KULAĞIMIZIN KAPAĞI YOKTUR.

 

 

 

“KULAĞIMIZIN  KAPAĞI YOKTUR.”

Prof. Dr. Mehmet Ömür

Kulağımızın göz kapağı yoktur. Olmamalıdır da… Çünkü kulağımız, gözümüz gibi dinlenmez. Görevi 24 saat sürer. Kulağımız, tıpkı kalbimiz gibi, hayatımız boyunca, gece-gündüz çalışır. Gücü yettiğince ve biz gürültüyle onu sağır etmediğimiz sürece bize bekçilik yapar. Görevi bizi tehlikelerden korumaktır. Gözümüzün görmediği zamanlarda karanlıkta sesler bizi yönlendirir. Uyuduğumuz zaman, kulağımız seçici çalışmaya başlar, bizi rahatsız etmemek için gereksiz yere uyandırmaz. Evde uyurken köpeğimiz dolaşırsa uyanmayız da, kapının ufacık bir tıkırtısıyla acaba hırsız mı diye hemen yatağımızdan fırlarız.

Günümüzde insanların en çok şikayetçi oldukları konular arasında şehirde güvenlik, çevre kirliliği, gürültü ve trafik gelmektedir. Burada inceleyeceğimiz konu çevre gürültüsüdür. Çevre gürültüsünün temel kaynağı trafiktir. Trafik deyince kornalar, araba alarmları, arabalarda dinlenen yüksek volümlü müzik, motorsikletler, ambulans sirenleri, trenler, uçaklar da işin içinde demektir. Trafiğin yanı sıra komşu gürültüsü, köpek havlaması, diskolarda, barlarda yüksek volümlü müzik, vd. de gürültü kaynağıdır.

Gürültü nasıl oluşur?

Gürültü değişik kökenli, değişik şiddet ve değişik tınıdaki seslerin anarşik bir şekilde bir araya gelmesiyle oluşur.

Gürültü çok eskiye dayanır…

Gürültü kirliliği, esas anlamıyla endüstri devrimiyle başlamıştır. 18. yüzyılda buharlı makinelerin çalışması ve çelik üretiminin aşamaları başlıca gürültü kaynağıydı. Gürültünün zararları daha yeni yeni ortaya çıkmaktadır.

Seneka ve Horacius’a göre, 20 asır önce Antik Roma’da pencerelerin camları yoktu. Evler birbirine çok yakındı. 2. yüzyılda insanlar sokaklarda itiş-kakış halindeydi. Roma’da 1,5 milyon kişi yaşıyordu. Gürültü kaynağı olarak hayvanlar, satıcılar, taşıyıcılar, zanaatkarlar, altyapının ve yolların yapımı ve onarımı, çöplerin atılması, yüksek sesle yapılan kavgalar vardı. Ancak bunlar o günlerde doğal karşılanıyordu. Gürültü kavramı henüz gelişmemişti. Arabalar, yollar tıkanmasın diye, geceleri haraket halindeydi. Astrolojik hareketlere göre bazı geceler insanlar tencere ve tavaları birbirlerine vuruyorlardı.

Paris’te 13. yüzyılda yüz bin kişi yaşıyordu. Sokaklar arnavut kaldırımıydı, ayaklarda sabolar vardı ve araba tekerlekleri tahtadandı. Cenaze törenleri dahil her türlü haber kralın adamları tarafından bağrılarak veriliyordu. Sokak arabaları, satıcılar, hayvan sesleri, sarhoş naraları, insanların kavgaları şehri gürültüye boğuyordu. Londra ve Berlin de aynı durumdaydı. 1930’da Paris emniyet müdürü klakson çalmayı yasaklamıştı.

Kulağı tanıyalım…

“Kimsenin bulunmadığı bir ormanda yere düşen bir yaprak kaç desibel ses çıkarır” diye sorulan tuzak sorunun cevabı “ses çıkmaz” olmalıdır. Çünkü kulağın olmadığı yerde ses yoktur. Sadece dalga boyu ve frekansı vardır. Kısaca, sesin var olması için duyan bir kulağa ihtiyaç vardır.

Gürültünün insan üzerindeki etkisini anlamak için kulağın yapısı hakkında biraz bilgi sahibi olmak gereklidir.

Kulak kepçesi anten gibi çalışır; ses dalgalarını dış kulak yoluna doğru yönlendirir ve yoğunlaştırır. Kanala giren ses dalgası, zara gelene kadar 3-4 cm yol kat eder. Ses dalgasının zara değmesi ile birlikte zar titreşime girer. Zarın arkasında kemikçikler vardır. Bunlardan birincisi çekiçtir ve zara yapışıktır. Çekiçin başı örsle eklem yapar. Örs de üzengi kemikçiğine uzanarak onunla eklem yapar. Oval pencere, üzengi kemiğinin tabanında iç kulak girişini kapatan ikinci bir zardır. Orta kulağın görevi, havadaki ses titreşimlerini katı maddede ilerleyen ses titreşimlerine çevirmektir. Oval penceredeki titreşimler bu kez salyangoz içindeki sıvıları ve diğer anatomik oluşumları titreşime sokar. Koklea diye de adlandırdığımız salyangozun uzunluğu 35 milimetredir.

Kemikçiklerin boyu 10 milimetredir. Ağırlıkları 50 miligramdır. Zar ve kemikçik sistemi daha geniş bir yüzey olan kulak zarından daha küçük yüzey olan oval pencere zarına sesi taşırken 21 defa amplifiye eder.

Salyangozun içi iki bölmeden oluşur. Bu ikiye bölünme, bir kanal aracılığı ile olur. Bu kanalın adı koklea kanalıdır. Koklea kanalının üst kısmında kalan bölmenin adı vestibüler bölme, alttakinin adı ise timpanik bölmedir. Koklea kanalının içinde ses titreşimlerini elektriksel enerjiye çeviren ve bunu hangi şifreleme sistemine göre yaptığı henüz çözülememiş olan Corti organı vardır. 19. yüzyılda yaşamış olan İtalyan fizyolojist Corti, bu organı ilk tanımlayan kişi olduğundan, organa onun ismi verilmiştir.

Corti organında 15 bin tüylü hücre bulunmaktadır. Bu hücreler 4 sıra halinde yerleşmiştir. 3 sıra dış tüylü hücre, bir sıra iç tüylü hücre vardır. Oval penceredeki hareketler yayılarak koklea kanalındaki zarın harekete geçmesine neden olur. Bu hareket tüylü hücreleri uyarır.

Koklea zarının adı baziler zardır. Salyangozun girişinde, kalın ama dar olup, tepeye doğru incelip genişler. Salyangozun girişindeki bölgeler tiz seslerle titreşime girerken, seslerin frekansları düştükçe daha ilerdeki bölgeler titreşime girerler.

Baziler zarın titreşimleri ses dalgasının spektral analizini yapar. Dış tüylü hücreler daha önce uyarılırlar ve seçici amplifikatör gibi çalışırlar. Koklea yan yana dizilmiş filtreler gibi davranır. Her filtre bir frekansı alır ve ileriye doğru yan bölge bir alt frekansı algılar. Sıvı ortamdaki hareketler tüylü hücreleri uyarırlar. Uyarılmış tüylü hücreler titreşimleri elektrik akımına çevirirler. Bu elektrik akımı artı ve eksi olarak 30 bin liften oluşan işitme siniri ile beyne taşınır. Beyin korteksine belirli bir şifreleme ile gelen bu elektrik akımı kortekste Brodmann 41 ve 42 no lu alanlarda (Heschl gyrus’u veya kıvrımının yanında) deşifre edilerek algılanır.

Kulak, sesleri büyük bir hassasiyetle tespit ve analiz eder. Kulağın hassasiyeti bütün ses frekansları için aynı değildir. Sesler tizleştikçe daha zor duyarız.

Hassas bölge 500 ile 3.500 Hz arasındadır. Desibel (dB) bu hassasiyeti en güzel göz önüne alan ölçü birimidir. Ancak logaritmaya bağlı bir ölçü olması biraz kafa karıştırır. 3 dB’lik bir artış, akustik enerjinin 2 misli arttığını gösterir. Bu 3 dB’lik artış, kulağın fark edebildiği en hafif ses artış düzeyidir. 0 dB, ses olmadığının göstergesi değil, sadece normal bir kişinin ses algılama düzeyidir. Bazı insanlar, özellikle müzisyenler, -5, hatta -10 dB sesleri duyarlar.

Ses kaynakları değişken olduğundan, kişinin zaman içindeki gürültüye maruz kalma düzeyi değişir. Bir anlık gürültüye maruz kalmanın geometrik olarak ölçümü, kişinin gerçek gürültü altındaki durumunu göstermez. Bir saat, bir gün, bir hafta gibi belirli bir zaman dilimindeki toplam gürültü dozunu ölçmek için daha uygun yöntemler kullanılır. Belirli bir T zamanında dB olarak bir ölçüm level equivalent (düzey eşdeğeri) denilen bir birim olarak belirlenir ve LEQ olarak ifade edilir. LEQ uluslararası bir birimdir ve gürültüye bağlı rahatsızlığı ifade eder. İzin verilen gürültü miktarları da, sektörlere göre, LEQ cinsinden ifade edilir. Örneğin Fransa’da otoyollarda saat 08:00 ve 22:00 arasında 60 dB LEQ’e izin verilirken, bu değer gece 22:00 ile 06:00 arasında 55 dB LEQ’e düşer.

Normal bir işitme, bütün insanların hatta anne karnındaki bebeklerin en önemli ihtiyaçlarından biridir. Anne karnındaki bebekler bazı seslere tepki verirler. Bebek telefon sesini, annesinin şarkı söylemesini algılar. Ama 80 dB’lik bir sesten rahatsız olur. Anne vücudu, karnındaki bebeği gürültüye karşı bir yere kadar korur. Yüksek volümlerde koruyamaz. Bebek huzursuz olur. Anne karnında seslere cevap vermeyen bebekte, işitme kaybından veya başka bir sorundan şüphelenilmelidir. Bebeğin sesle olan ilişkisi, kulağın gelişmesine etki eder. Bu nedenle annenin yüksek şiddetli seslerden uzak durması gerekir. Ancak bütün seslerden uzak durmak da, çocuğun kulak eğitimi açısından sakıncalıdır.

Ellimizden sonra fizyolojik bir durum, kulağın yaşlanması demek olan, presbiakuzi başlar. Herkesin başına gelir ve zaman içinde ilerler. Geriye dönüşü de söz konusu değildir. Bu durum, gözdeki yaşlanmaya bağlı olarak görme keskinliğinin azalması gibi değerlendirilmektedir. Ancak, bu duyma kusuru, bütün insanları aynı derecede etkilemez. Bazı insanlarda daha erken ve daha çok olurken, bazılarında geç ve hafif olur.

Fransa’da 65 yaş üstü 3 milyon kişide presbiakuzi vardır. Bazı faktörler presbiakuziyi hızlandırır. Bunların arasında kalıtım, daha önceleri geçirilmiş kulak hastalıkları, psikolojik hastalıklar, damar hastalıkları ve gürültü sayılabilir.

Presbiakuzide üst tonlarda işitme kaybı daha çok olur. Üst tonları az duyup, alt tonları normal duymak, kişinin iletişimini ve algılamasını bozar. Yaşlılıkta işitme sisteminin dışında sinir sistemi de bozulduğundan, sözlerin anlaşılabilirliği de bozulmaktadır. Yaşlı kişi duymadığından değil, anlayamadığından yakınır.

Normal bireyde işitme ile anlama aynı andadır. Az işitende ise işitme ile algılama arasında ayırt etme süreci vardır. İşte bu yüzden yaşlılar kendilerini zor durumda hissederler ve kızgın bir ruh hali içinde çevrelerini dışlamaya başlarlar. İçlerine kapanırlar. Önce tiyatro ve sinemayı bırakırlar, sadece aile içi toplantılara katılırlar, sonraları tamamen izole olurlar. Bazı yaşlılar, bu eksiklerini kabul etmezler ve cihaz takviyesini istemezler. Uzun süre cihaz kullanmadan bekleyenlerde ise sonradan cihaz uygulanmasında sorunlar yaşanır. Yaşlılar cihaza adapte olamazlar. Bu nedenle yaşlılarda presbiakuzinin başladığı fark edildiğinde hemen cihaz kullanmak çok yararlı olur.

İstatistiklere gör, Danimarka’da az duyanların % 60’ı Almanya’da, % 30’u, Fransa’da % 10’u cihaz kullanmaktadır. Türkiye’de ise bu oranın % 3 civarında olduğu düşünülmektedir. İnönü ve Reagan gibi birçok ünlü, cihazla bütün işlerini sağlıklı biçimde sürdürmüşlerdir. Dünyada her yıl 4 milyon işitme cihazı satılmaktadır.

Gürültünün etkileri:

Gürültünün sağlığa fiziksel etkileri, akut ya da kalıcı işitme kaybı olarak ortaya çıkar. Akut işitme kaybı durumunda antioksidan özelliğe sahip Edaravone ilk 24 saatte verilirse tedavi mümkündür.

Gürültünün fizyolojik etkileri kan basıncının artışı, dolaşım bozukluğu, solunumda hızlanma, kalp atışında hızlanma, ani refleks, kalp enfarktüsü, mide-bağırsak sistemi sorunları ve kadın hastalıklarıdır.

Psikolojik etkiler, davranış bozukluklukları, agresyon ve şiddetle kendini belli eden aşırı sinirlilik, stres, anksiyete, kızgınlık, üzüntü hali, depresyon, bulimiya, insomniya ve cinsel isteksizliktir.

Gürültünün performans etkileri iş veriminin düşmesi, konsantrasyon bozukluğu, hareketlerin yavaşlaması, okuma skorunun düşmesi, çocuklarda konuşmanın gecikmesidir.

Gürültüye bağlı işitme kayıpları

160 dB ses şiddetinin üzerindeki şiddet, kulak zarını yırtar. Kemikçikler yerlerinden ayrılabilirler. Gürültü bazen geçici bir işitme kaybına yol açabilir. 4.000 Hz’i 5 dB’de duyarken, 20 dB’e kadar açmak gereği hissedilebilir. Birkaç saat veya gün sessiz ortamda dinlenen kulak, eski işitmesine kavuşabilir. Bu duruma temporary shift (geçici kayma) diyoruz. Ancak iç kulak hücreleri harap olursa işitme kaybı kalıcıdır. Buna ise permanent shift (kalıcı kayma) denir.

80 dB üzeri ses şiddeti, dış tüylü hücrelerde akustik travma yapar. Çünkü bu hücreler seslere daha hassastırlar. Bu hücreler ölürlerse, iç hücreleri uyarmak için 40–50 dB daha fazla ses şiddeti uygulamak gerekir. Tüylü hücrelerin ölümü, geri döndürülemez işitme kayıplarına yol açar. TVnin elektronik devrelerinin yanması gibi bir durum ortaya çıkar. TV cihazında devreler değiştirilebilir, ama insanın iç kulağına yeni tüylü hücre yerleştirmek bugün için mümkün görünmemektedir. Hele bu hücreleri imal etmek hiç mümkün değildir.

Gürültünün şiddeti tek başına işitme kaybı nedeni değildir. Titreşimlerin frekans dağılımı, süresi, başlangıç şekli, gürültünün oluştuğu ortam, işitme kaybını etkileyen faktörlerdir. Örneğin aynı şiddet ve frekanstaki bir gürültü, tek noktadan çıkıyorsa başka, çok noktadan çıkıyorsa başka türlü etkiler. Çok noktadan çıkan gürültü, kulağı daha olumsuz etkiler ve işitmeyi daha çok bozar.

