Yüzümüzün ortasındaki çıkıntı ve koku alma duyusu
Kokuları burnumuzdan algıladığımızın farkına ne zaman vardık?
Tabii ki insanoğlu yeryüzünde belirdiğinden beri koku alma duyusunu kullanarak kendisini tehlikelerden korudu. İnsanlar da hayvanlar gibi zehirli yiyecekleri sağlıklı yiyeceklerden burun sayesinde ayırdı. Burun ve koku alma duyusu da kulağımız gibi 24 saat çalışan ve bizi tehlikelerden koruyan bekçi organlarımızdan biri. Gece uyurken küçülerek bir kapı kilidi tıkırtısına yataktan fırlarız da köpeğimiz bardağı devirdiğinde çıkan sese uykumuzu bozmayız. İşte burnumuzda kulağımız gibi bizi tehlikelere karşı korur. Gece uykumuzda mutfakta ocakta unuttuğumuz yanmakta olan bir tencerden gelen kokular bizi yataktan fırlatırken eşimiz parfüm sürüp yattığında bizi uyandırmaz.
Kulak burun boğaz ihtisası yaptığımız ilk yıllarda hocamızla birlikte girdiğimiz hasta odasında bizi karşılayan kokuyu hiç unutmadım. İlk kez duyduğum bu koku kanser kokusu idi. Ağır keskin rahatsız edici bu kükürtümsü kokuyu ne zaman duysam içeride kanserli bir hasta olduğunu düşündüm. Bazen bir hastaya daha muayene odasına girerken “Eyvah! Kanser hastası” dersiniz. Burnumuz kanser kokusunu diğer kokulardan saniyeler içinde ayırt eder.
Shazam adlı bilgisayar uygulaması radyoda duyduğumuz şarkının adını ve kimin tarafından söylendiğini çıkarıyor. Ama şarap kadehinin üzerine tutup da şarabın markasını ve yılını söyleyen bir bilgisayar uygulaması yok, daha uzun yıllar boyunca olamayacak da..
Çünki burnumuz 10 temel kokuyu ve bir milyar koku karışımını ayırtedebiliyor oysa kokuları ayırdedbilen bir bilgisayar programının henüz böylesine büyük bir bilgi ayıklaması hayal bile edilemiyor.
Rhinorex, Kral Burun da denilen hayvan ot oburdur.75 milyon yıl neden bu kadar büyük büyük burnu var hala bilinemiyor.
Yıl 1979 Bursa Tıp fakültesinde çiçeği burnunda bir ihtisas öğrencisiyim. Bir sabah vizitinde bir hasta odasına giriyoruz. Odaya girer girmez bizi yaygın bir koku karşılıyor. Çürümüş et çürümüş yumurta karışımı rahatsız edici bir koku. Yoğun mu yoğun. İlgili doktor arkadaşım hastayı tanıtmaya başlıyor. Ses kısıklığı şikayeti ile başlayan gırtlak kanseri tanısı ile sonlanıyoruz. Kanser dokusu içindeki ölü hücrelerden gelen bu kokuyu bir daha yaşam boyu unutmuyorum.
Muayenehane kapısından adımını daha ilk atarken koku nedeni ile kendi kendime bu hastada gırlak kanseri var dediğim çok olmuştur. Ardından yapılan muayenede her zaman bunu teyid etmiştir. O günlerin üzerinden 25 yıl geçti. Artık eğitimli köpekler kanser kokusunu %98 oranla kesinlikle bilebiliyorlar.
Yapay burun denilen elektronik burunlarında kanserli dokuların yayıldığı molekülleri tesbit ederek kanserli olup olmadığını söyleyeceği günlerin henüz ne kadar olduğu belli değil.
KUTU
Rene Jacques Crossillant de Garengeot ünlü bir cerrahtır. 1748 de yazdığı cerrrahi teknik kitabında bir vaka bildirir.
“29 eylül 1724 de Conti birliğine bağlı bir asker arkadaşlarıyla kavga eder, arkadaşlarından biri burnunu ısırıp koparır. Ağzından burun parçasını tükürerek üstüne basar ve ezer. Ancak burnu kopan bu asker işin peşini bırakmaz. Kopan burnu alıp doktor Gallen’in muayenehanesine götürüp bıraktıktan sonra kavgaya tutuştuğu arkadaşlarının peşine düşer. Doktor Galen burun parçasını inceler , çamurlu burnu yıkar ve temizler . Burnu kopan asker geri geldiğinde burnu şarabın içindedir. Doktor Galen şaraptan çıkarttığı burun parçasını yerine yapıştırır ve alçıya alır. 4. gün burun parçası yerine kaynamıştır.
