Çağdaş Fransız Fotoğrafı
Arles Fotoğraf Festivalinden iki enstantane…
Çağdaş Fransız Fotoğrafı
Türkiye Fotoğraf Vakfının 2023 yılında yayınladığı Çağdaş fotoğraf Özel sayısına hazırladığım Fransız Çağdaş Fotoğrafı başlıklı yazımı burada sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Çağdaş Fransız fotoğrafı, “Arles Karşılaşmaları” adı da verilen Arles Fotoğraf Festivali ile hemen hemen aynı yaştadır. Buna mukabil Paris Photo bu yıl 26 yaşına basmıştır ve bu iki fotoğraf festivali, dünyanın en önemli festivalleri olarak kabul görürler. Çağdaş Fransız fotoğrafı, genellikle bu iki festivalde boy gösterir ve bu mecralarda ilerler.
Fotoğraf, Fransa’da bulunmuş olmasına karşın, yakın fotoğraf tarihi içindeki yeri genelde ihmal edilmiştir. Gördüğüm kadarıyla bu konunun en önemli kitapları, fotoğrafın en önemli merkezleri arasına New York, Londra, Berlin ve Tokyo gibi şehirleri öne çıkarırken; Paris’i eklemeyi ihmal etmiş olmaları yetmezmiş gibi, dünya çapında önemli 20 çağdaş fotoğrafçı arasına Fransa’dan sadece Sophie
Calle eklenmektedir. Dünya çağdaş fotoğrafçılığı için olduğu gibi çağdaş Fransız fotoğrafı ile ilgili bir makale yazmak amaçlandığında, araştırma sırasında da çeşitli zorluklarla karşılaşılır. Bu zorlukların başında, çağdaş fotoğrafçılığın tanımı ve konuyla ilgili bölümlerin sınıflandırılması gelir. Bu konuda yazılmış önemli kitaplar, bu zorlukları net bir şekilde ifade ederlerken, her kitabın konuya farklı yaklaşımları olduğu görülür.
Biz önce bize uygun bir tanım yapacağız. Daha sonra da geçmişte gezdiğimiz ve hakkında yazılar yazdığımız Paris-Photo ve Arles fotoğraf festivalleri deneyimlerimizden de yararlanarak yaptığımız
bir sınıflandırma üzerinden ilerleyeceğiz. Çağdaş fotoğrafçılık, geleneksel fotoğrafçılık tekniklerini kullanarak, günümüzdeki toplumsal, kültürel ve bireysel deneyimleri yansıtan sanatsal bir yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşım, dijital teknolojilerin gelişimiyle birlikte daha da yaygınlaşmış ve çeşitlenmiştir. Çağdaş fotoğrafçılar, fotoğrafı bir ifade aracı olarak kullanarak kendi bakış açılarını, duygularını ve düşüncelerini aktarırlar. Çağdaş fotoğrafçıların, geleneksel kompozisyon kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalmak yerine deneysel ve yenilikçi yaklaşımlar kullandıklarını görüyoruz. Bu, kompozisyon, ışık, renk, dokular ve diğer görsel ögeleri manipüle etme özgürlüğü anlamına da gelmektedir.
Çağdaş fotoğrafçılık, aynı zamanda toplumsal ve politik konuları ele alarak güçlü bir mesaj iletmek için kullanılır. Fotoğrafçılar, çeşitlilik, eşitlik, cinsiyet, ırk, çevre ve diğer çeşitli sosyal konuları ele alarak toplumu sorgulayabilir ve farkındalık yaratabilirler. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte dijital fotoğraf makineleri ve görüntü işleme yazılımları çağdaş fotoğrafçılara daha fazla yaratıcılık ve özgürlük sunmuştur. Dijital manipülasyon teknikleri, fotoğrafçıların görüntüler üzerinde oynamalarına ve hayal güçlerini kullanmalarına olanak tanır. Özetlemek gerekirse çağdaş fotoğrafçılık, günümüzdeki toplumsal ve teknolojik değişimleri yansıtan, deneysel ve yenilikçi bir sanatsal yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşım, fotoğrafçıların kendi bakış açılarını ifade etmeleri, güçlü mesajlar iletmeleri ve yaratıcılıklarını sergilemeleri için geniş bir alan sunar.
Fransa, 1920-1940 yılları arasında dünyada fotoğrafın
başkenti olmuştur ve ön planda olduğu bu durumu daha sonra da uzunca bir süre muhafaza edebilmiştir. Fransa’da çağdaş fotoğrafçılığın geçmişine bakarsak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal ve ekonomik alanda çok verimli geçen 30 yılı görürüz ki Fransızlar buna, “Şanlı 30” derler. Bu dönemden sonra çağdaş sanatın temelleri atılmaya başlar.
