Yapay Zekanın Gözünden Dünyamız…

Yapay Zekanın Sanatla Buluştuğu Büyük Sergi

Bu sergi, yapay zeka ile sanat arasındaki etkileşimleri ele alan en kapsamlı ortak çalışma ve  etkinliklerden biri. Fotoğraf, sinema, video enstalasyonları, heykel, edebiyat ve müzik gibi farklı sanat dallarını bir araya getirerek, yapay zekanın yaratıcı sürece nasıl dahil olduğunu gözler önüne seriyor. Ancak buradaki olay yalnızca yapay zeka tarafından üretilmiş eserleri sergilemek değil; aynı zamanda bu teknolojilerin sanatı, toplumu ve bireyi nasıl dönüştürdüğüne dair bir düşünce yakalamak.

Bu sergi, yapay zekanın etkilerini eleştirel bir bakış açısıyla değerlendiriyor. Görsel kültüre olan etkisinden, gözetim teknolojilerinin yarattığı etik sorunlara, üretim süreçlerindeki eşitsizliklerden, otomasyonun görünmez insan emeğine kadar pek çok soruyu gündeme getiriyor. Yapay zeka yalnızca bir araç mı, yoksa modern dünyanın algısını yeniden şekillendiren bir güç mü?

Ziyaretçiler, bu sergide yapay zekanın gözünden bakan bir dünyaya adım atıyor. Algılamak, hayal etmek, anlamak, dönüştürmek ve hatırlamak gibi temel insani deneyimler, yapay zekanın dokunuşuyla nasıl değişiyor? Eserler, bu sorular etrafında şekillenerek izleyiciyi kendi algısını sorgulamaya davet ediyor.

Sergide, Julian Charrière, Grégory Chatonsky, Agnieszka Kurant, Trevor Paglen, Hito Steyerl, Sasha Stiles, Kate Crawford ve Christian Marclay gibi uluslararası sanatçılar tarafından özel olarak üretilmiş ve daha önce hiç sergilenmemiş eserler yer alıyor. Her biri, yapay zekayı sanatsal bir araç olarak kullanmanın farklı yollarını keşfederek, çağdaş sanatın sınırlarını genişletiyor.

Sergi, yapay zekayı farklı açılardan ele alan tematik bir bakış sunuyor. Analitik yapay zeka, yapay görme ve yüz tanıma sistemleri, üretken yapay zekanın keşfettiği “gizli alanlar”, otomasyonun ardındaki insan emeği ve bu teknolojilerin ekolojik boyutları… Tüm bu temalar, geçmişle bugün arasında köprü kuran “zaman kapsülleri” aracılığıyla derinlemesine inceleniyor.

Jeu de Paume, sergiye paralel olarak kapsamlı bir etkinlik programı da sunuyor. Film gösterimleri, sanatçılar ve araştırmacılar tarafından yürütülen konferanslar, bilimsel sempozyumlar ve yapay zekanın bir mahkeme salonunda yargılandığı kurgusal bir tiyatro oyunu… Ayrıca, yapay zeka ile görsel kültür arasındaki ilişkiyi mercek altına alan Fransızca ve İngilizce bir katalog da izleyicilere sunuluyor.

Bu sergi, yapay zekanın yalnızca teknolojik bir gelişme olmadığını, aynı zamanda sanatı, algıyı ve toplumu yeniden şekillendiren bir dönüşüm dalgası olduğunu hatırlatıyor. Yapay zekayla yaratılan eserlerin ötesine geçerek, bu teknolojinin sanatın doğasını nasıl değiştirdiğini sorguluyor. Görmeye, düşünmeye ve hissetmeye hazır mısınız?

Le Jeu de Paume, 11 Nisan – 21 Eylül 2025 tarihleri arasında, yapay zeka ile çağdaş sanat arasındaki bağları keşfeden ve bu ölçekte dünyada  ilk olacak bir sergi sunuyor.