Süre-şiddet ilişkisi gürültünün tehlike boyutunu gösterir. Aynı şiddet ve frekansta tekrarlayan sesler devamlı sesten daha zararlıdır.

Gürültü seviyesi ile hissedilen rahatsızlık her insanda aynı değildir. Bazı insanların gürültüden rahatsızlık duymadıklarını, bilakis zevk aldıklarını biliyoruz. İnsanlarda gürültüden rahatsızlık duyma oranı % 25 olarak bulunmuştur. Örneğin sessiz bir bölgeden şehre taşınmış bir ailede gürültüden şikayet, yıllardır şehirde yaşayan bir aileye göre daha azdır, çünkü yeni taşınanlar bunun ödenmesi gereken bir bedel olduğunu düşünmektedirler.

Gürültüden rahatsızlık çok düşük seviyelerde bile duyulabilir. Gürültünün bazı özellikleri bu rahatsızlıkta rol oynamaktadır. Tekrarlayan gürültü veya gürültüyü kontrol etmedeki güçlük gibi. Gürültünün rahatsız edici diğer bir özelliği, başkasından geliyor olmasıdır. Kendi gürültümüzden o denli rahatsız olmayız. Gürültünün yaptığını somut bir ölçü birimiyle ölçmek ve derecelendirmek mümkün değildir. İnsanlar komşularının 50-60 dB’lik gürültülerinden rahatsız olurlarken, işyerlerinde 80 dB’lik gürültüye razı olmakta ve seslerini çıkartmamaktadırlar. Sosyoekonomik düzeyi iyi olan kesimin gürültüden daha fazla rahatsız olduğu ortaya konmuştur. Kişinin psikolojik yapısı da gürültüden rahatsız olma düzeyini belirlemektedir.

Stres

Kulağın taşıdığı işitsel uyarılar, kulak dışında tüm vücudu etkilemektedir. Havaalanı yakınlarındaki bölgelerde tansiyon ilacı kullanımının fazla olduğu saptanmıştır. Yine bu bölgelerde, psikiyatri konsültasyonlarının diğer bölgelerden daha fazla olduğu anlaşılmıştır. Sakinleştirici ilaçların ve uyku ilaçlarının bu bölgede yaşayanlarca daha fazla tüketildiği de ortaya konulmuştur. Sonuç olarak gürültüye maruz bölgelerde yaşayan insanlarda hastalıklı bir hal olduğu görülmüş ve bu kişilerin tedavi arayışında oldukları anlaşılmıştır. Gürültünün stres kaynağı olduğu çeşitli çalışmalarla gösterilmiştir. Titreşimler kişiyi hasta edebilir. Sürekli titreşimler atardamarlarda ve toplardamarlarda beslenme bozukluğuna yol açmaktadır. Titreşimler kişilerin sinir sistemlerini bozarak nevroza kadar götürmektedir. Gürültünün depresyona yol açtığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Gürültü altında çalışanların kronik olarak yorgun oldukları da gösterilmiştir.

Gözle ilgili sorunlar

Gürültü gözde de rahatsızlıklara yol açmaktadır. 100 dB gibi yüksek bir gürültüye uzun süre maruz kalan kişilerin görme alanlarında 10 derece daralma olduğu saptanmıştır. Bunun yanı sıra görme derinlik duygusu azalmakta ve gece görüşü bozulmaktadır.

Kalp-damar sistemiyle ilgili sorunlar

İngiltere’de otobüs şoförleri ile arkada duran biletçiler arasındaki tansiyon sorunlarının çok farklı boyutlarda olduğu anlaşılmış. Sürekli gürültü ile ani ve tekrarlayıcı gürültülerin farklı etki ettiği gösterilmiş. Uçak gürültüsüne maruz kalanlarla, otoyolların kenarlarında oturanlarda tansiyonun daha yüksek olduğu bulunmuş. Tansiyon ile gürültü seviyesi arasında doğrusal bir ilişki olduğu bulunmuş. Tansiyonu yükselten çok faktör vardır. Uzun süre gürültülü bir ortamda çalışmanın kalp-damar sisteminde hasar yaratma riski % 60 olarak bulunmuş. Gürültüye bağlı işitme kaybı olanlarda kalp-damar sorunlarının da paralel olarak bulunduğu ortaya konulmuş. Tansiyonu normal olan kişiler laboratuvar ortamında gürültüye maruz bırakıldıklarında, değişik oranlarda geçici tansiyon yükselmeleri saptanmış.

Uyku ve gürültü

Uyku sorunlarının % 75’i gürültüye bağlanmaktadır. En çok da trafik gürültüsü sorumlu tutulmaktadır. Gürültü nedeniyle uyku uyumakta güçlük çekenler, ertesi gün yorgunluk hissetmekredirler. Bu durum süreklilik gösterirse, depresyona kadar giden sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Gürültüye alışmanın rahat uyku uyumaya veya kalp-damar hastalıklarından korunmaya fayda etmediği de gösterilmiştir. Gürültü 40 desibelin üzerine çıktığında uykuyu bozar. Bu konuda kişisel farklılıklar gözlenmektedir. Kadınlar erkeklere göre gürültüden daha çok rahatsızlık duymaktadırlar. Uzun süre gürültülü yerde yaşamanın gürültüye karşı alışkanlık oluşturduğu anlaşılmıştır. Askeri tatbikatların yapıldığı bölgelerde yaşayanların gece yapılan tatbikat sırasında uyuyabildikleri gösterilmiş.

Gürültü ile ilgili bazı istatistiki bilgiler:

Yapılan araştırmalarda İsviçre’de sadece trafik gürültüsü nedeniyle 500.000 kişinin sağlık sorunu yaşadığı ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak yapılan masraf ise yarım milyar İsviçre Frankı olarak hesaplanmış.

Fransa’da 5 milyon kişide kulak sorunu olduğu saptanmış. Bu kişilerin 2 milyonu 55 yaşın altındaymış. Fransız işçilerin %7’si işyerlerinde tehlikeli boyutta gürültüye maruz kalıyormuş.

Sekiz Amerikalıdan birisi kulağından rahatsızmış.

Gürültüden en çok kağıt ve odun sektöründe çalışan işçiler gürültüden etkileniyormuş.

Erkekler kadınlardan 5 kat daha fazla gürültüye maruz kalmaktaymış.

Gürültü ile ilgili bazı araştırmaların sonuçları:

Fareler üzerinde yapılan araştırmalarda gürültüye maruz kaldıklarında farelerin kalp kaslarındaki hücrelerinde mitokondriyalarının harap olduğu gösterilmiştir. Mitokondriyaların kristaları erimiş, matrisleri sulanmıştır.

Uyku sırasında hissedilen uçak veya ağır vasıta gürültüsü subkortikal bölgedeki Amigdalia denilen anatomik bölgede algılanır ve hemen stres hormonu salgılanır. Bu hormonun regülasyonundaki bozulma kalpte iskemi yaratır. Bu da miyokard enfarktüsü riskini arttırır.

Extasy miyokard hücrelerinde myositolize yol açarak ani ölümlerden sorumlu tutulmaktadır. Extasy kullananlarda taşikardi, aritmi ve hipertansiyon yaygındır. Extasy genellikle yüksek volümlü ortamlarda kullanılır. Yüksek volüm de tek başına miyokardı etkiler. Hem extasy, hem de yüksek volüm birlikte olduğunda mitokondrialarda değişiklikler olduğu bilimsel olarak gösterilmiştir.

Hipofiz ve böbreküstü bez arasında (HPA hipotalamus-pituitary adrenal axis) bir eksen ve bağlantı vardır. Bu eksen üzerinden stres hormonları salgılanmaktadır (corticotropin releasing hormon ve ACTH adrenokortikotropin hormonu). Gürültü uyaranı korteks altında amygdalia denilen bir bölgeyi uyararak bu eksenin devreye girmesine ve stres hormonlarının salgılanmasına neden olmaktadır. Bu etki özellikle uykuda ve sabaha doğru saatlerde daha fazladır ve korteks tarafından kontrol edilememektedir. Eğer bu eksen uzun süre uyarılırsa bir çok yan etkiler ortaya çıkmaya başlamaktadır. Örneğin bağışıklık sistemi çöker (immünosüpresyon) eosinofili ile kendini belli eder. İnsüline resistans oluşur (diyabete eğilim). Kardiovasküler (kalp-damar sistemi) hastalıkları, hipertansiyon ve ateroskleroz ortaya çıkar. Kalsiyum metabolizması bozulur (osteoporoz). Bağırsak sorunları (stres ülseri) oluşur. Stres dismenoresi yapar.

Almanya’da Griefahn adlı araştırmacı gürültünün psikolojik etkilerinin incelemiş. İletişim sorunları, uyku sorunları, performans düşmesi, iç sıkıntısı ve davranış bozukluklarının gürültüyle ilişkili olduğunu bulmuştur. Almanların % 16’sı gündüz saatlerinde zararlı derecede gürültü düzeyine maruz kalmaktadırlar.

İsveç’te yapılan bir araştırma, gürültüye maruz kalan çocukların kulaklarının diğer çocuklardan 4 kat daha fazla çınladığını göstermektedir.

Finlandiya’da yapılan bir araştırma ise gürültüye karşı kişisel hassasiyet farkının kalıtsal bir özellik olduğunu göstermiştir.

Polonya’da yapılan bir çalışmada gürültüye maruz kalanların arteryal hipertansiyon, peptik ülser, lokomotor sistem hastalıklarına daha fazla yakalandıklarını göstermiştir. Aynı araştırma, kalpte kan akımının azalması,diyabet, tümoral oluşumlar ve sinir sistemi hastalıklarıyla gürültüye maruz kalma arasında ilişki olabileceğini göstermektedir. Başka bir çalışmada, bu ülkede kulak çınlamalarının bir numaralı nedeni olarak gürültü bulunmuştur.

Portekiz’den Bronco adlı bir araştırmacı Vibroakustik hastalık diye bir hastalık tanımlamıştır. Bu hastalığın özelliği, 10 seneden fazla süreyle 500 hertz ve 90 desibele maruz kalınca, sinsi bir şekilde, hücrelerin matrislerinde değişikliklerin olmasıdır. Bu ülkede yağ fabrikalarında çalışan ve gürültüye maruz kalanların tansiyonları normalden yüksek bulunmuştur.

Brezilya’da 6 sene otobüs şöförlüğü yapanların kulaklarında akustik travma bulunma riskinin, normal kişilere göre 20 kat daha fazla olduğu hesaplanmıştır.

Kore’de havaalanında çalışanlardan sigara içenlerde, hipertansiyonu olanlarda, ilaç kullanan ve kulak koruyucusu kullanmayanların kulaklarında işitme kaybının kayda değer şekilde fazla olduğu bulunmuştur.

Amerika’da Detroitli Seidman, 2003 yılında farelerle bir deney yapmıştır. Farelerin yarısına su, diğer yarısına da şarap içirmiştir. Şarap içenlerde gürültüye bağlı eşik kaymasının yani olumsuz etkilenmenin daha az olduğunu göstermiştir. Bu etkinin şaraptaki antioksidan özellikten kaynaklandığını düşünmüştür.

Amerika’da 10 işçiden birisi tehlikeli boyutta gürültü altında çalışmaktadır.

Avustralya’da yapılan bir çalışmada işçilerin kulaklarını korumadıkları anlaşılmıştır. İşitme kaybı olanlar da olmayanlar da kulak koruyucu kullanmamaktalarmış.

Kimyasallar, gürültünün sağlık üzerindeki olumsuz etkisini arttırmaktadır. Böcek ilaçları, çözücüler, tiner gibi maddelerin içinde bulunan karbon monoksit, hidrojen siyanid ve benzeri maddelerin gürültüye maruz kalanlarda işitmenin bozulmasına fazladan katkıda bulunduğu ortaya çıkartılmıştır. Kaliforniya’da yapılan bu çalışmanın sonucunda bu konuda özellikle çocuklarda çok dikkatli olunması gerektiği vurgulanmıştır.

Çeşitli çalışmalarda, darbeli gürültünün sürekli gürültüden daha zararlı olduğu gösterilmiştir.

Desibel cehennemi: Gürültülü bir dünyada yaşam

Gürültüyü arzu edilmeyen bir ses olarak tanımlayanlar var. Ancak bir kişi için istenmeyen ses, başka birisi için zevk kaynağı olabilmektedir.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre dünyadaki etkisi geri döndürülemeyen en önemli mesleki hastalık, gürültüye bağlı işitme kaybıdır. Her yıl 120 milyon kişiyi etkilemektedir. Bu kadar önemli bir hastalık olmasına rağmen maalesef yeterli önlem alınmamakta veya alınamamaktadır. Bunun nedeni olarak, çoğu kez, dünyanın giderek elektronik bir kimliğe bürünmesi görülmektedir. Çeşitli gürültülü, güçlü ses veren cihazların üretimi, çok sayıda arabanın trafiğe çıkması, hava trafiğinin artması, giderek gürültü kaynaklarının artmasına neden olmaktadır.

Trafik en önemli sorundur. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde 100 milyon kişi trafik gürültüsü içinde yaşamaktadır. Yine aynı ülkede 30 milyon kişi zararlı seviyede ses düzeyine maruz kalarak çalışmaktadır. Bu insanlar inşaat, ziraat, maden, eğlence, ulaşım sektöründe, çeşitli fabrikalarda ve askeri sektörde çalışmaktalar. ABD endüstrideki gürültüyü tam olarak ölçüp engellemede güçlük çekmektedirler. Avrupa’nın bu konuda Amerika Birleşik Devletleri’nden daha başarılı olduğu kabul edilmektedir.

Gürültü genelde onu yaratmayanların tanımladıkları bir sestir. Pasif sigara içiciliğine benzer. Arzu etmezsiniz, ama kontrol de edemezsiniz. Günümüzde ev aletleri bile gürültü üretiyorlar. Elektrik süpürgeleri, saç kurutma aletleri, 90 dB’e kadar varan sesler çıkarıyorlar.

Formula 1 yarışlarında, 2002’de, Almanya’da 177 dB’lik ses rekoru var. Bazı arabaların stereo müzik setleri, pencere açık olduğunda, arabanın dışına 140-150 dB ses verebiliyorlar.

Avrupa çevre örgütlerine göre Avrupa’nın % 65’i 55 dB ve % 17’si 65 dB gürültüye maruz kalarak yaşamaktadır.

Havaalanları ve uçaklar, hızlı trenler ve otoyollar çevrelerinde hayatını sürdüren yüzbinlerce kişiye gürültü cehennemi yaşatmaktadırlar. Günümüzün modern teknolojisi gürültüye kolay kolay çare bulunma imkanının olmadığını düşündürmektedir.

Taşra da gürültüden zarar görüyor. Çiftçilerde bile gürültüye bağlı çeşitli derecelerde işitme kaybına oldukça sık rastlanmaktadır. Japonya’da çevreye anons yapan hoparlörlerin sesinden korunmak için insanlar işlerine giderken kulak tıkacı kullanmaktadırlar.

Bugün arabalarımızda dinlediğimiz müzik setleri 1960’lı yıllarda Beatles konserlerindekinden daha fazla ses üretebilmektedir.

Kömür madenlerinde çalışanlar 52 yaşlarına gelinceye kadar % 90’ında işitme kaybı gelişmektedir. Halbuki toplumda bu oran ortalama % 9 olarak saptanmıştır.

