Hypnagogia’ya bakalım…
Sevgili Dostum,
Umarım iyisindir.
Bu aralar nedendir bilemiyorum sana sıkça yazmak geliyor içimden. Sıkmayacağımdan eminim çünkü konuların değişik ve güzel olduğunu düşünüyorum. Bugün Hypnagogia denilen uykuya dalmadan önceki uyku ile uyanıklık arasındaki muğlak durumu anlatmaya çalışacağım. Sanatçılar için önemli olduğunu, yaratıcılığı tetiklediğini de düşünmüyor değilim.
Son zamanlarda okuduğum bu konu üzerine düşündüm ve seninle paylaşayım dedim. İnsan bilincindeki rahatsızlıkları anlamaya yönelik farklı yaklaşımların tarihsel gelişiminden bahsedelim önce.
İlk yaklaşım, Müdahale Paradigması olarak biliniyor. Eski zamanlarda insanlar, bilinç bozukluklarını dış güçlere, mesela şeytanlar ya da kötü ruhlara bağlıyorlarmış. Bu rahatsızlıkların tedavisi için de şeytan çıkarma gibi ritüeller yapılırmış. Ne yazık ki bu yöntem, özellikle Orta Çağ’da Engizisyon gibi korkunç olaylara yol açmış.
Sonrasında bilim dünyası daha farklı bir bakış açısına geçmiş. Organik Paradigma dediğimiz bu yeni yaklaşımda, zihinsel rahatsızlıkların fiziksel nedenlere dayandığı kabul edilmeye başlanmış. Örneğin, 16. yüzyılda Levinus Lemnius ve Johann Weyer gibi bilim insanları, bu bozuklukların beyin ya da bedendeki sorunlardan kaynaklanabileceğini söylemişler. Böylece manevi açıklamalardan tıbbi açıklamalara geçiş olmuş.
Üçüncü ve en ilginç yaklaşım ise Alternatif-Bilinç Paradigması. Bu yaklaşım, Mesmer’in hayvan manyetizması üzerine yaptığı çalışmalarla başlamış ve öğrencisi Marquis de Puységur’un katkılarıyla daha da derinleşmiş. Puységur, insanların içinde “ikinci bir bilinç” ya da alternatif bir benlik olabileceğini fark etmiş. Yani bir kişinin bilinci ikiye ayrılabiliyor ve bu bilinçlerden biri diğerinden bağımsız hareket edebiliyormuş. Bu, günümüzde bildiğimiz dissosiyatif kimlik bozukluğu (eski adıyla çoklu kişilik bozukluğu) kavramının temelini oluşturmuş.
Esas ilginç nokta şu: Crabtree adında bir araştırmacı, 1791’de belgelenen ilk çoklu kişilik bozukluğu vakasını bu alternatif-bilinç paradigmasıyla ilişkilendirmiş. Zihinsel rahatsızlıkları anlamak için dışsal güçler yerine içsel bölünmelere odaklanmanın, zihinsel bozukluklara daha mantıklı açıklamalar getirmemize olanak sağladığını söylemiş. Bu da bize, rüya görme ve uykuda yürüme gibi bilinçdışı deneyimlerin zamanla halkın zihninde nasıl yer bulduğunu gösteriyor.
Daha bitmedi. bu Crabtree bu konuya kafayı takmış ve üç bölümlü bir kitap yazmış, şöyle açayım;
Adam Crabtree adlı araştırmacı yazar “The Land of Hypnagogia” adlı bahsettiğim bu kitabta, kişisel hipnagogya (uyanıklık ve uyku arasındaki geçiş hali) deneyimlerinden ve bu durumun insan derinliği ve varoluşsal korkusuyla olan bağlantısından bahsediyor. Kitap üç bölümden oluşuyor:
Birinci Bölüm: Hipnagogya; hipnagogya kavramını zengin ve genellikle göz ardı edilen bir deneyim alanı olarak tanıtıyor. Crabtree, kendi hipnagogik deneyimlerini detaylandırarak bu deneyimlerin çeşitliliğini ve insan varoluşu hakkında derin gerçekleri ortaya çıkarma potansiyelini vurguluyor. Psikolojik ve antropolojik yaklaşımların hipnagogya anlayışındaki sınırlamalarını eleştirerek, daha doğal ve deneyime dayalı bir yaklaşım gerektiğini savunuyor. Crabtree, “Ayna Dünyası” adlı bir çizgi romanda tasvir edilen ve çocukluk döneminde yaşadığı önemli bir deneyimi anlatarak, bilinmeyen gerçekliğin derinliklerine karşı yaşam boyu süren bir merak ve korku geliştirdiğini ifade ediyor.
İkinci Bölüm: Kitap Güvesi Konferansları sürreal ve derin bir anlatı sunuyor. Crabtree’nin reddedilen “Derinlik ve Korku” adlı elyazmasında bir koza içinde gelişen bir kitap güvesi, yazarla bir dizi konferans düzenliyor. Yüzyıllardır kitapları sindirerek topladığı bilgelik ile güve, Crabtree’nin entelektüel ve ruhsal gelişimini eleştiriyor, özellikle dini dogma ve bilimcilik etkilerine katkısını vurguluyor. Konferanslar, Crabtree’yi kendi ikiyüzlülükleriyle yüzleşmeye ve ölüm, ahlak, iletişim ve topluluk konularındaki anlayışını derinleştirmeye zorlayan bir meydan okuma niteliği taşıyor.
Üçüncü Bölüm: Kuyudaki Nietzsche Stonewell Retreat’te yaşanan iki hipnagogik deneyimi anlatıyor. İlkinde, Crabtree, Friedrich Nietzsche’nin ruhuyla karşılaşarak, ahlak ve geleneksel düşünce sistemlerinin sınırlamaları üzerine ortak bir felsefi diyalog yürütüyor. İkinci deneyim, tehlikelerle dolu bir yolculuğun ardından, sıradan deneyimlerin ötesinde bir aidiyet ve bağlantı yeri olan “Eve” dair bir vizyona ulaşarak bir uçuruma inişi kapsıyor.
Kitap, “Sonsöz” ve “Ek” bölümleriyle sonlanarak Crabtree’nin insan varoluşunu anlama yolunda daha cesur ve derinlik odaklı bir yaklaşım gerekliliğini vurguluyor. Crabtree, okuyuculara hipnagogya keşfine yönelmelerini ve korku ile otoritenin kısıtlayıcı etkilerini reddetmelerini tavsiye ediyor. Genel mesaj, bireysel deneyimin önemini, dilin sınırlamalarını ve bilinmeyenin kucaklanması yoluyla derin bir dönüşüm potansiyelini vurguluyor.
İlginç değil mi? Bu adam acaba delirmek üzere mi diye sorduğunu hissediyorum. Belki de haklısın dostum!
Umarım ilgini çekmiştir. Düşüncelerini merak ediyorum!
Sevgiler,