Fransa’nın Nuri Ceylan Bilge’si…




Fransa’nın Nuri Ceylan Bilge’si…

Agnès Varda – Le Paris d’Agnès sergisi, Musée Carnavalet’de 9 Nisan – 24 Ağustos 2025 tarihleri arasında ziyaretçilerine kapılarını açıyor. Sergiye eşlik eden katalog, Varda’nın Rue Daguerre sokağındaki bir çıkmazın dibini babasının karşı çıkmasına karşına satın aldığı “cour‑atelier” diye tanımladığı alanını ve bu atölyede ortaya çıkarttığı fotoğraflarının özgür ve deneysel doğasını bize anlatmaya çalışıyor. Bir tane edinmekte yarar var.

Bence Agnès Varda’nın fotoğraf arşivi … ve Ciné-Tamaris arşivleri, sanki belgesel ile kurmacanın yarıştığı bir özgürlük ve deney alanı.

Katalogda yer alan 130 baskı—birçoğu bu sergide ilk kez izlenebiliyor—Varda’nın sinema ile fotoğraf arasındaki görsel anlatısının temelini oluşturuyor. Bu sergi, Varda’nın işlerini ürettiği mekanı. Fotoğraflarını ve sinema dilini anlamak için eşine az rastlanır bir fırsat.

Çoğu sinema severin bilip sevdiği Stanley Kubrick ve Wim Wenders de meslek yaşamlarına fotoğrafçı olarak başlamış ve sinema yönetmeni olarak tamamlamışlardır. Ama ben burada Agnes Varsa’yı ülkemizin gurur kaynağı Nuri Blige Ceylan’la karşılaştırmak istiyorum.

Agnès Varda ile Nuri Bilge Ceylan’ın Ortaklığı nerede başlar nerede biter?

“Her zaman fotoğrafa dönmek istedim. Çünkü sinema bana fazla akışkan, fazla kaygan geliyordu. Fotoğraf bir duraktır.”
— Agnès Varda

“Filmlerim, aslında birer fotoğraf albümüdür. İçlerinden bazı kareler, hikâyeye dönüşmek için sabırsızlanır.”
— Nuri Bilge Ceylan

Agnès Varda ile Nuri Bilge Ceylan… Biri, 20. yüzyılın ikinci yarısında Fransız Yeni Dalgası’nın içinde yer almış; diğeri, 21. yüzyılın başında Anadolu’dan yükselen sinema dilinin mimarılarından. İlk bakışta farklı kültürel coğrafyalardan gelen bu iki yönetmen, bence bir ortak zeminde buluşuyorlar: ikisi de fotoğraftan sinemaya doğru bir geçiş sergiliyorlar.

Varda, kariyerine Paris’te fotoğrafçı olarak başlamış, özellikle tiyatro ve sokak yaşamı üzerine çektiği karelerle dikkat çekmişti. 1955’te çektiği ilk filmi La Pointe Courte, biçimsel olarak o yıllarda henüz doğmakta olan Yeni Dalga’nın habercilerinden birisi olarak kabul edildi. Varda, sokağı ve gündeliği ön plana alan, belgesel ile kurmacayı iç içe geçiren bir dile sahip.

Nuri Bilge Ceylan ise Boğaziçi Üniversitesi’nde mühendislik eğitimi alırken fotoğrafla tanıştı. Doğanın dinginliğini, taşrada yavaşlatılmış gibi hissedilen zaman duygusunu işlerinde ön plana çıkarttı. Onun 1995’te başlayan sinema yolculuğu (Koza) da, tıpkı Varda’nınki gibi, sabit görüntüyü sabırla işleme arzusu var gibi. 1999 Cannes’da Mayıs Sıkıntısı ile başlayan, 2003’te Uzak ile ilerleyen, ve 2011 de Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle Büyük Jüri Ödülü’ne layık görüldükten sonra 2014’te Kış Uykusu ile Altın Palmiye’ye ulaşan yolculuğu da tıpkı Varda’nınkine benzer şekilde kendi imzasını taşıyordu.

1. Durağanlığın Anlatıya Dönüşümü

Her iki sanatçının da sineması, doğrudan bir olaylar zincirine değil, atmosferin ve karakterlerin iç dünyasına dayanır. Bu, aslında fotoğrafın doğasına çok yakın bir anlatı kurma biçimidir. Fotoğraf, tek bir anı ölümsüzleştirir; ama o anın içine baktığınızda, zamanın hem geçmişini hem geleceğini sezersiniz. İşte Varda ve Ceylan’ın sineması da budur: sizi bir fotoğrafın içine bakmak zorunda bırakır.