İnşaat işçilerinin yarısında, 50 yaşlarına geldiklerinde belirli bir derecede işitme kaybı oluşmaktadır. Gürültü, kulak çınlamasına yol açmaktadır. Amerika’da 12 milyon kişi kulak çınlamasından yakınmaktadır. Bu nedenle 1 milyon kişi günlük işlerini yürütmede zorlanmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde çocukların % 12’sinde gürültüye bağlı olmak üzere, tek veya iki kulakta, değişik derecelerde işitme kaybı saptanmıştır. Bu işitme kaybını yapan araçların arasında stereo müzik aletleri, konserler, diskolar, oyuncaklar, çim biçme makineleri ve çatapatlar sayılmaktadır.

Birçok müzisyen ve ses mühendisinin işitme kaybı vardır.

Gürültünün etkisi ve zararı kulakla sınırlı kalmamaktadır. Gürültü tansiyonu yükseltir, solunumu zorlaştırır, uykuyu kaçırır, nabzı arttırır, beyin kimyasını değiştirir ve bunların hepsi de ölçülebilir. Bu değişikliklere bağlı olarak da iş verimi düşer, öğrenme kapasitesi azalır, okulda ve işte devamsızlık artar, ilaç kullanımı ve kazalar artar. Çocuklarda da kan basıncında ve nabızda artış saptanmıştır. Bu konuda yoğun araştırmalar devam etmektedir. Ama sorunları bulmak, işi çözmemektedir. Dünya bu gürültüyü durdurmakta zorlanmaktadır.

Tren yolu tarafındaki dershanelerde öğrenim gören çocukların diğer taraftaki çocuklardan daha zor okuma yazma öğrendikleri de bir araştırmayla gösterilmiştir.

Havaalanları gürültü kaynaklarının başında sayılmaktadır. Frankfurt havaalanının çevresinde sadece 2002 eylül ayında gürültüye bağlı olarak 56.330 adet şikayet yapılmıştır. Bu rakam bir önceki yılın şikayet sayısından % 30 daha fazladır. Yine 2002 yılında Londra’da bir havaalanına yapılacak ek üç pist için her gün 100 civarında itiraz dilekçesi verilmekteydi. 2003 yılında, Amerika’nın Oregon eyaletinde, Portland havaalanı genişletme çalışmaları çevrede oturan insanların yaptıkları gösterilerle engellenmiştir. Havaalanı zaten yoğundu. Yılda 12 milyon kişi ve 29.000 kargo uçağının trafiğini sağlamaktaydı.

“Gürültüsüz Amerika Derneği” ümidini yitirmiş durumda. Amerika’da gürültüye karşı savaşan bu derneğin yetkilisi bir eyalette araba müzik setlerini engelleyici bir yasa geçirmeye çalıştıklarında bile karşılarına çıkan lobilerin etkisini gördüklerini ve önerinin kısa bir süre sonra ortadan kaldırıldığını söylemektedir.

Gürültüyle mücadele konusunda Amerika Birleşik Devletleri de yetersiz kalmaktadır. Verilen gürültüyü önleyici yasa teklifleri bir şekilde rafa kalkmaktadır. Reagan, 1982’de gürültü için ayrılması düşünülen fonlara onay vermemiştir. Böylece o yıllarda gürültüye karşı yapılacak çalışmalar için para ve insan kaynağı bulunamamıştır. Ancak 1997’de yıllık 21 milyon $ ayrılmaya başlanmıştır.

Hükümetlerin halkın sağlığını koruma ile ilgili sorumlulukları vardır. Ciddi eğitim programlarının her seviyede geliştirilmesi zorunludur. Şehirlerin gürültü haritalarının çıkartılması gerekmektedir. Paris şehri bu işi başarmıştır. Bu haritalar bilgisayar programları aracılığı ile incelemeye alınıp yeni yapılacak yapılara buna göre izinler verilmelidir.

Hastaneler bile gürültü konusundan arınmış değildir. Vardiya değişimleri, dosya gürültüleri, yürüyen arabalar hastane içinde bile bir gürültü kirliliği nedeni olmaktadırlar.

Konu 21. yüzyılın en önemli çevre sağlığı konusudur ve elbirliği ile çözülmesi gerekmektedir.

Türkiye’de durum

Prof. Dr. Selma Kurra, gürültünün tamamen sıfırlanamayacağını, ancak kabul edilebilir değerin altına düşürülebileceğini düşünmektedir. Hazırlanan gürültü haritasında 65 dB kara bölge, 65-55 dB arası gri bölge, 55 dB altı da beyaz bölge olarak belirleniyor. Haritayı incelerken, Türkiye’de kara bölgelerin fazlalığı dikkat çekmektedir.

Prof. Dr. Selma Kurra, yaptığı bir araştırma ile İstanbul’da her iki çevre yolunda ve boğaz köprülerindeki gürültü düzeylerinin insan sağlığını etkileyici düzeyde olduğunu ve bu gürültü seviyelerinin her yıl belirli bir oranda arttığını bulmuştur. Buna bağlı olarak 3. boğaz köprüsü yapımının boğazda sessiz kalan son noktaları da ortadan kaldıracağı konusunu gündeme taşımıştır.

İstanbul İl Çevre ve Orman Müdürlüğü’nce yapılan araştırmanın kapsamında, kentte gürültüyle ilgili 184 şikayet alınmış. En çok şikayet konuları, ”müzik, sanayi, inşaat, işyeri, hayvan kesimi, ezan, okul zili, taşıt, pazar yeri, soğutucu, spor ve trafo” olarak belirlenmiş.

Ülkemizde gürültüden rahatsız olan, Gürültüyle Mücadele Birimi’ne başvurabilir. İl Mahalli Çevre Kurulu kararı ile 1994 yılında oluşturulan Gürültüyle Mücadele Birimi, İl Çevre ve Orman Müdürlüğü İdaresi’ne bağlıdır. Bu birim Ankara’da gürültü kirliliğinin önlenmesi için, 09.00-18.00 ve 18.00-03.00 saatleri arasında iki ekip halinde çalışıyor. Gürültüyle Mücadele Birimi, eğlence yerleri, meskenler ve trafikten kaynaklanan gürültülerin önlenmesine yönelik olarak denetimler yapıyor. Eğlence yerleri rutin olarak denetlenirken, gürültü izleme kontrollerinde ses seviyesinin 90 desibelin üzerine çıkıp çıkmadığına bakılıyor. Kent genelinde bu kapsamda, düğün salonlarıyla birlikte yaklaşık 800 işletme periyodik olarak kontrol ediliyor.

Trafik alanındaki çalışmalar, araçlara takılan havalı korna ya da patlak egzozlar dolayısıyla gelen şikayetler üzerine gerçekleştiriliyor. Bu araçların tespiti halinde, emniyetin trafik birimleri aracılığıyla işlem yapılıyor.

Şikayetler “176 Gürültü İhbar Hattı”na telefonla, yazılı dilekçeyle ya da bizzat birime gidilerek yapılabiliyor. Gürültü kirliliğinin tespiti halinde, şikayet kaynağının ortadan kaldırılması ya da izole edilmesi için 30 gün süre veriliyor. Yapılan uyarılara rağmen gerekli düzenlemeyi yapmayanlara, Çevre Kanunu’na dayanılarak ceza kesiliyor. Buna göre, şahıslara 145 milyon 933 bin lira, tüzel kişilere 437 milyon 811 bin lira, 212 sayılı Vergi Usul Kanunu’na göre defter tutma zorunluluğu olan yerlere ise 729 milyon 697 bin lira para cezası uygulanabiliyor.

Kayıtlara göre Gürültüyle Mücadele Birimi’nde, 2003 yılında mevcut eğlence yerlerinin rutin denetimleri çerçevesinde 2 bin 375 çalışma yapılmış. Birime 205 şikayet ulaşmış, denetimler sonucunda 33 işyeri ile vatandaş, kişilerin huzurunu, beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde gürültü yaptıkları için yaklaşık 73 milyar 300 milyon lira para cezasına çarptırılmış.

Sonuç olarak; gürültü sağlık açısından giderek artan bir tehlike oluşturmaktadır ve çözümü de oldukça zor gibi görünmektedir.

Paris’te bir Japon Ressam; Kojiro Agaki 

 

Paris’te bir Japon Ressam; Kojiro Akagi

Paris Seni seviyorum

Mehmet Ömür

 

 

 

 

 

 

Yabancı Basın Üyeleri Derneği olarak Japon Kültür Merkezi tarafından ağırlandık. Japon Kültür Merkezi başkanı Suzuki bizi odasında kabul edip, merkezin kuruluşundan bugüne kadar olan gelişimini anlattı. Sorularımıza cevap verdi. Ardından giriş katındaki sergi alanında Kojiro Akagi’nin “Paris Seni Seviyorum” adlı sergisini gezdik. Akagi ilginç bir sanatçı. Paris’e 1963 yılında, 29 yaşındayken burslu olarak güzel sanatlar okumak üzere geliyor. Aslında ülkesinde üniversitede fizik bölümünde okumuş ve ama hayatını Paris’te geçiriyor. Eşiyle birlikte geliyorlar, hiç çocukları olmuyor. İlk başlarda geçinmek için Japonya’daki moda dergilerine Paris modasından haberler ve fotoğraflar gönderiyor. Yani bir gazeteci gibi çalışarak hayatını kazanıyor. Eşi de “Haute Couture” alanında işler yapıyor. Akagi bu süreç içerisinde sürekli olarak Paris sokaklarında insanların dikkatini çekmeyen sıradan görüntülerin resimlerini çiziyor. Önce desen olarak yaptığı çizimleri daha sonra yağlı boyaya taşıyor. Kullandığı renkler ve tekniği çok özel. Bu resimleri ile sergiler açıyor. Başarılar kazanıyor, ödüller alıyor. Fransa’dan şövalye ünvanı ve madalyasına layık görülüyor. Son günlerini geçirmek üzere geçtiğimiz yıl Japonya’ya ailesinin yanına dönüyor. Sergide çektiğim bazı fotoğrafları burada sizlerle paylaşıyorum. Özellikle kırmızı ince çizgilerle boyalı tablolar çok dikkat çekici. Sanat açısından yaşamında belirli periyodlar var. Önce beyaz arka planlar kullanırken daha sonra çok renkli veya kırmızı arka planlara geçtiği dönemleri var. Başta çizimlerini yapıyor arkasından birkaç yıl sonra yağlı boyaya taşıyor. Bazı eserleri ilk olarak beyaz yapıyor daha sonra kırmızıya taşıyor. Aynı yere 20-30 kere gidiyor. Desenlerini yaptığı yerleri defalarca inceliyor, izliyor ve ondan sonra eserini tamamlıyor. Kendisini çok iyi tanıyanlar onu hep sokakta gördüklerini ifade ediyorlar.

 

 

 

 

 

Akagi  saplantı derecesinde Paris’in otantik manzaralarını işliyor.  Bunlar hem  ihtişamlı hem de yıpranmış görüntülerin resimleri. Geçmiş zamanların yansımalarını göstermeye çalışıyor. Bu şehrin şaşırtıcı canlılığını kanıtlayan ve metamorfozları hakkında bilgi ve belge veren, bir taraftan da şimdiki zamanın görüntüleri. Perspektif anlayışı mükemmel. Kendinden önceki Paris ressamlarını taklit eden hiçbir şey görmüyoruz resimlerinde. Titiz bir gözlemci.
Kadrajı içine mimariyi, duvar yazılarını, reklam panolarının, çeşitli tabelaları ustaca yerleştirmeyi biliyor. Kaplamalardaki çatlakları, taşların kopukluklarını, boruların düzensiz bağlantılarını, zamanın duvarlarda biriktirdiği ve açıkçası onu büyüleyen tüm ayrıntıları en ince noktasına kadar göstermeye çalışıyor. Son zamanlarda “urban landscape” de denilen şehir manzaraları içine mimari öğeleri büyük bir başarıyla yerleştiriyor. Esas ilgi alanının mimari olduğu anlaşılıyor.
Bu özel ve duygu yüklü Japon ressam farklı bir Paris okuması sunduğu için hoşumuza gidiyor. Bu resimler bence bir yabancıyı Paris’e delice aşık edebilir.
Japon Kültür Merkezinde Akagi’nin 30 kadar işini görüyoruz.
Özetle bu sergi için AKAGI’nin 40 yıllık sanat ve Paris sevgisiden bahsedilebilir. Paris’te figüratif sanatın değer kaybettiği dönemde, figüratif eserler üretip bugüne taşımış bu sanatçıya hayranlık duymamamak mümkün değil. Her zaman estetik açıdan doğruyu aradığı anlaşılıyor. Aynı şekilde Feng Shui enerjisinin kırmızısını da ihmal etmediğini görüyoruz. Resimleri arasında Invalides’in kubbesi, Notre-Dame, Rue de Lappe dikkatimizi çekiyor. Sergideki eserlerin çoğu büyük formatta tuvaller. Bize sergiyi gezdiren sanat tarihçisi rehberimiz önce küçük çizip daha sonra büyük boyutta yağlı boyaya taşıdığını anlatıyor. Paris bir yanda  alevler içinde kıpkırmızı görünürken, bir yandan da bembeyaz dantel gibi duruyor.
Geçtiğimiz yıl bugün kaybettiğimiz Paris’in Japon röntgenci ressamına buradan selam ediyoruz.
Sergisi 7 Şubat 2022 ile 29 eylül 2022 arasında Japon Kültür Merkezinde izlenebilir.
101 bis Quai Jacques Chirac, 75015 Paris

 