Toplumun her alanında hızla gelişen yapay zeka, bugün hayranlık, korku, heyecan ya da şüphe uyandırıyor. Le Monde selon l’IA (Yapay Zekaya Göre Dünya) başlıklı  bu sergi, son on yılda bu meseleleri sanat, fotoğraf, sinema, heykel ve edebiyat gibi disiplinlerde ele alan sanatçıların eserlerinden bir seçki sunuyor.

Sergi, yapay görme ve yüz tanıma sistemlerine dayanan “analitik yapay zeka” ile yeni görseller, sesler ve metinler üretebilen “üretken yapay zeka” kavramlarını ele alarak, bu teknolojilerin yaratıcı süreçleri nasıl altüst ettiğini, sanatın sınırlarını nasıl yeniden tanımladığını ve toplumsal, politik ve çevresel boyutlarını sorguluyor.

Teknolojiye hayranlıkla yaklaşan bir bakış açısıyla da, onu reddeden bir perspektifle de yetinmeyen Le Jeu de Paume, bu sergi aracılığıyla, yapay zekanın görsel ve duyusal dünyamızı nasıl dönüştürdüğüne ve toplumlar üzerindeki etkilerine dair derinlemesine bir düşünme alanı açıyor.

Yapay Zekâ: Sanat ve Toplum Üzerindeki Etkileri

1955 yılında ortaya atılan yapay zekâ kavramı, günümüzde otomatik öğrenme süreçleriyle toplumun her alanını dönüştüren bir olgu hâline gelmiştir. İnsan eylemlerini tespit, karar alma ve metin veya görsel içerik üretimi gibi alanlarda taklit eden uygulamalarla genişleyen bu teknoloji, etik, ekonomik, politik ve sosyal boyutlarda önemli meseleleri gündeme getirmektedir. Özellikle mahremiyet ve ayrımcılık gibi konular tartışılırken, yapay zekâ aynı zamanda metin ve görsel algımızı kökten değiştirmektedir.

Sanat dünyasında, yapay zekâ yaratıcılık, özgünlük ve telif hakları gibi kavramları sorgulatarak, üretim ve alımlama süreçlerini yeniden tanımlamaktadır. Bu sergide yer alan sanatçılar, yapay zekâ teknolojilerini yalnızca sanat ve toplum üzerindeki etkilerini sorgulamak için değil, aynı zamanda yeni ifade biçimlerini keşfetmek amacıyla kullanmaktadır.

Serginin tematik akışı, yapay zekânın genellikle göz ardı edilen maddi ve çevresel boyutuyla başlamaktadır. Bu giriş bölümü, yapay zekâ kavramının tarihî ve coğrafi bağlamda bir haritasını çıkarmayı ve bu zor tanımlanabilen olgunun karmaşık yapısını anlamayı hedeflemektedir.

Julian Charrière’in Buried Sunshines Burn adlı eseri, dijital endüstrilerin gerektirdiği fiziksel kaynakları ve bunların çevresel etkilerini ele alırken, Metamorphism, genellikle “maddesiz” olarak sunulan dijital teknolojilerin aslında jeolojik ve fiziksel süreçlere bağımlı olduğunu gözler önüne sermektedir.

Buna karşılık, Kate Crawford ve Vladan Joler’in devasa şeması Calculating Empires, beş yüzyıllık teknik, bilimsel ve kültürel deneyleri inceleyerek, günümüzde yapay zekânın gelişimine zemin hazırlayan tarihî süreci takip etmektedir.

Sergi, analitik yapay zeka temasıyla devam ediyor ve bilgisayarla görme ile yüz tanıma konularını ele alıyor. Bu bölümde, veri ve nesnelerin sınıflandırılması ve kategorize edilmesine odaklanılıyor. Çeşitli sanatçılar, bu süreçlerin dünyayı algılayışımıza etkilerini ve bunların ekonomik, politik ve sosyal sonuçlarını sorguluyor.

Bu bölümün öne çıkan eserlerinden biri olan Faces of ImageNet, Trevor Paglen tarafından yaratılmış olup yüz tanıma sistemlerinin insan yüzlerini tanımlamak için kullandığı basitleştirilmiş kategorileri gözler önüne seriyor. Bu çalışma, yapay zeka sistemlerinin, gerçek dünyanın karmaşıklığını ve çeşitliliğini nasıl göz ardı ettiğini vurguluyor. Ben bu kutunun önünde durdum ve yüzümü gösterdim. Üç deneme sonunda banin “Head of Department” olduğumu bildi. Bunu nasıl yaptığını ise ben bilemedim.

