesel yaklaşım ve atmosferin “estetiği” ile günlük yaşamın garipliği arasında yer alıyor.
Moustapha Azeroual fas kökenli fransız bir sanatçı. Çağdaş fotoğrafçılar arasında yerini almış bir fotoğrafçı. Günün dğişik saatlerinde yakaladığı ışıkları tek bir kare üzerine toplamış. Bulunduğunuz yere göre farklı bir ışık alıyorsunuz. Echo serisi adını verdiği tek örnek eseri buraya aldık
Başka ilginç bir fotoğraf sanatçısı Benjamin Deroche.“Aydınlanma” adını verdiği serisinin hikayesi şöyle; kaşif, ruhani, Budist, anarşist Alexandra David-Néel adlı Belçikalı-Fransız kadın yazar 1924 yılında yabancılara yasak olan Tibete yaptığı seyahat ile ünlü “Yolda” nın yazarı Jack Kerouac’ı bile etkilemiş. Benjamin Deroche fuarda, Alexandra David Neel’in orijinal fotoğraflarından yola çıkarak ürettiği yer yer altın varak kaplı tek örnek eserlerini sergiliyor.
Fotoğrafta altın varak uygulaması fuarda bizi başka bir fotoğraf sanatçısının yanına götürüyor. Fas kökenli Carolle Benitah, öyle güzel bir hikayeye imza atıyor ki 1000 adet bastırdığı kitabından bir tane edinme arzusu içimizi kaplıyor. Rehberimizin anlattığına göre Carolle Benitah 17 yaşında fransaya gelmiş ve aile bireylerini pek iyi hatırlamıyor ve bit pazarları ve sahaflardan topladığı fotoğraflardaki kişilerin kimliklerini yok etmek için altınla kaplayarak “işte benim ailem” tablosunu yaratmış. İlginç çok ilginç. Başka kaybolmuş fotoğraflara yeni kimlik yüklemek ayrı bir yaklaşım.
Arada tarihi fotoğraflarla güncel fotoğraflar arasındaki fotoğrafların önünde durup onların yorumlarını da dinledik. Yıllarca ailesinin ve çocuklarının fotoğraflarını çeken Sally Mann’ın bugün geldiği yeri değerlendirdik. Kırk yıldan uzun bir süredir, Sally Mann varlığın temel temalarını inceleyen unutulmaz fotoğraflar üretiyor: hafıza, arzu, ölüm, aile bağları, doğanın kayıtsızlığı konuları arasında başta geliyor. Büyük format kamerayla çalışan ve baskılarında bilinçli hatalara yer veren bu önemli fotoğrafçının orijinallerini görmek de bizim için heyecan verici oldu.
Burada çok dikkatimizi çeken ve fotoğrafçılık açısından önemli olduğunu düşündüğümüz Perulu fotoğraf sanatçısı Roberto Huarcaya’nın işini anlatmadan geçemeyeceğiz.
Dünyanın en büyük doğal parkı Bahuaja Sonene’nin balta girmemiş ormanlarında fotoğraf makinesiz sadece dev fotoğraf kağıdı rulosu ile giren ve ay ışığı veya kafa lambasındaki ışıkla pozlama yapan bu sanatçı fotoğraf banyosunu da o anda yapıyor. Upuzun açılıp giden fotoğraf kağıdı şeridinde de ormanın yaprakları ağaçların gövdeleri şekilleniyor. Fazla ışık gören yerler ise kararıyor. Elimizdeki uzun banyo edilmiş fotoğraf kağıdı Amazon ormanlarının hafızası olarak tarihe geçiyor. Perulu sanatçı Roberto Huarcaya ve onu Paris Photo’ya taşıyan Buenos Aires’ten Galeri Rolf Art’ı kutlamadan geçemiyoruz.
Eski fotoğrafların yeni uygulamaları da benzeri heyecanlar yaşamamıza neden oldu. Fotoğraf hepimizin bildiği gibi ışıkla yazmak anlamına geliyor. Işıkla yazmak için bir fotoğraf makinesine bir lense ihtiyaç var mı soruna Paris Photo da bir çok defa doğrudan cevap bulduk. Hayır fotoğraf çekmek için fotoğraf makinesine hatta negatife bile ihtiyaç yok. Hassas bir yüzey yeterli. Tarihi fotoğraf tekniği Cyanotype bir kağıdın üzerine kimya sürüp ışığa maruz bırakma işlemine dayanıyor. Sanatçı Meghann Riepenhoff yıllardır Anna Atkins’in uyguladığı bu tekniğe yeni bir soluk aldırıyor.