Anselm Kiefer’in Garip Dünyası

Anselm Kieferin Garip Dünyası
Mehmet Ömür
Grand Palais bakıma alındı. bakım süresi boyunça Eyfel kulesinin arkasındaki Champs de Mars
da geçici bir sergi alanı kuruldu. Burada Anselm Kiefer’in Grand Palais ve Thaddaeus Ropac
galerisinin ortak düzenledikleri büyük boyutlu bir sergisi var. Bu alan ilk kez tek başına bir
sanatçıya veriliyor.
Anselm Kiefer son yıllarda Fransa’da epey ilgi odağı. Le Monde gazetesi son sergisini bu nedenle
bayağı eleştirmiş, Fransa resmi kaynakları neden Kiefer’e bu kadar torpil geçiyor diye sormuştu.
Hatta hızını alamayıp yaşamında çok önem verilen sanatçıların daha sonraları aynı önemi
taşımadıklarını da ima etmişti. Çünkü Kiefer 2016 da Ulusal Küphanede sergi açmış ardından
Rodin müzesinde ve ondan sonra’da Pompidou Çağdaş sanat merkezinde başka büyük sergiler
açmıştı. Kiefer dikey boyutları 8 metreye yatay boyutları ise bazen 15 metreye kadar giden büyük
eserler üreten bir sanatçı olarak biliniyor.
Fransa’da Pantheonizasyon denilen bir olay vardır. Bu Fransaya önemli hizmetler vermiş kişilerin
Pantheon adlı anıta törenle gömülmeleri şeklinde gerçekleştirilir. Devlet bu kişilerin kimler
olacağına karar vermektedir. Bu kapsamda Fransa Başkanı Macron 2020’de Maurice Genevois
adlı yazarın Pantheon’a gömülme töreni için Kiefer’i görevlendirdir O da 2019 da bu tören için
değeri bir kaç milyon dolar olan 6 vitrin hediye etti.
Grand Palais Ephemere Sergisi
Bu kez 17 Aralık 2021 ile 11 Ocak 2022 arasında Kiefer, Paul Celan adlı alman dilinde en güzel
şiirleri yazdığı kabul edilen şair ithaf ettiği sergiyi hazırdı ve 19 tane dev tablosunu geçiçi Grand
Palais’nin ana bölümündeki nefe yerleştirdi. İsterseniz önce Paul Celan’ı ve Anselm Kiefer’in kim
olduklarını inceleyelim sonra segiyi gezelim.
Paul Celan bugün Ukranya sınırları içinde bulunan Çernivtsi’de doğdu. Doğduğu 1920 yılında
Çernivtsi adlı kasaba Romanya krallığı sınırları içindeydi, dolayısı ile Celan yahudi asıllı bir Romen
olarak kabul edilmektedir. 1938 de tıp eğitimine başladı ve ilk şiirlerini yazdı. İkinci dünya savaşı
sırasında savaşın sonuna kadar 18 ay toplama kampında tutuldu ve ciddi psikolojik travmalar
yaşadı. Kızıl Ordu tarafından kurtarıldı. Babası savaş sırasında hastalıktan, annesi ensesinden
kurşunlanarak öldürülmesiden olayları kendisinde derin yaralar açtı. Bu nedenle hayatı boyunca bu
yaraları taşımıştır. 1944 yılında İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne girerve ilk şiir kitabını yayınladı.
Daha sonra Bükreş’te çevirmenlik ve düzeltmenlik yaptı, 1948 yılında Paris’e yerleşti. Ünlü
yazarların kitaplarını tercüme etti ve üniversitede ders verdi. Bir yazarın karısının kendisini intihalle
suçlaması sonucunda 1970 de kendisini Atilla İlhan’ın şiirinde yazdığı Mirabeau köprüsünden
Seine nehrine atarak intihar etti. Vücudu 10 gün sonra köprüden10 kilometre uzakta bulundu.
Esas konumuz olan sanatçı Anselm Kiefer’e gelince onun da çok travmaik bir yaşam geçirdiğini
görüyoruz. İkinci dünya savaşının son yılında bombalar altında bir hastanenin sığınağında doğdu
ve Almanyanın savaş sonrası harabeleri içinde büyüdü. Ardından Düsseldorf Güzel Sanatlar
Akademisini bitirdi. Joseph Beuys ile tanıştı. Ondan etkilendi. Geçmişi hep kendisini kovaladı.
1969 da kendi kendisi Nazi selamı ile fotoğrafını çekerek bu olayların üzerine dikkat çekmek
isterken şöyle dedi; “Benim için tarih manzara veya renk gibi bir malzemedir, ben kimliğimi
araştırıyorum.”
1987 de işleri Amerika Birleşik Devletlerinde tanınmaya başladı. eserleri MoMa da sergilendi. 1992
de Pariste yaşamaya başladı. Bir taraftan da Fransa’nın güney batısında aldığı terk edilmiş bir
fabrika alanını sanat atölyesine dönüştürdü. 2010’da Collège de France’da sanatsal yaratıcılık
dersleri vermeye başladı.
Hakkında çok sayıda olumlu ve olumsuz kritikler vardır. Post-modern sanat anlayışına sahiptir. Ona
göre tarih yoktur. Bir şeyin tahrip olması yeni başlangıcı da beraberinde getirir. Hiçlik varoluşun
tersi değildir. Varoluş bünyesinde hiçliği de barındırır. Savaş sonrası Alman kimliğini inkar etmeden
yeniden yaşamaya ihtiyacı vardır Kiefer’de. “Benim biyografim Almanya’nın biyografisidir”
demektedir.
Kiefer’in eserlerine gelince resimleri için tuvalden bahsetmek zordur çünkü çoğu onlarca tuval
yüzeyine sahip dev eserlerdir. Üzerleri de her türlü malzeme ile doludur. Şiirlerden, Kabala’dan
esinlenir.
Sergide Dev Esrerler
İsterseniz şimdi sergiyi gezelim. Geçici Grand Palais orijinalinden daha büyük bir mekan. Kiefer’in
dev tablolarını da daha küçük bir mekana sığdırmak mümkün olmazmış diye düşünüyorum.
Yetersiz doğal ışıkla aydınlanmış avlunun ışıksız kalmış karanlık köşeleri daha içeri girer girmez
olumsuz duygular veriyor. Ölümü, mezarı anımsatıyor. Eserlerin üzerindeki şeytanın orağı, Alman
Bunkerleri, Alman bombardıman uçağı ve denizaltı imgeleri de aynı şekide savaşı ve ölümü
düşündürüyor. Ama görmeye alışık olmadığımız büyüklükteki eserler, renkleri ve malzemeleri ile
bizi büyülüyor.
Yukarıda tanıttığımız Paul Celan’a ithaf ettiği sergi için Kiefer son iki yılda yarattığı eserler dışında
eski eserlerini de bu alana yerleştirmiş. Kiefer Paul Celan’ın “Ölüm Füg’ü” adlı şiirini okuduğundan
beri ondan ilham almaya devam etmiş.
Şiirin;
Şafağın karanlık sütü, akşam içiyoruz
öğlen içiyoruz ve sabah akşam içiyoruz
içiyoruz ve içiyoruz
havada mezar kazıyoruz orada rahat rahat uyuyoruz
dizelerini okuduğumuzda şairin yaşam ve ölümle kavgası olduğunu anlıyoruz.
Kiefer’le Celan’ın ne kadar aynı dalga boyunda olduklarını zaman daha iyi gösterecektir..
Kiefer’e göre Paul Celan’ın sesi başka dünyadan gelmektedir, anlamamıza imkan yoktur sadece
sağından solundan ufak tefek ip uçları yakalayabiliriz.
Burada sizi Kiefer’in bazı eserleriyle tanıştırmaya çalışayım. İsterseniz Bunker ile başlayalım.
Bunker, Nazilerin 2. dünya savaşı sırasında Atlantik duvarı olarak adlandırdıkları ve bunu sağlamak
için 13 milyon metreküp beton döktükleri bir cephenin parçası. Kiefer’e göre dışındakinden çok
içindekini ezen bir beton yığını. Üzerinden afyon sapları fışkırıyor. Savaş insanın afyonu mu
dersiniz?
Atölye ve Arsenal, eserlerini üretmek için kullandığı dev malzeme yığınağı. İçinde çiçeklerden
tabuta, çanak antenden taş parçalarına çok değişik malzemeler var. Yine Kiefer’e göre burada
sanatçının beyninin içinde dolaşıyoruz. Gelecekte olacakların labirenti sanki. Kiefer sürekli
geçmişle, geçmişiyle boğuşuyor. Geçmişi geleceğe bağlamaya çalışıyor. Savaşın etkilerini,
Holokost’u ve kendi Alman kimliğini hatırlamaya çalışıyor.
Uçak; kurşundan yaptığı uçak kanatları üzerindeki yine kurşundan yapılmış kitaplarla yere sıkı
sıkıya bağlanmış durumda. Uçmasına olanak yok. Belki kitaplar sayesinde başka bir uçuş
yapabilirsiniz demek istiyor. Kendisini binlerce kitaplık kütüphanesi olduğunu düşününce bu akla
yakın. Uçağın içinden çıkan afyon bitkileri ise izleyiciyi hayal dünyasına, düşlere taşımaya hazır.
Paul Celan a atfedilmiş serginin bu eseri bizi Celan’ın “Afyon ve Hafıza” adlı şiirine gönderiyor.
Harabeler, Kiefer çocukluğu savaş sonrası yıkılmış şehirlerin harabeleri içinde büyümüş bir
sanatçı. Burada tarihi çizmek yerine sembollerle bize anlatmaya çalışıyor. Onun için her yıkım
yeniden doğmak gibi. Küllerinden doğmak gibi.
Vitrinler; Kiefer için vitrinler objelerin durduğu ulaşılamaz alanlardır. Sürrealistler ve Joseph Beuys
de vitrin teması ile çokça uğraşmışlardır. Kiefer önceleri 80’li yıllarda küçük vitrinler yapmış içine
kuru bitkiler, fotoğraflar, kurşun, kumaş, kül, kum ve taşlar koymuştur. Kiefer vitrinlerinin sanatı
dışarıdaki dünyaya bağladığını, diyalektik bir bağ kurduğunu söylüyor. Ona göre yaşamla sanat
arasında sınır devamlı değişiyor.
Sanat gerçekten de böyle önemli sanatçılarla karşılaştığımızda bizi sanki yaşamın başka
boyutlarına taşıyor.

Paris Photo; Fotoğrafın Beşiğindeki Fuar

fd160_MehmetOmur_5s

Paris-Photo; Fotoğrafın beşiğindeki fuar…

Covid-19 Pandemisi nedeniyle 2020 yılında iptal edilen “Paris Photo” fotoğraf fuarı, geçen kara yılın intikamını alırcasına bu yıl oldukça görkemli geçti. Her yıl Grand Palais’de yapılan bu fuar, binanın yenileme çalışmaları nedeniyle kapandığından “Champ de Mars”da kurulan geçici Grand Palais’da, fuarın omurgasını oluşturan 28 ülkeden 127 galerinin katılımıyla yapıldı. 

Bu omurganın yanı sıra, fuarda yer alan iki ana sektörden birincisine “Curiosa” adı altında yıldızı yükselen fotoğrafçılara yer ayrılmıştı. Diğeri de bu fuarın olmazsa olmazı, yayıncılık sektörüne ayrılmıştı. Fuarın başkanı Florence Bourgeois yaptığı açıklamalarda bu sektör için fuarın adeta DNA’sının tanımını yaptı. 

Bir fotoğraf kitabı tutkunu olarak, zamanımın büyük bir kısmını fuarda yer alan 9 ülkeden 30 yayıncının kitaplarını inceleyerek geçirdim. Bu arada, Ed Kashi’nin ”Abandoned Moment” adlı son kitabını kendisine imzalattım. Sohbetimiz sırasında, Ed ile birlikte bir tam gün New York sokaklarında dolaşıp fotoğraf çektiğimiz, fotoğraf soluduğumuz o sıcak yaz gününü yad ettik. Yeni isim yapmaya başlamış, yıldız fotoğrafçıların yer aldığı “Curiosa” adı verilen bir bölümde ise “Artist Talk” betimlemesiyle kitabı çıkmış bazı sanatçılarla röportajlar yapılıyor ve kitaplarının tanıtımlarının yapılması isteniyordu. Burada bir Türk sanatçısıyla, Cemre Yeşil ile karşılaşmak, tanışıp konuşmak çok hoş oldu. Akıcı İngilizcesiyle yeni çıkan ve PHotoESPAÑA’da ödül alan “Hayal ve Hakikat” adlı kitabını ve diğer kitabı olan “Double Portrait”i tanıttı.

Fuarın ana omurgasını oluşturan sektördeki ağırlık üçte bir oranında Fransız galerilerine ait olsa da, Amerikan galerileri de Fransızların en az yarısı kadar bir yere sahiptiler. Tabii ki fotoğraf sanatının çok sevildiği, çok önemsendiği; İngiltere, Hollanda, Almanya, Japonya ve diğer ülkeler de çok değişik sayıda galerileriyle katılmışlardı. Fotoğraf sanatı tarihçisi ve İsviçre’deki Le Locle müzesi müdürü Nathalie Herschdorfer, 20 kadın fotoğrafçıyı seçerek “ELLES X Paris-Photo” adlı bir etkinlik yarattı. Bu etkinlikte; Anna Atkins, Sally Mann, Dora Maar gibi isim yapmış önemli fotoğrafçıların yanında, Ester Vonplon ve Mama_Diarra Niang gibi başarılı, genç kadın fotoğrafçıları seçmeyi ihmal etmediğini gözlemledim.

Bütün bunların yanında da, sanatçıların veya galerilerin fuarda sergilediği eserlerin benzeri seçimleri, fotoğraf koleksiyonu yapan önemli kuruluşların da yaptıklarını gördük. Örneğin  J.P.Morgan, 1871 yılında New York’ta kurulmuş yatırım bankacılığı yapan bir  kurum ama aynı zamanda çok önemli bir fotoğraf koleksiyonuna da sahip olan bir kurum. Bu kurumun küratörleri koleksiyonlarından 20 kadar fotoğraf seçip Paris Photo’daki yolculuğumuzda  önemli fotoğraflara konsantre olmamıza yardımcı oldu. Çok zengin ve çeşitli sanatçıların çalışmalarına ulaşabildiğimiz bu fuar, tüm zamanlara adeta bir yolculuk niteliğindeyken Roger Fenton’un görülmemiş fotoğraflarını ve Irving Penn’in işlerini Richard Avedonun çalışmalarını izleme imkanını da sağlıyor bizlere. Bunlarla birlikte, Bernd ve Hilla Becher ikilisi de fotoğraf tarihinin bir başka kesitini fuara taşıyan bir Alman ailesi olarak yer almıştı. Bu sayede Objektif akımını temsil eden Alman fotoğrafçılarının, efsane fotoğrafları da izleyici ile buluşmuş oldu. 

Bu yılki fuarda bir başka yenilikle de karşılaştık. Fuara katılamayan galeri ve izleyicileri bir araya getirmeyi amaçlayan bir site kurulmuş. Fuarın bitiminden sonraki günlerde, https://parisphoto.viewingrooms.com/fr/home/ adresinden bu sanal sergiyi gezmek olası ve şiddetle de tavsiye ediyorum. 

Solo sergi diye tanımlayabileceğimiz, 10 ayrı sergiden söz etmek isterim. Bunların başında fuara adeta damgasını vuran Tomasz Machcinski’nin Brüt Sanat üzerine uzmanlaşmış “Chriatian Berst Gallery” tarafından sergilendiğinden söz etmek isterim. Tomatz Machcinski, bize  fotoğraf meraklılarının bildiği Miroslav Tichy’nin bir başka versiyonu gibi geldi. Machcinski’nin çok ilginç bir öyküsü var. Machcinski, savaştan çok fazla etkilenmiş, savaş sırasında da yetim kalmış bir teknisyen.  Tomasz Joan Tompkins adlı bir Hollywood artistinin kendisine imzaladığı fotoğraftan öylesine etkileniyor ki, bu yıldızın kendi annesi olduğunu sanmaya başlıyor ve bu kafa karışıklığı 20 yıl kadar sürüyor. Nihayet bu artistin annesi olmadığını anlamasından sonra, bugüne kadar 22.000 tane kurgusal otoportre çekiyor. Her türlü kılığa girdiği bu portreler, 2019 da yapılan Arles Buluşmaları’ndan sonra şimdi de Paris Photo’da sergilendi ve çok etkilendiğimi söylemek isterim. Cindy Sherman’dan 10 yıl önce; hem manken, hem yönetici, hem kostümcü, hem performans sanatçısı, hem de fotoğrafçı rolü üstlendiği bu portreleri binlerce izleyiciyi galeriye çekmeyi başardı. Bugün 80‘li yaşlarını yaşayan sanatçının, bu fotoğrafları bir kitap yapmak veya sergi açmak amacıyla üretmediğini,  tamamen kendisi için yaptığını anlıyoruz. Diğer taraftan Cindy Sherman’ın da kendisinden esinlenmediği de kesin ama benzer düşünce tarzlarına şahit oluyoruz. https://christianberst.com/en/artists/tomasz-machcinski 

Sergiye damgasını vuran diğer fotoğrafçılar arasında Herbert List ve Omar Victor Diop isimlerinden de söz etmek gerekir. Karsten Greve Galeri’nin sergilediği, Herbert List’in öldükten sonra unutulmuş ama son yıllarda yeniden keşfedilmiş 40 kadar siyah beyaz fotoğrafı bizi Akdeniz’de yolculuğa çıkarıyor. 1930’lu Bauhaus yıllarının sürrealist ve klasisizm akımlarından etkilenen sanatçının, ışık ve kontrastın etkisindeki fotoğrafları bugün on binlerce dolar değerinde alıcı buluyor. Omar Victor Diop ise 40 yaşlarında Senegalli bir fotoğrafçı, kariyerine yönelmeden önce bir fotoğraf stüdyosuna çalışmaya başlıyor. Daha sonra kendi köklerini merak edip araştırıyor ve bunu fotoğraflarına yansıtmayı başarıyor. Paris Photo’ya da kendisinin çevre sorunlarıyla ilgili işlerini sergilemeyi tercih etmişler. Doğrusu bu yılın fuarına Machcinski çalışmaları kadar, çevre sorunlarıyla uğraşan fotoğrafçılar damgalarını vurmuşlar. Bunların da başında, çevre sorunlarıyla çok fazla mücadele edip sanayicileri kızdırdığı için başı beladan kurtulmayan Michael Epstein geliyor. Bunun yanı sıra, BMW’den rezidans kazanan ödüllü genç fotoğrafçı Almudena Romero, “Act of Producing” adlı çalışmasıyla pigment değişiklerini ve çevre sorunlarını irdelemeye çalışmış ve çok duygusal bir seri oluşturmuş olduğunu da söylemek isterim. Kanadalı Edward Burtynsky’nin,  Christie adlı bir fotoğrafının 9 Kasım günü, 20-30 bin Euro aralığında satışa konulmuş olmasının ilginçliğini paylaşırken, bu sanatçının büyük format nefes kesen manzaralarını izlemek benim için büyük mutluluk kaynağı oldu. Bir başka mutluluk da, Amerikalı ressam ve heykeltıraş olan  Cy Twombly’nin başka hiç bir yerde sergilenmemiş fotoğraflarını izlemek oldu. 