Ancak 1970’lerdeki petrol krizi ile bolluk – bereket dönemi tersine dönmeye başlar. Fransa’nın sosyoekonomik, kültürel, demografik ve coğrafi görüntüsü değişmeye başlarken, fotoğraf da belgesel özellikleriyle bu değişimleri yansıtmaya başlar. Akabinde ulusal kimlik arayışları, cumhuriyet değerleri ve post-koloniyal konular ele alınır. Bu sırada sanatsal, kültürel, tarihi, politik ve entelektüel yakınlaşmalar da fotoğraf aracılığı ile ortaya çıkar. Michel Foucault’dan itibaren görsellik ve yazı birlikteliği çağdaş Fransız felsefesinin temel taşı olurken, aynı yıllarda Fransız filozoflar “fotoğraf felsefesini” de tanımlamışlardır. Sonuç olarak çağdaş fotoğrafçılık, Fransa’da böylesi felsefi ve yazınsal miras üzerinde gelişmeye başlamıştır. Bu arada bu konudaki dünyaca ünlü yazıların sahibi ve fotoğrafın ne olduğunu en güzel anlatan Roland Barthes’i de anmadan geçmeyelim.
Fotoğraf felsefesi konularında olumlu gelişmeler yaşanırken,
Fransa’da ekonomik model nedeniyle sanat dünyasında ciddi bir düşüş baş gösterir. Fransız sanatı, lideri olduğu dünya sanat piyasasından yavaş yavaş silinmeye başlar. Nicolas Sarkozy’nin liberal ekonomi hareketi başlayana kadar bu çöküş devam eder. 1972 yılında eleştirmen Jean Clair, “Atget ve Brassaï’nin Ülkesinde Fotoğrafın Sağlığı Pek İyi Değil” başlıklı bir yazı yayınlarken, aynı anda sadece HCB, Izis, Doisneau, Willy Ronis gibi Fransız hümanist fotoğrafçıların etkileri devam etmektedir.
Yıllar sonra 2018’de Paris’teki Avrupa Fotoğraf Evi’nin (MEP) düzenlediği sergi ile durum düzeltilmeye çalışılır. “Fransız Fotoğrafçılığı Hâlen Mevcut, Ben Gördüm” serginin adıdır. Serginin adını, New York Modern Sanat Müzesi (MoMa) Fotoğraf Direktörü John Szarkowski koymuştur. Szarkowski, Fransız fotoğrafçılığının öneminin farkında olduğunu belirtmek istemiştir. 1982’de François Mitterand başkan seçilince, yanına kültür bakanı olarak Jacques Lang’ı alıp bir kültür – sanat seferberliği başlatır. Bu seferberlik, farklı görüşlerde hükümetler döneminde de bugüne kadar devam etmiştir. Fransa, Avrupa’da kültür
ve sanata en büyük bütçeyi ayıran ülkedir. Günümüzde bu girişimler meyvelerini vermekte ve önemli çağdaş Fransız fotoğrafı ortaya çıkmaya başlamaktadır. Kişisel
değerlendirmelerime dayanarak seçtiğim 11 önemli çağdaş fotoğraf sanatçısını buraya taşımayı ve sizlere özellikleriyle tanıtmayı uygun gördüm. Bu fotoğrafçılar alfabetik sırayla şöyledir: Christian Boltanski, Mohamed Bourouissa,
“İnsanlar” / “People”, Christian Boltanski, Grand Palais, Paris, 2010.
Christian Boltanski: Paris’te Rusya’dan göçmüş bir Yahudi babadan ve Yahudi ataları olan Korsikalı anneden dünyaya gelmiştir. Yahudi kökleri, sanatını ciddi biçimde şekillendirmiştir. Babasının Nazi işgali sırasında 1,5 yıl bodrumda saklandığını biliyor olması ve 12 yaşında okulunu terk etmek zorunda kalması, yaşamında önemli travmalarıdır. 14 yaşında resim yapmaya başlayan Boltanski, yokluk ve varlık arasındaki sınırı sorgulayan bir sanatçı olarak bilinir. Eserlerinde yokluk kavramı önemli bir yer tutar ve medyaların yok olanları canlandırmak yerine yokluğunu daha da belirgin hâle getirdiğini savunur. Boltanski’nin çalışmaları, belleğin sahteciliği ve yaşam projelerimizin kırılganlığı gibi konuları ele alırken; temel konuları zaman, geçicilik ve ölümdür. Sanatçı
eski fotoğraflar, buluntu nesneler, oluklu mukavva, oyun hamuru, aydınlatma elemanları, mumlar gibi malzemeler kullanarak duygusal etkiyi yakalamayı amaçlar.
