Edebiyatta Yalnızlık
Edebiyatta yalnızlık, hepimizin hayatımızda bir noktada hissettiği o tanıdık, sessiz sızıya dokunan zamansız ve evrensel bir temadır: Kimi zaman dünyadan kopmuş, kendimizi anlam arayışı içinde kaybolmuş ya da etrafımız insanlarla doluyken bile tamamen yalnız hissederiz. Yazarlar bu yalnızlık hissini hem bilindik hem de şaşırtıcı yerlerde, birbirinden farklı karakterler aracılığıyla anlatmışlardır—adada mahsur kalanlar (Robinson Crusoe), hapishaneye kapatılanlar, kendi düşüncelerinde kaybolanlar ya da etrafındaki insanlara yabancılaşanlar…
Bazı hikâyelerde yalnızlık çok doğrudandır; karakterler fiziksel olarak insanlardan uzak, bir adada ya da bir hücrede yalnız başlarınadır ve kendi kendileriyle baş başa kalmanın zorlayıcılığıyla yüzleşirler. Robinson Crusoe örneğinde , bir adamın bir adada, tamamen yalnız kalarak kendi düşünceleriyle baş başa kalma mücadelesini görürüz. Ancak çoğu zaman, yalnızlık daha sinsi bir şekilde, insan kalabalıklarının ortasında, gürültülü şehirlerde yavaş yavaş hissettirir kendini. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’inde, karakterlerin zihinlerinde ve anılarında sıkışıp kalmalarını, aslında etrafları insanlarla dolu olmasına rağmen kendilerini gerçekten anlaşılmamış hissettiklerini görürüz.
Bir de anlatılması çok daha zor olan derin, varoluşsal bir yalnızlık vardır—hayatın anlamsızlığı ya da hepimizin bu uçsuz bucaksız, umursamaz evrende yapayalnız olduğumuzun hissi. Albert Camus’nün Yabancı eserinde bu tarz yalnızlıkla baş başa kalan bir karakteri görürüz . Meursault dünyanın kayıtsızlığını omuzlarında hisseder, roman Meursault’un hayata karşı ilgisiz ve duygusuz tavrını ve işlediği bir cinayet sonrasında yaşadıkları anlatır. Bu karakter, varoluşçuluk ve absürdizm kavramlarını derinlemesine incelememize olanak sağlar.
Yazarlar bu yalnızlık hallerini canlandırmak için pek çok teknik kullanır. Karakterlerin özel düşüncelerini duymamızı sağlayarak, onları yalnızlıklarının içinde yakalamamıza imkân verirler. Virginia Woolf veya James Joyce gibi yazarlar, karakterlerin zihnine adeta bir pencere açarak, yalnızlıklarının ne kadar derin olduğunu bize hissettirirler. Ya da yalnızlıklarını yansıtacak semboller kullanarak(boş odalar, sessiz manzaralar veya yalnız hayvanlar) karakterlerin içsel boşluğunu yansıtırlar. Örneğin, Emily Dickinson’ın şiirlerinde sık sık yalnızlık ve sessiz sahneler yer alır ve karakterler kendi düşünceleriyle baş başa kalırlar.
Bazı hikâyeler, yalnızlığı geniş ve ıssız mekânlarla, rüzgârlı bozkırlarla ya da gotik romanlarda olduğu gibi ürkütücü, terk edilmiş eski evlerle resmederler. Bu vahşi, boş manzaralar ve sessiz evler, karakterlerin kendilerini yalnız hissetme durumlarını yansıtarak, yalnızlıklarını daha da derinleştirir. Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’inde, yalnız bozkırların o kasvetli havası, karakterlerin huzursuz, ıssız ruhlarının bir parçası haline gelir.
Ve yalnızlığın karakterlerin yolculuğunun tam merkezinde olduğu ünlü hikâyeleri unutmazdır. Mary Shelley’nin Frankenstein’ında, hem Dr. Frankenstein hem de onun yarattığı canavar, yalnızlıkla boğuşurlar; biri takıntıları yüzünden sevdiği insanlardan uzak düşerken, diğeri toplumdan dışlanıp korkulan bir varlık haline gelir. Yalnızlık, onları trajik seçimlere sürükler ve kendi acılarında kaybolmalarına yol açar. Çavdar Tarlasında Çocuklar’da Holden Caulfield, New York’un kalabalıkları arasında kendini tamamen yabancı hisseder, bir yandan birileri tarafından anlaşılmayı isterken diğer yandan insanları kendisinden uzak tutar. Fareler ve İnsanlar eserinde ise Steinbeck, toplumdan dışlanmış insanların yalnızlığını işler—bu insanlar yoksulluk, engellilik ya da ırk ayrımcılığı nedeniyle topluma uyumsuz hale gelmiştir.
Modern edebiyatta yalnızlığın kaynakları daha derinlemesine işlenir. Franz Kafka gibi yazarlar, modern yaşamın bizzat kendisinin—katı kuralların, rutinlerin ve bireyden uzaklaşan yapıların—nasıl gerçek bir bağ kurmayı zorlaştırdığını gösterir. Dönüşüm eserinde, Gregor Samsa’nın yalnızlığı, fiziksel dönüşümünün yanı sıra modern dünyanın duygusuz yapısına da kuvvetli bir göndermedir. Varoluşçu yazarlar ise yalnızlığın insan olmanın ayrılmaz bir parçası olduğunu öne sürerler. Camus gibi yazarların eserlerinde karakterler, yalnızca toplumsal sebeplerden değil, dünyanın anlamsızlığında kendilerine bir yer bulamadıkları için yalnızdırlar.
Bugün yalnızlık hikâyeleri her zamankinden daha yoğun olarak önümüze çıkıyor. Çağdaş yazarlar, sürekli dijital bağlantının olduğu bir dünyada bile insanların nasıl derin bir yalnızlık içinde olduklarını gösteriyorlar. Dave Eggers’ın The Circle eserinde olduğu gibi, sosyal medya ve teknoloji gerçek ile bağlantılarımızı kopardıkça yalnızlığımız daha da derinleşiyor.
Sonuç olarak, edebiyatta yalnızlık, sadece üzüntü veya umutsuzlukla ilgili değil; aynı zamanda anlam arayışı, bağ kurma isteği ve kendini anlama mücadelesiyle ilgilidir. Bu hikâyeler aracılığıyla kendi yalnızlığımızla yüzleşiriz ve belki de bu evrensel tecrübenin bir parçası olduğumuzu fark ederek teselli buluruz. Ve bu ortak deneyimde, sessiz bir yoldaşlık buluruz.