Sergi için özel olarak üretilen yeni bir Hito Steyerl eseri ise yapay zeka sistemlerinin görsel algıyı nasıl kontrol ve standartlaşma aracı hâline getirdiğini inceliyor. Aynı eleştirel bakış açısıyla, sergi rotası yapay zekanın gerektirdiği insan emeği konusuna da değiniyor. Agnieszka Kurant ve Meta Office gibi sanatçılar, çevrimiçi ortamlarda düşük ücretlerle ve görünmez şekilde çalışan “tıklama işçileri”nin katkılarını ortaya koyuyor. Kolektif portreler ve çalışma koşullarına dair belgeler aracılığıyla bu eserler, bulut bilişim teknolojisinin sunduğu “maddesizleşme” ideolojisi ile yapay zekanın işleyişi için gerekli olan gerçek kaynaklar arasındaki uçurumu gözler önüne seriyor.

Serginin ikinci büyük bölümü, yapay zekânın (YZ) yeni veriler, metinler veya görüntüler oluşturma yetisini keşfeden üretken YZ konusuna odaklanıyor. Bu bölüm, internetten toplanan büyük veri kümeleriyle eğitilen modellerin sağladığı çok yönlü olanakları gözler önüne seriyor; bunlar arasında görüntü üretimi, metin yaratımı ve ses kompozisyonu yer alıyor.

Birçok sanatçı, bu konuyu tarihsel boşlukları doldurmak (Egor Kraft, Theopisti Stylianou-Lambert ve Alexia Achilleos), yapay zekânın önyargılarını sorgulamak (Nora Al-Badri, Nouf Aljowaysir) veya alternatif hikâyeler yazmak (Grégory Chatonsky, Justine Emard ve Gwenola Wagon) amacıyla ele alıyor.

YZ çağında kelimeler ve görüntüler arasında kurulabilecek yeni bağlar, Estampa kolektifi ve Erik Bullot’nun çalışmalarıyla ön plana çıkıyor.

Başka bir  bölümde ise  sinema da YZ’nin algı ve görsel anlatım üzerindeki dönüşümlerin konusunda düşünmemizi sağlıyor; Inès Sieulle, Andrea Khôra ve Jacques Perconte’un eserleri bu değişimleri gözler önüne seriyor.

Ayrıca, algoritmalar aracılığıyla üretilen şiirler, romanlar ve hatta yeni alfabelerle, üretken edebiyata adanmış özel bir bölüm de var.

Sergi, müziğe ayrılan bir temayla sona eriyor. Bu bağlamda, Christian Marclay’in The Organ adlı eseri öne çıkıyor; bu yapıt, bir piyanonun yalnızca ses frekansları temelinde Snapchat üzerinden yayılan video kombinasyonlarını etkinleştirdiği  bir deneyimi olarak ortaya çıkıyor.

Sergi boyunca, “zamanda kapsüller” olarak adlandırılan ve merak dolaplarından ilham alan bölümler, çağdaş eserlerle tarihi bir karşıtlık sunuyor. Bu bölümler; hesaplama ve üretimin otomasyonu tarihini, günümüz yapay görme sistemleri ile geçmişte görsel algıyı otomatikleştirme girişimleri arasındaki ilişkileri, yüz tanıma ve duygu algılama sistemlerinin kökenlerini veya yapay zeka komutlarının (prompts) soybilimini ele alıyor. Bu vitrinler, günümüz fenomenlerini geniş bir kültürel, sanatsal ve bilimsel tarih içinde konumlandırmayı amaçlayan genealojik keşifler olarak tasarlanmıştır.