Eserlerinde fotoğraf, sinema, video gibi farklı sanat ifade biçimlerini kullanarak bellek, bilinç dışı, çocukluk ve ölüm temalarına sıklıkla yer verir. Boltanski’nin dikkate değer bir özelliği, sahip olmadığı nesnelerle yaşam anlarını yeniden inşa etme alışkanlığıdır. Bir hayat hayal eder, onu kendine mal eder ve bu nesnelerin büyük duygusal güce sahip olmaları sebebiyle dosyalar, kitaplar, koleksiyonlar gibi
her şeyi anılarla ilişkilendirir. Sanatçının eserleri, Shoah’ın anısıyla şekillenmiş olup, kendi geçmişi ve yeniden yapılanmasıyla yoğun bir şekilde ilgilenir. Boltanski, hazır nesneleri kullanarak tipik burjuva çocukluğunu parçalı
bir biçimde betimlemek için “Vitrinler” adlı eserlerini 1967 yılında yapmaya başlar. Ayrıca kişisel eşyalarını açık artırmayla satışa sunar. Kendisinin ve kurgusal karakterlerin yaşamlarının envanterlerini çıkarır ve bunları çeşitli müzelere miras olarak bırakır. Kukla bir palyaço için vitrinler kurarak bir antropoloji müzesi oluşturur.
Bu eserler, çocukluk hatıralarından ölü yakınlarının anılarına, kişisel bir öyküden hepimizin ortak hikâyesine kadar hatırlamaya çağrışım yapar. Boltanski’nin eserleri, pop art ve minimalizmden farklı olarak nötr bir eser ve öznellik reddini paylaşan bir yaklaşımı yansıtır. Sanatçının koleksiyonları, etnografik müze sunumlarının etkisinden ilham alır ve nesnelerin, sanatın temel belirsizliğine işaret eden sahnelemelerdir. Kişisel nesnelerin veya anılarının yanında, Boltanski yaşamının psödo-belgesel yeniden yapılandırmalarını da sergiler.
“Çıkmaz” / “L’impasse”. Fotoğraf / Photo by Mohamed Bourouissa, 2007.
Mohamed Bourouissa: 1978 yılında Cezayir’in Buleyde şehrinde doğdu. Paris’te yaşıyor ve çalışıyor. Fotoğraf, video ve yerleştirme gibi farklı medya türlerini kullanmaktadır.
Çalışmaları, sosyokültürel konuları merkeze alan ve özellikle “varoşlardan gelen genç” prototipini sorgulayan bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bourouissa’nın eserleri, görsel kimliklerin oluşumunda imgelerin rolünü sorgulamakta, çağdaş ve uluslararası kentsel gençliğin kozmopolitliğini araştırmaktadır. Bourouissa’nın “Peripherals” adlı fotoğraf serisi, banliyölerdeki günlük yaşamdan sahneleri renkli fotoğraflarla sunmaktadır. Grup içinde yaşam, güç
ilişkileri ve erkekler arasındaki dinamiklere odaklanır. Bourouissa, varoşları bir kültüre dönüştürürken özcülük (esansiyalizm) kavramını da sorgulamaktadır. “Halles” adlı fotoğraf serisinde ise Parisli gençlerin portreleri yer
alırken, farklı kültürel modellerin varlığı da vurgulanmaktadır. Bourouissa’nın çalışmalarında çizimlerle temsil edilen antropomorfik figürler de bulunur. Koşan, spor ayakkabı giyen ve kapşonlu kıyafet giyinen figürler siyah eskizlerle betimlenir. “Screens” adlı serisinde ise toz hâline getirilmiş ekranların fotoğraflarını içeren ışıklı kutularda sunulur.
Bu eserlerde kültürel eleştiri ve sorgulama öne çıkar. Bourouissa, sanatsal pratiğiyle sosyal ve kültürel meselelere odaklanırken, görsel imgelerin gücünü ve çoğulluğunu keşfetmeye çalışmaktadır.
“Işıltı” / “Aureole”, Valérie Belin, 2015.