Garengo’nun anlattığı bu gibi vakalardan 27 tanesini 1875 te Georges Martin tez olarak tıp fakültesine sunar.
Kopan, eriyen, çöken ve kesilen burunları Ambroise Paré kendi yöntemleri ve ağırlıklı olarak protezlerle tamir ederken aynı yıllarda İtalyada başka bir ekol ortaya çıkmıştı. Calabria’lı Vianeo ailesininden öğrendiği tekniği geliştiren Bologna’lı anatomi ve cerrahi profesörü Gaspar Tagliacozzi(1546-1599) “De Curtorum Chirurgica per Insitionem” adlı kitabında kendi tekniğini yayımlamış adına da “İtaylan yöntemi” demiştir. Bu yöntem kilise tarafından şiddetle kınanmış ve asırlaca unutulmuştur.
Daha sonra kıymeti anlaşılan bu yöntemi nedeniyle Tagliocozzi’nin elinde “Burun” tutan heykeli 1733 de Bologna’da bir meydana dikilmiştir.
Koku tarihi ile tıp tarihini yanyana getirdiğimizde Fransızcadaki “sentir” yani hissetmek fiili doğrudan koku almak için kullanılır. Sesleri duyarız renkleri görürüz. Mavi yeşil kırmızı gibi üç temel renkten oluşan binlerce rengi tanıyabilen göze karşılık10 temel kokudan yola çıkarak bir milyar değişik kokuyu ayırtedebilen bir burunla karşı karşıyayız. Burnumuzun neden bu kadar yüksek performanslı buı henüz çözülebilmiş değil.
Biz insanlar köpeklerin yanında koku alma konusunda çok geriyiz. Olası insanoğlunun koku alma duyusu vasıtasıyla bilgi alma ihtiyacı zaman içinde azalmış. Köpekler bizden 1000 defa daha güçlü koku alıyorlar. Duyularımızın temel amacı beslenme üreme ve korunma.
Koku alma duyusunu yitirmiş bazı hayvanların artık üreyemedikleri bilimsel olarak gösterilmiş durumda. Koku alma yaşamımızın devam ettirilebilmesi için en başta gelen duyumuz. Bu duyunun önemini 18. yüzyıda Abbe de Condillac (1715-1781) vurgulamış. Nicholas Claude le CAT (1700-1768) ise benzer bilgileri “ Traité des sensations” adlı kitabında geniş olarak paylaşmıştır.
Antik dönemden itibaren kokunun tıbbi tarihine geçmeden önce hayvanların koku alma duyularını incelemekte yarar var. Bazı hayvanların koku ve tad alma duyuları çok gelişmiştir. Örneğin arılar kilometrelerce uzaktan ihtiyaçları olan polen ve nektarları içeren çiçekleri tesbit ederler. Arıların koku alma organları da bizim gibi burunlarında değil anten ve ayaklarındaki tüylerdedir. Suda yaşayan hayvanların koku alamadıklarını düşünmeyin. Aksine balıkların koku alma duyuları çok gelişmiştir. Burundan geçen su geniş bir alanda filtrelenerek koku molekülleri değerlendirilir. Memelilerde beyindeki koku alma merkezleri bazı alt cinslerde beynin büyük bir kısmını kaplamaktadır. Avcılar ve fotoğrafçılar kokuları hayvanlara doğru gitmesin diye rüzgarın karşısına geçerler. Bu yaklaşım vahşi hayvanlarında kullandığı bir yöntemdir. Aslan, kaplan, panter, vaşak, kurt rüzgara göre konuşlanır ve çevreden gelen kokulardan avının yerini kilometrelerce uzakta da olsa tesbit eder. Rhinorex adlı dinazora neden kral burun dendiğini anlayabiliriz. Çünkü kafasının yarısı burundur. Ama filogenetik ağaçta giderek beyindeki koku merkezi gibi burun da küçülmüştür. Bunun ileri örneği insandır. Oysa köpekler koku almanın kralıdır. İnsan dostu bu hayvan kilometrelerce derindeki insanı veya uyuşturucuyu fark edebilir. Kilometrelerce mesafeden kendi evine dönebilir.