Fuarın diğer bir güzelliği de panelleri idi. Brüt sanat, müzik ve fotoğraf ilişkisi, sinema ve fotoğraf ilişkisi gibi konularda önemli otoriteler konularını derinlemesine irdelediler. Paris-Photo demek sadece bir mekanda fotoğraf fuarı anlamına gelmiyor. Geçtiğimiz yıllarda genç fotoğraf sanatçılarının eserlerinin sergilendiği “Fotofever” bu sene maalesef kurulmadı ama Paris’in çeşitli yerlerinde bir ay boyu sürecek muhteşem fotoğraf etkinlikleri devam ediyor. Bunların başında Luxembourg müzesinde yer alan Vivian Maier’in retrospektif sergisini söylemek gerekir. www.parisphotooff.com  Ayrıca “Imagenation”, Paris adlı bir sergiyi sanat severler ile buluşturuyor. Burada sergilenen 84 sanatçıdan biri, Cihan Bektaş isimli,  Melbourne’da yaşayan hava fotoğrafçılığı ve video ile uğraşan bir Türk sanatçısı. Paris Photo’da başka bir Türk sanatçısını ve galerisini görememek üzücü doğrusu. Türk fotoğrafçılığının dünya standartlarında güzel bir yerde durduğunu düşünen bir kişi olarak üzüldüğümü söylemeden geçmek istemiyorum. Oysa iki yıl önceki bu fuarda, bir kaç galeri ve birkaç Türk fotoğrafçıyı izleyip mutlu olmuş ve gururlanmıştık. Dilerim önümüzdeki yıl daha geniş bir Türk fotoğraf sanatçısı ile karşılaşabiliriz. Bu dönemde Paris’in fotoğraf soluduğunu söylemeye çalışırken, sanat açısından önemli bir semti olan Saint Germain’in galerileri de Paris Photo döneminde fotoğraf sergilemeyi tercih etmiş durumda. Sonuçta olup olmayacağı son ana kadar belli olmayan bu dünyanın en önemli fotoğraf fuarı da zaman içinde uçup gidiyor. Sıra önümüzdeki yılın, 25.ci Paris-Photo fuarının heyecanını bugünden yaşamaya  geldi. Tüm sanatseverlerin özellikle fotoğraf severlerin izlemelerini şiddetle tavsiye ettiğim Paris-Photo, her yılın Kasım ayının  2.ci hafta sonu yapılan şölen niteliğindeki bir fotoğraf etkinliği olduğunu paylaşmak isterim ve önümüzdeki yıl tekrar katılabilme umuduyla diyerek, yazımı bitiriyorum.

Vilem Flusser ve görüntü kavramı

Mehmet Ömür

 

 

Fotoğraf dergisinin son dört sayısına kendileri fotoğraf çekmedikleri halde fotoğraf konusunda düşünüp kavram üretmiş düşünür, yazar ve filozofları tanıtmaya çalışmıştım. Bu sayıda da aynı şeye devam edeceğim. Size Vilem Flusser’i tanıtmaya çalışacağım. Bence Flusser, Benjamin Walter, John Berger, Susan Sontag ve Roland Barthes’den daha kompleks bir düşünür.  Türk fotoğraf kitapları kütüphanesine “Bir Fotograf Felsefesine Doğru” adlı kitabıyla girmiştir. Bu kitap 1991 ve 2020 yıllarında farklı tercümelerle piyasaya verilmiştir. Vilem Flusser, Prag’da 20.ci yüzyılın başlarında yahudi bir ailede dünyaya gelmiştir. Alman ve Çek ilkokullarında okumuş, hukuk fakültesine başlamış nazi işgalinden hemen sonra Londra’ya göçmüştür. London School of Economics’te eğitimine devam etmiştir. Babası Prag’da parlamentoda sosyal demokrat partinin bir temsilcisiydi. Vilém Flusser, tüm ailesini Alman toplama kamplarında kaybetti. Ardından İngiltere’den Brezilya’ya gitti. Birkaç yıl boyunca günlük işleri yanında felsefi ve bilimsel konularla da ilgilenmeyi sürdürdü. Dilbilim ve felsefe üzerine makalelerini bu dönemde yayınlamaya başladı. 1940 yılında geldiği Brezilyada 1962 yılında felsefe profesörü oldu.

1971’de Avrupa’ya yaptığı bir yolculuk sırasında Brezilya’yı temelli olarak terk etmeye karar verdi ve  önce İtalya’ya ardından Fransa’ya yerleşti. 1983 te “Bir fotoğraf felsefesine doğru” kitabını yazdı. Kitap 14 dile çevrildi.  Dünyanın çeşitli yerlerinde konferanslar verdi. Pragda verdiği bir konferanstan sonra 1991 yılında  Almanya sınırında geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitirdi. Prag’da yahudi mezarlığına gömüldü. Ölümü Walter Benjamininki kadar hüzünlü ama hiç olmazsa onun gibi başka dinden bir mezarlıkta yatmıyor.

 

Diğer düşünürler gibi Vilem Flusser de kendi tanımlarını üretti. Görüntü, teknik görüntü, aygıt, fotoğraflama davranışından bahsetti. Ben de bu kavramları açmaya çalışmak istiyorum.

Flusser fotoğrafı felsefi düzlemde incelemiş ve onu bilgi, varlık, değer, bilim, siyaset, din, ahlak, dil, eğitim ve sanat gibi felsefenin ilişkide olduğu varlık alanlarından biri olarak ele almıştır.

Fotoğrafı  başlı başına bir disiplin olarak ele almıştır. İnsanlık tarihinde yazının bulunuşu neyse fotoğrafın bulunuşu da odur ve bunlar insanlık için en önemli  iki devrimdir diyerek görüşünü bildirmiştir. Fotoğrafı çok yönlü olarak ele alır ve bir fotoğraf felsefesi oluşturmak için , çelişkilere, varolan ve olası sorulara yanıtlar arar.

Vilem Flusser’e göre görüntüler, anlamlı yüzeylerdir. Birçok hallerde, “dışarda” olan bir şeyi gösterirler. Zaman ve mekânın dört boyutunu, soyutlayarak, iki boyutlu bir düzleme indirger ve  düşlenebilir olan bir şeyi tasvir etmek için kullanılır.

“Görüntülerin anlamı ilk bakışta algılanabilir ama bu yüzeyseldir” der Flusser. Ama anlamın derinliklerine inmek istiyorsak, bakışımızı görüntü üzerinde gezdirmemiz gerekir. Yani görüntüyü taramamız gerekir. Bu durumda madalyonun iki yüzü ortaya çıkar, görüntünün kendisi ve bakanın niyeti. Görüntünün güzelliği de burada yatar, fotoğraf yoruma yer açar. Tarama  sırasında öğeler tarafından belirlenen  anlamlı bir ilişkiler bütünü ortaya çıkar. Flusser kitabında büyüden bahis eder. Gerçekten de fotoğraf büyülü ve sihirli bir fenomendir. Bazı kimyasallar ve elektronik devreler olup bitmiş bir olayı gözlerimizin önünde yeniden ortaya çıkartırlar. Flusser’e göre bu büyü “hiçbir şeyin kendini tekrarlayamadığı ve her şeyin kendinden önce gelenin bir “sonucu” ve kendinden sonra gelenin “nedeni” olduğu “tarihsel doğrusallık”tan çok farklıdır.  Görüntü insan ile dünya arasındaki iletişimdir. Görüntüler, dünyayı erişilebilir ve insan tarafından düşlenebilir hale sokar. Dünyayı yeniden sunarlar. Ancak bu durum insanı zora sokmuştur.  Ancak fotoğraflar yüzünden insan içinde yaşadığı dünyaya bir açıklama getirmeyi ummuş ve görüntüler arasında yolunu aramak zorunda kalmıştır. Sonuç olarak, yaratılan “görüntüleştirme” amacı bir tür “yanılsamaya” dönüşmüştür. Yukarıda Flusser’in  insanlık için fotoğrafın bulunuşunu yazını bulunuşu kadar önemli bulduğunu yazmıştık. Flusser  kelimelerle görsellerin mücadelesine inceler. Susan Sontag “Kelimeler anlatır, fotoğraflar gösterir” der. Flusser ise yazı ile görüntünün tarih boyunca mücadele ettiğini savunur. Kavramsal düşünce, görüntüsel düşünceden daha soyut bir yapıdır. Metinler, görüntülerin meta kodlarıdır.

İnsan Homo sapiens sapiens olup dili bulup konuşmaya başladığından beri doğadan kopmuştur. Hayvanlar alemini terk etmiştir, kendi doğasını da terk edip başkalaşmıştır. Dünyayı da başkalaştırmaya devam etmektedir. Yine Flusser’e göre metin ve görüntü arasındaki mücadele tarihin en önemli sorunudur. Yazı, insan ve görüntüler arasında sanki şartmış gibi  açıklayıcı bir işlev üstlenmiştir. Bundan ötürü de, yazı insan ve görüntüler arasına girerler. Dünyayı insan için daha anlaşılır hale getirecekken dünyayı gizlemeye başlarlar. Hikaye anlatırlar. Biz bu insana Homo narrans da diyoruz. Böyle olunca da, insan metinleri açıklayamaz, anlamlarını tekrar kurgulayamaz hale gelmektedir. Metinler akılalmaz ölçüde gelişmekte ve insan da kendi ürettiği metinlerin bir işlevi haline dönüşmektedir. Bir  çeşit “metinperestlik” de geliştirilmiş olur. Bugünlerde “görüntüperestik” de etrafımızı sarmaktadır. Beynimiz altından kalkamayacağı derecede görüntü bombardımanına tutulmaktadır. Görüntü çöplüğü demek içimizden gelmiyor çünkü her görüntünün arkasında çoğu kez bir insan dolayısı ile emek durmaktadır. Flusser’e göre “son aşamada, bütün kavramların anlamları düşüncelerde yatar” der. Flusser, fotoğrafın bulunuşuyla teknik görüntünün metinleri görsel olarak açıklayarak dünyayı zordan kurtardığını savunmuştur.

Nedir bu Flusser’in  teknik görüntüsü?

Flusser şöyle düşünür; Teknik görüntü bir “aygıt” tarafından üretilen görüntüdür. Yapıları gereği geleneksel görüntüler “fenomenleri” gösterir, teknik görüntüler ise “kavramlara” gönderme yapar.

Yazıldığından 40 yıl sonra Flusser’in yazdıklarının ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Daha o zaman teknik görüntülerin günümüzdeki gibi  metinlerin yerini almaya başladığında çok tehlikeli olacağını söylemiştir. Çünkü teknik görüntülerin “objektifliği” bir yanılgıdır. Burada Flusslerin anlattıkları daha karmaşık hale geliyor. Ona göre gerçekte  teknik görüntüler yani fotoğraflar bir tür  görüntüdür ve bu yüzden de simgeseldirler. Fotoğraf geleneksel görüntülerden daha soyut bir simgedir ve dolaylı olarak dünyayı simgeler. Teknik görüntüden kastedilen, fotoğrafın dünya hakkındaki kavramları tekrar kodladığı şeklindedir . Geleneksel görüntü söz konusu olduğunda ressam zihnindeki görüntü simgelerini, fırça aracılığıyla boyaları herhangi bir yüzey üzerine sürerek aktarır. Bu tür görüntüyü deşifre etmek istediğimizde ressamın zihnindeki kodlama sürecine uygun olarak bir kod çözme işlemi yapmamız gerekir. Ama fotoğraf söz konusu olduğunda süreç bu kadar basit değildir. Görüntü ve anlamı arasına kamera ve fotoğrafçı girer.

John Berger geleneksel görüntülerle fotoğrafı karşılaştırmaya rönesanstan ve dinsel ikonlardan başlar. Flusser farklı yaklaşıyor. Fotoğrafın bulunuşu sonrası dönemle ondan önceki tüm dönemleri  karşılaştırmaya giriyor. Geleneksel resimleri eski büyü, fotoğrafı ise yeni büyü diye adlandırıyor. ”Bir televizyon ekranı veya sinema perdesi karşısında duyduğumuz çekicilik, mağara resimleri veya Etrüsk mezar freskleri karşısında duyduğumuz çekicilikten çok farklıdır” diyor.

M.Ö. 2000 yıllarında, görüntülerin büyüselliğini önlemek için yazı bulunmuştur. Teknik görüntülerin ilki olarak 19 yy.’da icad edilen fotoğraf, mucidlerinin henüz farkında olmamalarına rağmen, metinlere yeniden büyüsellik katma amacı taşıyordu.

Larnagol’de Mobil Sanat Kampı

 

Mobil Sanat mekan ve zamana bağımlı kalmaksızın, iPhone ve iPad gibi akıllı cihazlarımız aracılığı ile istediğimiz zaman istediğimiz yerde yaratıp düzenleyebileceğimiz, sergileyip, paylaşabileceğimiz bir sanat.

Biz sizi mobil fotoğrafçılık ve dijital resim yapmak üzere bir haftalık bir kampa davet ediyoruz. Unutamayacağınız anlar yaşayacağınız, değişik alanlarda birbirinden çok farklı eserler üreteceğiniz bir ortama çağırıyoruz. Yaratıcılığınızı ortaya çıkarabileceğiniz, fotoğrafa başka boyut kazandırabileceğiniz bir ortam. Ruhunuzu maddeye çevirebileceğiniz….. Gerçekle rüya arasında gidip geldiğiniz.

 

iPhone veya iPad’inizle dijital fotoğraf çekimleri yapacağınız, fotoğraf tekniğinizi geliştirip mükemmelleştireceğiniz, kişisel ve grup geri bildirimleri alacağınız bir ortam.

Drone ile fotoğraf çekimi yapmak isteyenlere bu imkan da var.

Bütün bunları derin Fransa’da Toulouse’a 2 saat mesafede Lot nehri kenarındaki Larnagol yakınında bir handa gerçekleştireceğiz. Kamp 6 odalı bir çiftlik evi çeşitli sanat workshoplarına ev sahipliği yapıyor. Çevresinde şatolar ve dünyanın en güzel 10 köyü arasına girmiş Saint-Cirq-Lapopie var.

https://www.lesgitesdupech.fr

Mehmet Ömür’le iPhone fotoğrafçılığı ve Mobil sanatın inceliklerini keşfedip teke tek eğitimlerle veya grup değerlendirmeleriyle kendi yolunuzu bulmayı öğreneceksiniz.

