Bazı zevkler parayla satın alınamaz..
Bazı zevklerin parayla satın alınamayacağını hepimiz biliriz ama modern hayatın hırsları, bize bu gerçeği unutturmak için her yolu dener. Jean-Jacques Rousseau, “Bana saf zevkler gerek, para bunların hepsini öldürür,” derken tam da bu noktaya dokunur. Onun için gerçek şarap, etiketinde koca rakamlar yazan bir prestij unsuru değil, dostlarla paylaşılan, sohbeti koyulaştıran, kahkahaları çoğaltan bir nimettir. Bir yudum şarap, hayatın gerçek tadını hissettiğin andır.
Rousseau’nun Julie adlı romanındaki sahne belki de hepimizin aşina olduğu bir anı hatırlatır. Saint Preux’nün fazla kaçırdığı bir akşam, Julie’nin içindeki kaygıyı harekete geçirir. “Beni endişelendiren, sizin geçmişte yaşadıklarınızın geri dönmesi,” der Julie, sevgilisinin kontrolünü kaybetmesinden korkarak. Ama ne ilginçtir ki, biraz sonra ona hayatın dengesi üzerine bir ders verir: “Zararsız bir zevkten tamamen vazgeçmeniz, aslında sağlığınıza zarar verir.” Burada mesele yalnızca içki değildir; mesele, kendini tanımak, sınırlarını bilmek ve hayattan tat almayı öğrenmektir.
Rousseau için şarap, sadece bir içecek değil, bir öğretmendir. Emile’de şaraptaki sahtelik üzerine yazdıkları, insana dair büyük bir gerçeği de açığa çıkarır. “Bazı maddeler, olduklarından daha iyi görünmek için değişime uğrar,” der Rousseau. Ama damağı kandıran bu sahte tatlar, aslında ruhumuzu da yanıltır. Tıpkı hayatta karşılaştığımız bazı insanlar gibi… Onlar da şarabın içine karışan hileli maddeler gibi, olduğundan farklı görünmeye çalışan, kendini yapay bir parlaklıkla sunan kişilerdir. Rousseau, şarap üzerinden bize insanları tanımayı öğütler: “Gerçek olanı seçin. Sahteleri fark etmeyi öğrenin.”
Şarabın insan ruhuyla kurduğu bu özel bağ, Molière’in eserlerinde de bambaşka bir şekilde karşımıza çıkar. O, şarabı ciddiyetle değil, kahkahayla, iğneleyici bir mizahla ele alır. Le Médecin Malgré Lui‘de Sganarelle, boşalan şişesine hayıflanarak şunları söyler: “Ah, güzel şişe, neden boşalırsınız?” Hepimiz hayatımızın bir anında, bir dost meclisinin sonunda, masada yarısı içilmiş bir şişeye bakıp bu soruyu sormadık mı? Şarabın son yudumu gibi, güzel anlar da hızla tükenir. İşte Molière’in anlatmak istediği de budur: Hayat akıp gider, tadını çıkar.
Bourgeois Gentilhomme‘da bu mesaj daha da netleşir: “İçelim dostlar, içelim! Kaçıp giden zaman, bizi hayattan yararlanmaya çağırıyor.” Molière için şarap, yalnızca sarhoş eden bir içecek değildir; o, anı yaşamanın, hayatın sunduğu küçük ama değerli mutlulukların bir sembolüdür. Şarabı fazla kaçıran karakterleri de vardır elbette, ama onları izlerken kendimizi görmez miyiz? Hepimiz bazen biraz fazla coşkun, biraz fazla pervasız olmaz mıyız?
Molière, doktor karakterlerine şarabı tıbbi bir çare olarak bile söyletir. Le Malade Imaginaire‘de şarabın iyileştirici özelliklerinden bahsedilir, hatta papağanlara bile şarap ve ekmek verilmesini önerir. Çünkü ona göre, şarap sadece bedene değil, konuşmalara da sıcaklık katar, insanları bir araya getirir, mesafeleri kaldırır.
Şarap, Rousseau için doğallığın ve hakikatin bir simgesiyken, Molière için mizahın, dostluğun ve yaşama sevincinin bir yansımasıdır. Ama ikisinin de anlatılarında ortak bir şey var: Şarap, yalnızca bir içecek değildir. O, insan olmanın, paylaşmanın, hayatı hissetmenin bir yoludur. Ve belki de asıl mesele, hangi şarabı içtiğimiz değil, kiminle paylaştığımızdır.