Valérie Belin: 1964 yılında banliyösünde doğduğu Paris’te yaşayıp çalışmaktadır. Yaratıcı çalışmalarında sürekli arayış içindedir. Kendi düşüncesinin izini sürer ve her seferinde bu düşüncelerini takip ederek sonuca ulaşır. Belin, gerçekliğin enerjisini yansıtan nesneleri arar, minimal ve deneysel bir tarzda çalışır. İşlerinde optik bir büyütme ve çarpıtma teknikleri kullanır. Belin’in çalışmalarında mekanik bir yön vardır. Tuhaf şeylere ek olarak tüketim mallarını ve kırık aynaları da sevmektedir. Günlük hayatın akışkan dinamikleri ve çıplak heykeller,
ilgisini çeker. İnsan figürüne yönelik bir döngüye geçmeyi planlamaktadır. “Vücut Geliştiriciler” (1999), “Faslı Gelinler” (2000), “Siyah ve Beyaz Güzeller” (2001) gibi serilerinde insanların tuhaf ve bazen de klişeleşmiş güzellik algısını sorgular. Ayrıca Michael Jackson’ın benzerlerini fotoğrafladığı bir serisi de vardır ki bu çalışmalarında dönüşüm ve kimlik arayışı temalarını işler. Dijital araçları kullanarak sanal kaynaklara dalan Belin, hareketli yaşamın dışında kalarak dönüşümleri güçlü ışıklar altında kaydeder. Renkleri abartır ve siyah beyaza geri döner. Dansçıları, sihirbazları ve diğer karakterleri çekici bir şekilde fotoğraflar.
‘Kendinize dikkat edin’ ‘Prenez soin de vous’ Sophie Calle. Fotoğraf / Photo by Jean-Baptiste Mondino.
Sophie Calle: Koleksiyoncu Robert Calle’nin kızıdır ve Paris’te doğmuştur. Hâlen Paris’te yaşamakta ve
çalışmaktadır. Lübnan’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne ve çeşitli ülkelere seyahat ettikten sonra 25 yaşında sanatla ilgilenmeye başladı. 1978 yılında Guatemala’da sanatçı olacağını pek bilmeden, babasını memnun etmek ve hayatını iyileştirmek arzusuyla ilk mezar fotoğraflarını çekti. 1979 yılında ise kendi deyimiyle tesadüfen “hikâye yapımcısı” olarak çalışmaya başladı. Neredeyse bir hafta boyunca arkadaşlarını veya yabancıları yatağında uyumaya davet etti, fotoğraflarını çekti ve resimlere metinlerle eşlik etti. Paris Bienali’nde sunulan bu serisi, Sophie Calle’in sanatının çeşitli özelliklerini bir araya getirirken, bir oyun olarak otobiyografik bir ritüel etrafında bir görüntü ve anlatım tarzı yarattı.
Bir gün bir kafede otururken tanımadığı bir adamın nereye gittiğini merak edip peşine takıldı. Paris’ten Venedik’e giden adamın fotoğraflarını gizlice çekerek son durağa kadar onu bir detektif gibi takip etti ve bu seriye “Venedik Süiti” adını verdi. Ardından da benzer projeler geldi ve “La Filature”da (1981) annesinden kendisini takip etmesi için bir dedektif tutmasını istedi. “L’Hôtel”de (1981) ise müşterilerin odalarında bıraktıkları şeyleri gözlemlemek için bir otelde hizmetçi olarak işe girdi. 1983 yılında buluntu bir defterin sahibinin izini sürmek için defterdeki numaraları arayıp kayıtlı kişilerle konuştuğu “Adres Defteri” çalışması çok ilgi çekti. 1986 yılındaki “Aveugles” adlı dizisinde doğuştan kör olan insanların kendi güzelliklerini ve fiziki yapılarını tanımlamaya çalıştıkları, duygusal ama aynı zamanda estetik konuları araştırdı. Bu sorgulama, kendisinde yokluk teması ve sanatın yapısı üzerine karmaşık bir düşünceye yol açtı. Ardından “Last Seen” ve “La Couleur Blind” gibi müze ve sanat eseriyle bağlantılı iki sergi açtı.
1992’de başarısız bir romantik ilişki, ona uluslararasıtanınırlık ve ün kazandıran ilk filmi “Double Blind/No Sex Last Night”a ilham kaynağı oldu. 1990’lı yıllara yazar Paul Auster ile yaptığı iş birliği damgasını vurdu ve “Leviathan” adlı çalışmasıyla ikizi Maria’yı yarattı. Sophie Calle, daha sonra 5 Ekim 2002’de yüzlerce insanı Eyfel Kulesi’ne topladı. Yattığı yerden onların hikâyelerini dinledi ve hepsiyle kucaklaştığı bazı kurgusal eserlere de imza attı.
Sophie Calle, çok büyük bir triptik olan “Douleur Exquise” (Zarif Ağrı) adlı eserini 2003 yılında Pompidou Çağdaş Sanat Merkezi’nde sergilemiştir. Ayrılık temasını işleyen bu eser, Calle’in çağdaş ve popüler olma özelliklerini pekiştirmiş ve 2007 yılında Venedik Bienali’nde Fransa’yı temsil etmiştir.