Antik Yunan tanrılara kurban edilmiş oğlakların et ve kanlarını yakılması ile ortaya çıkan tütsülerin gönderilirdi. Daha sonraları bu kokuların güzel olmadığına karar verilmiş ve daha güzel kokuların kullanılmaya başlanmıştır..
Parfüm ve tütsülerin antik dünyada ve çeşitli ülkelerde kullanımlarını hatta kokuların cinsellikle ilişkisini geçip sağlıkla olan ilişkisine bakalım.
Kokunun önemini vurgulayan güzel bir anektodla başlayalım. 1572 yılında Louvre sarayında Navarre kralı Margaret de Valois’nın düğünü yapılmaktadır. Conde prensi ile Maire de Clevens de bu düğün sırasında gerdeğe gireceklerdir. Maire de Clevens 16 yaşında güzel bir genç kızdır. Düğünde çok dans eder ve terler. Kendisini bir odaya alan nedimeler bluzunu değiştirler. Ardından aynı odaya saçını taramak için içeri giren Anjou Dükü yanlışlıkla bluzla yüzünü kurular ve işte o an vurulmuşa dönerek kendisini ölüme kadar götürecek tutkuyla kokunun sahibine bağlanır.
Kokunun aşk ile ilişkisi sağlamdır. Koku alamayanların vay haline. Koku alma duyumuzun kıymetini onu geçici olarak kaybettiğimizde anlarız. Nezle olduğumuzda herşeyin tadı saman gibi gelmeye başlar. Anosmi koku almanın tam olarak kaybedilmesi durumudur. Kafa kaidesi kırıklarında, bazı sinir sistemi hastalıklarında, bazı virüs hastalıklarında veya burun polipleri oluştuğunda ortaya anosmi çıkar. Güzel kokulu güllerin yapma güllerden farkı kalmaz. Gaz kaçağını fark etmek mümkün olmaz ortaya tehlikli bir durum çıkar. Bazı koku alma işi ile uğraşan profesyonelleri mesleklerini terk etmek zorunda bırakır. Zamanla alışır ve kötü kokuları almıyor diye teselli buluruz. Koku alma konusun da insanlar üçe ayrılırlar . %50 si normal duyarlıktadır. %25 aşırı hassas ve geri kalan %25 ise kokuları zor tanırlar. Kadınların erkeklerden daha iyi koku aldıkları varsayılır.
Paraosmiler herkesin beğendiği bir kokunun kişiye tiksinti vermesi durumudur. Bazı epilepsilerde görülür. Bu hastalar bazen koku halüsünasyonu yaşarlar. Olmayan kokuları hissederler. Örneğin uzaktan kendilerini öldürmek üzere kükürt kokusu gönderildiğinden bahsederler.
Burnumuzdaki koku alma bölgesini ilk bulan Gallenius’dur. Ancak ayrıntılı bir şekilde ilk tanımlayan Vesalius’tur. Koku alma sinirini ilk tanımlayan ise Achillini’dir (1463-1512). Koku alma bölgesini hücresel seviyede değerlendirmek için mikroskopun bulunmasını beklemek gerekmiştir. 1860 ta Alman Max Schultze koku alma hücresini tanımladı. Burnumuzun derinliklerinde koku alan sarı bölge sadece 2-3 cm karedir ve bu bölgeye uzanan sinir uçları dış ortama karşı savunmasız ve açıktır. Diğer sinir uçlarından farklı bir özelliği sinirin kendi kendini tazeliyebilir olmasıdır. Koku alma bölgesinde 25 milyon sinir ucu vardır. Bu rakam nasıl bir bilgi transferinin oluştuğunun bir göstergesidir.
Koku alma duyusunun fizyolojisi ile ilgili yapılan araştırmalarda son 30-40 yılın ürünü olup nispeten yenidir ve uğraşanları Nobele ödülüne kadar taşımaktadır. Koku alma duyusu kimyasal bir duyudur. Koku alma molekülleri gaz halindedir. Gaz halindeki bu moleküller burundaki sarı bölge denilen koku alma bölgesine ulaşıp orada mukoza içinde erirse koku alabiliriz. Koku almak için koklarız. Yani derin bir nefes çekip koku moleküllerini burun derinliklerindeki sarı bölgeye çekeriz.
Yutkunma hareketi sırasında yemekler boğazımızdan geçerken kokuları genzimizden burun arkasına geçer. Oradan da sarı bölgeye taşınır. İşin içine ad alma da karıştığından tad ve kokuya birlikte “lezzet” deriz. Lezzet beynimize yemeklerin kimyasal durumunu bildiren çok daha hassas bir bilgi akışı sağlar.