Mürekkepli maviler, köpüklü beyazlar ve ara sıra kumla kaplı altın lekeleri Meghann Riepenhoff’un muhteşem kamerasız siyanotiplerinde geniş bir renk yelpazesini oluşturuyor. Sanatçının eserlerinde doğanın gizeminin ve gücünün etkisini hissediyoruz. Riepenhoff’un doğayı ve dokusunu tesadüfe açık bırakıyor. Çalışma alanı ise okyanus kenarlarındaki plajlar.
Yine araya Paris Photo’da her yerede önümüze çıkan önemli bir sözle girip sonra devam edelim. Fotoğraf çekmek; insanın aklını, gözünü ve yüreğini aynı hizaya getirmesidir; Henri Cartier Bresson.
Paris Photo’yu bir de sanat tarihçisi ile gezdik. Onun tercihleri farklı oldu. Önce fuarın resmi kapak fotoğrafının sahibi Zanele Muholi’yi ve fotoğrafını konuştuk. Zanele Muholi Günay Afrikalı bir sanatçı ve aktivist. Muholi’nin çalışması siyah, lezbiyen, gey, ve transseksüel bireylerle ilgili ve ırk, cinsiyet ve cinsellik üzerine odaklanıyor.
Fox Talbot’nun cyanotype yosun ve bitkilerini izleyip fotoğrafın ilk başlarda bilimsel araştırma ile teknik denemeler arasında nasıl gidip geldiğini de konuştuk. Yol üstünde Antione d’Agatha imza saatine denk geldik. d’Agatha Fransada çok sevilen bir fotoğrafçıdır. Karanlık atmosferlerin, karanlık hikayelerin karanlık ve bulanık fotoğraflarını çıkartır.
Ardından ülkemize 2017 den beri birçok kez gelen ve Efes, Pamukkale ve Sagalassos gibi antik kentlerini fotoğraflayan Axel Hütte’nin dev fotoğraflarını izledik. Işık ve mekanın, Axel Hütte’nin sanatsal konseptinin temel parametreleri olduğu fark ediliyor. Kartpostal fotoğraflardan çok uzaklardayız. Axel Hütte Becher’lerin ve Gursky’nin de bağlı olduğu Düsseldorf ekolünden. İnsansız ve teknik özellikleri çok yüksek fotoğraflar çekiyorlar.
Oradan yine başka bir çağdaş Alman fotoğrafçıya geçtik. Kendisi mimar olan Barbara Probst üç boyutlu fotoğraflar oluşturmaya çalışıyor. Üç farklı düzlemden üç kamerayla çektiği fotoğraflarda sadece üç eleman var ve birbirine benzeyen triptikler oluşturuyor. Biz de başka bir alman fotoğrafçının standını ziyaret ederek alman fotoğrafçıları üçledik. Christiane Feser fotoğraf obje oluşturuyor. Önce maket oluşturuyor ışık gölge oyunlarıyla bu mahetin fotoğrafını çekip büyük boyutta özel kağıda basıyor ve bu baskıyı keserek üç boyulu fotoğraf obje elde ediyor. Bakması insana keyif veriyor.
Sanat tarihcisi rehberimiz en son bizi yukarıda CURİOSA; Kaçış NOKTASI olarak tanıttığımız bölüme götürüp 2 arjantin işi gösterdi.
Birincisi sinemanın ilk Arjantinde kullanıldığını iddia eden ve projeksiyon makinesinin ısısıyla tutuşup yanan filmlerden kalan artıkların fotoğrafları ile tarihin yok edildiğini gösteren fotoğraf/video enstalasyonu izledik. Ardından her gün tam saat 12 de ışığa ekspoze ettiği cyanotype kağıtları bir takvim şeklinde sunan Marie Clerel’in işleri bizi oldukça etkiledi.