“539 COVID-19”, Antoine d’Agata, hastane / hospital, Fransa / France.
Antoine d’Agata: Fransız belgesel fotoğrafçısı ve sinemacısıdır. 1961 yılında Marsilya’da doğmuştur. D’Agata, fotoğrafçılık kariyerine Magnum Photos üyesi olarak başlamış ve çeşitli kitaplar yayınlamıştır. Aynı zamanda film yönetmeni olarak da çalışmış ve birkaç film çekmiştir. Çalışmaları, genellikle gece, fuhuş, cinsellik gibi konuları ele
almaktadır. D’Agata’nın fotoğrafları, bedenlerin ve duyguların kopuşlarını yansıtmaktadır.
Çalışmaları, izleyicileri düşünmeye ve gördükleri gerçekliği sorgulamaya yönlendirir. D’Agata, küçük formatlı fotoğraf makineleri kullanarak çekimler yapar ve siyah beyaz, renkli, film ve dijital formatlarda çalışır. Fotoğrafları, genellikle rastlantısal buluşmalar üzerine kuruludur
ve konusunu önceden belirlemez. Belgesel çalışmaları, sadece kendisinden ve kendi deneyimlerinden bahsetmekle kalmaz, aynı zamanda yaşam anlarının anlık doğasına da tanıklık eder. Fotoğrafçılığa olan yaklaşımı, geleneksel belgesel görüntülerden farklıdır ve fotoğrafçının gözetleyici rolünü reddeder. Özetle Antoine d’Agata, çarpıcı estetiği ve cesur çalışmalarıyla tanınan önemli bir fotoğrafçı ve sinemacıdır.
“Psikiyatri Hastanesi” / “Psychiatric Hospital”, Raymond Depardon, Torino / Turin, İtalya / Italy, 1980.
Raymond Depardon: 1942 yılında Villefranche-sur- Saône’da doğmuştur. Hâlen Paris’te yaşamakta ve çalışmaktadır. Kâşif ve ilham verici bir kişi olarak tanınır. Bu nedenle genç fotoğrafçılar sıklıkla kendisini takip etmektedir. Çiftlikte büyümüş, yazma kursları almış ve 1950’lerin sonlarında fotoğrafçı ve kameraman olma hayaliyle Paris’e gitmiştir. Bir basın ajansında çalışmaya başladı. Paparazi olarak haberler yaptı ve birçok deneyim biriktirdi. 1966 yılında Gamma Ajansı’nın kurucuları arasında yer aldı ve fotoğrafçı kimliğini yeniden değerlendirmeye başladı.
Paris’i, foto muhabirliğinin başkenti hâline getirmeye çalıştı. Valéry Giscard d’Estaing’in seçim kampanyasını belgeledi. Ancak d’Estaing, bu belgelerin yayınlanmasına uzun süre izin vermedi. Magnum Ajansı’na katıldı ve kurgusal çalışmalara başladı. Bir tımarhanenin, bir gazetenin, polis ve adalet mekanizmasının işleyişini anlattı. Ancak her nedense foto muhabirliği konusuna her zaman bir güvensizlik duydu. Beyrut’taki çatışmadan döndükten sonra, küçük bir manifestonun başlangıcını oluşturan “Notes” adlı kitabını yayınladı. Haber algısını bozma konusuyla ilgilendi. Basını sevdi ama çoğunlukla kitapları tercih etti, çok sayıda sergi açtı.
“Kutsal Üçlü” / “Holy Triptych”, JR, 2006.
JR: Özellikle Orta Doğu ve Brezilya gibi aşırı gerilimli ve yoğun medyanın olduğu bölgelerde, küreselleşmiş medyanın indirgemeci bakış açılarından farklı perspektifler sunan görüntüler oluşturmayı hedefler ve bakış açısını, “küresel karşısında yerel deneyimler
yaşamayı deniyorum,” sözleri ile ifade etti. JR olan iki baş harfli takma adının ardına saklanan 40 yaşındaki sanatçı, Kibera’daki gecekondu mahallelerinden Filistin sınırına kadar birçok yerde insanlara zaman ayırdı ve onlarla yakın ilişkiler kurdu. Örneğin Rio de Janeiro’daki en eski ve tehlikeli favela olan Morro da Providencia’da haftalar geçirdi. Silahlı adamları ikna ederek serbestçe dolaştı
ve “Women are Heroes” adlı projesini gerçekleştirdi. Bu projede Brezilya, Hindistan, Kamboçya ve Kenya gibi ülkelerde tanıştığı, bazen ölümle ama çoğu zaman hayatla iç içe olan isimsiz kadınların portrelerini çekti.