Burnumuz havanın geçişi yanında koku alma molekülerinin de burun için girmesini sağlamalıdır. Böylece düşmanlara karşı hazırlıklı, neslimizin devamını sağlayacak eşimizi bulabilecek kadar sağlıklı oluruz. Burnumuz tıkalı olduğunda oksijeni ağızdan alarak idare edebiliriz. Ama koku duyumuz kaybolur. Bu nedenle tarih boyunca rahipler, büyücüler ve hekimler burun tıkanıklığına karşı mücadele etmişlerdir.
Ancak burnun ince anatomisini anlamak için mikroskobun bulunmasını beklemek gerektiğinden Mısırdaki rahiplerin, Babildeki hekimlerin hatta Hippocrates’in bile burun konusunda en ufak bir fikri olmadığını öne sürmek yanlış olmaz.
Burun içini döşeyen mukoza denilen ince zar tabaka mikroskobik kıllarla döşeli bir mukozadır. Çok yoğun damar ve kan akışına sahiptir. Sinir uçları konusunda da çok zengindir ve salgı yapma özelliği vardır. Üzerindeki kıllar sayesinde burundan geçen hava filtrelenir, toz topraktan arındırılır.
Mukoza üzerindeki sümük diye bildiğimiz salgı % 95 sudan oluşur ve burundan geçen havanın nemlendirilmesinden sorumludur. Böylece akciğerimizin ihtiyacı olan nemli hava geçer. Akciğerler bir de havayı nemlendirmekle uğraşmazlar. Mikroplar da burunda tutularak öldürülmektedirler. Böylece burun vücut savunmasına önemli bir katkıda bulunur. Burundaki geniş damar ağı ve zengin kanlanma saysinde vucuda giren hava vucut sıcaklığına yakın bir sıcaklığa ulaşır. Sonuç olarak burun filte ve klima görevi görmektedir diyebiliriz. Bu görevi yaparken her iki burun ayrı ayrı çalışır. Bir burun görev başındayken diğer burun dinlenme konumunu geçer.,
19 yüzyıla kadar atalarımız bu bilgilerden bihaberdiler. Oysa burun hastalıkları bugünkü burun hastalıklarıyla hemen hemen aynı idiler. Burun ile ilgili bilgiler yetersiz oldugundan tedavileri de çok basit hatta zaman zaman insanı gülümsetedek derecede naif tedavilerdi.
Bugün de tarihin derinliklerindeki gibi burun hastalıklarının başında antik yunanda Coryza denilen nezle gelir. Hippocrates bundan 2500 yıl önce “Eski Tıp” diye adlandırdığı kitabında “Bu sıradan ve zararsız hastalıkta burun akmaya başlar. Yanma hissi oluşur. Ardından salgı yoğunlaşır” diye yazmıştır. Kitapta Coryza’ya en az 50 defa değinmektedir. Yaşla mevsimle ilgisini, komplikasyonlarını ve tedavilerini anlatır. Aslında Hippocrates öncesinde Kos adası tıbbı da bu hastalığı en az onun kadar güzel anlatmıştır. Coryza’ya tarih boyunca “ Beyin nezlesi” de denilmiştir. Buradan yola çıkarak o günün hekimlerinin beyinle burun arasında geçiş olduğu fikrine kapıldıkları varsayımına ulaşabiliriz. Nezle sırasında beyindeki kötü sıvıların burundan dışarı çıktığı düşünülmekteydi. Coryza halk arasında nezleye verilen sıradan bir isimken “ Beyin nezlesi” daha bilimsel bir ifadeydi. Asında bugün bizi gülümseten bu yaklaşım antik ve orta çağda hatta rönesans döneminde de devam etmiş 2 asır kadar önce burun anatomisindeki gelişmeler nedeniyle bu görüşler değişmiştir. 1655 de bu görüşü değiştiren ingiliz anatomist Victor Schneider (1614-1680) olmuştur. De fosse cribriformis adlı kitabında beyin ile burun arasında bir açıklık olmadığını sarı bölge diye adlandırdığı bölgede beyinden gelen sinir uçları olduğunu göstermiştir. Ancak diğer bilim adaamlarının buna inanması için daha birkaç yüzyıl beklemek gerekmektedir. Aslında Schneider den 1 yüzyıl önce ünlü Vesale (1514-1564) 1543 de yazdığı “De humani corporis fabrica” adlı kitabında Galenius’un anatomi yorumunda yaptığı yanlışlara değinmiş ve meslektaşları tarfından topa tutulmuştur. Yunanların coryza olarak adlandırdıkları nezleye Latin ırkı “gravedo” demiştir. Baştaki ağırlık ve dolgunluk hissini ifade eden bu tabir Latincenin bilim dili olarak kısa ömürlü olması nedeniyle unutulup gitmiştir.