Sergiye eşlik eden etkinlik programı kapsamında, Jeu de Paume, yapay zeka üzerine zengin bir dizi etkinlik sunuyor. Programda sinema gösterimleri, sanatçılar ve uzmanlar tarafından yönetilen konferanslar, bilimsel sempozyumlar ve hatta yapay zekanın yargılandığı kurgusal bir “dava” sahnelemesi yer alıyor. Ayrıca, yapay zeka, görsel kültür ve çağdaş sanat arasındaki bağlantıları ele alan uzman katkılarıyla hazırlanan Fransızca ve İngilizce bir katalogu da bize sunuyor.

2020’de düzenlenen Supermarché des images sergisinin, çağımızda görsellerin aşırı bolluğunu sorgulamasının ardından, Le Monde selon l’IA bu düşünceyi bir adım öteye taşıyor. Yapay zekanın, görsel yaratım, dağıtım ve algıyı kökten dönüştürerek dünyaya bakışımızı altüst eden yeni bir paradigma sunduğunu vurguluyor.

Sergi

Sergi boyunca iki ana bölüm iç içe geçmektedir. İlk bölüm, 2010’ların ortalarından itibaren üretilmiş eserlerden oluşur; bunların büyük bir kısmı bu proje için özel olarak hazırlanmıştır. Bir araya getirildiklerinde, hızla gelişen ve geniş çapta yayılan analitik ve üretken yapay zeka sistemleriyle eleştirel ilişkileri gözler önüne sererler:

  • Bir yanda, analiz, kontrol ve tahmin amacıyla tespit, tanıma ve sınıflandırma işlevi gören sistemler,
  • Diğer yanda, büyük veri kümeleriyle eğitildikten sonra mevcut verileri değiştiren veya yenilerini üreten sistemler.

İkinci bölüm ise bir dizi “zaman kapsülü” var—merak kabinleri olarak tasarlanmış ve sunulmuş özel alanlar. Bu kapsüller, seçilmiş nesneler ve sanat eserleri aracılığıyla, çağdaş eserlerin karşısına tarihsel ve medya arkeolojisi perspektifinden bir bakış açısı ortaya koyuyor.

Bu zaman kapsülleri çeşitli konuları ele alıyor:

  • Hesaplama, üretim ve iletişimi otomatikleştirmeye yönelik cihazların tarihi,
  • Günümüz yapay görme sistemleri ile görsel algıyı otomatikleştirme girişimlerinin geçmişi arasındaki bağlantılar,
  • Yüz tanıma ve duygu analizi sistemlerinin fizyognomi tarihindeki kökenleri,
  • “Prompt” kavramının soykütüğü,
  • Algoritmalar tarafından üretilmiş metinlerin tarihçesi.

Bu unsurlar, temelde günümüz odaklı olan sergiye tarihsel bir derinlik kazandırmaktadır.

Yapay Zekâya Göre Dünya başlıklı sergi, 2010’ların ortalarından itibaren yapay zekâ (YZ) olarak adlandırılan olguyla ilgilenmeye başlayan sanatçılar tarafından üretilen eserlerden oluşan bir seçki sunuyor. Yapay zekâ, giderek artan bir şekilde kültürden topluma, ekonomiden politikaya, bilimden teknolojiye, endüstriyel üretimden askeri stratejilere kadar hayatın her alanına nüfuz etmiş durumda. Bu sergi, özellikle algoritmaların ve YZ modellerinin sabit ve hareketli görüntü deneyimimizi nasıl dönüştürdüğüne ve genel olarak kültürde nasıl bir rol oynadığına odaklanıyor.

“Yapay zekâ” terimi, ilk kez 1955 yılında John McCarthy tarafından, 1956’da düzenlenecek Dartmouth Yaz Araştırma Projesi’ne yönelik niyet mektubunda kullanılmıştır. Bu toplantı, yapay zekâyı bağımsız bir araştırma alanı olarak kabul ettirmiştir. Sonraki on yıllar boyunca, yapay zekâ kavramı, giderek daha karmaşık görevleri yerine getirebilen sistemler oluşturmak için tasarlanan çeşitli teknolojileri, yöntemleri ve uygulamaları ifade etmek üzere kullanılmıştır.