JR, fotoğrafı müzelerde sergilemek yerine; duvarları, çatıları ve trenleri sergi alanı olarak kullanırdı. Örneğin Kudüs’te duvarın her iki tarafındaki fırıncılar, kuaförler, taksi şoförleri gibi meslek gruplarıyla konuştu. Onları projeye dâhil etti ve portrelerini duvarlara astı. Filistinlilerin ve İsraillilerin yan yana gülen veya mimikleriyle komik yüzler oluşturan insanları gösteren devasa siyah beyaz fotoğraflar, şehri ayıran duvarda sergiledi. Bu görüntüler, medyada görmeye alışık olduğumuz görüntülerden çok farklıdır. Bu görüntüler, uluslararası medya tarafından paylaşıldığında JR’ın sanatçı kimliği perçinlenmiş oldu.
JR, projelerinin nasıl karşılandığını görmek amacıyla yerel halkın tepkilerini gösteren videolar da çekti. Fotoğrafçı,
afiş yapıştırıcısı, sokak sanatçısı ve film yapımcısı olma özelliklerine sahip çok yönlü bir çağdaş sanatçıdır. “Women are Heroes” adlı projesinde, kadın portrelerini bir araya getirdi. Yaptığı filmler ise belgesel olmaktan ziyade imgelerin derinlemesine izlendiği bir tür yolculuktur. JR’ın çalışmaları, bize anonim insanlarla ilişki kurma duygularını yaşatır. Sanki Cartier-Bresson’un gözüyle 21. yüzyılda yapılan işler gibidirler.
‘Marie Le Buisson’ Jean-Luc Moulène, Galerie Chantal Crousel, Paris.
Jean-Luc Moulène: 1955 yılında Fransa’nın Reims kentinde doğmuştur. Hâlen Paris’te yaşamakta ve çalışmaktadır. 1990’ların başında “Disjunctions” serisiyle tanınan bir sanatçıdır. Çalışmaları, belgesel türünde gerçekçilik yaklaşımına benzerlik gösterir. Moulène, geleneksel fotoğraf temsili kategorilerini kullanarak sanayi sonrası toplumun ayrıntılarını kaydetmiş, “Grevdeki İşçiler” konusuyla ilgili seriler üretmiştir. 1997 yılında Kassel’deki Documenta X’e katılan Moulène, natürmort görüntülerden oluşan bir dizi ile bir manifesto sunmuştur. Moulène’nin çalışmaları, görüntülerin üretim, dağıtım ve görünüm biçimleri üzerine bir deney olarak nitelendirilebilir. Örneğin Louvre’da sergilenmek üzere davet edildiğinde, müze koleksiyonlarından seçilen nesnelerin fotoğraflarından oluşan bir dizi sergilemiştir. Son çalışmaları arasında “Grev Hedefleri” (1999) ve “Products of Filistin” (2002-2005) öne çıkar, “Amsterdam’ın Kızları” (2005) adlı sergisi ise yüz
ve cinsiyet eşitliği konularında odaklanmıştır. Moulène, imgelerinde karmaşık, çok anlamlılığa sahip olan eserler yaratır ve iletişim modelinden uzaklaşarak şiirsel gerçeklikleri ortaya çıkarmayı amaçlar. Jean-Luc Moulène bir fotoğrafçı, heykeltıraş, kolaj ve çizim sanatçısıdır.
“Denizci” / “Le Marin”, Pierre et Gilles, 1985.
Pierre et Gilles: 1976 yılından beri birlikte çalışan ikilidir. Pierre fotoğrafçıdır ve basın alanında çalışmaktadır. Gilles ise ressamdır ve reklam sektöründe kariyer yapmıştır. Onların karakteristik tarzı, fotoğraflara boya
ile rötuş yaparak fotoğraf ve resim arasında bir köprü yaratmaktır. İkilinin bu işleri, Harcourt Stüdyoları tarafından popülerleştirilmiştir. Ünlüleri çekici olma ve kitsch olma çelişkisi arasındaki bir gelgite sokarak ilginç bir tarz ortaya koyarlar. Cilt kusurlarını silerek ve yüz ifadelerini yeniden çizerek, rötuşlu fotoğrafın paradoksal olarak önceden belirlenmiş bir gerçeği yansıtmasına olanak tanırlar. Pierre et Gilles dekor, kostüm, makyaj, aydınlatma ve pozlar
gibi tüm fotoğrafın ayrıntılarını fikirleri doğrultusunda titizlikle planlar. Bu hazırlık aşaması birkaç hafta sürebilir ve ardından Gilles’in titiz rötuş çalışmasıyla tamamlanır. İkili, 1970’lerin sonlarında Façade ve Playboy gibi dergiler için çalışarak çeşitli yöntemler geliştirdi. Estetikleri, o dönemin Fransız pop kültürü etrafında şekillendi. Hızla ünlü sanatçılar ve moda tasarımcıları için albüm kapakları, afişler ve tanıtım kampanyaları yaptılar. Paris’teki özel galeriler tarafından çok tutuldular ve kariyerlerinin ilerleyen dönemlerinde kurumsal tanınma elde ettiler. 1920’lerin renkli reklam afişlerine, Tom of Finland’ın illüstrasyonlarına, dinî imgelere dayanan benzersiz estetik anlayışları ve arayışları klasik konuları yenilemelerini ve yaratıcılıklarını başka boyuta taşımalarını sağladı. Ayrıca pürüzsüz
yüz görünümleri altında acı ve acımasızlık temalarını
keşfettiler. Çok sayıda kitap yayınlayan ikili, dünyanın farklı ülkelerinde büyük sergiler açmıştır.
