Orson Welles Sen nasıl bir insansın?

Orson Welles: Büyük bir beyin!

Orson Welles’i severim.

Takdir ederim.

Ama asıl mesele bu değil.

Onu sevmekten çok, onunla baş edememek ilgimi çeker. Orson Welles bana her zaman bir fazlalık gibi gelmiştir: zekâsı fazla, enerjisi fazla, sesi fazla, hayalleri fazla. Bir insan için “fazla” olan ne varsa, sanki hepsi onda toplanmıştır. Bu yüzden hiçbir yere tam olarak sığamamıştır. Ne Hollywood’a, ne Avrupa’ya, ne de tek bir kimliğe.

Paris’teki Orson Welles retrospektif sergisi, bu taşma hâlini gayet net bir şekilde görünür kılıyor. Bildiğimi sandığım bir ismin, aslında ne kadar çok katmandan oluştuğunu fark ediyorsunuz. Sergi bir filmografiyi sıralamıyor; insanı büyük ve karmaşık bir zihnin kıvrımlarında dolaştırıyor. Bir arşivden çok, bir beyin içi gezinti sanki.

Duvarlarda yalnızca filmler yok. Yönetmen Welles’in yanında aktör, tiyatro insanı, radyocu, anlatıcı ve  evet  bir de sihirbaz olan Welles var. Her köşede başka bir Orson Welles’e rastlıyorsunuz. Sanki tek bir kişi değil; kalabalık bir sanatçı topluluğu sergileniyor.

Ve bir cümle asılı kalıyor ortada; “Neden benden bu kadar çok var da sizden bu kadar az?” Bunu biraz açmalıyım. Orson Welles bunu kendisini seyretmeye gelen bir kaç kişilik seyirci topluluğna oyundan önce söyler.

Bu söz biraz meydan okuma, biraz da hüzün taşıyor. Welles, sahnede kendini sayar: yönetmenim, aktörüm, yazarım, spikerim… sayar da sayar. Sonra salondaki birkaç kişiye döner ve sorar: Ben neden bu kadar çoğum, siz neden bu kadar azsınız?

Bu bir kibir gösterisi değil; daha çok, taşan bir benliğin göstergesidir.

Citizen Kane ve Erken Gelen Zirve

Citizen Kane sertgide elbette merkezde. Ama bu sergide bir anıt gibi değil; bir eşik gibi duruyor. Oradan geçip devam ediyorsunuz. Filmi çektiği kameralar, montaj masası, o meşhur siyah-beyaz fotoğraf duvarda asılı… Orson Welles montaj masasının başında. Hepsi sinema tarihinin neredeyse kutsal nesneleri gibi. Ama sanki  bir kaderin başlangıç noktası gibi de duruyor.

Sinemayı değiştiren o film, Welles’in hayatını da belirlemiş. Erken gelen bu zirve, uzun süren bir uyumsuzluk yaratmış. Hollywood’la bitmeyen gerilim, sonra Avrupa yılları, yarım kalan projeler, kesilip biçilen montajlar, başka ellerde tamamlanan filmler…

Sergi bana şunu düşündürdü: Welles’in trajedisi başarısızlık değildi. Tam tersine, fazlasıyla erken ve fazlasıyla büyük bir başarıydı. Hollywood’un sevmediği türden bir yetenekti o: kontrol edilemeyen, yönlendirilemeyen, ölçülere sığmayan.

Yarım kalmış işler bir eksiklikten çok, bir direnişin izleri gibi duruyor. Welles hiçbir zaman tam anlamıyla evcilleştirilemedi. Hep aykırı, hep biraz vahşi kaldı.

Bir Entelektüelin Sineması

Bu retrospektifin en güçlü yanlarından biri, Orson Welles’i yalnızca bir sinemacı olarak değil, bir entelektüel olarak ele alması. Shakespeare, Kafka, Cervantes, Conrad… Bunlar basit referanslar değil; onun düşünsel evreninin rehberleri.

Filmlerindeki karakterler çoğu zaman iktidarla çevrili ama içten içe yalnız karakterlerdir. Güçle temas ettikçe insanın nasıl bozulduğunu, kibirle yalnızlığın nasıl el ele yürüdüğünü anlatır. Bazen Kane’dir, bazen Falstaff, bazen Othello. Ama hepsinde biraz Orson Welles vardır. Kendisi hep işin içindedir.

Belki de bu yüzden filmleri hâlâ canlıdır. Çünkü iktidar biçim değiştirir; ama insanın zaafları pek değişmez.

Bugünden Bakınca

Bugün Orson Welles’i yeniden düşünmek tuhaf bir şekilde rahatlatıyor beni. Hızın, algoritmaların, “verimlilik” ve “tamamlanmışlık” söylemlerinin kutsandığı bir çağda, onun savurgan yaratıcılığı sessiz bir itiraz gibi duruyor.

Bitmeyen projeler, taşan fikirler, ölçüsüz hayaller… Hepsi bana şunu fısıldıyor:

Bazen tamamlanmamış olmak, bu çağın bize dayattığı “tamlık” fikrine karşı bir duruştur.

Paris’ten Küçük Bir Not

Sergiden çıktığımda Paris her zamanki gibi sakindi. Sinematekin önünde insanlar ağır ağır yürüyordu; bazıları bir kahveye, kimileri bir sonraki filme yetişme telaşındaydı. Kimse büyük bir efsaneyle karşılaşmış gibi görünmüyordu. Ve bu, çok Parizyen bir durumdu.

Orson Welles’in dışarı fışkıran  dünyası, Paris’in ölçülü dinginliğiyle yan yana gelince garip bir denge oluşuyordu. Belki de bu yüzden bu sergi en çok burada anlamlıydı. Paris, büyük isimleri kutsamaktan çok, onlarla yaşamayı bilen bir şehir.

Ben oradan, Orson Welles’i biraz daha severek değil; ama kesinlikle onu biraz daha anlayarak ayrıldım.