Hipokrates kısa süreli bir hastalık olan Coryza dışında uzun süren kronik nezlelere ve onların aşağı dağılarak yaptıkları akciğer komplikasyonları hakkında yazdıklarını da belgelerden biliyoruz.(Hatta nezlenin bulaşıcı ve ilkbaharda salgın yaptığına değinmesi de ilgi çekicidir.
Louis Pasteur (1822-1895) ile bakteri çağı açılmış nezleyi yapan mikropların stafilokok, streptokok ve hemofilus influenza olduğu anlaşılmıştır. Bakterilerin bulunamadığı zamanlar virüsler suçlanmıştır.
Eski hekimlerin nezle dışında burun tıkanıklığı yapan başka hastalıklara da değindiğini biliyoruz. Zamanında burun ülseri olarak bilinen hastalık en yaygınlarından. Muhtemelen kirli parmaklarla burun kaşımadan oluşan bu burun ülserleri büyük bir olasılıkla o zamanlarla lepra, skleroderma, scorbut ve tüberküloz gibi hastalıklara karşılık gelmekteydi. 1500 lü yıllarda Christophe Colombus’un denizcilerinin Amerikadan taşıdığı sililiz’de daha sonraları aynı guruba giren hastalıklardan oldu. Burunda çökme yapan Sifiliz sonucu ortaya çıkan buruna Sokrates’ın burnuna benzediğinden “Sokrat burnu” denilmeye başlandı. Bu hastalıklar burunda ülser yani yara yapmakla kalmayıp çevreye çok kötü koku da yaymaktaydılar. Burun o zamanlar sadece güneş ışığı ile muayene edilebiliyordu.
Bugün artık tarihe karışmış ama o zamanlar çok önemli başka bir buruhastalığı ise Ozena adı verilen hastalıktır. Burun derinliklerinde oluşan doku harabiyeti ve buradan yayılan kokular insanları hastanın yanına yaklaştırmayacak derecede kötüdür. Bu kokuya tahammül etmek olanaksızdır. Ozena hastalığı 18. yüzyılda Avrupada kesin boşanma sebebi olmuştur.
Burun Sifilizinin yani Frengisinin 16.yüzyıldan itibaren çok sayıda burnu harabettiğini biliyoruz. Ancak bunun Tıp tarihinde olumlu bir etkisi olmuş tahrip olmuş burunları tamir etmek isteyen hekimler plastik cerrahininn temellerini atmışlardır.(KUTU) Bunların başında fransız Ambroise Paré gelir ve cerrahinin babası olarak tanınır. Burun hastalıkları tarihinde burun poliplerinin özel bir yeri vardır. Yunan, Latin, Arap, Bizans ortaçağ ve rönesans hekimlerinin hepsi burun poliplerinden bahsetmişlerdir. Tanımlamalar ayrıntılıdır. Her hekimin tedaviye kendi dokunuşunu getirdiği anlaşılmaktadır. Ancak tecrübeli Hippocrates bu konuda otoritedir. Hippocrates çeşitli poliplerden bahseder, yumuşak ve sert olanları ayırır. Hepsi için ayrı bir tedavi önerir. İple kopartmaktan kızgın demirle dağlamaya kadar teknikler önerir. Daha zor vakalarda bisturi ile burnun kesilip açılması gerektiğini anlatır. Polip çıkartıldıktan sonra yara yeri dikilmeli ve üzeri bal ile bir süre pansuman yapılmalıdır. Bal ile boyun kanserlerini 1984 yılında bugün yerine rezidans yapılan Paristeki Laennec hastanesinde bizzat şahit olmuşluğum vardır. Balın içerdiği şifalı maddelerin çok değişik alanlarda kullanıldığı da tarihin çok eski zamanlarından beri bilinen bir gerçektir. Amboise Paré polipleri basite alır. 1694 yılıda Fransız kralının hekimi Le Clerc tıbbi bir el kitabı yayınlar. 323 üncü sayfasında polip ameliyatını mükemmel bir şekilde özetler. Kanama olursa nasıl müdahale edilmesi gerektiğini anlatmayı da ihmal etmez. 1716 da 14. Louis nin doktoru Pierre Dionis ilk cerrahi kürsüsünü kurar ve 7.demostrasyonu burun poliplerine ayırır. Burun içini görmeye yarayan “Burun spekulum”u da bu yıllarda devreye girer. 18. yüzyıla girildiğinde burun poliplerinin koparılarak dağlanması tedavisine barbarlık olarak bakılmaya başlanmış, daha az travmatik yöntemlere yönelinmiştir. 1850-1931 yıllarında yaşayan Jean Garel rinolojinin kurucusu olarak güneş ışığını burun içine düşürerek daha iyi görmeyi sağlamış, ayrıca kokaini burunda kullanarak ameliyatlar için kansız bir alan sağlamıştır. İp yerine telden yapılmış bir aygıtla polip ameliyatını temiz ve basit bir ameliyat haline dönüştürmüştür. Bugün burun polipleri hala burunları tıkayan koku alma duyusunu ortadan kaldıran hatta konuşma sırasında sesin tınısını da bozan hastalık olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak günümüzde teknolojinin sağladığı üstünlük, optik ve endoskopik sistemler sayesinde bu hastalıktan çok büyük başarıyla kurtulmaktayız.