Başlangıçtan itibaren, “yapay zekâ” kavramı geniş bir inanç, ideoloji, metafor ve kurgu yelpazesiyle çevrelenmiştir ve bu unsurlar günümüzde de kamu söylemini şekillendirmeye devam etmektedir. Bugün bu terim, özellikle makine öğrenmesi (machine learning) ve derin öğrenme (deep learning) tekniklerini ifade etmektedir. Yapay zekânın temel operasyonları olan tespit, tanıma, sınıflandırma, tahmin, karar verme, veri analizi ve üretimi, geniş bir uygulama alanına sahiptir. Bütünsel olarak ele alındığında, bu süreçler insan etkinliğini yerinden eden veya tamamen ikame eden yeni “otomasyon” biçimlerini beraberinde getirmektedir.

Dijital medya üzerine düşündüğümüzde, onu var eden maddi bileşenlere nadiren dikkat ederiz. Algoritmalar soyut ve elle tutulamaz görünebilir, ancak yapay zekâ teknolojilerinin çalışabilmesi, sınırlı miktarda bulunan doğal unsurların varlığına bağlıdır: lityum, nadir toprak elementleri ve petrol gibi milyarlarca yıl boyunca yerin altında oluşmuş bu değerli malzemeler, yalnızca kısa bir ömre sahip cihazları beslemek için kullanılır ve nihayetinde çöpe gider.

Yapay Zekânın Haritaları – Maddeler

Sergi

Julien Charrière, Metamorphism adlı heykelleriyle bu maddeselliği sorguluyor. Anakartları, işlemcileri ve diğer elektronik bileşenleri toprakla birleştirip bir fırında eriterek, dijital atıkları ve kültürel hafızayı adeta yeni bir jeolojik oluşuma dönüştürüyor. Bu süreç, teknolojileri besleyen hammaddelerin bir gün tekrar atık olarak toprağa karışacağını hatırlatıyor.

Agnieszka Kurant, Nonorganic Life adlı eserinde dijital endüstri için gerekli organik ve mineral malzemeleri öne çıkarıyor. Kurant, bu kristal yapılarını bilim insanlarının Dünya’daki yaşamın kaynağı olarak gördüğü hidrotermal bacalara atıfta bulunarak “kimyasal bahçeler” olarak adlandırıyor.

Ancak bu imgeler, aynı zamanda bu değerli kaynakların çıkarılmasının yol açtığı çevresel tahribata da işaret ediyor. Teknolojik büyüme ile ekolojik bozulma arasındaki gerilim vurgulanırken, biyolojik, mineral ve sentetik olanın kaçınılmaz ve sürekli iç içe geçtiği bir keşif alanı sunuluyor.

Yapay Zekâ HaritalarıMekân ve Zaman

“Yapay zekâ” (YZ) terimi ne anlama gelir? Bu karmaşık “hiper-nesneyi” teoriler, teknolojiler, kaynaklar, emek, veriler, politikalar ve sermaye arasında nasıl haritalandırabiliriz? YZ’yi bilginin oluşumu, iletişim, emek ve iktidardaki merkezi rolünü göz önünde bulundurarak tarihte nasıl konumlandırabiliriz?

Alien Internet (2023) ve A.A.I (System’s Negative) (2016) eserlerinde Agnieszka Kurant, YZ ile hayvanlar ve diğer canlı varlıklar—balinalar, kuşlar, kaplumbağalar, süngerler ve termitler gibi—arasındaki kolektif zekâ biçimlerini aydınlatıyor.

Araştırmacı Kate Crawford ve tasarımcı Vladan Joler, YZ’yi mekân ve zaman bağlamında haritalandırmaya çalışıyor. Anatomy of an AI System (2018) adlı çalışmaları, Amazon’un 2016’da piyasaya sürdüğü sesli komut tabanlı yapay zekâ sistemi Alexa‘yı merkeze alarak, bu devasa küresel ağı haritalayan bir diyagram sunuyor.

Calculating Empires (2023) diyagramı, günümüz YZ’sine uzanan iç içe geçmiş çoklu soykütükleri görselleştiriyor. Bu eser, nasıl buraya geldiğimizi ve gelecekte hangi yönde ilerlediğimizi anlamayı amaçlıyor.