 

 

Yemekleri Han’nın sahibi Dominique sabah pazardan alınan taze ürünlerle kendi elleriyle yapacak. Bazı akşamlar yemekten sonra birlikte eğleneceğiz. Fransız mutfağının lezzetlerini tadıp günün yorgunluğunu atacağız. Hep birlikte aynı masayı paylaşıp birlikte yemek yiyeceğiz. Bir yemeğimizi ise Larnagol’e çok yakın çok seveceğiniz bir restoranda yiyeceğiz.

Bir günümüzü de Lot nehri üzerinde tekne gezisine ayırdık.

Kampa katılım ücreti ve ayrıntılar konusunda Esra Tanörene; [email protected] veya 00905324318185 den başvurabilirsiniz.

Katılmak için;

Esra Tanören [email protected] adresine “SANAT Kampı Fransa” konu başlığı ile başvurunuz. Kayıt ücreti  yatırıldığı zaman kayıt kesinleştirilecektir.

Not:

Larnagol’e İstanbul _Toulouse THY uçağıyla gelmek en uygunu.

Paris üzerinden biraz daha uzun. Toulouse havaalanından biz sizi karşılayacağız. Bulunduğumuz bölgeye 2 saatlik bir yolculuğumuz olacak.

Mehmet Ömür

Esas mesleği tıp doktorluğu olan Mehmet Ömür gençlik yıllarında başlayıp yoğun meslek kariyeri sırasında bırakmak zorunda kaldığı fotoğraf makinesi 2000 li yıllarda yeniden eline almıştır. Fotoğrafın “teknoloji” olduğuna inanan Ömür önce dijital DSLR ile yoğun ilgilenmiş 2010 yılında Paris’te CE3P fotoğraf ve görüntü okulundan diploma almıştır. 20 dan fazla kişisel sergisi ve Kapadokya ile ilgili fotoğraf kitabı olan Ömür blog’unda ve başta “Fotoğraf Dergisi” olmak üzere çeşitli dergilerde fotoğraf yazıları yazmaktadır.

2014 den beri iPhone fotoğraf ve sanatı (Mobil Sanat) ile ilgilenmekte ve bu konuda çeşitli eğitimler vermektedir. iPhone fotoğrafçılığı ile ilgili kitabı Remzi kitabevinden çıkmıştır.

Larnagol’deki ikincisini yapacağı bu 7 günlük sanat kampında, iPhone fotoğrafçılığı, mobil sanat konularında (Pixanova, iColorama, Procreate vs) eğitim verecektir. Daha güzel fotoğraf çekmeniz, çektiğiniz fotoğrafları daha ileri boyuta taşımak için uygulamalardan yararlanmayı gösterecek ardından mobil araçlarla uygulamalarla nasıl kolaj ve resim yapılacağı konularına girilecektir.

Amaçlarından birisi ise Larnagol’de unutamayacağınız bir kaç gün geçirmenizi sağlamaktır.

 

 

http://mehmetomur.com 

https://www.instagram.com/sukru_mehmet_omur/ 

https://www.facebook.com/saricizmelimmi 

John Begrer’den Görme Biçimleri

John Berger’le Görme biçimleri
Mehmet Ömür
Fotoğraf ve görüntü konusunda düşünürlere yer verdiğim bu dörtlü seride en son John Berger’e geldik.
John Berger 1962 yılında yazdığı “Görme Biçimleri” adlı kült kitaba şöyle başlar.
“Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.”
“Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Her akşam güneşin batışını
görürüz. Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize hiçbir zaman uymaz. Gerçeküstücü̈ ressam Magritte ‘Düşlerin Anahtarı’ adlı resminde sözcüklerle görülen nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır.
Düşündüklerimiz, inandıklarımız ya da inançlarımız nesneleri nasıl gördüğümüzü, görüşümüzü de etkiler. İnsanların Cehennem’in gerçekten var olduğuna inandıkları Ortaçağ’da ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. Gene de onlardaki bu cehennem kavramı -yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde- ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur” diye ifade etmiştir John Berger.
Görme Biçimleri (Ways of Seeing) fotoğrafla ilgili herkesin okuması, kütüphanesinde bulundurması gereken başucu kitaplarından bir tanesidir. Diğer üçünü ise bence şöyle sıralayabiliriz.
2001 yılında Türkçe yayımlanan Walter Benjamin’in “Fotoğrafın Kısa Tarihçesi” ile birlikte 2019 yılında Kolektif Kitap tarafından yayımlanan ve fotoğraf yazılarından oluşan bir derlemesi olan “Fotoğraf Yazıları”, Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” ve Roland Barthes’in başta “Camera Lucida” olmak üzere diğer kitapları.
1926 yılında Londra’da doğan John Berger’i 4 yıl önce kaybettik. John Berger, mesleki kariyerine ressam olarak başladı ve 1940’lı yıllarda Londra’da birçok sergiye katılmasına rağmen adını sanat eleştirmeni olarak duyurdu, bunun yanı sıra belgesel yazarı, romancı, şair, senaryo yazarı olarak da bilinir. Yaşadığı dönemde fotoğrafın yerini irdelemiş, etkileri üzerinde çalışmış ve BBC’de yayımlanan ve çok kişiyi kısa zamanda etkileyen 4 dizilik görme biçimleri adlı dokümanter programlarından yola çıkarak “Görme Biçimleri” adlı kitabını yazmıştır. Resim sanatında “male gaze” dediğimiz erkek bakış açısı kavramını Berger ortaya atmıştır. Erkek bakış açısı  kavramından yola çıkan Laura Mulvey gibi feminist düşünürler de bunu  slogan haline getirmişlerdir.
Kitap fotoğrafçılar arasında ama daha çok grafik tasarımcılar arasında popülerlik kazanmış olan Görme Biçimleri’nde John Berger ne anlatmak istemektedir?
Kitabında yedi ana bölümde incelediği konulara önce Rönesans döneminde görüntünün anlamından başlıyor ve yönetici sınıfın gücünü gösteriyor. Daha sonra çağdaş kapitalist toplumumuzda reklam kodlarının gelişimi ve reklamın her yerde nasıl var olduğu sorunsalını irdeliyor. Böylece de izleyicinin çevresindeki  görüntüleri sürekli sorgulamasını teşvik etmeyi amaçlıyor. Başka bir tartışma açarak, pek çok müzenin sanat eserlerini adeta “kutsal emanetler” gibi sunduğu tabloları ve görselleri, farklı bir biçimde nasıl görebileceğimizi göstererek, bizi kültürel mirasımıza eleştirel yaklaşmaya davet ediyor. Bütün bunlarla birlikte sanat tarihinde kadın vücudunun görselleştirilmesini oldukça geniş bir şeklide analiz ediyor.
Bugün kitabın yazıldığı 1970’lerden çok uzaktayız ama bu kitapta yazılan görüşler ve değerler, bugünün kapitalist yaklaşımını çok net bir şekilde ve güçlü bir öngörüyle o günlerden bize göstermiş oluyor.
Görme şeklimiz bildiklerimize veya neye inandığımıza bağlıdır. İnsanlar Orta Çağ’da Cehennemin varlığına inandıklarında, ateşi bugün sahip olduğu anlam çerçevesinde görüyorlardı. Cehennem fikri, alevlerin yanarak kül haline gelmesi ve yanıkların neden olduğu acı ile yakından ilişkiliydi. Sevgi durumunda ise sevilen kişinin görülmesi, hiçbir kelimenin veremeyeceği bir doygunluk sağlamaktadır. Uzak kaldığımızda sevdiğimizin fotoğraflarını cüzdanımızda veya ceplerimizde taşımamızın amacı da bu açlığı doyurmaya çalışmaktır.
Kelimelerden önce gelen ve kelimelerin hiçbir zaman tam olarak kapsayamayacağı bu görme eylemi uyaranlara karşı mekanik bir tepki sorunu değildir. Sadece baktığımız şeyi görürüz ama izlemek, seçmektir ve bu seçim sayesinde, gördüğümüz şey bize bağlı olmadan karşımıza çıkar. Bakışlarımız asla tek bir nesneye değil, bu nesnelerle aramızdaki ilişkiye de yönelir. Özetlersek, “görme eylemi hiç durmadan gerçekleşen, çevremizdeki dünyayı, mikro kozmosu ve gerçekliği tarayan muhteşem bir eylemdir” der John Berger.
Önümüzdeki sayılarda fotoğraf ve görme üzerine düşünmüş, araştırmış ve yazmış düşünürleri incelemeye devam edecek ve piramidin tepesinde Walter Benjamin olmak üzere aşağıya doğru genişleterek inşa etmeye devam edeceğiz. Bından sonraki yazılarımızda  Laura Mulvey ile birlikte Vilem Flusser, Laszlo Moholy-Nagy’yi inceleme altına almaya çalışacağız.–
Not: 2016 yılı Tilda Swinton John Berger’le  röportaj yapar ve uzun metrajlı bir dokümanter yapılır. Jonh Berger’in yaşamı ile ilgilenenler öneririm.
https://www.imdb.com/title/tt5298558/
Mehmet Omur

Nisan Ayı Mobil Sanat Aktiviteleri

Nisan ayı Mobil sanat ayı ilan edildi. Bizim tarafımızdan tabii ki. Biz kimiz? TuMobArt’ız. Türk Mobil sanat platformu. Daha geniş bilgi için www.tumobart.com u ziyaret etmeniz yeterli.

Diğer referansları da buraya koyalım;

https://www.facebook.com/groups/1331930880162804

ve #tumobart

3 Cumartesi 5 kursla Nisan ayını renklendiriyoruz. İlk Cumartesi Cep telefonu ile fotoğrafçılığa giriyoruz. Aşağıda programı mevcut. Ardından Mobil sanata giriş ve gelişmiş üç Mobil sanat aplikasyonlarını öğreneceğiz üç kurs. Superimpose X, iColorama ve Procreate.

Mobil sanat çağdaş sanatın artık yeni  bir akımıdır. Dijtal sanatın alt grubudur. Marcel Duchamp’ın yaptığını yüzyıl sonra yeniden yapmaktadır. Sahiplenmektedir. Etrafınaki her şeyden etkilenmekte, etkilenirken etkilemektedir. Bu bağlamda Fluxus’a benzetilmektedir “Sanat yaşamın içindedir” demektedir. İşini cebindeki telefonla veya çantasındaki tabletiyle görmektedir. Otobüs durağında, takside, uçakta yapmaya devam etmekte, eserlerini 7/24 galerisi İnstagram’ında ve Facebook’unda sergilemektedir. İşlerini her yerde paylaşmakta, dünyanın her yerinde mobil sanat ortamlarındaki mobil sanatçı arkadaşlarıyla paylaşmakta, yaşamını güzelleştirmektedir. Mobil sanat bağımlılık yaratan bir sanattır. İyileştirici bir yolculuktur.  Yeter ki içine düşün. Havuzun etrafında dolaşıp havuz düşmek için birisini itmesini bekliyorsanız işte buradayız.

Aşağıda program hazır her seviyede başlangıçtan en üst seviyeye kadar sanal ortamdaki eğitimlerle yaşamınıza yeni bir sanat kapısı açabilirsiniz.

Önce 101 Cep telefonu ile fotoğrafçılık. Çek Düzenle Paylaş. Bu kursun programı şu şekilde;

Cep telefonu ile mobil fotoğrafçılık kursu Zoom toplantısı şeklinde ve 2 saat sürecek. Eğitim iPhone üzerinden yapılacak ancak android sistem cep telefonları olanlar da yararlanabilirler.

Diğer kurslar da 2 şer saat.

Not; Arzu edenler başvuru kitabı olarak

Mehmet Ömür’ün 

Çek, Düzenle, Paylaş; iPhone fotoğfçılığı kitabından yararlanabilirler.

https://www.amazon.com.tr/Çek-Düzenle-Paylaş-İphone-Fotoğrafçılığı/dp/9751418577

Cep telefonu fotoğrafçılığı; Çek Düzenle Paylaş 

Kamera

Kameranın özellikleri

Lens/lensler,Enstantane,Sensör büyüklüğü, Rezolüsyon(fotoğrafın büyüklüğü), Görüntü kalitesi/görüntü saklama, Hafıza

Aksesuarlar (dış lensler, üç ayak, dış güç kaynağı, power bank), Çeşitli markalar

Kameranın Kullanımı

iPhone kamerasını açalım, iPhone’umuzun kamera özellikleri, Fotoğraf, portre, panoramik modlar

Gece fotoğrafı, Rehber hatların kullanımı

Kameranızın diğer özellikleri

Flaş, HDR, Live modu, Zamanlayıcı, Seri çekim, Zoom yapma

Fotoğraf çekmeden önce yapılması gerenler

Lens temizliği (ön ve arka kameraların lensleri)

Fotoğraf düzenleme 

Snapseed

FOTOĞRAFIN TEMEL KURALLARI

Kompozisyon

Altın oran, Hatlar/çizgiler, Kadraj/çerçeve, Pozitif alan/negatif alan

Simetri, Grafik özellikler, Ritm, Siluet, Gölgeler, Yansımalar

Denge, Arka plan, Alan derinliği, Bakış açısı, Renk, Nefes alan bölge

Çerçeve içine almak, Tek sayı

Işık

Işık ayarı, Ters ışık, Yan ışık, Golden hours, Kontrast

Fotoğraf alanları ve konuları

Gezi-Yol , Manzara, Portre, Sokak, Mimari , Gece, Kedi-Köpek, Anlar-Arkadaşlar, Uçaktan, Efekt-Filtre, Doku, Siyah Beyaz, Kuşlar, Müzik , Şehir, Yeme İçme, Otomobil , Ağaç-Bahçe, Duvarlar, Tekne-Vapur, Detay-Renk-Abstre, Çocuk, Deniz-Plaj, Çift Pozlama, İş Yeri, Uzun Pozlama, Selfie.

Evet ama daha bitmedi.

Mobil Sanat; Art Addict

2 kursumuz Mobil sanat Art Addict dediğimiz kurs. Aslında Healing yani iyileştiren sanat da diyebilirdik. Çünkü bunu yaşıyoruz. O kurs da şu şekilde;

Mobil sanat nedir?; Tanım ve Manifesto

Aplikasyon nedir? Ne işe yarar?

Aplikasyonların genel yönetimi, ayarlar

Küçük aplikasyonlar, gelişmiş aplikasyonlar

KÜÇÜK YARATICI APLİKASYONLAR

(Esra Tanören’in katkılarıyla)

-Fotoğrafları hangi formatta saklarsak iyi olur (JPEG Tiff gibi)

-Fotoğrafımızın boyutunu görmek için kullandığımız app

-Fotoğrafımızın boyutunu yükseltmek için kullandığımız app

-Aplikasyonların organizasyonu

-Renk-texture filtreleri: Mextures / Pixlr  / Distressed FX / Formules

-Boyama efektleri: Glaze / Aquarella / Brushstroke / Repix / Waterlogue

-Geometrik efektler: Fragment / Percolator

-Görsel ekleme: SkyLab

Gelişmiş Aplikasyonlar

SuperimposeX; Katman ve Maske

iColorama aplikasyonuna giriş

Procreate aplikasyonuna giriş

APLİKASYONLARI TANIYALIM

Basit Aplikasyonlar

Boyama filtreleri, Renk filtreleri

Yaratıcı aplikasyonlar

Hareketli aplikasyonlar

Ücretsizler ve Ücretliler

Abonelik isteyenler

Aplikasyonların nasıl peşlerine düşeriz?

Apple store’da nasıl aplikasyon araştırırız?

Facebook da beğendiğimiz resimleri yapanlarla nasıl iletişim kurarız?