“WB”, Sophie Ristelhueber, 2005.
Sophie Ristelhueber: 1949 yılında dünyaya geldiği Paris’te yaşamaya devam etmektedir. Sessiz ve kendine özgü bir Fransız sanatçısıdır. 1980’lerde Beyrut’tan Batı Şeria, Irak veya Vercors’a kadar uzanan bir çalışma yürüterek çeşitli savaş alanlarına sürüklenir. Kendisini, “şüphesiz bir sanatçı olarak ben de savaş hâlindeyim” diyerek ifade eden Ristelhueber, genellikle muhabirlerin görev alanlarında çalışarak sanata dönüştürdüğü görsel belgeler üretmiştir. Ristelhueber’in işlerinde savaş görüntüsünün, güncel olayların ötesine geçtiği zaman, nasıl radikal bir güce dönüşebileceğini görebiliriz.
Ristelhueber, siyah beyaz veya renkli olarak çalışsa da bize tarihi sorgulatarak görülmeyenlerde neyin kalıcı olduğunu düşündürmek için fotoğrafı seçmiştir. Uzun bir iç yolculuğun sonunda, âdeta bir jeopolitik arkeolog gibi çatışmaların izlerini araştırmıştır. Bir yerde askerî
enkazlardan görüntüleri, başka bir yerde yollardaki çukurları, başka bir yerde ise iklimin sertliğine direnen yalnız bir dikenin fotoğraflarını çeker.
Lübnan’daki savaşta, savaş kalıntılarıyla antik kalıntıları “Beyrut-Fotograflar” (1984) adlı çalışmasında karşılaştırmıştır. “Fai” (1992) serisinde, Birinci Körfez
Savaşı’nın izlerini ararken Irak ve Kuveyt çöllerinin üzerinden uçmuştur. “Every One” (1994) serisinde, Yugoslavya’da çatışmalar başladığında, cerrah bir babanın kızı olduğunu hatırlayarak hastalıkla mücadele eden bedenlerin yaralarını, çatışmanın metaforları olarak kullanmıştır. 11 yıl sonra
“Batı Şeria” (2005) serisi ile yeniden karşımıza çıkar ve bize inkâr edilen pastoral manzaralar, parçalanan ve işgal edilen bölgeler, kesilen yollar göstererek Filistin halkının maruz kaldığı baskı ve hor görme duygusunu hissettirir. Aynı yıl “Stitches” adlı beklenmedik bir eserle ABD eski başkanı George Bush’un sözlerini kullanarak savaşın kavramsal alanını dikişlerle göstermiştir.
Ristelhueber, 2006 yılında “Eleven Blowups” adlı çalışmasıyla bizi tekrar Irak ve Lübnan’a götürmüş ve yeni bir çalışma yöntemi başlatmıştır. Sanatçı, kendi
belgelerini ve Reuters Ajansı’nın video kliplerini kullanarak, bilgisayar ortamında sahneleri yeniden oluşturmuştur.
Bu yöntemle araba bombalarının patlamalarından sonra oluşan kraterlerde “yerin kendini yutmasını” göstermiştir. Bu çalışmada formatlar büyür, ölçekler ve mekânlar tersine çevrilir. İçsel bir dönüşüm gerçekleşir ve dijital bir şekilde ortaya çıkar. Bu etkileyici çalışmanın tutarlılığını sergileyen çalışma, Paris’teki “Jeu de Paume”da düzenlenmiştir. Özel olarak yapılan “Fatigues” (2008) adlı filmle tamamlanan bu
yolculuk, kamera hareketleri ve kurguyla önceki görüntülerle yüzleşme ve diyalog kurmuştur. Bu iç içe geçmişlik, sürekli olarak hafızamızı ve kültürümüzü harekete geçirerek, olayları fiziki olarak yaşamasak bile gerginlikleri, şiddet ve çatışmaları yaşama deneyimini bize sunmaktadır.