Algılama, Tanıma, Sınıflandırma: Analitik Yapay Zekâ

 

Sanatçılar, yapay görme, yüz tanıma ve duygu analizini içeren teknolojilere yıllardır ilgi duyuyorlar. Bu bağlamda, ilk gözetim kameralarının zaman kapsülleri aracılığıyla tanıtılmasının ardından, Trevor Paglen’in Behold These Glorious Times! adlı video yerleştirmesi üzerinden makine görüsü (yapay görme) konusu ele alınıyor. Bu eser, yapay zekâ sistemlerini nesne, yüz, jest ve duygu tanıma süreçlerinde eğitmek için kullanılan görüntülerle, yapay zekânın bu verileri analiz ederken “gördüğü” şeyleri yan yana getirerek bir karşılaştırma sunuyor. Ziyaretçiler daha sonra, yüz tanıma ve duygu analiz sistemlerinin köklerini, fizyognomoninin (sanatsal, kriminolojik ve ırksal) tarihsel bağlamında inceleyen zaman kapsülleriyle karşılaşıyorlar.

Son olarak, Fanon ve De Beauvoir (Even the Dead Are Not Safe), Eigenface (colorized) adlı çalışmasında Paglen, yüz tanıma tekniği olan “Eigenface” yöntemini kullanarak bir yüzün karakteristik özelliklerinden “yüz izi” oluşturuyor. Bu tekniği Frantz Fanon ve Simone de Beauvoir’in portrelerine uygulayarak, yapay görmenin geçmişteki imgelerle olan ilişkimizi nasıl dönüştürdüğünü ve hatta ölüleri bile tanımlayabildiğini gözler önüne seriyor.

Latent alanlar, kültürel belleğe ait devasa veri yığınlarının işlenmesinde de temel bir rol oynar. Erik Bullot, Justine Emard, Egor Kraft, Jacques Perconte, Julien Prévieux, Inès Sieulle ve Gwenola Wagon gibi birçok sanatçı, bu alanları keşfederek geçmişin alternatif versiyonlarını üretir. Onları bir tür “meta-arşiv” olarak ele alarak, olası görüntüler oluşturabilir, alternatif geçmişlere, karşıt-tarihsel anlatılara, kurgusal anılara ve spekülatif otobiyografilere kapı aralayabilirler.

Trevor Paglen gibi bazı sanatçılar, latent alanları görselleştirerek belirli yapay zekâ modellerinin, özellikle de GAN’ların (Üretici Çekişmeli Ağlar) epistemolojisini daha iyi anlamaya çalışırken; Jeff Guess ve Estampa gibi diğerleri, görüntüler ile kelimeler arasındaki algoritmik bağlantıları araştırmaktadır. John Menick ve Andrea Khôra ise, latent alanlardan yola çıkarak, Silikon Vadisi ideolojisinin büyük ölçüde temelini oluşturan transhümanizm ile psikedelik unsurların birleşimini kavramaya yönelik imgeler üretir.

Grégory Chatonsky, yapay zekâ ile ilgili felsefi ve teknolojik meseleler üzerine düşünmeye, Le Quatrième Mémoire (Dördüncü Bellek) adlı yeni enstalasyonu aracılığıyla devam etmektedir. Enstalasyonun adı, filozof Bernard Stiegler’in tanımladığı üç tür “retansiyona” (bellekte tutulma) göndermede bulunur. Sanatçı, yapay zekânın bellekte depolanan verilerden nasıl anlatılar ürettiğini ve bunun sonucunda geçmişin alternatif imgelerini nasıl oluşturduğunu araştırmaktadır. Dördüncü Bellek, sanatçının kendi kurgusal otobiyografilerini ele alır.

Sergi boyunca, sanatçıya ayrılan özel bir salonda sunulan enstalasyon; yapay zekâ tarafından üretilmiş metin ve görsellerden, klonlanmış seslerden ve 3D baskı nesnelerden oluşmaktadır. Eser, sanatçının mümkün olan yaşamlarının parçalı ve dönüşüme uğramış izlerini sunarken, olağanüstü geniş bir mekân-zaman ekseninde, hayali bir boyut kazanır. Chatonsky, bu çalışmasını “hayattayken gerçekleştirilmiş bir posthüm eser” olarak tanımlamaktadır. Kendi ifadesiyle: “Daha önce yaptıklarıma adanmış bir anıt değil, yapabileceklerimi sürdüren bir makine olarak” kurgulamaktadır.