Dogsitter’s gibi gruplarda ve diğerlerinde nasıl takip ederiz

Kamera Aplikasyonalrı nelerdir? Native kamera, Camera+ 2, Halide, RAW, Office lens

Edit Aplikasyonaları; Snapseed, Photoshop express, Darkroom, Raw Power, Touch retouch veya Handy Cam

Katman ve Maske Aplikasyonlrı nelerdir?  Image Blender, Diane, Leonardo, Superimpose X

Mobil sanat çalışırken lazım olacaklar

Stock foto nasıl elde ederiz?

Pixabay, Unsplash, Sktchy vb

Random yani Tesadüfi ve Yaratıcı Aplikasyonlar; Percolator, Trigraphy, Frax, Pixel Wakker, Trimaginator yeni adıyla Vecotr Q, Aerograph, Matter, Flowpaper, Circular Lens FX, AlienSky, Sky Lab,  Phototropodelic, PopArt, Olli, PaintCan.

Bağlantılar; Web, internet / -Instagram / -Facebook

 

Gelelim gelişmiş aplikasyonları; Superimpose X, iColorama ve Procreate.

Bir Mobil sanatçının gelmesi gereken yerin Procreate aplikasyonu olması gerektiğini düşünüyoruz. Ve buraya ulaşmanın yolunun Superonline ve iColorama dan geçtiğine inanıyoruz. Superimpose X katman ve maskeleme ile buluşacağımız yer. iColorama da ileri boyama teknikleri,  doku ve filtrelerle tanışacağız. Procreate ise hayalimizdeki herşeyi gerçekleştirebileceğimiz sonsuz alternatifleri olan bir aplikasyon. Sınırları hayal gücünüz. Photoshop kullanan profesyonnelrin yaptıklarını cep telefonunuzda veya tabletlerinizde yapmayı mı düşlüyorsunuz , hem de çok daha kolay olarak o zaman procreate öğrenmelisiniz.

Superimpose X i tanıtmayla başlayalım.

Superimpose X: Mobil machine öğrenme teknikleriyle profesyonel fotoğraf düzenleme araçlarını akıllı telefonlara getirdi.
Standart fotoğraf editörlerinde genellikle ölçekleme, kırpma, renk, döndürme, bulanıklaştırma, filtreleme gibi ortak bir araç paketleri vardır.

Daha güçlü, gelişmiş ve karmaşık bir şey istediğimizde ne yapmalıyız? İşte burada Superimpose X devreye giriyor. Yakın zamana kadar, bu işlemleri yapmak için fotoğraflarımızı büyük olasılıkla Photoshop gibi güçlü masaüstü düzenleme platformlarına aktarmak çözüm olarak görülüyordu.
Ancak ağır düzenleme araçlarının hem öğrenilmesi zor hem de bize Adobe üyeliği gibi yüksek maliyet getirebilir. Akıllı telefon kameralarındaki son gelişmelerle artık biz de giderek daha kaliteli fotoğrafçılık yapabiliyoruz. Telefonumuzun fotoğraf albümü veya kütüphanesi ile masaüstü bilgisayarımızdaki Photoshop gibi yazılımlar arasında gidip gelmek artık hepimize çok zahmetli bir hale geldi.
Pankaj Goswami’nin yarattığı Superimpose X ile (şu anda iOS’ta mevcut) fotoğraf düzenleme yazılımının gücünü telefonlarımıza getirdi ve hayatımızı çok kolaylaştırdı.
Pankaj, çoğu fotoğraf düzenleme mobil uygulamasında aynı anda bulunmayan 2 özelliği tek aplikasyon bünyesinde topladı: maskeleme ve katmanlama. Bu özellikler sayesinde hayal güçlerini istedikleri gibi kullanabiliyorlar. Kompozit görüntüler, çift pozlamalar, gerçeküstü görseller, manzara içinde harmanlanmış farklı dünyalar gibi çeşitli görüntüler oluşturabiliyorlar.

Özetle Superimpose X, görsel öğelerin çeşitli araçlarla maskelenerek ve karıştırma yöntemleri kullanılarak bir arka plan görüntüsüne eklenmesini sağlayan güçlü bir mobil sanat uygulamasıdır. Maskelenmiş öğeler, gelecekteki projelerde kullanılmak üzere bir kitaplığa kaydedilebilir. Hem ön plan hem de arka plan görüntülerinin seviyelerini ayarlamak için uygulama içinde çeşitli filtreler mevcuttur.
Superimpose uygulamasının yeni nesli Superimpose X Neo ile fikirlerinizi muhteşem bir sanat eserine dönüştürebiliyorsunuz.

Birden çok katmanla çalışabilme imkanı vardır. Superimpose X neo da katman sayısı 12 ye çıkmıştır. Diğer versiyonlarda maksimum 8 katmanda çalışılabilir. Superimpose x veya Superimpose X neo karıştırma modlarından, maskelemeden, ayarlardan, fırçalardan, şekil bozulmalarından, efektlere, bulanıklık modlarına kadar çok çeşitli düzenleme yetenekleriyle dolu güçlü bir fotoğraf editörüdür.

Tüm projelerinizi oturum alanına (sessions veya galeri) kaydedilir. Bir projeyi bırakıp bir başkasına geçmek istiyorsanız mevcut projenizi kaybetmezsiniz.

Bütün bunlarla beraber Superimpose X in çok güzel tasarlanmış bir arayüzü kullanıcıyı korkutmadan bir çok güçlü aracı onun hizmetine sunmaktadır.

Superimpose X in güçlü ve çeşitli araçları arasında şunları sayabiliriz;

• Çoklu katmanlar ( iPhone 7 ve üzeri için 12’ye kadar).
• Harmanlama modları, 18 tanesi.
• Opaklık kontrolü.
• Magic Wand’den Magic Lasso’ya, önceden tanımlanmış şekillerle çok sayıda maskeleme aracı.
• Gölge oluşturma aracı.
• Light Wrap aracı.
• Maskelenmiş görüntülerinizi saklamak için Maskeleme Kitaplığı.
• Tüm projelerinizi otomatik olarak depolayan “Oturum” (Sessions) Kitaplığı.
• İstenmeyen nesneleri otomatik olarak kaldırabilen nesne kaldırma aracı.
• Katman bulanıklığı.
• Fotoğraf efektleri (63 adet).
• Clarity aracı.
• Gelişmiş ayarlama araçları.
• Metin, Seçici Bulanıklık, Hareket, Yakınlaştırma, Mercek Bulanıklığı, Gradyan gibi araçlar.
• Şekil bozma, Perspektif dönüşümü ve daha fazlası gibi deforme edici araçlar.
• Çok sayıda boya ve efekt fırçası.
• Leke fırçası
• Klon damga fırçası
• Koyulaştırma, Açma, Doygunluğu Giderme için fırçalar.
• Katmanlarla birlikte Photoshop doküman formatında (PSD) dışa aktarma seçeneği.
• Bir milyondan fazla telifsiz stok fotoğrafına erişim olanağı.

Bu aplikasyon kursunda canlı uygulamalar yapılarak;
-Ana galeri (Sessions); fotoğraf, stok, maske kütüphanesi
-Katmanlar
-Maskeleme ve araçları
-Blending (harmanlama)
-Editör menüsü
-Filtreler menüsü

-Superimpose, superimpose X ve superimpose X neo farkını bu kursta konuşacağız.

iColorama aplikasyonu

Fotoğrafınızı resme dönüştürme konusunda en başarılı aplikasyon diyebilirim. Apple Store daki binlerce fotoğraf ve video aplikasyonu arasında 102. sırada. Katerine Alieksieienko tarafından geliştirlimiş bu aplikasyonun 300 den fazla filtresi var. instagramda #icolorama tag lediğinizde 250 binin üzerinde resim görebiliyorsunuz. Çok güçlü ve gelişmiş bir yuygulama ve ben kullandığım 4-5 yılsüre içinde bir kez çöktüğünü görmedim.

iColorma ile basit fotoğraf düzenlemeleri yapabileceğiniz gibi fotoğrafınıza karmaşık değişimler de uygulayabilirsiniz.

Bu uygulamaya yapılabilecek tek eleştiri tecrübe sahibi olmak zaman alıyor ve oldukça pratik gerektiriyor. Ayrıca geri al/ yinele yani  undo/redo düğmesinin olmaması da bir dezavantaj. Maskeleme işlemleri de Superimpose X deki kadar basitleştirilmemiş.

Ücretsiz olmasa bile bir kere vereceğiniz 4-5 euro ile, diğer fotoğraf uygulamaları gibi abonelik ücreti istememesi güzel yanlarından birisi. Bu uygulamafotoğraflarınızı sanat eserine dönüştürmede vazgeçemeyeceğimiz bir uygulama. Bir altın standard. Yaratıcılığımızı besleyen, aplikasyon kütüphanemizde olmazsa olmaz bir aplikasyon.

Menüsünde Tone, Preset, Style, Effect, Adjust, Brush, Form ve Texture gibi mod’lar var. ve her Mod’un altında da çok sayıda alt menüler var. Her adımı onaylanmanız gerekiyor, yoksa yaptığınız işlem kayboluyor. Onayladığınız adımları steps denilen yaptıklarınızın geçmişi bölümünden izleyebiliyorsunuz. İki fotoğrafla çift pozlama uygulaması ve harmanlama fonksiyonu da mevcut. Çalışma sırasında zaman zaman ilk hali ile son halini mukayese etmek mümkün. Maske mantığı diğer uygulamalardaki gibi boyadığınız zaman siliyor sildiğiniz zaman geri alabiliyorsunuz. Ancak dediğimiz gibi bu kısım diğer aplikasyonlara göre biraz daha kompleks.

Çalışma alanının sağ tarafı hazır ayarlara ayrılmış en alt satır ise ince ayarları yapmanıza olanak sağlıyor. 

Bu aplikasyonla ilgili internette çok sayıda video tutorial izleme şansı da mevcut.

Mobil sanatçıların dağarcıklarında bulundurmaları ve öğrenmeleri gereken bir aplikasyon olarak değerlendiriyoruz.

Procreate ve Procreate pocket

Hem kolay kullanımlı hem de profesyonel işler yapılabilecek kadar gelişmiş bir aplikasyon. Bolca çizim ve boyama araçlarının yanında illüstrasyon yapmaya çok uygun bir aplikasyondur.

Yüzlerce el yapımı fırça, bir çok sanatsal araç, gelişmiş bir katman sistemi ile desenler, resimler, çizimler hatta animasyonlar oluşturmak için her şeye sahip bir uygulamadır.

Evde koltukta, otobüste, trende, plajda veya kahve için sırada beklerken çalışıp üretebilirsiniz. İdeal mobil sanat aplikasyonudur. Photoshop a yakın gücu ama onla kıyaslanmayacak kadar kolay kullanımı ile vucunuzun içinde eksiksiz bir sanat stüdyosu gibi düşünebilirsiniz.

Procreate’in ne gibi özellikleri var biraz da onlara bakalım; 

Yüksek Çözünürlüklü tuvaller

Düzgün şekiller için QuickShape özelliği

Pürüzsüz ve duyarlı örnekleme olanağı

iPhone için en hızlı 64-bit boyama motoru

Kısayolları kullanmak için bir klavye bağlanabilme özelliği

64 bit renkte işler oluşturma

250 seviye geri alma ve yineleme

Sürekli otomatik kaydederek işinizi kaybetmenize izin vermez.

Fırçalar

Yüzlerce fırça

Her fırça için 100 den fazla özelleştirici ayar

Kendi fırçalarınızı tasarlama olanağı

Fırçalarınızı başkalarıyla paylaşma 

Photoshop fırçalarını kullanın hatta Photoshop dan daha hızlı kullanın

Katmanlar

25 den fazla katman harmanlama mod’u

Tahribatsız düzenleme

katman ve kırpma maskeleri

Katman grubu yaratma

Nesneleri birden çok katmanda aynı anda değiştirme

Renk

ColorDrop ile çizgi çalışmalarınızı hızlı renklerle doldurma olanağı

Disk, Klasik, Uyum, Değer ve Palet renk panelleri

Renk eşleştirme için renk profillerini içe aktarabilme

Tasarım

Metin Ekleme

Perspektif, İzometrik, 2D ve Simetri görsel kılavuzları

Çizim Yardımı

Animasyon yardımı

Glitch, Chromatic Aberration, Glow ve Halftone gibi efektler

Derinlik ve hareket için Gauss ve Hareket Bulanıklığı filtreleri 

Netlik için Keskinleştirme aracı

Ton, Doygunluk veya Parlaklığı gerçek zamanlı olarak ayarlama özelliği

Renk Dengesi, Eğriler ve HSB dahil güçlü görüntü ayarlamaları

Çözgü, Simetri ve Sıvılaştırma Dinamikleri

Video üretimi için Hızlandırılmış kaydınızı 4K olarak dışa aktarabilme özelliği

Procreate pocket iPhone için tasarlanmış Procreate ise iPda için tasarlanmış.

iPad’in sahip olduğu ekstra çizim kılavuzları, sıvılaştırma ve hızlı şekil gibi özellikler iPhone da bulunmuyor. Dolayısı ile iPad’te kullanmaya alışınca iPhone da kullanmak istemiyor insan. Procreate mobil sanatçının sanatını geliştirmesine yardımcı oluyor.

 

Dijital Ressam olun…

Normalde ressamlar elleriyle, kalem ve kağıtlarıyla çalışmayı sever. Bunun için saatler harcarlar. Kağıt üzerine çizim yapma hissini güçlü bir duygudur, ama zaman alıcı ve pahalıdır.

Yaptığınız resmi dijital ortamda paylaşabilmeniz için dijitalize etmeniz gerekir. Bu da zaman alıcıdır ve resmi orijinalinde olduğu gibi gösteremez. Oysa baştan procreate de resminizi oluşturursanız işler değişir.

‍Procreate çok miktarda imkan sunuyor. 

Fırçalar, sulu boyalar ve kağıt ve tuvalleriniz masraf açacaktır. Bilgisayar ihtiyacı da cabası.

Ve daha da kötüsü… fırçalarız yıpranır ve suluboyalarız  sonsuz değildir. 

Resim yaparken odanın yarısını kullanırsınız, oysa Procreate ile ihtiyacınız olan iPad’iniz ve bir Apple Pencil’dır. İstediğiniz her yerde istediğiniz zaman çalışabilirsiniz.

Toplu taşıma araçlarında, parkta; isterseniz  iPad’inizi getirin ve biraz resim yapın.

 

 

 

Fotoğrafa Aşk Mektubu: Roland Barthes ve Punctum kavramı

Fotoğrafa Aşk Mektubu: Roland Barthes ve Punctum kavramı

Mehmet Ömür

Roland Barthes’ın yazdığı kitabın orijinal adı Aydınlık Oda. Neden “Karanlık Oda” değil de “Aydınlık Oda” yani “Camera Lucida?” Çünkü bu çok şahsi bir eser. Barthes’ın belki de en güzel eseri. Başlangıçta deneme olarak başlanmış ancak daha sonra özellikle kitabın ikinci bölümünde Barthes olayı duygu optiğinden geçirmiş ve özeline taşımıştır.

Cahier de Cinema bir sinema dergisidir ve bu dergi Barthes’dan sinema üzerine bir kitap yazmasını istemiştir ama Barthes 1,5 yıl kadar bir süre bu siparişi bir kenara atmak durumunda kalmıştır çünkü annesinin ölümünün yasını tutmakta ve başka bir şeyle ilgilenememektedir. Ta ki fotoğrafın ölümle ilgisini kurana kadar. Bu ilişkiyi kurunca evine kapanır ve kitabı 6 haftada bitirir. Kitap bir deneme kitabı olmaktan çıkmış herhangi bir tarza sokulmakta zorlanılacak bir kitap haline gelmiştir. Kitap müzik eseri gibi 2 bölümde yazmıştır ve partisyonlar vardır ve her bölümde 24 kısa düşünce parçaları vardır. Bu kitapta fotoğrafı sinemanın karşısına koyar, çünkü sinema fotoğraf kadar kendisini çekmemektedir. 