New York tan Edwynn HOOK fotoğraf tarihinin en önemli isimlerini Paris Photo’ya taşımış. Brassai, Walker Ewans, Dorothea Lange, Dora Maar,Man Ray, Sally Mann, Erwin Olaf, Alfred Stieglitz, Edward Weston. Başka kim kaldı diyeceksiniz. Ansel Adams onu da Santa Monica USA dan Peter Fetterman galeri getirmiş.
Şimdi gelelim benim fuarda en sevdiğim fotoğrafçılara. August Sander’i ve dokümanter fotoğrafçılığı çok severim. Fuarda Sanderin eserlerinin orijinalleri izlemek beni kendimden geçirdi.
Son yıllarda Japon fotoğrafçılarının yükselişi belirgin bir şekilde görülüyor. Bu yılki fuarda çok sayıda Japon ve çinli fotoğrafçının işlerini gördük. Nobuyoshi Araki, Daido Moriyama ve Raven kitabı ile kalplere taht kuran Masahisa Fukase de fuarda mevcuttu. Takeshi Shikama’nın Gampi kağıt üzerine platine/palladium baskı 12 parçalık işi “Hafıza Bahçesi” adını taşıyor. Yuki Onodera dev baskılardan dev kolajlar getirmiş.
Tim Walker’ı uzun süredir takip ediyorum ve beğeniyorum. Fuara 2017 yılında yaptığı bir işiyle gelmiş. Kedi yürüşü adlı eseri ile Tim Walker dünyanın en önde gelen fotoğrafçılarından biri, değişik dünyaları imgeleriyle birleştiren enerjik, yaratıcı bir güç. Tim Walker bana göre günümüzün en radikal, heyecan verici ve özgün fotoğrafçılarından.
Edward Burtynsky Gursky’ye benzettiğim ve büyük boy manzara fotograflarıyla tanıdığımız ve sevdiğimiz bir fotoğrafçı. Kendisini çevreleyen tahrip olmuş bir dünyaya isyan eden bir çevreci fotoğrafçı. Eserleri dünyanın çeşitli yerlerindeki 50 müzede görülebilir.
Paris Photo’nun büyükce bir bölümü dünyanın en önemli fotoğraf yayınevlerine ayrılmış. Steidl ve Taschen dışında onlarca yayınevide stadlarda yerlerini almışlar. Fotoğraf kitabı seven ve toplayan kişilerin burada mutluluğu bulmamaları mümkün değil. Onlarca fotoğrafçı da hergün değişik saatlerde kitaplarını imzalıyorlar. Biz gezerken önümüze çıkanlar Martin Parr ve Antoine d’Agathe’dı
Paris Photo’dan çıkıyoruz ve 3 metro durağı ötede Louvre müzesinin altındaki Fotofever’ı geziyoruz. Daha çok genç fotoğrafçıların yer aldığı, nisbeten daha ucuz eserlerle çağdaş fotoğraf kolleksiyonerliğini destekleyen bu fuarda fotoğrafçıların yarısı kadın fotoğrafçı. Roch Bobois mobilya şirketinin sponsor olup, kolleksiyonerin dairesi olarak düzenlenen alanlarda gözde fotoğraflar sergileniyor. Seçici Yuki Baumgarten bu yılın temaları olan Fransa, Kadın, Doğa, Mimari ve zaman konularına göre fotoğraflar seçerek bu salonları dekore etmiş.
Fotofever da hergün kitap imzalayan fotoğrafçılar, rehberli geziler ve fotoğraf üzerine konuşmalar var. Cecile Schall’in 2011 de kurduğu bu festivali kendisiyle beraber üç kadın yönetiyor. Paris Photo ile ortak hareket ediyorlar.
Fotofever’da 2 sanatçı dikkatimizi çekti. Birincisi arabadaki yeşilli kız fotoğrafını çeken bir çift amerikalı sanatçı, Fromento+Formento olarak adlandırmışlar kendilerini. Diğeri İstanbul’a gelip bir İstanbul kitabı yapan Pariste yaşayan Ludovic Bollo. Bir filmin dekorlarını cyanotype tekniği ile oluşturmuş.
Bu yılki fotofever’da bir de genç bir türk fotoğraf sanatçısı dikkatimizi çekti. Koleksiyonerin dairesine seçilmesi, çok beğeni alıp satış yapması ile gururlandık. Adı Yener Torun. 1982 yılında Tokat’ta dünyaya gelmiş. Çok ve frapan renkli fotoğraflarında sanatçı katmanları sanki düzleştiriyor. Mimari elemanları bozup yeniden yaparak farklı bir gerçeklik yaratıyor. Kendisini başarısından dolayı kutluyoruz.