Ecritures génératives, büyük dil modellerinin ortaya çıkışı ile bilgisayar tarafından edebi metinlerin üretilmesinde yeni bir dönem başlamıştır ve bu durum, yapı ve anlatımı özenle işlenmiş eserlere yol açmıştır. Bazıları, şair Sasha Stiles’ın yapay zeka alter egosu Technelegy ile yaptığı gibi, bunu tam teşekküllü bir edebi iş birlikçi olarak kullanmaktadır. Technelegy, Stiles’a kendiymiş gibi görünen ancak başka bir kaynaktan gelen ifadeler ve fikirler önermektedir. Stiles, bu iş birliği sonucunda Horace’ın ünlü eseri Ars Poetica’ya atıfta bulunan dört dörtlükten oluşan Ars Autopoetica adlı bir şiir yazmış ve bunu daha sonra kendi icat ettiği, transhüman bir okuyucu kitlesi için tasarlanmış Cursive Binary alfabesine çevirmiştir. Ardından, bu metni Artmatr şirketi tarafından geliştirilen bir robotik yazıcı ile eski zamanlardaki gibi kaligrafi yaparak yazdırmıştır.

Ekphrasis adlı eserde ise, buluntu görüntüler üzerinde algoritmik tanım işlemleri yapılarak daha karmaşık ve katmanlı bir anlatıma ulaşılmıştır. Bu kurulumda Estampa kolektifi sadece nesne tespit sistemlerini değil, aynı zamanda duygu tanıma araçlarını ve geniş dil modelleri ile birleştirilerek canlı olarak daha uzun ve detaylı tanımlar üretebilen görüntüden metne dönüştürme modellerini kullanmıştır. Bu eser, görüntülerin kelimelerle çevrilmesinin radikal bir şekilde imkansız olmasından kaynaklanan tüm uyumsuzlukları, sapmaları ve aynı zamanda ortaya çıkan şairane potansiyeli vurgulamaktadır. Estampa, bu eserle sadece algoritmik ekphrasis’in yeni biçimleri üzerine değil, aynı zamanda yapay zeka çağında montaj operasyonlarının geleceği üzerine de düşündürmektedir.

Serginin sonu, Christian Marclay’in interaktif enstalasyonu The Organ ile bitiyor. Sanatçı, müziğe ve sese büyük bir önem atfeder ve bunları sürekli olarak yeniden düzenleyerek görselleştirmeler sunar. 2017 yılında, İsviçreli sanatçı, günlük olarak 3,5 milyardan fazla fotoğraf ve video mesajının (snap) paylaşıldığı Snapchat uygulamasını yaratan Amerikan şirketi Snap Inc. ile işbirliği yapmaya başladı. Sosyal medya platformlarından uzak bir isim olan Marclay, bulunan görsel ve işitsel materyalleri yeniden montajlama konusunda her zaman ilgi duymuştu ve bu büyük veri hacminde, snapslerin geçici doğası nedeniyle umut vaadeden bir malzeme gördü. Snapsler on saniyeyi aşmıyor ve izlendikten sonra kayboluyor. Marclay, bu durumdan yola çıkarak The Organ adını verdiği interaktif bir enstalasyon oluşturdu. Bu enstalasyonda, elektronik bir klavye bir ekrana bağlanmış ve izleyicilerin piyano çalmasına olanak tanıyan bir düzenek kurulmuş. Her tuşa basıldığında, aynı ses frekansını paylaşan birkaç snap’ten oluşan bir dikey şerit ekranda belirir. Sanatçı, bu snapleri Snapchat üzerinden ses tanıma algoritması kullanarak önceden seçmiştir. Bu sayede ses ve görüntü arasında şaşırtıcı bir uyum sağlanır.