 

Camera Lucida, orijinal adıyla “La Chambre Claire” yani Aydınlık Oda, aşk mektubu gibi duran metaforlar yığını bir kitaptır. Barthes, Latince sözcüklerle daha özgün anlam arayışları içine girmiştir. Roland Barthes, fotoğrafın başkaları için değil de, kendisi için ne anlama geldiğinin arayışı içindedir ve kitabın ikinci bölümünde de tamamen duygularını açar. Hayatının en önemli fotoğrafı olan, annesinin 5 yaşında çekilmiş “Kış Bahçesi” adını verdiği fotoğrafını değerini düşürecek diye kitapta göstermez ama uzun uzun anlatır, içini döker. Ona göre fotoğraf kişiseldir, herkesin her  fotoğrafa yaklaşımı farklı ve özeldir ve Barthes kitabında bunun üzerine uzun uzadıya durur. Kitap fotoğraf sanatına bir güzelleme olarak yazılmıştır. Roland Barthes fotoğrafı sinemaya tercih eder demiştim.  Fotoğrafı sahneye benzetir, ona göre fotoğraf tiyatroya sinemadan çok daha fazla yakındır. Ben de zaten ileride yazacağım tiyatro oyunumda onu Susan Sontag’ın karşısına erkek başoyuncu olarak çıkartacağım. Başrol veriyor olmamın başlıca nedeni fotoğrafı sinemadan çok seviyor olması değil tabii ki. Karizması, düşünceleri ve fotoğrafa yazdığı “Camera Lucida” kitabı. Barthes, fotoğraf felsefesiyle fotoğraf severlerin gönüllerine taht kurmuştur. Amatör olarak bile, fotoğraf çekmedikleri halde bir arkeolog özeniyle fotoğrafı böylesine özenli bir şeklide irdeleyen düşünürlere hayranlığım büyüktür doğrusu. Aynı şekilde John Berger ve Walter Benjamin de fotoğraf sanatı için çok değerliler ve sırada onlar da var. Barthes’in fotoğraf kitabı fotoğrafa adeta bir aşk mektubudur. Ölümünden çok kısa süre önce 1980 yılında, Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” kitabından birkaç  yıl kadar sonra yazdığı bu kitabında Susan Sontag’a neden hiç gönderme yapmadığını merak ettim doğrusu. Oysa birbirlerini iyi tanırlar bu iki fotoğraf düşünürü. Barthes’a hayran olan Sontag,  onu anlatırken “Elimi öpüp yanağına götürmesini hiç unutamam” der. İşte böyle kibar bir beyefendidir ve Sontag da Barthes’den çok hoş bir kişi diye bahseder. Barthes’ın narin bir yapıya sahip olmasında belki de çocukluğunda yakalandığı verem hastalığının rolü vardır ve 3 yıl eve kapanmasına neden olan bu hastalığın, çok sonralar geçirdiği kazanın ardından kendisini toparlayamayıp ölmesine neden olduğunu düşünenler de vardır.

Roland Barthes “Camera Lucida” da tamamen kişisel duygu ve düşünceleri üzerinden yürüyor, yeni kavramlar üzerinde duruyor ve yeni kavramlar kuruyor; Operator, Spektator, Spectrum, Studium ve Punctum öne sürdüğü önemli kavramların bazılarıdır. Bir de “Ça-a-été” var ki, bu kavramın Türkçe’de tam karşılığını bulmak biraz zor. Barthes, fotoğrafın anlamın peşindedir. Ça-a-été,  “O oldu, bu vardı, öyleydi” anlamlarına gelir. O anda, orada bir şey olmuştur ve bir daha tekrarı olmayacak olan “bu şey” sonsuza kadar fotoğraf tarafından gösterilecektir. Bu kitapta “Punctum” kavramını ortaya atmıştır. Bu kavram, fotoğrafın dışına da çıkıp başka alanlarda da kendisine yer bulmuştur. Delip geçen şey, yani bu Punctum bizi yakalayan, yani aşık olduğumuz o küçük şeydir. Başkasında belki aynı duygu oluşmayacaktır, yani özeldir.

Barthes, bir ontolog (varlık bilimci), -her ne kadar kendisini öyle görmese de- bir filozof, bir göstergebilimci ve bir yazardır. Sorbonne’da hoca olabilecek kadar, kendi kendisini yetiştirmiştir.

Barthes, kitabına Napoleon’un yeğeni Jerome’un fotoğrafıyla başlar. “İmparatoru gören gözleri” görüyordum demesi ilginçtir. Barthes, ölümle kafasını bozmuştur diyebilirim,   sonra girdiği büyük bir yas döneminde bu düşüncelerinin etkisine girdiğini söyleyebiliriz. Camera Lucida’da yazarın amacı, fotoğrafın temel bir özelliğinin olup olmadığı, daha doğrusu “tek başına diğer imge gruplarından farklı bir  üstünlüğü” olup olmadığını anlamaya çalışmaktır. Yazar, fotoğrafın bir daha asla tekrarlanamayacak bir şeyi mekanik olarak tekrarladığını söylerken seyirciyi pasif konuma sokmaz. Aslında genel olarak imgeleri okunması gereken bir metin gibi görmeye eğilimimiz vardır. Çünkü güçlü bir referans noktasına ihtiyacımız vardır. Oysa imge konuşmaz, grameri yoktur, ayrıca kavram da değildir. Fotoğraf ise bize gösterir, bilgilendirir ve hayal etmemizi sağlar. Ama meraklı beyinlerimiz her şeyde olduğu gibi fotoğrafı da deşifre etmeye, okumaya çalışır. Fotoğrafları ve imgeleri sessiz bir dilbilim, imge sözlükleri, ikonografiler olarak ele alan teoriler üretmeye çalışıyoruz. Bu şekilde anlamayı ümit ediyoruz. Roland Barthes’de kitabındaki 48 bölümde bunu yapıyor ve görüntü sorununun fotoğraftaki yerini anlamaya çalışıyor. Bir göstergebilim uzmanı olan Barthes’a  göre fotoğrafın bir dili yoktur, doğası gereği olamaz, sadece kayıpla veya ölümle ilişkisi vardır 

Fotoğrafı çekene Operator, seyredene Spectator diyor. Fotoğrafın kendisine ise Spectrum. Spectrum’un “Spectacle” ile yani sahne ile ilişkisi olduğunu söylüyor Barthes.  Ona göre “Studium” kavramıyla ise genele gönderme yapar, yani ortalama işler, beğenilen ama aşık olunamayan işler anlamında. Barthes için en önemli olan “Punctum” dur. O küçük şey, o aşık olunan şey, herkes için farklı olabilen her fotoğrafta da olmayan “O şey”. O bir anda görüp de vurulduğumuz küçücük şey, bir yıldırım aşkı. Barthes bunu fotoğraflar üzerinden de anlatır ve  o fotoğraflardan bir tanesini fotoğrafı buraya aldım

.

Roland Barthes, çığır açan çalışması Camera Lucida’da, Koen Wessing’in 1979’da Nikaragua’da çekmiş olduğu silahlı askerlerin yanından geçen iki rahibeyi gösteren fotoğrafı ele alır. Bu fotoğrafa çarpılmıştır çünkü bu fotoğraftaki çelişkili durum Barthes’ı  çok etkilemiştir. Barthes’e göre Spectatoru yani izleyeni durup, tekrar bakmaya  yönelten bu şey yani imgenin Punctum’unu yaratan işte bu fotoğraftaki “o” çelişkidir. 

Barthes, bu kitabı sadece analog fotoğrafın gündemde olduğu, fotoğrafın kağıda basıldığı ve bakıldığı bir tarih aralığında kaleme almıştır. Acaba kitabını bugün, fotoğrafların neredeyse tamamının ekranlar üzerinden izlendiği bu dönemde yazsaydı, düşünme tarzı farklı olur muydu diye de aklımdan geçirmiyor değilim doğrusu.

Bir de bu kitabın 1996 da Türkçeye kazandıran Altıkırkbeş Yayınları ve Reha Akçakaya’ya teşekkürlerimi iletirken yazın dünyasının profesyoneli olmayan birisi olarak küçük bir eleştirimi iletmek istiyorum. Keşke kitapta Studium ve Punctum kelimelerinin Türkçesini bulma çabasına girmediğiniz gibi; Operator, Spectator ve Spectrum’u da, İşletici, İzleyici ve Tayf olarak değiştirmemiş olsaydınız. Okuyucuya için bir kolaylık olurdu diye düşünüyorum.  Muhtemelen bir nedeniniz vardır, belki o yıllarda okuyucu daha çok öz Türkçe seviyordu, kim bilir? Yine de Kitabın Türkçeye çevrilmiş olması, Türk fotoğraf dünyasına bir armağandır. Her dönemde okunabilir bir kitaptır ve her fotoğraf severin mutlaka okuması gereken bir eserdir diye düşünüyorum. Yardımcı olsun diye en önemli kelimelerden çok kısa, 6 kelimelik bir lügat yarattım ve buna Barthes’in okuma lügatı demek istiyorum. 

Operator: Fotoğrafçı

Spectator: İzleyici, fotoğrafa bakan kişi

Spectrum: Fotoğrafın konusu

Studium: Genel beğendiğimiz fotoğraf

Punctum: Fotoğrafta bizi çarpan şey, bizi o fotoğrafa aşık eden o küçücük ayrıntı

Ça-a-été: Bu vardı veya O şey oldu

Sanat ve Sağlık

Bilim sanatın insan sağlığına iyi geldiğini iddia ediyor. Biz bunu zaten her zaman hissettik, yaşadık. Müzede veya galeride beğendiğimiz bir tablonun karşısında durup, derinine baktığımızda hissettiklerimizi bir biz biliriz. Bir de yanımızdaki sanatsever arkadaşımız. Ona ”Vay be şuna bak o kırmızı noktayı nasıl da yerine yerleştirmiş” dediğimizde de o da bize “He ya, aynen!” derse ikimiz de nirvana ya evrilmiş gibi oluruz. Beynimizin iki önemli eylemi var biri haz alma, diğeri ise mantıklı olma.
Bir sanat eseri önünde içimizde ortaya çıkan olaylar nelerdir? O esere baktığımızda hissettiğimiz duyguların yükselmesinden nasıl haberdar oluyoruz. İnsan bir başka insanla karşılaştığı zaman herhangi bir duyguya kapılabiliyor. Bu iyi olabilir kötü olabilir. Aynı şekilde bir sanat eseri ile karşılaştığınızda da bu beynimizde bir takım olaylar ortaya çıkıyor. Nörotransmiterler denilen kimyasallar aracılığıyla bir çok olaylar beynimizde fırtınalar kopartıyor. Beynimiz vücudumuzun % 2 si ama vücudun tükettiği enerjinin %20 sini tüketiyor. Bu tüketimin % 60 ı ise görme ve görsellerin algılanması işlerine harcanıyor. Muhteşem bir işlemci. Mikro saniyeler içinde binlerce, milyonlarca işlem yapıp bizi çevreleyen gerçeklikle uyum sağlamamıza yardımcı oluyor. Olağanüstü değil mi? Bir de üstelik bilim dünyası bugün hala beynimizin bu işleri nasıl başardığını anlamış değil.
Diğer bir yanda bir sanat eserinin önünde hissettiğimiz estetik empati de denilen zevk alma, haz duyma olayının gizemleri var. Normalde beynin hayatta iki işlevi var. Bir tanesi hayatta kalmamızı sağlayan ve bize yaşama arzusu veren bir işlev. Diğeri ise haz alma işlevi. Biri Apollo diğeri Diyonisos. Biri at binen süvari diğeri at. Bir bilgisayar asla bu şekilde çalışamaz.

Süvari entelektüel beyni temsil ederken at haz ve ödülü simgeler. Herhangi bir çatışmalı bir durumda her zaman at kazanır. Bizi rasyonellikten ayıran ama aynı zamanda insan olarak tanımlayan şeyler hatalardır, fantezilerdir ve arzulardır.
Okşamış beyinlerden bahsedebiliriz. Bilim adamların söyledikleri şöyle; bir sanat eseri beynin her iki işlevini de devreye sokar.
Sanat eseri beyine bilmediği şeyleri gösteri, onu şekillendirir. Onu okşar ve ona zevk ve ödül verir. Bu olay müzikte yoğun olarak incelenmiştir. Görsel sanatlar alanında da benzer durum söz konusudur

Bu konuda bir çok deney yapılmaktadır.
Bunlardan bir tanesi müzedeki ziyaretçilerin sanat eserleri önündeki kalp atışlarının ve terlemelerinin miktarını ölçmek. Ziyaretçi sanat eserini seviyorsa vücudunda kortizol üretimi yani stres hormonu azalıyor.
Dolayısı ile stresi azalıyor. Koridorları sanat eserleriyle süslü hastanelerin hastalarının hastanede geceleme sayısı kuru ve laboratuar gibi olan hastanelerden daha düşük. Yani sanat içinde insanın iyileşme süresi hızlanıyor.
Kalp daha sakin atıyor, vücut gevşiyor. Beyinde mutluluk hormonu diye bilinen dopamin salgılanması artıyor. Müzik dinlerken arttığı gösterilen endorfinler ve oksitosin (sevgi hormonları) kimyasal cephaneliğimizin bir parçası olarak çalışıyor. Bunların hepsi bir sanat eserinin önünde de ortaya çıkıyor. Altın oran olarak bilinen bir kavramdır. Görsel estetiğin temelindedir. Bu incelendi. Bir eserin estetik niteliklerini değerlendirebilmek ve onu beğenmek nasıl oluyor bu bilimsel olarak tesbit edildi. İnsanlara değişik fotoğraflar gösterildiğinde hangi sosyoekonomik sınıftan gelirlerse gelsinler hangi yaşta olurlarsa olsunlar, sıradan fotoğraflara göre ustaların fotoğraflarını tercih ettikleri bilimsel olarak gösterildi.

Bir italyan bilim adamı iki beynimizin birbirinden bağımsız olarak çalışabileceğini gösterdi. Ama aralarında gelişmiş sürekli açık bir bir bağlantı kanalı vardır, burası akıl ve duyguyu birleştiren empati yeridir. Pariste hastalara müzeye gitme reçetesi yazmaya kalkan doktorlar var. “Güzelliğe davet” derneği nörolojik, psikolojik ve sosyal düzeydeki araştırmalardan dolayı UNESCO’nun himayesine verildi. Lyondaki bir hastanenin iç hastalıkları bölümünde hastalar hastaneden odalarına asmak için beğendikleri bir sanat eserini isteyebilmektedirler. Yani okuduğunuz bir kitabın antidepresan etkisi gibi acı çeken insanların bir tabloya bakarak gevşemesi tabii ki doğal bir durumdur.
Başka bir çalışmada ise orta seviyede oluşturulan deneysel bir ağrı 6 aydan uzun süreli ilişkileri olan kadınlarda partnerlerinin fotoğrafları gösterildiğinde bu ağrıyı daha az hissettikleri bilimsel ortaya kondu. Fotoğrafın ağrıya yanlarında ellerini tutan bir kişiden daha fazla faydası olduğu ortaya çıktı. İlginç değil mi?

 

 

https://www.scn.ucla.edu/pdf/Master-InPress-PsychSci.pdf

Sanat ve sağlık