Burun tıkayan diğer bir hastalık geniz etidir ama doğrudan koku almayı çok etkilemediğinden burada konuya girmeyeceğiz.
Burun travmaları, burun kanamaları, burnu harabeden hastalıklar nedeniyle burun maluliyetleri tarihi açıdan önem taşıdığından burada kısaca bunlardan bahsedelim.Burun travması kadar çok rastlanan baska hastalık azdır. Çocuk düşer, burnunu çarpar burun kırılır. Yumruk yer burun kırılır. Trafik kazalarında yine burun kırılır. Sonra burun yerine konulur kanama durdurulur pansuman yapılır. Eski Yunanda boks sporu çok önemliydi. Asclepius ve Hippocrates bu konuyla ilgilenmişlerdir. Nasıl burun düzeltilir yazmışlardır. Yüzün ve kafatasının başka yerlerinde başka kırıklar var mıdır diye mutlaka muayene edilmesini önermişlerdir. Tedavi de ise burnu yerine oturtmanın elle veya aletle yapılabileceğini göstermişlerdir. Tarihte burun kesme işi bu yöntemle cezalandırma bambaşka bir konudur. Ramses III döneminde 2 yargıç haremdeki kadınlara gösterdikleri ilgi yüzünden burunları ve kulakları kesilerek cezalandırılmışlardır. Vidal de Cassis şöyle yazar; “Vücutta kin, kıskançlık, gurur, namus ve adalet yüzünden bu kadar zarar gören başka bir organ yoktur. “
Milattan 1700 yıl önce Hamurabi kanunlarında hastalarını iyileştirmeyen hekimlere benzer cezalar öngörülmekteydi.Tarihte burun, kulak, dil, meme ve penis gibi tüm çıkıntılı organlar kesme cezasından nasiplerini almışlardır ama herhalde hedefte en çok burun olmuştur. Bu kesilen burunlar çevre dokulardan taşınan dokularla tamir edilmeye çalışılmış ve doku nakillerinin önü açılmıştır.
Zina davaları da burun kesilmesi cezası ile sonuçlanmaktaydı. Rahip kadınlar birbirlerinin burunlarını kesmek için yarışırlardı. Burun kesilmesi çok yaygındı. Bulgarların tahta oturttuğu Bizans imparatoru II. Jüstinyen ‘in burnu yoktu. Bu nedenle takma adı burunsuz anlamına gelen “Rinomet” idi.
Gelelin burun kanamalarına; Yunanca Epistaxis burun kanaması demektir. Asur prenslerinin burnu çokça kanadığından hekimleri Aradnana dıştan yapılan pansumanın işe yaramadığını içeriye tampon konulması gerektiğini vurgulamıştır. Milattan önce 5. yüzyılda Hippocrates “Corpus” adlı eserinde burun kanamalarını ayrıntılı anlatır ve ne yapılması gerektiğini söyler. Daha da ilginç olanı Hippocratesden 7 asır sonra Galineus burun kanamasını durdurmak için kulaklara keten doldurulmalı demiştir.
Koku alma ve burnun tıbbi tarihi çok zengin bir konudur ancak yerimiz bu kadarına izin veriyor.