“Yıkımdan Sonra” / “Apres Destrction”, Bruno Serralongue,
Bruno Serralongue: 1968 yılında doğdu ve Paris’te yaşıyor. Son 10 yılda gerçekleştirdiği çalışmalarıyla fotoğrafın farklı varoluş nedenlerine, tarihine, kullanımına ve statüsü arasındaki kesişime dikkat çekmiştir. Fotoğrafın objektifliğini sorgularken, bunu geleneksel bir modele dayanarak tekniğin yanıltıcı yeteneklerini sorgulamaktan ziyade, fotoğrafçının ürettiği görüntülerin doğruluğuna odaklanarak yapmıştır.
Özellikle modern dünyanın stratejik, diplomatik ve medyatik yapılanmasını gösteren ve uluslararası büyük siyasi toplantıları (Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi, Bilgi Toplumu Zirvesi, Dünya Sosyal Forumu vb.) fotoğrafçının bireysel otoritesine karşı kolektif bir perspektiften ele almıştır.
1995 yılında Alain Juppé Hükümeti’ne karşı gerçekleşen gösteriler sırasında çektiği 691 fotoğrafın yer aldığı geniş bir kişisel sergi açmıştır. 2002 yılından bu yana, Sangatte Kampı’nın kapatılmasıyla birlikte Calais’te gerçekleştirdiği belgesel çalışması, İngiltere’ye geçiş fırsatını bekleyen mültecilerin evsiz bir şekilde otoyolların ve şehrin kenarlarında günlük yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini dünyaya göstermiştir. Bruno Serralongue, “Fireworks”, “Sérandon” (2000) ve “Mexico City” (2007) gibi, şehirlerin vahşi genişlemesini gösteren çalışmalarıyla da dikkat çekmiştir. Bu görüntüler, dünya ekonomisinin büyük küreselleşme hareketi ve yan etkileri bağlamında insanların yaşam koşullarına yönelik acımasız bir anlayışı yansıtan birer araç hâline gelmiştir. Bruno Serralongue fotoğrafın,
-Pierre Bourdieu’nün sosyoloji için ifade ettiği gibi- bir
“mücadele sporu”nun olduğunu düşünmektedir. Ancak yine de yüzey gerçekliğini, “yüzeysel karakterini” göz ardı etmemektedir. Bu çalışmalar, bir tür çağdaş tarih resmi olarak yorumlanabilir ve propaganda görevini reddederek “resim sanatçısının” estetik yaklaşımlarını gösterebilir.
Sonuç olarak bu yazımızla dünya fotoğrafçılık tarihi içinde biraz ihmal edilmiş olan çağdaş Fransız fotoğrafına küçük bir pencere açmak istedik.
KAYNAKLAR
Cotton, Charlotte, The Photograph as Contemporary. Art (London: Thames and Hudson, 2020).
Poivert, Michel, La photographie contemporaine (Paris: Flammarion, 2018).
Smith, Olga, Contemporary Photography in France: Between Theory and Practice (Leuven University Press, 2022).
Mehmet Ömür kimdir?
Ankara’da tıp fakültesinden mezun oldu. Uludağ Üniversitesi’nde uzmanlığını tamamladı. Paris’te üst uzmanlık eğitimi aldı. 1996 yılında profesör oldu. Paris’teki CE3P
Ecole de l’image’da fotoğraf eğitimi ve diploma alan Ömür, fotoğraflarını ulusal ve uluslararası kişisel ve karma sergilerde sanatseverlerle paylaştı. Fotoğraflarında “göze görünmeyen” görselliklerin peşine düştü. İstanbul ile Paris arasında mekik dokumaya başlayan Ömür, yeni tutkusu iPhone fotoğrafçılığı ve gastor-önoloji konularında yaptığı araştırmalara ağırlık verdi. iPhone fotoğrafçılığı ve sanatı ile ilgili ödüllerin yanı sıra; Photoshop World Congress tarafından verilen Vincent Versace Excellence Photography Ödülü’ne sahiptir.
Yazının Fotosfer dergisindeki orijinaline ulaşmak isteyenler aşağıdaki linke tıklayabilirler.
mehmetomur.net/…/2024/06/MehmetOmur-1.pdf
https://mehmetomur.net/wp-content/uploads/2024/06/MehmetOmur-1.pdf