Contemplatif BAKIŞ
Türkçeye tefekkürlü bakış olarak çevrilebilir ama ben o çeviriyi beğenmedim. Bana göre anlamı bizin dilimizde bu şekilde tam ifade edemediğini düşündüm. Düşünceli Bakış da hoşuma gitmeyince olduğu gibi bırakmaya karar verdim. Bu yazıları kendimeden başkası da okumadığına göre sorun olmadığını düşünüyorum. Dolayısı ile bu bakışı açacağım herkes nasibini alsın kendi bakışıyla contemplatif’i değerlendirsin. Aslında buraya koyacağım da yaşayan de Caspar David Friedrich’in Der Wanderer über dem Nebelmeer adlı eseri. O ne demek oluyor derseniz 19.cu yüzyılda yaşayan Alman ressamın kendi dilinde Bulut Denizini Seyreden Gezgin anlamına geliyor. Belki de hayranlıkla veya derin derin düşünceyle seyretmek contemplatif kelimesine daha güzel ifade edebilir. Neyse karşılaştırmalı dil konularından uzaklaşıp esas konumuza dönelim.
Gözlerimizin gördüğü, kalbimizin hissettiği ve zihnimizin algıladığı şeyler çoğu zaman birbirinden kopuktur. Oysa gerçek bir bakış, bu üçünü uyum içinde birleştirdiğimizde başlar. Contemplatif bakış, işte tam da bu noktada, bir fotoğraf karesinden başka bir şeydir; bir meditasyon biçimine dönüşür, bizi hem iç dünyamıza hem de çevremize yaklaştırır.
Bu bakışla sadelikte saklı güzelliği keşfederiz. Önceden öğrendiğimiz, zihnimizin bize dayattığı kalıpları, yargıları, etiketleri bir kenara bırakırız. Gözümüz, artık yalnızca görmek için değil; hakikati, olduğu gibi algılamak için bakar. Her an, her görüntü, o anda var olan “şimdi”nin saf, yorumsuz ve duru haliyle önümüze serilir.
Çoğu insanın farkına bile varmadığı detaylar, bizim için anlamlı olmaya başlar:
Işığın içinde dans eden bir toz zerresi, panjur aralarından süzülen solgun güneş, sessizce düşen bir yaprak, ya da suyun dalgalanan yüzeyi…
Bunlar artık sıradan değildir, hayatın ta kendisidir.
Contemplatif bakış, bize dünyayı olduğu gibi kabul etmenin ve hayatı sevmenin yollarını gösterir. Dünya, düşündüğümüzden, hayal ettiğimizden çok daha zengindir; yeter ki durup bakmasını bilelim.
Ama çoğumuz, renkleri solmuş, ruhu kaybolmuş tabloların içinde yaşıyoruz.
Toplumun bize biçtiği rollere, beklentilere, alkışlara esir olmuşuz.
Bir anlığına bize verilenle yetiniyor, derinlerde yatan gerçek sesi duymuyoruz. Oysa içimizde bastırdığımız o ses, bize kendimize ait, benzersiz bir bakış kazandıracak tek rehberdir.
Ve bir gün, dönüyoruz doğaya ve çocukluğumuza,
Bizi biz yapan, unuttuğumuz o vahşi ve saf bakışa…
Zihnimiz ya boş, ya da sahte imgelerle dolu;
Ama içimizde hâlâ o gerçek ışığın özlemi var.
Kendi bakışımızı, kendi renklerimizi, kendi kelimelerimizi arıyoruz.
Çünkü ancak o zaman, duyularımızla hayatın içindeki güzelliği görebiliriz.
Belki de, içmizdeki o sessizlikte, içimizde doğan güneşin ışığıyla,
Yeni bir sanat, yeni bir hayat yaratabiliriz.
Böylece, her baktığımızda, sadece görmeyiz…
Her algımız bir şiir, her dokunuşumuz bir fırça darbesi olur.
Ve biz, o anın içinde kaybolarak, kendimize ve dünyaya ait gerçek sanatı yaratırız veya yaratma eylemine geçeriz. That’s it.