Varda’nın Cléo de 5 à 7 filmi, gerçek zamanın içinde bir kadının ölüm korkusunu, sokakların gündelikliğiyle iç içe işler. Kamerası hep “orada olanı” izler; tıpkı bir fotoğrafçı gibi sabırla. Ceylan ise Bir Zamanlar Anadolu’dada, gecenin içinde yavaş yavaş ilerleyen bir polis konvoyunun yavaşlığıyla zamanı esnetir; mekân, gece, suskunluk başlı başına birer görüntü ve hikaye ziyafetine dönüşür.

2. Sessizliğin ve Sıradanlığın birlikteliği

Varda, sıradan insanların hayatından hikayeler çıkarabilen bir gözlemciydi. Özellikle Sans toit ni loi (Çatısız, Kanunsuz) filminde, toplum dışına itilmiş bir kadının hikâyesini, belgesel estetiğiyle işler. Kamera, karakterin ardından yürür; ama aynı zamanda çevreyle de ilgilenir. Varda, görüntünün içindeki tüm ayrıntılara da anlam yükler.

Ceylan’nın sinemasında ise da sıradanlığın içindeki kırılmalar öne çıkar. Diyaloglardan çok yüzler konuşur. Örneğin Uzak filminde, iki adamın birlikte yaşadığı mekânlarda geçen sahneler, yalnızlığın ve iletişimsizliğin görsel bir anlatımıdır. Işık, kadraj, bakış — hepsi birer iç monolog gibi çalışır.

3. Kadın ve Zaman Algısı: Farklı Yönelimler

Bu iki yönetmenin sinemasal yaklaşımı arasındaki belki de en önemli fark, zaman ve toplumsal cinsiyet algısında ortaya çıkar. Varda, kadın karakterleri merkeze alır ve onları çevreleyen patriyarkal dünyayı eleştirel bir mercekle işler, gösterir. Feminist sinemanın öncülerindendir.

Ceylan ise daha varoluşsal bir dil kurar. Kadınlar çoğunlukla erkek karakterlerin iç dünyalarının yansıtıcısı konumundadır. Ancak bu, Ceylan’ın sinemasında bir eksiklik değil, bilinçli bir tercih olarak belirir; çünkü onun sineması, bireyin yalnızlığını ve yabancılaşmasını merkeze alır. Bu fark, aslında her iki yönetmenin yaşadığı toplumsal bağlamla yakından ilişkilidir.

4. Cannes ve Evrensel Duruş

Her iki yönetmen de Cannes Film Festivali’nin “gözbebeği” olmuş isimlerdir. Varda, hem Altın Palmiye Onur Ödülü’nü aldı hem de Les Glaneurs et la Glaneuse gibi belgesel-nitelikli işleriyle festival damgasını vurdu. Ceylan ise Altın Palmiye dahil olmak üzere birçok ödülle, Türkiye sinemasını dünya haritasına kalıcı olarak yerleştirmiştir.

5. Görüntüden Düşünceye Bir Dönüşüm

Her iki yönetmen için de sinema, bir dünya görüşünü duyurma biçimidir. Fotoğrafla başlayan bu yolculuk, sinemada daha geniş bir alan bulur ama asla görsel sadelikten vazgeçmez. Onların sineması, bir bakışın sinemasıdır; zamanla yarışmayan, onunla yürüyen bir sinema.

İki Bakış

Varda’nın “bakışları” kadınları görünür kılarken, Ceylan’ın “suskunlukları” erkeğin iç çatışmasını görünür kılar. Ama ikisinin de sineması, bir karede gizlenen öykünün peşindedir. Işığın, boşluğun, duraksamanın anlamını bilirler. Ve bu anlamda, Varda ile Ceylan, aynı yoldan yürüyen iki ayrı kişi gibidir: biri Seine kıyısında, diğeri Kapadokya vadilerinde; ama bence ikisi de bir görüntünün içinde kaybolmaya gönül vermiş fotoğrafçı/yönetmendirler.
Yolu Paris’e düşen fotoğraf ve sinema sevenlere Agnes Varda sergisini görmelerini öneririm. Hiç pişman olmayacaklarından eminim.