Fotofever’ı da bir rehberle gezme şansımız oldu. Bir fotoğrafın koleksiyoner için cazip olmasının yollarını anlattı. Yaratıcı, özgün, az bulunur olması önemli özellikler. Bir negatifi 30 dan fazla kullanmak fotoğrafın az bulunur olma kuralını yok ediyor. Bu yıl fotofever’a 100 galeri ve 184 fotoğraf sanatçısı katıldı. 4500 tanesi koleksiyoner olmak üzere 13.000 kişi gezdi. Yüzlerce eser 250 ila 6600 euro arasında alıcı buldu.
Söz festivalden açılmışken bu sıralarda sanat yönetmenliğini ve küratörlügün bir Türkün yaptigi Fransa’nın kuzeybatısındaki Bretanya bölgesinde Baie de Saint-Brieuc fotoğraf festivalinden bahsedelim. Ferit Düzyol’un sorumluluğunda devam eden fotoğraf festivalinde sergilerin tümü, şehir merkezinde 4 mekanda yapılıyor. Bu yıl 8 incisi yapılan festivale katılan fotoğraf sanatçıları şöyle sıralanıyor. Matt Stuart, Florence Levillain, Lucie Pastureau, Cyril Abad, Camille Gharbi, Sabine Weiss, Vianney Le Caer, Pascal Maitre , Agnès Pataux et Eric Pillot.
Sabine Weiss, Fransa’da hümanist fotoğrafçılığın ana temsilcilerinden Robert Doisneau, Willy Ronis, Edouard Boubat ve Izis’le aynı dönemlerde yaşamış diyebiliriz.
Ferit Düzyol İstanbulda Galatasaray lisesini ardından ODTÜ yü bitirip şehircilik yüksek eğitimi için gittiği Paris’te Sipa Press de çalışmış ve ajansın kurucusu Gökşin Sipahioğlu’nun sağ kolu olmuştur. Fransa fotoğraf dünyası kendisini yakından tanır, çeşitli fotoğraf jürilerinde yer alır. 2018 de ve bu yıl Varenne Vakfinca düzenlenen fotograf yarışması jürisinin de baskanligini yapmıştır. Çeşitli festivallerde sergi küratörlüğünü yaptığı gibi 2017 den beri Albert Kahn Müzesi çatısı altında düzenlenen AMAK fotograf bulusmalarının sanat danoşmanılığını da yürütmektedir.
Fransaya fotoğraf görmek için gelen fotoğraf meraklılarına Saint-Brieuc’e kadar bir uzanmalarını ve Sabine Weiss ve diğer fotoğrafçıların birbirinden güzel fotoğraflarını incelemelerini öneririz.
Yazımızı Paris Photo ve Fotofever festivali ile aynı hafta sonuna bilhassa denk getirilerek fotoğrafçıları biraz masrafa sokma amacı taşıyan Salon de la Photo’dan bahsederek noktalayalım.
Salon de la Photo’nun 2 kanadı var. Birincisi sizi bir fotoğraf makinesi veya printer sahibi yapmaya yönelik, diğeri ise baskı ve fotoğraf teknolojisi hakkındaki tüm yenilikleri bilgilenmek isteyenlere aktarmak. Fotoğraf okulları, fotoğraf dernekleri ve federasyonlar hepsi bu fuarda.
Profesyonel fotoğrafçılar, tutkulu fotoğraf meraklıları 5 gün boyunca dünyanın en büyük markaları, üreticileri, ithalatçıları ve fotoğraf okulları bir araya topluyor.
Aslında Photokina kadar büyük olmasa da Salon de la Photo başlı başına bir yazıyı hakediyor. Onu da gelecek sene yazmaya çalışalım dilekleriyle yazımıza son verelim.
Hepinize güzel ışıklı bol fotoğraflar dileriz.
Paris Photo Görselleri
https://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2019/12/visuel-officiel-2019.jpg851600Mehmet Ömürhttps://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2015/05/Mehmet_Omur_Logo.pngMehmet Ömür2019-12-04 00:18:572019-12-04 00:19:02Fotoğraf sever Paris’e kasımda gelir…